İnsanca: türkiye hümanizmi yaşar aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken,...

51
İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy (Karaburun’da gerçekleşecek olan 21.Ütopyalar Toplantısı’ nda 4 Temmuz 2015 günü Saat: 14.00’te “İnsanca” başlığı altında Yaşar Aksoy’un yapacağı konuşma metnidir. Bu metne, Türk Hümanizmi’ne karşı çıkan sağ ve sol (!) liberal itirazlar da eklenmiştir.) GİRİŞ: Öncelikli soru şudur: - Anadolu’da Karacaoğlan ile İzmirli Homeros’u, Yunus Emre ile Efesli Heraklitos’u, kimler özgün bir sentezde buluşturabilme ışığını yakaladılar? Bu ışık, aydınlanma ışığı mıydı? Aydınlanmacılar, aynı zamanda Türkiye Hümanistleri miydi? Bu sorulara yanıt arayacağız. Türkiye Hümanizmi’nin en önemli savunucusu Azra Erhat’ın 40.vefat yıldönümüne denk gelen bu sunumumda, 21.Ütopyalar Toplantısı’na emeği geçen herkese teşekkür ederek, kısa bir yazı okuyarak konuşmama başlamak istiyorum: “Cevat Şakir, Azra Erhat ve Eyüboğlu kardeşlerin ortak dünya görüşü, her nedense çok sık tekrarlanmış olan insancılık veya hümanizma iddialarına karşın, evrenselliği yadsıyan aşırı milliyetçi ve ulusçudur. Dünyaya bakış açıları insancıl veya evrensel değil, ulus-merkezcidir. Osmanlının da katkıda bulunduğu ve tarih içinde karşılaştığımız sertliğe ve acılara karşı tek bir yermeleri yoktur. Yerilen yalnız “ötekiler” dir. Bir bütün olarak Avrupa’ya ve Avrupa uygarlığına karşı çıkılmaktadır. Arka çıkılmak istenen Avrupa’dan yabancılaştırılan bir Anadolu uygarlığıdır. Örneğin Halikarnas Balıkçısı’nın Turgut reis romanı faşist Türk milliyetçiliğinin uç bir örneği gibidir. Yazar, milli gururu, savaş ve kan dökme alanındaki başarılarda bulmaktadır.

Upload: others

Post on 16-Sep-2019

8 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

İnsanca: Türkiye Hümanizmi

Yaşar Aksoy

(Karaburun’da gerçekleşecek olan 21.Ütopyalar Toplantısı’nda 4 Temmuz 2015

günü Saat: 14.00’te “İnsanca” başlığı altında Yaşar Aksoy’un yapacağı konuşma

metnidir. Bu metne, Türk Hümanizmi’ne karşı çıkan sağ ve sol (!) liberal itirazlar

da eklenmiştir.)

GİRİŞ:

Öncelikli soru şudur:

- Anadolu’da Karacaoğlan ile İzmirli Homeros’u, Yunus Emre ile Efesli

Heraklitos’u, kimler özgün bir sentezde buluşturabilme ışığını yakaladılar?

Bu ışık, aydınlanma ışığı mıydı?

Aydınlanmacılar, aynı zamanda Türkiye Hümanistleri miydi?

Bu sorulara yanıt arayacağız.

Türkiye Hümanizmi’nin en önemli savunucusu Azra Erhat’ın 40.vefat yıldönümüne

denk gelen bu sunumumda, 21.Ütopyalar Toplantısı’na emeği geçen herkese

teşekkür ederek, kısa bir yazı okuyarak konuşmama başlamak istiyorum:

“Cevat Şakir, Azra Erhat ve Eyüboğlu kardeşlerin ortak dünya görüşü, her

nedense çok sık tekrarlanmış olan insancılık veya hümanizma iddialarına karşın,

evrenselliği yadsıyan aşırı milliyetçi ve ulusçudur. Dünyaya bakış açıları insancıl

veya evrensel değil, ulus-merkezcidir.

Osmanlının da katkıda bulunduğu ve tarih içinde karşılaştığımız sertliğe ve

acılara karşı tek bir yermeleri yoktur. Yerilen yalnız “ötekiler” dir. Bir bütün

olarak Avrupa’ya ve Avrupa uygarlığına karşı çıkılmaktadır. Arka çıkılmak

istenen Avrupa’dan yabancılaştırılan bir Anadolu uygarlığıdır. Örneğin

Halikarnas Balıkçısı’nın Turgut reis romanı faşist Türk milliyetçiliğinin uç bir

örneği gibidir. Yazar, milli gururu, savaş ve kan dökme alanındaki başarılarda

bulmaktadır.

Page 2: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat ve onun gibi düşünenler, hümanizmi, ulus olarak

antik hümanist kültürün benimsenmesinde görürler. Ancak ulus olarak

hümanizmanın mirasçısı olduğumuzu ilan etme, insancılık değildir; insancılık

kendini ve belki ulusunu, kişisel (ulusal) farklara rağmen insanlığın içinde ve

onun ayrılmaz bir parçası olarak görmek, böyle hissetmek ve sanat yapıtı

yaratırken ya da roman yazarken de bu tür bir dünyayı yeniden yaratmaktır.

Kişi benimsediğini ileri sürdüğü insancılıktan ulusal kıvanç duyuyorsa, artık o

kıvanç duygusu insancıl değil, ulusaldır.

Ne yazık ki hem ulusal hem de hümanist kıvancın aynı anda duymak olanaklı

değildir. Gençlerimiz Avrupa düşmanı Halikarnas Balıkçısı ve yoldaşlarına yakın

bir anlayışla yetiştirilmemedir, kitaplarının sobada yakılmasında fayda vardır.

Bu son cümleye dikkat…

Bu lafları kim söylüyor?

Şimdinin bir Zaman gazetesi yazarı söylüyor…

İslami duyarlığı olan F tipi bir yazar mı?

Hayır…

Bunları, şimdinin Zaman gazetesi yazarı Herkül Millas yazıyor. Ne zaman yazmış?

Toplumsal Tarih dergisinde Mayıs 1996 tarihli makalesinden.

Yani Ortodoks Yunanlı, 1940 Ankara doğumlu bu yazarımız, Türkiye

Hümanistleri’ne faşist Türk milliyetçi kafalı demekte ve gençlerin Anadolu

Uygarlığı’nı savunan ve Hümanizmi öneren bu yazarları okumaması hatta

kitaplarının yakılmasını öneriyor.

………………………………………………

Zamanında 22 Mayıs 1996 tarihli Yeni Asır’da çıkan “Türk Hümanistlerine

Cepheden saldırı” başlıklı yazımla bu içinden pazarlıklı yazara karşı çıkmıştım.

Benden başka da karşı çıkan olmamıştı.

………………………………………………..

Yani Türk İnsancıllığını, Türkiye Hümanizmasını savunan belli bir yazarlar gurubu

gerçekte Türk milliyetçileri imiş!

Şimdi kendi kendimize soralım:

Page 3: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

Yani bu tarifin içine giren, Eren hanım ile evli olduğu halde atölyesine resim yapmak

için gelen Ermeni Mari Gerekmezyan’a delicesine aşık olan ve aniden ölen bu Ermeni

kızın ardından “Karadut” tablolarını yapan, “Karadut” şiirlerini yazan ve “Ben

yaşadığım kadar o da benimle, hem de bana hiç yük olmadan köşeciğinde yaşayacak.

Ben öldükten sonra da yaşaması gerek. Bir kitapta, bir şiirde ve bir resimde…” diye

not düşen Bedri Rahmi Eyüboğlu faşist Türk milliyetçisi, öyle mi?...

Anadolu’nun kavimler, uygarlıklar ve ırklar karmaşasından bir Anadolu

Hümanizması yaratan düşün adamı Sabahattin Eyüboğlu, faşist Türk milliyetçisi

imiş, öyle mi?

“İşte İnsan (Ecco Homo)” isimli dev yapıtıyla evrensel düşünce akımlarının

Anadolucu yorumunu yapan ve “Mavi Anadolu” diye isimlendirdiği

topraklarımızın hoşgörülü ve insancıl mayasını ortaya seren Azra Erhat, bir faşist

Türk milliyetçisi, öyle mi? Mavi Anadolu, Mavi Yolculuk kitaplarını yazan, Mitoloji

Sözlüğü’nü kütüphanemize armağan eden, İlyada ve Odesa destanlarını A.Kadir ile

birlikte dilimize çeviren, En Hakiki Mürşit kitabını yazan Azra Erhat, faşist öyle

mi?...

Anadolu Uygarlıkları’nın batının emperyalist kültür saldırılarından bağımsız bir

yerli gerçek ve bu gerçekten fışkıran sentezin, Türkiye Cumhuriyeti’nin

aydınlanmacı ideolojisine eklemlenmiş en önemli bir kültür verisi olduğunu tekrar

tekrar yazan Halikarnas Balıkçısı Cevak Şakir, faşist bir Türk milliyetçisi, öyle mi?

Her darbede ve kıyımda tutuklanmış, sürgün edilmiş, hapsedilmiş bu ilerici insanlar

gerçekte, faşist Türk milliyetçileri, öyle mi?

Bu kültür gurubun içine giren Vedat Günyol, Nusret Hızır, Mavit Gökberk, Ekrem

Akurgal, Orhan Burian, Hasan Ali Yücel, İsmail Hakkı Tonguç, Nurullah Ataç da

aşırı milliyetçi, ırkçı kişiler öyle mi?

……………………………………………………………….

Değerli arkadaşlar bu sohbetimizde işte bu insanları, ben size anlatacağım.

Herkül Millas’tan kopya çeken sağcı Altan Deliorman, Prof.Tahsin Banguoğlu,

Prof.Nurullah Çetin gibi sağcı yazarlarla, Murat Belge, Hamza Aktan gibi sahte solcu

yazarların da yine ayrı retorikle Türkiye Hümanizması’na yaptıkları çok acı ve

hakaretamiz saldırıları konuşmamın sonuna koydum, “Dagarcık Türkiye” sitesinin

Temmuz ayındaki makalemde bu uzun analizi okuyabilirsiniz, şimdi kısa keseceğim.

Page 4: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

……………………………………………………..

MAVİ YOLCULAR

Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu gibi bu çember içine

koyabileceğimiz nice başka kültür havarileri, magazin tabiriyle “Mavi Yolcular” diye

anılmışlardır, Mavici denmiştir onlara, onlar Türkiye İnsancıllığının veya Türk

Hümanizmi’nin “Anadolucu” diye de adlandırılan aydınlanmacı ve ilerici

kurucularıdır. Onlara merhaba diyerek sözümüze başlayalım.

Bu kişiler, Cumhuriyetin ilk döneminin çoşkulu ve onurlu yılları geçtikten sonra,

olup biteni akıl ve bilim süzgeci ile değerlendirmek isteyen çağdaş insanlardır.

Çağdaşlıkta daha ileriye ulaşmak istemektedirler..

Başka hiçbir suçları yoktur.

Anadolu’da yaşayan halkımıza uygarlık, çağdaşlık ve evrensel-ulusal-barış yolunda

ışıltılı bir “Düşünce Hazinesi” sunmuşlardır..

Bu da Türkiye Hümanizmi’dir… Takipçileri ne yazık ki olmamıştır, benzerleri

olmamıştır. Ama günümüzün sosyolojik ve politik olarak karmakarışık toplumsal

manzarasında haklı çıkmışlardır.

Öncelikle son söyleyeceğimizi en başta özetle söyleyelim:

“- Mavi Yolcular, Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat

Günyol gibi nice aydınlanmacı ilericiler, genel anlamıyla binlerce yıldır Anadolu’da

yaşayan Türkiye halkına, daha dar anlamıyla 1000 yıldır Anadolu’da yaşayan ve

Türk kimliğini hisseden ulusa realiteden kopmadan ve asla ütopik olmayan bir

düşünce hazinesi sunmuştur..

Ki bu düşünce hazinesi, toprağının altındaki kültürlerden habersiz, toprak üstünde

çeşitli ayrımcı akımlarla param parça olmuş, bağnaz inanç ve ideoloji sistemlerine

tutsak edilmiş, sömürücü bir ekonomik düzende hunharca sömürülen, magazin,

medya ve futbol imparatorluklarının beyin yıkayan şovları ile uyuşmuş, şimdisi

çatışmacı ve karşılıklı intikamcı gündelik olaylara tutsak edilmiş, geleceği ise

oldukça karanlık ve umutsuz insanımıza, “çağdaş uygarlığı” hedeflemek istediği

anda el atacağı bir hazinedir.

Emperyalizmin kölesi olmadan, esaret yanlısı olmadan, dahası istilacı ve zalim Batı

doktrinlerine bağlanmadan, evrensel etik değerlerden hız alan çağdaşlaşma ve

uygarlık felsefesinden kaynaklanan bu hazine, aynı zamanda Aydınlanmacı

Page 5: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

Cumhuriyet İdeolojisi ’ne de eklemlendiği için olabildiğince devrimci, insancı ve

edebiyat kavramları açısından da ilerici - emekçi bir çizgide ilerlemiştir. Türkiye

İnsancılarının bu düşünce hazinesinde Uygar ve Barışçı Türkiye toplumunun tüm

ışıltıları çarpıcı biçimde yer alır. “

Bu dediklerim, en son söyleyeceklerimin en başta sunulduğu bir özet yorumdur.

Şimdi girelim konumuza..

BİR ANI

Geçenlerde bir Pazar günü öğleden sonraydı.. Çeşme’de evimin karşısındaki bir

kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir

sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp son zamanlarda yazdığı şiirleri

göstermek istediğini kibarca bildirdi. Sesinde büyük bir heyecan ve gurur vardı.

Az sonra yanıma geldi, koltuğunun altında şiir defteri olduğu halde.. İnönü Lisesi

öğrencisi bu kerata, okulunda bir kızı sevmiş, böylece ona dönük gizli şiirler

yazmaya başlamış. Sonra kızdan kopmuş, ama defterine aşk ve doğa şiirlerini

yazmayı sürdürmüş. Sonra yavaş yavaş evinin bir köşesinde bulunan

büyükdedesinin kitaplarını okumaya başlamış, dedesi üzerine yapılan törenlere,

panellere katılıp o büyük adam hakkında konuşan yazarları dinlemiş, bu arada beni

de dinlemiş ve pek beğenmiş. Sonunda şiir defterindeki şiirler, yavaş yavaş aşk

şiirlerinden dedesinin dünyasına göndermeler yapan kavramsal şiirlere dönüşmüş.

Hemen şiir defterini kaptım ve “Ben bu şiirleri kitap olarak bastıracağım” dedim.

Havalara uçtu sevincinden.. Ege’nin “Merhaba” isimli şiirini okuyalım:

MERHABA

Dedemi gördüm

Güllerin, papatyaların

Arasından

Gülümsüyordu..

Yıllardır denizin hasretini

Çekiyor

Gülerek bizleri

Page 6: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

İzliyor..

Sırtında yeleği

Altında gömleği

Sağ elini kaldırmış

Göklere haykırıyor..

Rüzgar gibi

Püfür püfür esiyor

Estikçe bizlere “Merhaba” diyor..

İzmir İnönü Lisesi Lise-1 öğrencisi Ege Savaş, büyük dedesi (annesinin dedesi)

Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’yı böyle hayal etmiş ve şiirleştirmiş..

Ne mutlu ona..

Eğer Milli Eğitim proğramlarında Azra Erhat’ın, Halikarnas Balıkçısı’nın kimliği,

kitapları ve düşünce sistemi üzerinde durulsa, hakkıyla durulsa, bu önemli düşün

adamının dünyası çocuklarımızın hayal dünyasında yaratılabilse, genç, aydın ve

uygar beyinler yetişeceğine, halkını ve toprağını ölesiye seven kuşaklar fışkıracağını

öteden beri iddia ederim, savunurum.

Hani nerde Halikarnas Balıkçısı Üniversitesi?

Hani nerde Azra Erhat Üniversitesi?

Hani nerde Sabahattin Eyuboğlu Sanat Merkezi?

Oysa günümüzde Halikarnas Balıkçısı arkadaşları Azra Erhat, Sabahattin Eyüğolu

ve Mavi Aydınlanmacılar dediğim kuşağın düşünce yapısı halkımıza anlatılamadığı

için, hatta bu düşünce akımı bastırıldığı için şimdi müthiş duyarsız kalabalıklarla

karşı karşıyayız, ya doğamızı tahrip ediyorlar, ya edebiyatımız cıvık bir aşk

sarmalına dönüştürdüler, ya da düşünce yapımızı emperyalist bölücü-gerici

rüzgarlara teslim ettiler.

Egemenlerden bir-iki örnek vereyim yeter..

Page 7: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

1- Milyon dolarlarca serveti olan bir zengin, satın alıp evine koyduğu bir Aliye

Berger seramiği ile övünürken “Bu kadın müthiş bir Macar sanatçısıymış”

diyebiliyor. Kulaklarımla duydum. “Efendim o bir Türk sanatçısıdır, Berger

soyadı gayrı müslim eşinin soyadından gelmiştir. Halikarnas Balıkcısı’nın

yeğeni olur bu hanım..” diyorum. “Hayır sen bilmiyorsun, bir zibidi balıkçının

yeğeni nasıl olur?.. Münevver bir Macar aristokratıymış” diye diretiyor,

benimle tartışmaya giriyor ve beni her zamanki gibi ukalalıkla suçluyor.

2- Yıllarca çalıştığım bir büyük medya patronunun gazetesine ilk girdiğim

günlerde gece yarısı Halikarnas Balıkçısı ile ilgili bir haber ya pıp hemen

sayfaya koymak durumundayım. 1980’ler.. O zaman dijital ortam yok tabii

iki.. Haberi yazıyorum, arşive çıkıyorum, Cevat Şakir’in fotoğrafını arşivde

aramak için isme yazılı dosyaları karıştırıyorum. K harfine bakıp

Kabaağaçlı’dan bulmak istiyorum.. Yok.. Cevat’a bakıyorum yok.. Şakir’e

bakıyorum yok.. Halikarnas Balıkçısı diye de bir zarf yok.. Halikarnas diye de

bir zarf yok.. Bodrum başlıklı on büyük zarfın içindeki yüzlerce fotoğraflara

bakıyorum tek tek.. Yok.. Edebiyatçılara bakıyorum yok.. Yazarlara

bakıyorum.. Yok.. Ama biliyorum ki, bu gazetede arşiv odasında bir yerlerde

bu fotoğraflar var. Sonunda Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabağaçlı’nın

fotoğraflarını sabaha karşı buluyorum.. Nerede biliyor musunuz?..

“Balıkçılar” zarfı içinde.. İçinizden yuh diyorsunuz değil mi?.. Duyar gibiyim..

Bu iki örnek yeter mi?.. Sakın bana yüze yakın Türk Dili ve Edebiyatı bölümü olan

üniversitelerimizde bir tane adam gibi “Mavi Aydınlanmacılar = Türk Hümanistleri”

üzerine doktora, doçentlik, profesörlük tezi neden yok diye sakın sormayın..

Oysa onu anlamalı ve anlatmalıydık. Çünkü:

1- En sondan başlayayım. Türk hümanistlerinin hemen hepsi bir Turizm

figürüdür.. Kimliği, kişiliği, yaşantısı ve Ege- Anadolu uygarlıklarına

dönük duyarlıkları ile, rehber kimlikleri ile birer kültür turizmi simgesidir.

Bodrum’u , Gökova’yı, Ege’yi onlar öne çıkarmadı mı, yıllar önce?..

Bodrum hala onların mirasını yemiyor mu?..

2- İkinci olarak bu kişiler birer Kültür üretimcisidir.. Sinik ve sönük kültür

hayatımıza bir ivme kazandırmış, düşünceleri ve edebiyat gücü ile bir

sanat akımı olduğu kadar bir kültür ekolünü de yaratmışlardır. Mavi

düşünmenin, mavi bir hayat yaşamanın kültürüdür bu.. Doğası, mutfağı,

bitkisi, denizi, efsanesi ve felsefesiyle “Mavici” bir kültür gerçekte

Anadolu’nun nefes alıp verişinin insanca destanıdır.

3- Maviciler, aynı zamanda bir Düşünce akımı yaratıcısıdır. Orijinal reel

Anadolu kültürünü harmanlayıp ondan çağdaş sentezlere ulaşmış bir

bilgelik yaratmışlardır. Bu, Anadolu’yu savunan Troyalı Hektor gibi güçlü

biçimde yurdunu savunmaktadır. Batı, Avrupa, Emperyalizm, Anadolu’ya

dönük Hellenci yayılmacı romantik akımlar, her şeyi Arap Vahabi

Page 8: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

Müslümanlığına ve doğmacı Hristiyanlığa bağlayan bağnaz inanç

dünyaları, onların düşünce sistemi karşısında eriyip gitmiş, hangi kökten

gelirse gelsin tüm Anadoluluların savunacağı bir “yurt sevgisi” ortaya

belgeleriyle ve destansı bir edebi anlatımla ortaya konulmuştur. Az şey

mi?..

İşte bu yüzden bize insanca bir düşünce sunan bu öncülere “Merhabaa..”

diyoruz..

Cengiz Bektaş der ki:

“Balıkçı, Azra Erhat ve arkadaşları gibiler bize, üstünde yaşadığımız

toprakları tanıtıp sevdirdi. Bu insana YURT bağışlamak gibi bir şeydir.”

Bu konuda en doğru söz budur aslında

Şimdi, Hümanistlerimizin kim olduklarını anlamak için düşmanlarını

yakından tanımak daha düşündürücü olacaktır. Mavi Yolcular’a “ırksız,

dinsiz, milliyetsiz, ne idüğü belirsiz, Türklük düşmanları” diyen sağcı

düşünürler (!) ile yine Mavi Yolcular’a “şoven, gizli milliyetçi, ırkçı, faşist,

Türklük budalaları” diyen solcu liberal düşünürler (!) önümüzde sıraya

dizilsin bakalım.

Haydi bakalım Altan Deliorman, Nurullah Çetin gibi sağcılar ile Murat

Belge gibi Marksistler (!) ve Hamza Aktan gibi Kürt milliyetçileri ne demiş

öğrenelim.

Bunlara yanıt vereceğiz. Ama Halikarnas Balıkçısı ve Azra Erhat’a “Türk

faşistleri” diyen bir başka ulusun gizli ulusçusu Herkül Millas’a yanıt

vermeye tenezzül bile etmeyeceğim. Çünkü onun gibi düşünenlere, 15

Mayıs 1919’da İzmir Kordonboyu’nda Emperyalizme karşı ilk kurşunu

atan sosyalist gazeteci Hasan Tahsin gereken yanıtı vermiştir.

Benim hesabım bizimkilerle..

Hadi bakalım kolay gelsin…

Aşağıdaki belgeleri dikkatle okuyalım.

Ve sırıtan gerçeği anlayalım.

1)Türkiye Hümanistleri’ne sağdan saldırılar:

(Nurullah Çetin ve Altan Deliorman örnekleri)

Hümanist, Batıcı Anadolu Hareketi ve Mavi Anadoluculuk

Page 9: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

Prof. Dr. Nurullah Çetin (26 Kasım 2013 – Yeni Mesaj)

Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı), Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat,

Orhan Burian, Vedat Günyol, Ekrem Akurgal, Nurullah Ataç, Bedri Rahmi Eyüboğlu

ve Adalet Cimcoz gibi yazarların öncülüğünü yaptığı, 1940’lı yıllarda öne çıkan Mavi

Anadolu hareketi, Müslüman Türk Anadolu algısına karşı çıkarılmış evrensel,

milliyetsiz hatta dinsiz, ne idüğü belirsiz bir hümanizm ideolojisine zemin bulma

çabasıdır.

Bir de modernleşmek, çağdaşlaşmak anlamını yükledikleri batıcılaşmaya vatan

bağlamında bir köken bulma çabasının ürünüdür. Yani Osmanlı ve Selçuklu

dönemlerini yok sayarak, daha önceki dönemleri ve kavimleri asıl atalarımız kabul

ederek, biz zaten hem köken olarak, hem zihniyet olarak, hem de vatan olarak

batılıların varisiyiz demek istediler.

“Ne mutlu Türk’üm diyene” yerine, “Ne mutlu Anadoluluyum diyene” diyerek millî

kimliği reddederler.

Bunlar Selçuklu ve Osmanlı dönemlerini yok sayarak bizi Selçuklu ve İslam öncesi

Hititler, Romalılar gibi eski kavimlere bağlayarak, bizi onların; hatta eski Yunan

filozoflarının varisi kılarak Türklüğü ve İslamlığı yok sayıyorlar. Bunların amaçları,

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kültür politikalarını Türklük ve İslamlık dışına yani

Batıya hatta Hristiyanlığa bağlamaktır. Mavi Anadoluculukla yapmak istedikleri

biraz da budur.

Böyle bir Anadolu tezinin hiçbir geçerliliği, tarihsel değeri yoktur. Zira bugün

Anadolu’da Eski Anadolu Medeniyetleri denilen Hitit, Sümer, Likya, Lidya, Roma vs

medeniyetlerinden yaşayan hiçbir canlı insan ve kültür yoktur. Bu medeniyetler

sadece Ankara’da Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde kalıntıları sergilenen yok

olmuş, ortadan kalkmış, yaşamayan, ölü bir medeniyet hatırasıdır. Halbuki Selçuklu

ve Osmanlı deneyleriyle üretilen Türk-İslam kültür ve medeniyeti Anadolu’da

insanıyla, kurumlarıyla, değerleriyle, her şeyiyle dipdiri yaşıyor. O halde Anadolu

demek, Türk-İslam varlığı demektir.

Mavi Anadolucular, Eski Yunan mitolojik efsanelerine, Ege ve Akdeniz'e kıyı şeridi

olan bölgelerindeki eski medeniyet kalıntılarına önem verdiler.

Hümanizm, tevhid dininin insanlara takdim ettiği, öğrettiği “tanrı” kavramına karşı

ve tepki olarak çıkarılan insanın tanrı olarak kabul edilmesidir. Yani mesela İslam’ın

“Allah”ı reddediliyor, tanrı olarak insan kabul ediliyor.

Bu inanış da aslında Eski Yunan filozofu Protagoras’un: “İnsan her şeyin ölçüsüdür.”

Sözüne dayanır. Ortaçağ sonrası Reform, Rönesans, Aydın lanma, Pozitivizm

dönemleriyle birlikte insanın pozitif bilimlerle cenneti dünyada gerçekleştireceği;

dolayısıyla asıl tanrının insan olduğu anlayışı gelişti. Zaten Rönesans, Aydınlanma,

Page 10: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

Pozitivizm, modernizm dediğimiz yeni dönemler, Eski Yunan ve Latin dönemlerinin

işlenerek yeniden üretilmiş şeklidir. Modern bir din haline getirilen insanın

tanrılığını esas alan hümanizm, antikiteden beri var.

Batı medeniyetinin, çağdaş Batının temeli de Eski Yunandır.

O halde bizim hümanistlerin, Mavi Anadolucuların yapmak istediği de bu. Yani

çağdaş modern Batı medeniyetine eklemlenmek istiyorsak Eski Yunan kültür ve

düşüncesine bağlanmamız lazım. Eski Yunan’ın anavatanı da Ege bölgesidir, yani

Anadolu’dur. O halde biz Eski Yunan’ın varisiyiz, demek istiyorlar.

Bilimsel anlamda yapılan arkeoloji çalışmaların, Eski Yunan ve Latin klasiklerinin

çevirilerinin asıl amacı, bu vatanın, Anadolu’nun Türklere değil; batılılara ait olduğu

tezini ispatlamak ve gerçekleştirmektir.

Halbuki Eski Anadolu medeniyetleri dediğimiz, Osmanlı ve Selçuklu dönemleri

öncesine ait Sümer, Hitit, Frig, Lidya, İyon, Akad ve Bizans gibi topluluk ve

devletlerin, şunların bunların kültür ve kalıntıları müzelere aittir, gerçek hayatta ve

yaşayan toplumda bir karşılığı yoktur. Bugün Anadolu’da var olan kültür ve

medeniyet Türk-İslam kültürüdür, toplum da Müslüman Türk toplumudur.

Günümüzde Anadolu’da pek çok yerde otel, lokanta gibi değişik kurumlara

milletimiz, cehaletinden dolayı Eski Anadolu medeniyetlerine ait isimleri veriyorlar.

Bu çok büyük bir hatadır. Bu tutum Batılılara koz verir. Anadolu’nun tapusunun

Müslüman Türklere değil de eski kavimlere ait olduğu kozunu verir. O yüzden

müzelerde kalması gereken İslam ve Türk öncesi kültürü canlı hayata taşımamak

gerekiyor.

……………………………………………………………….

Nurullah Çetin KİMDİR?

1964 Kütahya Simav doğumlu… 02 Kasım 1999 tarihinde "Doçent Doktor" unvanını

aldı ve Mart 2000 tarihinde de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde Doçentlik kadrosuna atandı.

26 Nisan 2005 tarihinde de profesörlük kadrosuna yükseltildi. Hâlen "Profesör

Doktor" unvanıyla öğretim üyesi olarak bu görevine devam etmektedir.

EK: Ekşi Sözlük – Nurullah Çetin maddesinden birkaç alıntı:

a) derslerinden "yüksek milliyetçilik şuuruyla" geçebileceğiniz biricik hocadır. ha

bahsettiğimiz milliyetçilik türk milliyetçiliği. onun dışındaki hiçbir

milliyetçiliğin bahsi dahi tartışılamaz.*

b) milliyetçilik ayağına bizi yeni türk edebiyatı bazında çok eksik bıraktın

hocam. çookkk...

Page 11: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

İKİNCİ ÖRNEK:

İhanetin asıl sebebi, Türk asıllı olmamak kompleksidir

Altan Deliorman - ORKUN dergisi, 57.Sayı

Prof.Dr.Banguoğlu,Anadolu-Milleti-iddiacılığına-teşhis-koyuyor:

“Atatürk, delilsiz nazariyeler koymadı mı, tersini de biz koyarız” dediler. Bu arada

“Biz Atatürk’ün fikirlerini destekliyoruz” demekten de utanmadılar. Ama

“Efendiler, Atatürk onu Türk adını ve Türk medeniyetini yüceltmek niyetiyle

yapıyordu. Siz ise Türk medeniyetini inkâr etmek ve Türk adını dünya tarihinden-

silmek-ihaneti-içindesiniz”

Röportaj:

A. Deliorman: Efendim, son zamanlarda “Anadolu kültürü”, “Anadolu Milleti”

gibi birtakım deyimlerle karşılaşmaya başladık. Böyle bir cereyan, adeta zorla

meydana getirilmeye çalışılıyor. Hatta, sorumlu makamları işgal edenlerin de bu

cereyana sarıldığı, en azından ondan yararlanmaya çalıştığı görülüyor. Bugünkü

“Millî Devlet’imizin sınırları içinde yaşayanlara, Adalar Denizi kıyılarından yeni

atalar icat ediliyor. Bir bakıma biz hepimiz, “Türkçe konuşan Yunanlılar” halinde

telâkki ediliyoruz. Bu yeni moda Yunancılığın meydana çıkışı nasıl oldu? Siz,

uzun politika ve fikir hayatınız itibariyle, bu cereyanın kaynaklarını en iyi

bilenlerdensiniz.Bukonuda-bizi-aydınlatırmısınız?

T. Bonguoğlu: Bu Halikarnasçılık, bu Anadolu Milleti safsatası nereden çıktı? Bunu

anlamak istiyorsunuz. O yıllarda ben politikaya yakın ve fikir hayatının içindeydim.

O şartların getirdiği hadiselerden biri. Sizi birazogünleregötürmeliyim.

Atatürk büyük bir şöhret bırakmıştı. Ondan sonra onun yerine gelenler hep bu

büyük şöhrete sarılarak hakim olmak yolunu tuttular. Onun koyduğu resmi

ideolojiye onun bıraktığı rejime hatta onun nazariyelerine sıkı sıkıya bağlı

göründüler. Günümüze kadar. Onun fikriyatına taban tabana zıt düşünceler

taşıyanlar, o yolda faaliyetlere girişenler de hep onun adını kullandılar.

Zaten onun sadık ve kullanışlı bir başvekil olarak seçtiği İsmet Paşa da onun

sağlığında kendi kafasına göre işler yapmaya başlamıştı. İnönü sonraları açığa

vurduğu şekilde sosyalistti. Mustafa Kemal Paşa onu bu yönden frenlemek için

zaman zaman karşısına serbestçi rakipler çıkarmıştır (Fethi Bey, Celal Bey). Ama

1930’lardan başlayarak İsmet Paşa’ya bu kanadından sosyalist aydınlar yanaşma y

olunu bulmuşlardı(Kadrocular).

Page 12: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

İnönü cumhurbaşkanı olunca hemen kavradı ki, bu tek parti rejimini yürütüp hâkim

olma, ancak o büyük şöhrete yaslanmakla mümkün olacaktı. Yani para, pul, makam,

meydan hep Atatürk’ün resimleriyle donatılacak, rejim, ideoloji onun adını

taşıyacak, ekonomik, dış politika aynı sloganlarla yürütülecek (altı ok), ama o

kendisi “Millî Şef, Değişmez Genel Başkan” olarak çok farklı fikriyatı ve bambaşka

icraat yolunda olabilecekti. İşte “Atatürkçülük”, rahmetlinin ölümünden sonra böyle

oldu. Aslında bizim şimdi dindarlığa ve milliyetçiliğe düşman, doktriner -sosyalist-

birmillî-şefimiz-vardı.

A. Deliorman: İsmet Paşa’nın bu eğilimleri, Anadolu kültürcülerinin türemesi

için elverişli bir ortam teşkil etmiştir diyebilir miyiz? Kimlerdi-

bunlar,maksatları-neydi?

T. Banguoğlu: Ben, 1936 dan beri Ankara’da yeni açılan Dil ve Tarih Coğrafya

Fakültesi’nde doçenttim. Bu fakülteye Hitler’le bağdaşamayan değerli bir çok

Alman hocalar da getirilmişti. Yeni bir kadro yetiştirmek için çoğu Batı

memleketlerinde tahsil görmüş gençler de buraya veriliyordu. Şimdi on beş yıldan

beri tartışılmamış bir resmi ideoloji yerine bazı fikir hareketleri olması mukadderdi.

Ama bunlar ancak Millî Şef’in bilinen eğilimleri çerçevesinde ve onun tutumuna

göre ekini belli etmeksizin başarılmalıydı. Bu çok başlı fikir hareketinin bir kaynağı

da bizim Dil Fakültesi oluyordu. Öyle ya, bu Avrupa, Amerika görmüş(!) gençlerin

de bu çorbada tuzları olmalıydı. Meraklıları da az değildi.

Bunlardan bir takımı Kari Marx’ı okumuşlardı, hızlı bir çıkış yapıyorlardı.

Derslerinde biraz kapalı, odalarında açık onun propagandasını yapıyorlardı. Yeni

hiç bir şey getirmemişlerdi, ama çocuklar için bunlar çok yeniydi. Benim de bazı iyi

talebelerimi çelmişlerdi. Remzi Oğuz’la başbaşa dertleşiyorduk. Behice Boran,

Pertev Boratav, Muzaffer Şerif, Niyazi Berkes, hanımı. Sonraları açığa vurdular

dergiler çıkardılar. Yeterince korunuyorlardı. Bu fikirler Konservatuar’a falan,

Siyasal Bilgilere buradan sıçradı ve orada daha ilmileştirildi(!) Şimdi daha eskileri

Şevket Süreyya, Vedat Nedim, İsmail Hüsrev v.b.) bunların ağabeyleri oldular. Ama

onlar-artık-devletin-itibarlı-mevkilerindeydiler.

Yine bizim fakültede daha çok tarihçiler ve arkeologlar, (Enver Ziya, Ekrem Akurgal

v.b.) daha mülâyim ve zararsız görünen bir isim altında (hümanizm) çok iddialı ve

yepyeni bir nazariye(!) ortaya atıyorlardı. İlk bakışta insana Türk tarihinin, Türk

medteniyetinin gerçekleriyle düşmanca bir şaka gibi gelen bu iddia “Maksatları

nedir?” diye düşünülünce ağır bir mâna kazanıyordu.

Düşünüyorsunuz “Bu adamlar profesör, bu bahsi de biliyorlar ve okutuyorlar.

Page 13: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

Bizim son bin yıllık tarihimiz ise güneşler gibi aydınlık. Böyle bir safsatayı ne

cür’etle ve nasıl maksatla ortaya atıyorlar?” Hatırımda kaldığı kadarıyla şöyle:

“Efendim, XI. Yüzyılda Ortaasya’dan bu Anadolu’ya bir takım Türkler gelmiş.

Bunlar göçebe (barbar). Medeniyet denecek bir şeyleri de yok. Anadolu ise eski,

büyük medeniyetlerin beşiği. Yüksek medeniyet ve kültür sahibi bir halk ile

meskûn. Zaten bir avuç göçebeden ibaret olan Türkler, bu yoğun medeni yerli halk

içinde erimişler, onlarla kaynaşmışlar ve bu yerli medeniyeti benimsemişler, yani

burada medenileşmişler. Burada yerlisi galip yeni bir millet oluşmuş. Biz artık Türk

kanından değil, bu yeni milletin kanındanmışız. Bu milletin adı da Türk milleti

değil, Anadolu milleti olmalıymış. İnsanı da Türk değil, Anadolu insanı. Türk

medeniyeti diye adlandırılacak yeni bir şey de yokmuş. Olanlar hep o büyük

Anadolu medeniyetinin devamı imiş.”

Siz düşündünüz ki, “Bunlar baştan kendi kendilerine “Nazariye değil mi, biz de

koyarız. Atatürk delilsiz nazariyeler koymadı mı? Tersini de biz koyarız.” Gerçi

arada “Biz Atatürk’ün fikirlerini destekliyoruz” demekten de utanmadılar. Ama

“Efendiler, Atatürk onu Türk adını ve Türk medeniyetini yüceltmek niyetiyle

yapıyordu. Siz ise Türk medeniyetini inkâr etmek ve Türk adını dünya tar ihinden

silmek ihaneti içindesiniz.”

Öteden beri Batı hayranlığı yoluyla hümanist geçinen bazı aydınlar da bunlara

katıldılar (Sabahattin, Rahmi, Nurullah Ataç ve çevreleri.) Birlikte kazılar yaptıkları

yabancılardan da teşvik gördükleri söylendi. Bunların da onlara yeni buluntulardan

değerli hediyeler(?) verdikleri yayıldı. Ama mühim olan Millî Şef’in de bu

nazarıyeden hoşlanmış olduğu haberiydi. Hasan Ali Bey onun zaaflarını iyi biliyor

ve bütün bu türlü münasebetleri ustaca idare ediyordu. Ayrıldıktan sonra 7 yıl, 7 ay,

7 gün Eğitim Bakanlığı yapmış olmakla öğünmesi yerindeydi. İşte bu sıra Tercüme

Bürosu açıldı. Burası bütün bu türlü ileri fikirlerin(!) dağıtım-merkezi-oldu.

Sanırım bunlar Halikarnas Balıkçısı’nı daha sonra keşfettiler. Böyle bir nazar iye için

tam bir prototip. Bir baba katili, Yunan ahlakına göre bir kahraman. Bundan sonra

nazariye işlendi. Dergiler çıkardılar (Hep Bu Topraktan), kitaplar yazdılar. Sizi daha

az bilinen tarihi devirlere sürüklediler mi yutturmacılık kolaylaşır. Biraz da eski

denemelerden faydalanarak bizi, bizi değil ya, bu Anadolu milletini iyonyalılara,

Lidyalılara, Karyalılara, öbür yandan Frigyalılara, Hititlere, Sümerlere bağladılar. Eh

madem ki artık Yunanlılara dayandık, Anadolu’muza bir de öyle mitoloji, bir de

ilâhe (Tanrıça) lâzımdı. Onu da bulduk. Kibele,Halikarnasda(hâlâ)Kâbelerioldu.

Canım, ben size bu hezeyanın başlangıcını anlatmış oldum. Derginizde sizin bir

yazınızı-okudum,-sonralarınısizbendendahaiyibiliyorsunuz.

A.Deliorman:Peki,sizozaman-bunu-nasıl-izahettiniz?

T. Banguoğlu: Bir vazife almış gibi çalışıyorlardı. Biz doluya koyduk almadı, boşa

koyduk dolmadı. Atatürk, çevresindeki aydınları iyi tanımıştı. Bunun için “Ne

Page 14: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

mutlu Türk’üm diyene!” demişti. Ama çok nadir de olsa bunu diyemeyen, demek

istemeyen bazı aydınlar vardı. Belki başka bir soydan gelmiş olmanın uzak

hâtırasını taşıyorlardı. Gerçi bu memlekette onlara “Nerelisin, soyun sopun nedir?”

diye soran bir tek kimse yoktu. Biz Osmanlı Türklerinin geleneği buydu. Ama “Türk

asıllı olmamak” kompleksi bu insanı “Türk düşmanı” olmak ihanetine sürüklemişse

bunu-yapabilir”-diye-düşünmek-istedik.

A.Deliorman:AmaHocam,bu-safsata-yayılıyor.

T.Banguoğlu: Fikir olarak değil, moda olarak. Bu türlü bazı hezeyanlar çevre müsait

olursa modalanır. Bunu solcular modalandırdılar. Gerçi onların mezhebinde soy sop

gibi kavramlar yoktur. Ama milliyet kavramını çürütmek için her fırsattan, her

vasıtadan faydalanmaya çalışırlar. Oysa milliyetçilik bir nazariye değil, bir cemiyet

için tabiî, organik bir kurumdur. Türk milliyetçiliği... Yüce dağlar gibi muazzam bir

iman-yapısı.-Kazma-kürekle-yıkılacak-bir-şey-değil.

2)Türkiye Hümanistleri’ne Marksist (!) ve Liberal (!)

saldırılar…(Murat Belge ve Hamza Aktan örnekleri)

Mavi Anadolu Tezi ve Halikarnas Balıkçısı

Murat Belge (sayı 210 - Ekim 2006 )- Birikim

Türk edebiyatında “genesis” temasının işlenmesi gibi bir konuyu ele alan bir kitapta,

“Mavi Anadolucular” diye adlandırılmış grubun da incelenmesi gerekir, çünkü

onların da bu “genesis” konusuna ilginç ve özgün bir yaklaşımı vardır. Öte yandan,

daha çok roman alanına odaklanan bir kitapta bu yaklaşımı ele almak güç, çünkü

grubun üyelerinin bu konuda yazdıkları (benim bildiğim kadarıyla) “roman”

türünde değil. Tezi oluşturan Halikarnas Balıkçısı’dır. Ama romanlarında (tarihî

olanlarında da) pek bu konuya girmemiştir. Bunu düzyazılarında, denemelerinde, en

çok da yazıya geçmemiş konuşmalarında geliştirmiştir. Aynı gruptan Melih Cevdet

ise bazı şiirlerinde bu temayı işlemiştir. Romana yansımamış olsa da, önemli bir tema

olduğu için, gerek tezin kendisi, gerekse edebiyatta işlenişi üzerinde durmak

istiyorum.

Önce “tez”den başlayalım: Halikarnas Balıkçısı’nın (Cevat Şakir) işlediği kadarıyla

bu tez büyük ölçüde Batı Anadolu’yla, İonia ile sınırlıdır. Cevat Şakir, İonia ile

bugünkü Yunanistan arasında büyük kültürel-entellektüel farklar olduğuna

inanmıştır. Ona göre, Tales’ten Demokritos’a maddeci Yunan felsefesi İonia’nın

ürünüdür, Anadolu’da yaşayan filozoflar tarafından geliştirilmiştir. Ama bu

Page 15: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

demokratik felsefe, Yunan karasında Sokrates ve Platon’un elinde idealist ve totaliter

bir felsefeye dönüştürülmüştür.

Cevat Şakir, halk dilinde geçen çeşitli ad ve kelimelerin İonia kökenlerinden

geldiğini kanıtlamaya çalışır: örneğin “zeybek” adı Bakkhos’tangelmedir (oysa bu,

Yunanca adı Dionyssos olan tanrının Latince adı) ve zeybek oyununda yapılan

hareketler, atılan ağır adımlar veya yere diz vurmalar, şarap üretmek üzere üzüm

ezilirken yapılan hareketlerdir. Buna benzer bir biçimde “kıble”nin de tanrıça

Kübele’den geldiğini iddia etmiştir. Bunu da onaylamak zordur çünkü kelime

Arapçadandır ve Arapçanın “üç konson kuralı” çerçevesinde “kaf” “be” ve “lam”

köklerinden türemiştir (bu bakımdan İbranice “kabala” ile de akrabadır).

Bu yakıştırmalarda pek fazla alınacak mesafe yoktur. Öte yandan, İonia kültürünü

beğenip kendimize mal etmemizden ötürü, Ege’nin öteki kıyısındaki Helen

kültürünü aşağılamanın gerekçesini anlamak da kolay değildir. Bu herhalde

insanlara bir “öteki” ve bir “düşman”ın gerekli olmasının bir sonucu.

Ayrıca, teorinin doğru olması veya olmaması açısından da, bunlar çok önemli değil.

Türklerin kendilerinden önce burada yaşayan insanlar arasında gelişmiş kültürden

yararlanmış olacakları, kendi başına, bayağı aklı başında bir varsayım, doğal

karşılanacak bir durum. İlle “zeybek” veya “kıble”ye gerek yok; ayrıca, “kolyoz” ile

“kefal” veya “fener” ile “kavanoz” ya da “kerata” dediğimizde, arada ne biçim

bağlar olduğu ortaya çıkıyor.

Teoriyi İonia’dan Anadolu’ya yaydığımızda, Türk-Tarih Tezi’ne bazı bakımlardan

benzeyen, ama onu çok daha kabul edilebilir bir zemine oturtan bir manzarayla

karşılaşıyoruz. Tarih Tezi’nin Sümerlerden Hititlere ve Yunanlardan Etrüsk’lere

herkesi Türk yapan anlayışı ortadan kalkıyor, biz “onlara veren” değil, “onlardan

alan” oluyoruz; ama ilişki çok fazla değişmeden kalıyor. “Açıklama”nın temeli “ırk”

olmaktan çıkıyor, “kültür” oluyor.

Arkeolog Ekrem Akurgal da buna yakın bir teori geliştirmişti: Hattilerden

başlayarak, Anadolu topraklarında yerleşmiş bütün medeniyetlerin mirasçısı

olduğumuzu ileri sürüyordu. O da bunu DNA ile geçen bir bağa indirgemiyor,

kültürel kalıtımdan söz ediyordu. “Onlar biyolojik anlamda bizim atalarımız olmasa

da biz kültürel bakımdan onların çocukları sayılırız” diyordu.

İlginçtir, bu teoriyi Turgut Özal da benimsedi ve kendi adıyla yayımlanan küçük bir

kitabı Gündüz Aktan’a yazdırdı. Benim bu kitapta bir ölçüde kurcaladığım

“askerlik/medeniyet” ikileminde o da medeniyetten yana bir çözüm arıyordu.

Çözüm o tarafta aranınca bu coğrafi bölgedeki tarihi medeniyetlerle böyle bir “miras

bağı” kurmak en akla yakın çıkış yolu gibi görünüyor.

Page 16: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

Peki, böyle bir teori savunulabilir mi?

Böyle bir soruya kestirme bir cevap vererek inandırıcı bir sonuca varamayız. Ama

bugün bu ülkede yaşayan insanların gerçekten de o eski medeniyetlerle bir bağlantı

içinde varolduğunu söylemek herhalde pek inandırıcı olmayacaktır. İnanmakta en

fazla zorluğu çekecek olanlar da, bu mirası devraldığını iddia ettiğimiz halk

olacaktır.

Öte yandan, bu “miras devralma” işinin ille de “biyolojik” bir soy sorunu olmadığını

unutmamalı. Bugün Anadolu’da yaşayan bir köylü, yakınında bulunan bir Yunan ya

da Roma ören yeriyle sadece orada bulabileceği define veya kullanabileceği taş gibi

ögeler nedeniyle ilgilenebilir. Bunu da, o medeniyetten gelmemesiyle açıklamak bize

inandırıcı gelebilir. Ama aynı köylünün Osmanlı geçmişiyle “biyolojik”

diyebileceğimiz bir bağlantısı vardır. Buna rağmen, Osmanlı sanat eserleri, mimarisi

v.b. bugün bu ülkede yaşayan insanlara son derece uzak. O halde, hesaba katılması

gereken etkenler farklı olmalı.

Bağlar varolan koşullar içinde böyle kopabiliyorsa, o halde başka koşullar

yaratıldığında kurulabilir de – ya da, öyle mi? Evet, bunun böyle olduğunu

düşünüyorum. Birçok kereler söylediğim gibi, “gelenek” dediğimiz şey, her zaman

ve her yerde, bir vakit olmuş şeylerin daha sonraki oluşumlarda da tekrarlanmasıyla

biçimlenmez. Aslında daha sık görülen durum, yaşadığımız noktadan geriye

bakarak kendimize gelenek beğenip seçmemizdir. Bu böyle olunca, A ögesini olduğu

kadar B ögesini de seçebiliriz; A’dan bir gelenek kurduğumuz kadar B’den de

kurabiliriz.

Ankara’daki ünlü Hitit geyiği kavgası bu çerçevede ilginç bir örnek. Hatırladığım

kadarıyla eski belediye başkanlarından Vedat Dalokay bu geyik heykelini

Ankara’nın simgesi haline getirmek istemişti. Daha sonra Melih Gökçek geyiği

yerinden sökmek üzere bir savaş başlattı. Onun “gelenek”ten anladığı başka bir

şeydi.

Bugünkü genel ideolojik yapının Gökçek’i desteklediğini söylemek mümkün. Ne var

ki, bu da sonuçta konjonktürel bir durum. Gökçek’ten yana çünkü onun “milliyetçi-

mukaddesatçı” anlayışına yatkın, onu pekiştiren bir eğitim sistemi içinde

yetişiyoruz. Bu koşullar değişirse geyiği benimseyenlerin sayısı da artabilir.

Peki, gelenekler, insanlar farkında olmaksızın yaşayamaz mı? Yaşayabilir tabii ve

muhtemelen gerçek gelenekler, böyle olanlardır. Bu topraklara sonradan gelen her

topluluk, önceden burada olanlardan bir şeyler öğrenmiştir. Bu zaten tarihin genel

bir kuralıdır. Sonradan gelen genellikle “askerî fatih”tir, ama yerleştikten sonra yerli

kültür onu fetheder. Bu, doğal olarak, geleneklerin de devamı demektir. Osmanlıların

Page 17: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

sözgelişi Bizans’tan aldıkları konusunda epey bir fikrimiz var. Ama Bizans

kendinden öncekilerden aynı şekilde yararlanmamış mıydı? Böyle böyle, gene Hatti

başlangıcına kadar gitmez miyiz?

Bazı alanlarda, belki. Ama, “Bizans” diyoruz örneğin... Bizans Doğu Roma’ydı. Doğu

Roma’nın ise, Batı Roma’dan aldığı pek çok şey vardı. Bunlar da, o Roma mirasının

parçasıydı; yani bu mirasta Batı’nın da payı vardı. Belirleyici dönemeçler her zaman

büyük kesintilere, kopuşlara yol açmıştır.

Ama kesinti olmayan alanlarda da, örneğin devam eden bir gelenekte de, geleneğin

temsil ettiği şeylerin algılanması tamamen değişebilir. Britanya’da “Morris Dansı”

diye bir şey var; besbelli ki geleneksel! Ama, zamanında neyi temsil ediyordu?

Bunun çok kesin bir cevabı yok, çünkü unutulmuş. Bugün de yapılıyor, ama sırf

“gelenek” diye.

Jessie Weston, klasikleşmiş From Ritual to Romance’ında, buna benzer bazı âyinlere

değinmişti. Bu âyinlerde erkeklik organını temsil eden ince uzun nesnelerle kadınlık

organını temsil eden kâse veya tabak gibi nesnelere vurulduğunu ve bu temasın

doğaya bereket, ekinlere bolluk getirmesini sağlayacağına inanıldığını anlatmıştı.

Arthur efsanelerindeki kılıçlı şövalyelerin kıtlık zamanında Kutsal Kâse’yi aramaya

çıkmalarını da bu daha eski simgelere bağlıyordu. Çünkü bu tarımsal topluluklar

çağını daha savaşçı dönemler izliyor ve bu gibi âyinler “kılıç dansı” türünden yeni

âyinlere de dönüşebiliyor.

Weston Britanya folklorundan söz ediyor ama (“Kılıç Dansı” bölümünde) bu yeni

perspektifte Bursa Kılıç Kalkan Oyunu’nun kökenleri üstüne bir spekülasyona

dalabilirsiniz.

Daha birçok benzer örnek bulabiliriz. Sözgelişi, Boğaziçi boyundaki tepede yatan

Yuşa Efendi’nin 12 metrelik mezarının İslâm-öncesinde de orada olduğu biliniyor.

Zaten adı da Tevrat’tan. Kurcalayınca, Argonaut’ların seferinde Pollux’un burada

öldürdüğü dev-kral Amykos’a kadar gidiyoruz. Ya karşı kıyıdaki Telli Baba? Onun

da daha önce bir Hıristiyan azize (bu çöpçatanlık işleri daha çok kadınlara

yakıştırıldığı için dişileştiriyorum) ve ondan da önce bir pagan kültüne uzandığı

düşünülemez mi?

Bunların hepsi muhtemelen böyledir. Ama dediğim gibi, büyük dönemeçler, bazı

gelenekleri devam ettirse de, anlamları üzerinden süngerle geçer. Bursa oyununa

bugünkü gözle bakan adamın zihninde bambaşka kavramlar var; bunlarla yüzlerce

yıl öncesinin bereket âyini arasında bağ kuramayız. Yuşa’nın mezarı kıpır kıpır. Ama

oraya giden bu çağdaş Müslümanların zihnindeki, “ermiş”le ilgili düşünceler

Amykos’la herhalde hiç bağdaşamaz.

Page 18: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

Zaten bu nedenle, geleneklerin bu kadar uzun zaman süreklilik gösteremeyeceğini

gördüğüm için, tarih boyunca bozulmaksızın ileri çağlara atlayan “öz”lerin ancak

hayal gücünde varolacağını bildiğim için, bütün bu “genesis” bulma çabalarının

boşuna olduğunu düşünüyorum. Bu bağlamda, “Mavi Anadolu” grubunun bize

kabul ettirmeye çalıştığı “genesis”in de ötekilerden daha inandırıcı olduğu kanısında

değilim. Kâğıt üstünde baktığımızda, ötekilerden daha az “şoven”, daha az

“dışlayıcı” olduğunu söylemek mümkün gibi görünüyor; ama tezi bizzat

yaratanların çeşitli kitaplarında başka konularda konuşma tarzlarına bakınca,

pratikte burada da milliyetçiliğin ve dogmatizmin başka yerlerdekinden daha az

olmadığını görüyoruz. Ayrıca, örneğin Azra Erhat’ın Mavi Yolculuk hakkında

yazdıklarını okuyunca, bunları yaratan hayal gücünün dinî ayin anlayışından fazla

uzak olmadığı sonucuna da varıyoruz.

HALİKARNAS BALIKÇISI

Cevat Şakir’in “Halikarnas Balıkçısı” olarak tanınmasını sağlayan kitapları, kırklar ve

ellilerde yazdığı, hepsi de denizle ilgili romanları (örneğin Aganta Burina Burinata) ve

denemeleridir (örneğin Gülen Ada, Yaşasın Deniz, v.b.) 1960’larda, Uluç Reis (1962)

ve Turgut Reis (1966) adında iki tarihî roman yazma gereğini duydu. Bu romanlar,

bence, niçin yazıldıklarını kendileri açıklayamıyorlar. Benzer adlar la benzer temaları

işleyen, “popüler” dediğimiz romanlardan farklı bir şey görmek mümkün değil.

Şüphesiz, Cevat Şakir formel bir eğitimi tamamlamış bir kimse olmamakla birlikte,

çok okumuş, çok şey bilen (bir kısmını uydursa da) biri; dediğim o popüler

romanları yazanların çoğunun birincil özelliği ise cehalet. Bu bir fark elbette, ama

doğrudan estetiğeilişkin bir fark değil. Estetik alanda Cevat Şakir’in yaptıkları bu tip

kitaplardan kendini ayırmıyor. Aynı yoğun –ve temelsiz– şovenizm bunlarda da

bulunuyor. Buyurun, daha ikinci sayfadan başlıyoruz: “Ve Türkleri öldürmek, Türk

kanı içmek susayış ile... Ege kıyılarına doğru yelken açtı”! Bu, başka yazılarından

bildiğimiz Halikarnas Balıkçısı’na yakışan bir üslûp değil. Ama bu, durmadan

karşınıza çıkıyor: Valnero adında biri, “Dümenci dümen kullanırken pek yalnız

kalıyor” diyor; “onun sağında ve solunda, her iki günde bir Türkü kazığa

çaktırıyorduk ki, dümencinin canı sıkılmasın ve konuşacak adam bulsun” (Uluç

Reis, s. 32). Türk olmayanları anlatma tarzı, onlara bulduğu sadizm biçimleri v.b.,

başta Nihal Atsız, hiçbir milliyetçi-faşist Türk yazarını aratmıyor.

“Canavarlaştırma” stratejisinin yanısıra, bu tip “edebiyatın” cephaneliğinde bulunan

öteki karalama trüklerini de kullanıyor; örneğin, “kadınlaştırma” (bu bir “aşağılama”

tekniği): Fransızlar uzun saçlıymış, “hepsi uzun saçlıydı ya; hattâ onları biz zenne

sanmıştık da şaşırmıştık...” (U.R., s. 122) Bu olay durmadan tekrarlanıyor. Veya pis

oluyorlar: “İspanyol, Maltız, Ceneviz, Venedik ve Papalık gemileri, pislikten ve

bitten ve insanın içini bulandıran fena kokulardan bir lağıma benzerken, Türk

gemileri baştan başa ‘gemiyi şartlama’ denilen esaslı temizleme ve yakınmalara tabi

Page 19: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

tutuluyordu.” (a.y., s. 101) Gülünçleştirme de (ama en kabasıyla) eksik değil: “... kaba

etlerine de bir ok saplandı. Dük dö Loren, ardına takılan o sun’i kuyrukla...” (a.y., s.

10)

Hıristiyan kadınlarla ilgili şu sözlerle milliyetçi bayağılık doruğa varıyor: “Hep

kendilerine tecavüz edildiğinden bahsediyorlar; fakat asıl tuhafı tecavüze

uğramalarını dört gözle bekliyorlar.” (a.y., s. 243) Bulvar gazetelerinin “Türk

erkekleri gibisi yok” diyen üstsüz Helga’sı da Halikarnas Balıkçısı’nın romancı

imgeleminde kendine bir yer buluyor. Bu arada, iyi firenk de, “Hazreti İsa’ya ve onu

doğuran Bakire Meryem’e basardı küfürü” (a.y., s. 19).

Ama bu düşmanlık yalnız Batılılara ayrılmamış; Türk milliyetçiliğine uygun biçimde,

Araplar da paylarına düşeni alıyorlar. Kaypak, ham ve benzeri “meziyet”lerle

donanmış durumda onlar da.

“Şarlken’in bu heybetli seferinin tam bir dayakla sona ermesine ramak kalmıştı. Ne

var ki, tam bu sırada Tunusluların yarısı düşman tarafına dönerek onunla işbirliği

etti. Geri kalan Tunuslular da kaleye kaçtılar.” (s. 312) İhanetleri böylece sürer gider:

“Nelerin hazırlandığı düşman tarafından haber alındığına göre Türklerin ne

hazırladığını haber veren Arap casuslar vardı.”

“TÜRKLÜK” VE “KÖKEN” MESELESİ

Yazının başında değindiğim, “kültürel mirasçı” teorisini başlatmış bir yazarın bu

romanların her sayfasına sinen ırkçı-milliyetçi söylemi şaşırtıcı. Bunu şimdi “köken”

konusunu sorun haline getirişinde gözlemleyelim.

Türklerin denizle geç tanıştıkları ve yaşadıkları yer bakımından denizle içli dışlı

olanlar da bulunduğu halde, çoğunluğun deniz ve denizci kültüründen uzak

yaşadığı bilinir. Osmanlı donanması, daha çok hayatına korsan olarak başlamış

reislerin komutasında varlık göstermiştir. Bu reislerin birçoğu da Hıristiyan

kökenliydi. Örneğin Turgut Reis’in anne-babasının Rum olması ihtimali güçlüdür.

Ancak, Türk kaynakları bu iddiayı ciddiye almazlar. benzer biçimde, Hızır Reis ve

kardeşlerinin babalarının Rum’dan dönme bir timar beyi olduğu kuvvetle muhtemel,

annelerinin Rum olduğu da kesindir. Halikarnas Balıkçısı, Turgut Reis’le ilgili bu

güçlü ihtimale önem vermeye hiç niyetli görünmüyor. Tersine, kitaba doğumunu

anlatmakla başlayarak böyle bir ihtimali zihnimizden silmek üzere davranıyor.

Başka kitaplarında da rastladığımız “yiğit” kadın (Veli’nin karısı) çocuğun geldiğini

hissedince “çoğalacağım” der ve kendi kendine dağ başında doğurur, yürüye yürüye

eve getirir.

Page 20: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

Turgut Reis’in soyu sopu tartışma götürür bir konu sayılabilir. Ama Uluç Ali Reis’in

bir Kalabriyalı korsan olarak tutsak düştüğü ve din değiştirerek Türk korsanlarına

katıldığı genel kabul görmüş bir bilgidir. Oysa bu durum Halikarnas Balıkçısı’nın

hoşuna gitmiyor. İtalyan korsanların annesiyle birlikte Kalabriya’ya kaçırdığı bir

Türk çocuğu olmasına karar veriyor.

Böyle bir kaygıyı vahim buluyorum. Türk milliyetçilerinin istedikleri her tarihî

olguyu her istedikleri kılığa sokma sorumsuzluklarının sonuçları bir yana aslında

kurtaracak bir durum da yok burada. Kökeni ne olursa olsun bir insan bir

topluluğun kültürü içinde yetişmiş ve onu benimsemişse, bu biyolojik kökenin bir

hükmü kalmaz. Evrensel dinler bunu her zaman bildikleri için kapılarını da

kendilerine katılmak isteyeceklere açık tutmuşlardır. Ama modern çağın ideolojisi

olan milliyetçilik bu “ulusal köken” konusunu mutlaklaştırarak dinciliğin çok

gerilerine düşmektedir.

Örneğin Rüstem Paşa’dan söz ederken, Hırvat kökenli olmasını düpedüz bir suç gibi

görmektedir: “Hırvat yani kul yani tutsak çeşidinden olan Rüstem Paşa sarayda

yetiştiği için dalkavukluk sanatının sembolü idi.” (Turgut Reis, s. 303) Buradan,

Barbaros’un ölümünden sonra kardeşi Sinan Paşa’yı Kapdan-ı Derya yapmasına

geçiyoruz. Berbat bir olgusal yanlış: “Bu adam da Enderundan diploma almış ve

Kanunî’nin kızı Mihriban’la evlenmişti.” Doğru ad Mihrimah ve evlenen Sinan değil,

Rüstem Paşa. Ama Enderun’a reva gördüğü aşağılama ve Hırvat diye adamdan

saymaması bu olgusal yanlıştan çok daha ciddi (Uluç Reis, 366’da aşağı yukarı aynı

laflar var).

Hıristiyanların özellikle daha batıda yaşayanlarının kötü olduğunu görüyoruz. Bu

durum Kemal Tahir’i akla getiriyor ve “Batı” kavramıyla görülememiş bir hesap

olduğunu anlatıyor. Ama biraz önce, Arapların da “Arap” olarak kötü olduklarını

görmüştük. Ama herkes nasibini almaktadır. Örneğin, “...bunların anlatacakları acem

düzmeleri değildir” (Uluç Reis, s. 156) diye bir cümle okur geçeriz. Şimdi, şuna da

bakabiliriz: “... Hepsi de Afrika zencilerindendiler. Sıcak havada leş gibi

kokuyorlardı.” (Turgut Reis, s. 16-17) Bu zencilere aynı şekilde düşman olmadığını

görüyoruz, ama kokularını belirtmeden edemiyor. İspanyollar onlara o kadar kötü

davranırmış ki bunlar da yamyam olmadıkları halde bir İspanyol yakaladılar mı

“onu hemen yavaş ateşte kızartırlar ve yalnız yüreğini kemal–i âfiyetle yerlermiş”

(a.y., s. 17). Bu gibi iğrenç ayrıntı bolluğuna daha sonra yeniden değineceğim. Bu

fasılda son cümle şöyle: “... İspanyol yüreği kin bâdelerinin en güzeli, içindeki kan da

kin şerbetlerinin en içimine doyulmaz olanı imiş.” (s. 17) Burada bir maraz var, hiç

şüphesiz, ama İspanyollarda mı, başka yerde mi, bir şey söylemeyeyim.

Page 21: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

“Yeniçeri Ağası Ali Ağa, Edirneli bir Türktür. Her memuriyetinde kabiliyetini

göstermiş...” (Uluç Reis, s.388) Söz konusu tarihlerde bir Yeniçeri Ağası’nın Türk

olması nasıl açıklanır? Ama “iyi adam” olarak anlatıldığına göre, Türk olmalıdır.

TARİH FELSEFESİ

Bu ırkçılığın, yazarın kültürel miras teorileriyle açıkça çeliştiğine değinmiştim.

“Teori”den, Halikarnas Balıkçısı’nın bu romanlara iliştirdiği birtakım “büyük” olma

iddiasında “tarih yorumları”na geçeyim. Uluç Reis’te Preveze zaferinden çıkarılan

bazı sonuçlar görüyoruz. Bunların arasında, “düşman donanmasını yarma” taktiğini

Barbaros’un icat ettiği ünlü İngiliz amirallerinin bunu ondan öğrendiği söyleniyor.

Ama bunun da ilerisine geçiyoruz:

“... o asrın en kuvvetli deniz devleti olan İspanya, Şarlken ve İkinci Filip

zamanlarında Türk denizcilerin şahsında kendisine üstün bir rakip bulmasaydı ve

kuvvetlerinin büyük bır kısmını Akdeniz’de tutmak zorunda kalmasaydı, İngiltere’yi

istilâya çıkan Büyük Armadadan çok önce, o Armadadan daha büyüğünü yapar ve

bu takdirde de ne Büyük Britanya deniz İmparatorluğu kurulabilir ve ne de o

imparatorluğu kurmakta hizmeti dokunmuş olan ‘Hawkins’ler, ‘Drake’ler,

‘Rodney’ler, ‘Seynt Vinsent’ler ve ‘Nelson’lar peydah olabilirdi.” (A.y., s. 332)

Halikarnas Balıkçısı “tekrar” denen şeyi bir edebî kusur olarak görmüyor belli ki. Bu

paragraf, Turgut Reis’te (s. 262) aynen yer alıyor. Ama iki ayrı kitapta aynı cümleler

fazla sorun sayılmaz çünkü aynı kitapta da çok sayıda tekrarla karşılaşıyorsunuz.

Fransızlar uzun saçlı olduğu için bizimkilerin onları “zenne” sanması veya kanda

ayak kaymasın diye teknelere savaş öncesinde talaş dökülmesi böyle gına getiren

tekrarlardan. İki kitap arasında da çok fazla sayıda tekrar görüyoruz.

Peki, bu yorumun bir dayanağı var mı?

Yok. Ama Bakkhus’tan gelen “Zeybek” gibi burada da Balıkçı dayanak bulma

ihtiyacı duymadan hoşuna giden bir şeyi yorum diye savuruyor.

Türkler Akdeniz’de kaç gemi bırakmalarına sebep olursa olsun, İspanyol

armadasında 130 kadar kalyon vardı ve bu zaten sayıca İngiliz donanmasından

üstündü. Ama gemi yapısı ve yakın savaşa göre düşünülmüş kısa menzilli topları

yüzünden daha baştan handikaplıydılar. Buna rağmen, fazla gemi kaybı vermediler.

Savaş kadar, belki daha fazla, hava koşullarında hırpalandılar. Çünkü “asrın en

kuvvetli deniz devleti” değillerdi. Bunu çoktan kuzeye, Britanya ile Hollanda’ya

kaptırmışlardı.

Page 22: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür’de bütün bu konular üstüne söylemek istediklerimi

söylediğim için, daha fazla ayrıntıya girmeyeceğim. Sonuçta bu mücadele ve

rekabetin belirlenmesi, İspanya’nın merkeziyetçi-feodal yapısının çağdışı kalmasına

bağlanabilir ki, aynı şeyler Osmanlılar için fazlasıyla geçerliydi.

Yazar, Preveze ve İnebahtı hakkında da tamamen yanlış iz üstünde. Özellikle

İnebahtı sözkonusu olduğunda, milliyetçilik görüşünü kapatıyor: “Eğer Türk merkez

filosu yarım saat daha dayansaydı Lepanto savaşı büyük bir Türk zaferiyle sona

ererdi.” (s. 452) Bu iddianın herhangi bir dayanağı yok. Ama zaten Balıkçı, iki

romanında da, korsanlıktan yetişme reislerini göklere çıkarırken Osmanlı’nın

donanmaya komuta etmek üzere gönderdiği adamları yerin dibine batırıyor ve bunu

yapmakla, söylemekten kaçındığı bir şeyi söylemiş oluyor: Evet, Osmanlı devleti

denizci bir devlet olarak örgütlenemedi ve bunun sonuçlarıyla karşılaştı. Bu konu,

“Enderun’a karşı korsan reisler” türünden millî coşkularla, bir tür “Deniz Robin

Hood’u” efsanesiyle çözülecek bir konu değildir.

“Vahim” denecek yorum yanlışlarına sürükleniyor: “Her ne hal ise Lepanto deniz

savaşı - birçok tarihçi ve yazarın verdikleri hükümlere tamamen aykırı olarak -

mevcut durumu hiç değiştirmedi... Denizlere gene Türkiye [Israrla, “Osmanlı” değil]

ve gene Cezayir Korsanları hâkimdi.” (A..y., s. 455)

Peki, o halde niçin bu savaştan sonra tek bir kayda değer Osmanlı denizcilik

başarısına rastlamıyoruz?

Bunun cevabı yok, dolayısıyla Halikarnas Balıkçısı’nda böyle bir kanıt görmüyoruz.

Armada’nın yenilmesi ve İnebahtı bozgunu, keşiflerle büyüyen ve olağanüstü

değişen dünyada, okyanusun gereğini yerine getiremeyen (çeşitli nedenlerle) iki

devin, Osmanlı ve İspanya imparatorluklarının, bayrağı kuzey Atlas kıyılarının yeni

koşucularına, Britanya ve Hollanda’ya (kısmen de Fransa) teslim etmelerinin

kesinleştiği iki olaydır. Bu “devir-teslim”, o zamana kadar rakipsiz İtalyan denizci

kentlerini de içeriyor, Akdeniz Atlas’a teslim oluyordu. Süreç buraya gelmiş olmasa

da, okyanusta kıyısı olmayan (ya da, Hint Okyanusunda olduğu halde bunun

önemini kavramayan) Osmanlı’nın bu “Akdeniz- içi” rekabetten önde çıkması

mümkün değildir. Halikarnas Balıkçısı’nın anlattığı “kahramanlıklar”la yürüyecek

bir iş değildir bu. Ve en parlak dönem sayılan Kanunî döneminde dahi Kızıldeniz ve

çevresinde Portekiz’le başa çıkmak mümkün olmamıştı.

Başka bir konuya geçmeden önce Balıkçı’nın Kıbrıs fethi üstüne söylediklerine de bir

göz atalım. Bu konuyu da biraz olsun incelemeden, karakuşî bir yorum yaptığını

görüyoruz: “O adada büyük bir ticarî Cumhuriyet olan Venediklilerin bulunması ve

bunların Türk deniz ticaretine saldırmaları da adanın alınmasının sebepleri arasında

idi.” (A.y., s. 390) Bu arada, Yusuf Nasi’nin bu olaydaki rolüne önem vermeyi de

Page 23: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

reddediyor. Oysa, zamanın Sadrazamı Sokullu, uzun vadede Habsburg soyu, yani

hem Avusturya, hem de İspanya ile (biriyle karada, öbürüyle denizde) kozunu

paylaşmak zorunda olan Osmanlı’nın geri kalan Batı güçleri ile müttefik kalması

gerektiğini düşünüyor ve buna göre bir politika yürütüyordu. Burada en “kritik” güç

Venedik’ti. Sultan Selim’in Venedik asıllı hasekisi Nurbanu’yu da işin içine katarak

Venedik’le dostluk ilişkisini sürdürüyordu. İmparatorluğun doğal sınırlarına

geldiğini ve işlerin bundan sonra “yeni fütuhat” yoluyla yürümeyeceğini anlamış

(Cevat Şakir’in 400 yıl sonra varamadığı bir “vuzuh”la), Karadeniz’den Hazar’a veya

Süveyş’te kanal açmak gibi projelerle uğraşıyordu. “Toprak” takıntısından ve

“fütuhat” ideolojisinden kopamayanlar padişahı Kıbrıs seferine ikna edince bu

girişimler sonuçsuz kaldı; adayı kaptıran Venedik karşı safa geçti; Kıbrıs’ın üstünden

bir yıl geçmeden İnebahtı’da donanma büyük bir yenilgiye uğradı ve Osmanlı bir

deniz gücü olmaktan çıktı.

Ama ilkel ve fütuhatçı bir milliyetçilik Balıkçı’nın dünya görüşünü bir “dünya

görmeyiş” haline getirdiği için, bu belirleyici olayların hiçbirine bakmadan düz bir

“kahraman Türk korsanları” çizgisinde yürüyüp gidiyor.

Bu arada, İnebahtı’yı kazanan Batılı amiraller için söylediği şu cümle de gerçekten

ibret verici:

“Don Juan yaralanır yahut ölürse, Mark Antuan Kolonna başkumandanlığa

geçecekti. Papalık davacısı Bonifasın piçi olan bu adamın da deniz işlerini anladığı

yoktu... Don Juan’ın da Kolonna’nın da veledi zina olmaları tuhaftır.” (A.y., s. 429)

Böyle sözleri bir İslâmcı’nın ağzından duysa kıyameti koparacak “laik aydınlar”ın

Balıkçı’nın ideolojisini sorgulamak gereğini hiç hissetmemeleri ilginçtir.

KADINLAR

Yukarıda yazarın “ırk” konusuna ilişkin saplantılarına değinmiştim. Bu alanda epey

çelişik bir ideoloji içinde yaşadığı görülüyor. “Anlatıcılık” yeteneğine güvendiği için

Ahmed Midhat Efendi’liklerden de sakınmıyor ve akışı durdurup “her şeyi [ama her

şeyi] bilen” yazar edasıyla parantezler açabiliyor:

“Bu pasaj Klod Farrer’in ‘Akdeniz’inde rastgelinen şu tümcelerden esinlenmedir”

paranteziyle, romanda geçen bazı konuşmalara bir çeşit “dipnot düşmüş” oluyor.

Farrère şunları söylemiş:

“Fransa’nın, İspanya’nın, Akdeniz kıyılarına ve İtalya’nın bütün kıyılarına bakılacak

olursa, oranın insanlarında Yakınşarkın çok badem gözlülerine rastgelinir. Elbette,

Page 24: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

Akdeniz ırkları adamakıllı karışmıştır. Fakat bu hale asıl Yakınşark korsanlarının

neden olduklarına dair kuvvetli belgeler vardır” (Turgut Reis, s. 291-2)!

Şimdi, “bilimsel temeli” böylece saptanan “olgu”, kurmaca anlatıda karşımıza iki

Hıristiyan’ın mükâlemesi olarak çıkıyor. Papaz olan, her “Türk korsanı” akınından

sonra kilisenin günah çıkarmaya gelen kadınlarla dolduğunu ve bunların

korsanlardan gebe kaldıkları gibi, bu durumdan çok da mutlu olduklarını anlatıyor.

“Eh! peki bu gidişle neye varacağız?” diye bitiriyor; “Korsanların bir iki yılda bir

uğradıklarını bir düşün. Onların her uğrayışlarından dokuz ay sonra da al sana bir

sürü çocuk” (A.y., s. 291).

Genel olarak sonuçlara baktığımızda, leventlerimizin bu etkinliğinin sonuçları da

Cevat Şakir’i mutlu etmeye yetmiyor, çünkü bütün Hıristiyanlara ateş püskürmeyi

kesmiyor – bir kısmını bu yöntemle “içeriden” fethetmiş olduğumuz halde.

Sıradan Hıristiyan kadınların sahillerde nasıl gözlerini ufuklara dikip Türk korsanı

yolu beklediğini öğrendik. Ama bu erkek çekiciliği karşısında yalnız sıradan kadınlar

baştan çıkmakla kalmıyor. Hem baştan, hem yoldan çıkan başkaları da var. Palma

yağmalanmış, başka ganimetler arasında nedense birtakım rahibeler de Halkulvad’a

taşınmaktadır. Turgut da, onlara iyi muamele edilmesi için talimat vermiştir. Oysa

kazın ayağı başkadır:

“... Sarı Hamdi, korsanlara değil, fakat asıl rahibelere nefislerine hâkim olmayı

telkinde büyük zorluklar çekti ve kalyon Halkulvata vardığı zaman ancak görevinin

yüzde yetmişini başarabilmiş oldu.”

Bu cümlelerin de istediği anlamı yeterince ilettiğine güvenmiyor olmalı ki, çizginin

“esprisi”ni bir de yazıyla anlatan karikatürler gibi, şunu da ekliyor:

“İçinden: ‘Reis, asıl yoldaşları değil, fakat rahibeleri kastederek, insandırlar,

rahibedirler, onlara söyle de nefislerine hâkim olsunlar, diyecekti’ diye düşündü”.

(Turgut Reis, s. 196-7)

Memleketlerinde Türk bulunmadığı için rahibe oldukları anlaşılan bu kadınlar

böylece felekten bir tekne gezisi çalarlar. Daha çok bir meyhane şakalaşması özelliği

taşıyan bir bölümdür bu da.

Cinsellik, bu tür edebiyatın ilkelliğinin en kolay sırıttığı alanlardan biridir, belki

başta gelenidir. Hıristiyanların kazandıkları yerde binlerce kadının ırzına

geçtiğini yazan Cevat Şakir, bu duruma şöyle imgeler yakıştırmaktan geri durmuyor:

Page 25: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

“Bir kalitanın kumandanı içki ve kadın ırzına geçmek arzusiyle patlamış çürük bir

domates [henüz Amerika’dan gelip yayıldığı şüpheli bir bitki] gibi sulanan ağzını

şapırdatarak...” (Uluç Reis, s. 251) Buraya kadar, Halikarnas Balıkçısı’ndan nesnellik

beklemenin epey boşuna bir bekleyiş olduğunu hep birlikte kavramış olmalıyız.

Gene de, bu kadar abartılı bir taraflılık bu dozda bir milliyetçiliği (bir “bizcilik”

ideolojisini) benimsemeyenler için fazlasıyla rahatsız edici.

Şimdi şu Hıristiyan kadınların Türk korsanları hakkında içlerinden neler

geçirdiklerini görelim:

“Ateşli Dona İnez, için için İspanyol kadırgasının korsanlar tarafından

zaptedilmesini istiyordu... Şevket [herhalde “şehvet”in dizgi yanlışı] yangınını

söndürmek için bir gemi dolusu korsan değil, bir donanma dolusu pala bıyıklı

haydut ve izbandut bile yetmezdi. Kadın yarı kapalı mahmur gözlerle ve titriyen

kirpiklerle korsanlar tarafından nasıl esir edileceğini düşündükçe zevk ve imrenişle

yutkunuyordu.” (A.y., s. 291)

Bu duygular yalnız bu kadına özgü değil. Kont Pordenno, karısı Lorenza’yı, Prens

Filiberto’ya peşkeş çekmiş, sevişmelerini bekliyor. Burada bir para sorunu olduğunu

öğreniyoruz, ama sapıklık bununla sınırlı değil ki, Kont, bahçede “dikize yatmış”,

olayı seyretmek istiyor. Tam bu sırada Türk korsanı ortaya çıkınca İtalyan erkekler

savuşuyor. Hikâyenin hemen tahmin edeceğiniz gerisini, Lorenza’nın bunu bir

arkadaşına anlatışından dinliyoruz:

“O acı ıssızlık duygusu korsanı gördüğüm zaman kayboldu. Vallahi, nasıl olduğunu

bilmiyorum, dünyanın en doğal şeyini yapıyormuşum gibi ben kendimi onun kolları

arasında ve onun dudaklarını da dudaklarım üzerinde buldum. Kocamı da, prensi

de unutmak istiyordum... Tuhaf ama sanki ona verdikçe daha ve daha güzel

oluyordum” (A.y., s. 359)

Dona İnez’in aşk anlayışının daha “biberli” olduğu söyleniyor. Onun düşünceleri

şöyle devam ediyor:

“Şu gözünü budaktan sakınmıyan korsanlara esir olamayacağım diye canı

yanıyordu. Ah, şunların birinin kölesi olsaydı da şöyle ağız tadıyla ‘Şak, şuk!’ diye

birkaç tokat yiyerek al aşağı edilseydi ve bütün o güçlü kadınlığına lâyık bir erkeğe

rastlasaydı!” (A.y., s. 295)

Turgut Reis’te ise şöyle bir fanteziyle karşılaşırız:

Page 26: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

“Bir tanesini bilirim, kadından hemen hemen yarım okka pırlanta, zümrüt, yakut ve

inci çıktı. Eh ondan sonra yasağı masağı ortadan kaldırdık. Günahı bizim

boynumuzda değil, fakat ganimeti o yolda saklıyanlarda...” ( s. 137)

Nerede saklandığı herhalde anlaşılıyor...

“Yarım okka” abartısı, epey “kirli bir bilinçaltı” ile karşı karşıya olduğumuzu

söylüyor herhalde.

Turgut’un “deniz aşkı” nun kendisine vurgun Avrupalı aristokratlara hiç yüz

vermemesinin nedenidir: bunlardan biri, “... Prenseza Lucia Miranda, bir tek

altmışlık kocasına, iki tane otuzar yaşında kocayı tercih eden takımdandı” (T.R., s.

133) ama belirtilen nedenle Turgut’tan umduğunu bulamaz.

Bu hikâyelerde, yaşını başına almış bir “yazar”dan çok, seks manyağı kadınlar hayal

ederek mastürbasyon yapan bir erginleşmemiş oğlan çocuk hayal gücünün

çalışmasını görüyoruz. Cinsellikte böyle bir sado-mazohist potansiyelin

bulunduğunu biliriz. Gerçek hayatta kadın-erkek eşitliği için kahramanca çarpışan

bir feministin özel hayatında Balıkçı’nın hayal ettiğine yaklaşan maço erkeklerden

hoşlandığı hikâyelerini de dinlemişizdir. Ama böyle olaylar genelleştirilemez, cinsel

yaşantının temeli haline getirilemez. Bu üslûp, yalnız amaçladığı gibi Hıristiyan

kadınlarına değil, bütün kadınlığa bir sövgü niteliğinde. Ama bunları üreten hayal

gücünün kaynağı olarak, “erkeklik”de nasibini alıyor. Balıkçı bu yazdığı satırlarda

cinsel yaşantıyı, tikel bir bireyin cinsel özlemini filan da keşfediyor değil; hiçbir

“keşif” çabası yok. En yavan, en ortalama, en bayağı fantezi malzemesiyle dünya

kuruyor–çirkin, zevksiz bir dünya.

(Örneğin şu deyim onun icadı değil, Türkçe’de var; ama bir yazar bunu kullanmama

hakkına da sahip: “Delikanlının uyanıp da kendisine gene sahip olmasını

beklemedi.” (U.R., s. 209)

Ama bunların yanısıra bir şey daha dikkati çekiyor. Şu satırlara bir bakalım!

Başından geçenleri arkadaşına anlatan Lorenza hikâyeyi şöyle bitiriyor:

“Hem sana güzel bir müjde vereyim, galiba ondan gebe kaldım. Çünkü kocamdan

tiksinti duyuyorum. Siftah olarak o korsanla ne kadar kadın olduğumu anladım.”

(U.R., s. 359)

Şimdi burada “cinsel haz” denen şeyin yanısıra bir de “gebe kalma” olayını, bunun

da başlı başına zevk veren bir şey olduğunu görüyoruz. Bu yukarıda gördüğümüz,

korsanların “tecavüz”üne uğrayan, bundan “zevk” alan ve mutluluk içinde gebe

kalan kadınlar hikâyesine de hemen bağlanabiliyor. Ayrıca, bu romanlarda,

Page 27: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

adamların kadınları tohumlaması gibi bir şeye sık sık rastlıyoruz. “Tohum” ve başka

kelimelerle habire anlatılıyor. Turgut Reis’te erkek kılığına girip levent kocalarıyla

gemide sefere çıkan kadınlar uzun uzun anlatılır. Onların da gebe kalmaları önemli

bir olaydır. Balıkçı bunu mizahî bir renk vererek anlatmaya çalışır:

“Musa’nın karısı Suna, topçular arasında Hasan Efe diye anılıyordu... Yalnız

anlamadıkları bir şey varsa karnında peydahlanan urdu... Hem de daha tuhafı başka

bir ur da Mehmet Efenin (yani Nimet’in) göbeğini şişiriyordu.” (s. 122)

Cinsellik, sevişme ile gebe kalma arasında bu yakın ilişki tuhafıma gidiyor. Şu

nedenle: hayvanlarda cinsellik, çoğalma içgüdüsünün yarattığı bir şeydir,

mevsimlerle gelir geçer. İçgüdüyle değil, bilinciyle yaşayan insan cinselliği çoğalma

içgüdüsünün ürünü olarak değil, kendisi olarak ele almayı öğrenmiştir. Bunun

mevsimi falan da yoktur. Cinsel edim kendi başına zevk veren, güzel bir edimdir,

onun için istenir ve istenirken çok zaman bunun muhtemel “gebelik” sonucu

istenmez. Onun olmaması için, olacak olursa da, çocuğun doğmaması için, kimisi çok

tehlikeli, bir yığın tedbir alınır. Oysa Balıkçı sanki her “doyurucu” cinsel birleşmeden

bir de çocuk bekler gibi konuşuyor. Örneğin şu cümleler:

“...erkeklerine yardım için onların yanıbaşına fırlıyan ve şiirin de romanın da ne

olduğunu hiç mi hiç bilmedikleri halde, savaşın tuzlu terleriyle ışıl ışıl ışıldayan

memelerinin altındaki o uçurumlar kadar derin ve korkunç koyunlarında insana,

şiirin de, romanın da ta canının canını, tadının tadını ve ateşinin cehennemini harıl

harıl yaşatan Cezayirli kadınları düşünüyordu. Bunların birinden şu güzel

yeryüzüne bir çocuğunun doğması, ne saadet olurdu!” (Uluç Reis, s. 149)

Bu gibi bölümlerde kadın, cinsel ilişkinin ortağından çok, çocuk edinmenin aracı

olduğu için değer kazanıyor gibi.

Uluç Ali’ye âşık olan genç kız (Yörük’müş) şöyle konuşur:

“Onun kollarının beni sardığını duymak istiyorum. Onun dudaklarının sıcaklığını

kendi dudaklarımın üzerinde duymayı özlüyorum. Onun okşayışını çıplak

gövdemin üzerinde duymaya can atıyorum. Tohumunun bana geçmesini istiyorum

ve istiyorum ki, ta içinde onun tohumundan olma çocuğunu geliştireyim...” (Uluç

Reis, s. 255)

Bu, neden ileri gelebilir? Son derece öznel bir yorumla, daha önce “cinsel zevk”

özleyen kadın betimlemelerine bakarak, Cevat Şakir’in cinsel edimi düşük ve

hayvanî bir davranış olarak değerlendirdiğini söyleyebilirim. Bu durumda, bu

edimin tek soylu yanı insan türünün çoğalmasını sağlaması olabilir. Bunu, yukarıda

gördüğümüz türden “fanteziler”in çok zaman kaçınılmaz karşılığı olan “frijidite” (bu

Page 28: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

kadınlara atfedilen bir tutumdur ama ben bunun bu tip erkeğe özgü olan çeşidini

kastediyorum) olarak yorumluyorum. Bütün bunlar şüphesiz bilinçaltı ya da

bilinçdışı şeyler. Bu “hayvanî” edimin aynı zamanda bir “fetih” olduğunu görüyoruz.

Günümüzde çok yakından tanıdığımız erkek konuşmalarında sık sık geçen “karıyı

kanırtmak, karıyı bağırtmak” vb. klişelerle tamamen yabancılaştırılan, duygudan,

sevgi ve şefkatten arındırılan, gene bir iktidar gösterisi olarak algılanan cinsel edim,

doğal olarak, bir doyum duygusu da yaratamaz. Bir erkeğin kendi ideolojisinde

bütün bunları yaratarak yaşadığı edimden de insanî bir zevk almasını

imkânsızlaştırması durumunda, “fütuhat”ının son aşamasına “tohum”larını

bırakarak eriştiği düşünülebilir.

Sanat-edebiyat eleştirisinde psikanalizci bir yaklaşım vardır. Bunun, sanat eserinden

çok eseri üreten sanatçıyı kendine araştırma nesnesi yapan kollarına yakınlık

duymam. Bu disiplinlerle ilgilendiğim çağlarda, sanatçıyı temel alan “amaçsal

yanıltı”ya (“intentional fallacy”) karşı fena halde uyarılmıştık. Ama burada zaten

sanatçının da kendisiyle eseri arasına “mesafe koymak” gibi bir çabası olmadığını

görüyoruz. Onun için Cevat Şakir’in kendi özel hayatında da bu

“kanırtma/bağırtma” kategorisine giren birçok hikâye dinlediğimi söylebilirim.

Romanında bir kadına (Zehra) şöyle sözler söyleten bir yazarın cinselliği gerçekten

insanî bir gözle görmesi şüphelidir: “... geceleyin de nikâhlı karın olur sana uçkur

çözerim. Ben bu iki vazifemi yaparak...” (U.R., s. 211)

Turgut Reis’te İspanyolların zorla Hıristiyan yaptığı Hamra adında bir kız var.

Korsanlardan Sarı Hamdi’ye âşık oluyor, nikâhları da kıyılıyor. Burada Müslüman

bir çift sözkonusu olduğu için, şehvet de “erdem” sınırları içinde bir şehvet olarak

kalıyor. Hamra, “bu gür kalçalarımdan sana erkek, kız nur topu gibi çocuklar

doğuracağım” diyor (s. 178). Böylece gene cinsel haz cinselliğin “amacı” olmak üzere

“doğurma” eylemine bağlanıyor. Ama araya çeşitli “millî” diyebileceğimiz konu da

giriyor. Örneğin bu çocuklar İspanyolların öldürdüklerinin yerine konmak üzere

doğurulacak. Ama daha önemlisi, intikam alanıncaya kadar beklenen “birleşme” de

olmayacak! İntikam ne? Hamra’ya acı vermiş olan bir din adamı, bir “arşevek” var.

Hamra, “zifaf odamızda yerde arşivin kesilmiş kellesi bulunacak” diye şart koşuyor.

Hamdi “kellesini getireceğim” diye söz verince, “Bulut geçti. Dünya apaydın oldu.

Kız titreyen dudaklarla işitilir işitilmez, ‘Affet beni, ama ben ancak öyle rahat

edeceğim!’ dedi.” (a.y. s. 196)

KANLI SAHNELER

Halikarnas Balıkçısı’nı bir çeşit “guru” gibi benimseyen aydınlar grubunun

(Sabahatin Eyüboğlu ve Bedri Rahmi, Vedat Günyol, Azra Erhat v.b.) başlıca teorik

pozisyonlarından biri hümanizm’di. Balıkçı’nın şuraya kadar alıntıladığım sözlerinde

ise hümanizmden zerrelere pek rastlanmıyordu. Benim bunları kasıtlı seçtiğimi

Page 29: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

kabul edelim. Ama sonuçta bütün bu cümleler Balıkçı’nın metinlerinde var ve

bunların yanısıra daha hümanist bazı sözlerin bulunması (ki böyleleri benim ele

aldığım iki romanda değil, başka kitaplarında geçer) bunları “söylenmemiş” hale

getirmez.

Verdiğim son alıntıda, içinde kesik bir kelle bulunan odada aşk yapma durumu

geçiyordu. Bunu aratmayacak pek çok kanlı sahne görürüz bu romanlarda. Bazılarını

sayayım: Enkisizyon bir kadını yakarak öldürmeye hazırlanmaktadır; oğlu, kadını

kendi elleriyle boğarak bu işkenceden kurtarır (Uluç Reis, s. 49-51). Kanda ayak

kaymasın diye güverteye talaş serpilmesinin otuz kere tekrarlandığını söylemiştim.

Himmet adında biri köyünden uzağa gider. O yokken “Kıbrıs’ın Venediklileri” gelip

herkesi kılıçtan geçirir (Kıbrıs’la ilişkilerin böyle olmadığını yukarıda söylemiştim).

Şöyle bir sahne:

“Çocuğumun kımıldandığını görünce onun hâlâ diri olduğu şüphesi bir şimşek

hıziyle aklımdan geçti; ‘Ah, Ahmedim!’ diye bağırarak üzerine atıldım. Parmaklarım,

yavrumun çürümüş ve yumuşamış etlerinnin içine battı. Nâşının içinde kaynayan

kurtlarla yavrum hâlâ kımıldanıyordu.” (A.y., s. 104) “Uluç Ali, biraz önce, çocuk

denecek kadar genç olan gönüllünün kılıç elde durduğu yerde, boğazından kan

püsküren başsız bir gövdenin sendelemekte olduğunu gördü.” (U.R., s. 172) “...

yandaki bir topun ardında duran bir topçu çırağı, iki ucu gülleli bir zincir parçası

tarafından tam belinden ikiye biçildi ve iki parça olarak yere düştü. Hâlâ, top

temizlemekte kullanılan ucu paçavralı süngüyü, yani tomarı sağ eliyle sıkı sıkı

tutuyordu. Gözleri, bir şeye hayret ediyormuş gibi yuvalarından fırlamıştı. Soluk

almak hevesiyle, ağzını kapayıp açıyordu ve kırık, güdük hecelerle şehadet

getiriyordu.” (A.y., s. 173) “... bir kısmının da kellelerini karpuzlar gibi uçurarak...”

(A.y., s. 174) “... iki eli de bir zincir parçası tarafından koparılıp uçuruldu. Cesur

topçu, topu ateşliyebilmek için, yerde yanmakta olan meşaleyi ayağiyle tutmaya

uğraşırken... yaralı arkadaşlarının yüzlerine, gözlerine ve üst başlarına barsak, kara

ve akciğer parçalarını savurarak şaklattı.” (A.y., s. 177) “Koca Dursun’un baş

parmağının tırnağı yarı koparılmış, kalkık vaziyette duruyordu. Dursun, tırnağını

dişlerinin arasına kıstırdı ve bir çekişte tamamen koparıp denize tükürdü,

parmağındaki kanı da denize silkti.” (A.y., s. 228)

Turgut Reis’te Sen Jan Şövalyesi Türk çocuğun kafasını duvara çarpıp “beynini

dağıt”ır; annesi yarım akıllı Emine “Herifin zaten koparıp sökmüş olduğu

gırtlağını... dişleriyle daha da paralamağa devam” ederek öcünü alır (T.R., s. 9). Oruç

Reis’in yaralanan sol “koluna kızgın yağ” dökülür. Bu tedavi (!) sonuç vermeyince

leventlerinden biri kolu kesmeye başlar ama yarı yolda fena olur. O zaman Oruç Reis

“bıçağı kapınca kendi kolunu bir vuruşta kesip düşürdü.” (A.y., s. 132) Enkizisyon

işkenceleri bu kitapta da ballandıra ballandıra anlatılır:

Page 30: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

“... gözleri akıyordu. Göz yuvaları iki karanlık çukurdu. Oradan aşağıya doğru bir et

ve kan bulamacı sızıyordu. Eriyen yağları ise cazır cazır yanıyordu...” (A.y., s. 178)

türünden ayrıntılar görürüz. Kulağa kızgın bezir yağı dökmek (s. 202) de eksik

değildir. “Kayanın düştüğü yerin çevresi sıçrayan kandan kıpkırmızı kesildi. Dört

tarafa kemikler, etler, bacaklar, beyinler serpildi.” (s. 294) “Düşman leşleri” (s. 214)

gibi bir dille konuşmak belli ki, Balıkçı’yı rahatsız etmiyor; ama bu kan revan

arasında bir de bu hakaret dolu dil, aslında çok itici.

TARİHÎ OLGULAR

Cevat Şakir, bu kitapta ele alınan birçok “tarihî roman” yazarından daha çok

okumuş, yabancı dil bilen, dolayısıyla daha bilgili bir kişidir. Böyle olmasına rağmen,

çoğu belki dalgınlığa ya da özensizliğe verilebilecek çeşitli olgusal karışıklıklardan

kurtulamamıştır. Dediğim gibi bilgili bir kişi olmakla birlikte, olduğundan daha

bilgili görünme jestlerinden arınmış olduğunu söylemek de mümkün değildir. Başta

çeşitli denizcilik terimleri olmak üzere, biraz da “eksantrik” denebilir bilgilerle

donanmış olmak özellikle hoşlandığı bir şeydi. Bu romanlarında, denizciliğin

yanısıra tarih bilgilerini de sergilemek için epey çaba harcadığı görülüyor. Ancak,

“makro-tarih” düzeyindeki ciddi yorum ve değerlendirme yanlışlarının yanında,

mikro düzeyde de yeterince incelemeden atıp savurduğu görülüyor.

Örneğin korsanlardan Kara Yusuf anlatıyor: “Çünkü İspanyollar, Avrupadan taşıyıp

da yerli kızıl derililere aşıladıkları hastalıklarla adamların köküne kibrit suyu

dökmüşlerdir.” (Uluç Reis, s. 65) Belli ki, Batı’yı kötüleme ihtiyacıyla Cevat Şakir

bunları söylüyor. Bilgi olarak da yanlış bir şey değil bu. Ama bir 20. yüzyıl bilgisi

olarak... 1530 dolaylarında Akdeniz’de bir korsanın bileceği bir şey değil bu. Sonraki

sayfada gene aynı Yusuf’un İngiliz kraliçesi Elizabeth adını bilmesi bile olağan

sayılmaz–ama kendi parasıyla gemi yaptırıp köle ticareti yaptığını nasıl bilebilirdi?

Girolamo Fracastoro 1530’da “Syphilis” adında bir şiir yazarak, Amerika’nın gelen

bu hastalığı Syphilus adında bir çobana mal etmişti. Aynı hastalığa biz “frengi” adını

vermekle, Amerika’dan habersiz olduğumuzu (hâlen olduğu gibi her kötülüğü

Avrupa’dan bildiğimizi) ortaya koymuştuk. Onun için bu tarihlerde bir korsanın

ağzında böyle bir konuşma tamamen anakroniktir. Böyle bir duruma Cevat Şakir’in

“bilgisizliği” değil de, aldırışsızlığı veya savrukluğu demek daha yerinde olabilir.

Ama, “Boş sandıkları sandalın içine bir deniz feneri tutarak ilk bakan adam”

cümleciğindeki dikkatsizlik de az değil. Pilli bir fener kastettiğini herhalde

düşünemeyiz ama kullandığı kelimeler tam da onu düşündürüyor.

Page 31: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

Bir yerde (s. 131) “İspanya kralının mavi zemin üzerine gümüşi ile işlenmiş

bayrakları” demiş. Ama her iki romanda pek çok yerde modern bir ulusal bayraktan

söz eder gibi “bayrak çekti”, “bayrak dikti” türünden eylemler anlatıyor. Bu da bir

dikkatsizlik.

Gene bunun gibi, “Cezayir korsan marşı”nın (s. 146) ne olduğunu da anlamak zor.

Kitabın başlarında “türkü” diyerek şunları yazmıştı:

Murat Reisin gemileri seksen direkli

İçindeki tayfalar, korsanlar aslan yürekli.

Enginden bir kuş geldi, kondu ay gemiye, serene;

Beş Mısır hazinesi vereyim görene.

Murat Reisin gemileri çamdır, dayanmaz,

İçinde tayfalar, ağalar uyur, uyanmaz.

Şimdilerde bizim okullarda, “içindeki düşmanlar saman yürekli” gibi hoş buluşlarla

takviye edilerek çocuklara öğretilen bu şarkı ya da bunun gibi bir şey mi bu marş?

Bazı konuları, bir Türk milliyetçisi olarak, özellikle zorladığını sanıyorum. Bir Türk

korsanı şunları söylüyor: “...Berberiye kıyılarında tutunmak istiyoruz. Burda bir yeni

deniz Türkiyesi kuruyoruz...” (s. 147) Bu terminoloji de olacak bir şey değil. Ama

benzerlerini sık sık görüyoruz. Düşman gemisindeki Türk forsanın “yanı başındaki

vatandaşına” kerpeten vermesi (s. 213) de en azından anakronik. Gemi anlatırken

“Fakat hangi ulustan olduğu belli değildi” (Turgut Reis, s. 101) der. Oysa Venedik,

Cenova gibi kent devletlerinin ön planda olduğu, Napoli’nin İspanya’ya bağlı

olduğu bir çağda “ulus” kavramını kullanmak doğru değildir. Ama, dediğim gibi,

sanki kasten yaparcasına, bu anakronizmi sık sık tekrarlar Cevat Şakir. Türk (orasını

nasıl bildiğimiz de belli değil) korsanlar “kısmen de yurttaşlariyle birleşmek

özleyişleriyle gelip Oruç Reis”e katılırlar. (A.y., s. 205) Arada bir “Tunus hükümeti”

(A.y., s. 203) lafı geçer. Fransızlar “bayraklar açarak” karaya çıkar. Henüz Fransız

bayrağı icat olunmadığına göre, bu ne olsa gerektir? Üç zambaklı Bourbon flaması

mı?

Hızır Reis Cezayir’e gelir, “bir şartla burada kalmayı kabul ederim. Türk devletini

devletiniz sayacaksınız” (A.y., s. 219) der. Bu nedir, on yedinci Türk devleti mi?

“Onun namına” dediğine göre yeni değil, Osmanlı devleti. Ama ona ne zaman “Türk

devleti” denildi?

Page 32: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

Bu devletin “demokratik” olduğu da anlaşılıyor ki başında “Türk” olan devletlerde

sık rastlanır bir özellik değildir. Ama Oruç Reis’in “deniz Türkiy esi”nde “... halka bir

meclis seçtiriyoruz. O meclis de bizi vekil koyuyor. Ben ve kardeşim bu memleketin

birer valisinden ibaret kalıyoruz.” (Uluç Reis, s. 148) Ayrıca, “Cezayir’de halktan

hiçbir vergi alınmadığından talanın bir kısmı memleketin idaresine ayrılırdı” (A.y., s.

150).

Bu sistem, Amerikan Cumhuriyetçi Parti’nin de ilgisini çekebilir. Benzerleri Turgut

Reis’te de tekrarlanır (zaten hemen hemen her şey iki kitapta da var):

“Yönetim işine gelince, o iş iki başkanın başkanlık edecekleri bağımsız bir yoldaşlar,

‘genel kurultayı’ tarafından görülecekti. Bu suretle Oruç Reisle, Hızır Reis birer Vali

olarak kaldılar.” (T.R., s. 210)

“İspanyollar tepeden tepeye, gece gündüz işaret vererek haber salmak usulünü

Türklerden öğrenmişlerdi” diyor Cevat Şakir (Uluç Reis, s. 200). Türkler de bunu

Bizans’tan öğrenmişlerdi. Ama Bizans zaten Doğu Roma, İspanya da Batı Roma’nın

bir eyaleti olduğuna göre, İspanyolların bunu öğrenmek için Türklere ihtiyacı yoktu.

Tarihî romanın dili, kullanılan söz sanatları, anlatılan dönemin bilgi sınırları içinde

kalsa, esere daha fazla inandırıcılık sağlar. Uluç Ali ile Hatçe’nin aşkını anlatırken,

“herkes tarafından seyredilmek üzere sahneye konan tiyatro piyeslerinden değildi”

cümlesi bu iki kişinin bilinçlilikleri içinde yeri olmayan bir gönderme yaptığı için,

pürüzlü kalıyor.

Türklerin karşısında ne büyük bir düşman yığını olduğunu anlatmak, bu çeşit

popüler romanlarda (ama okullarda okutulan tarih kitaplarında da) her zaman

başvurulmuş bir tekniktir. Şöyle bir örnek: “İspanya, Papalık, Cenova, Floransa,

Malta, Sicilya, Napoli, Monako devletleri filolarını birleştirerek...” (Uluç Reis, s. 375)

Bu sayılanlardan Papalık askerî bir devlet değildi. Kritik anlarda paraya kıyıp gemi

donattığı da olurdu ama bir “Papalık filosu” yoktu. Sicilya ve Napoli birbirlerinden

ayrı olmadıkları gibi, sözkonusu tarihte İspanya’ya bağlıydılar. Onun için “İspanya,

Sicilya, Napoli” diye saymak abes. Bunu yapacaksak Leon, Navarra, Endülüs,

Felemenk diye devam edebiliriz – hem de liste uzamış olur. Bu sırada Monako’ya

egemen olan Grimaldi ailesi de İspanya’nın koruması altındaydı. “Filo” konusunu

Cevat Şakir kitap çıktığında hayatta olan Prens Rainier’e haber verse, eminim o da

sevinir, ülkesinin askerî geçmişi olduğunu öğrenmekten kıvanç duyardı.

Türk korsanı, forsalık anılarını anlatırken, “geminin kıçında altın yaldızlı Madre

Dolorosa adını ve kabartma Meryem Ana tasvirini görmüştüm” diyor (Turgut Reis, s.

18). Demek Latin alfabesini okuyabiliyor. O dönemde eğitim şimdikinden çok daha

yüksek nitelikliymiş. Bu tarihî romanlarda dil sorunu hep çapraşıktır. Bütün

Page 33: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

gâvurların Türkçe bildiği, Türklerin de istedikleri anda istedikleri dili anladıkları

sonucunu çıkarmamız gerekiyor. Ama bu arada Cevat Şakir adı “Texada” olan

birinden söz edince İspanyol alfabesi, sahip olmadığı “X” harfine de kavuşmuş

oluyor. Bu ad konusu bazan karışık bir hal alabiliyor. Örneğin Don Carlos de Sforza

diye birinden söz ediliyor. Sforza ailesi İtalyan’dır ve 15. yüzyıl boyunca Milano’yu

yönetmiştir. Ama başı Don Carlos’la İspanyol, gerisi Sforza diye İtalyan olacak bir

kentaur mümkün değildir.

Napoli’nin İspanya’ya ait olduğunu bilmediği veya unuttuğu anlaşılıyor.

“Otranto’da Napoli hükümetine ait Kastro kalesi” (T.R., s. 240) gibi ibarelerden bu

sonucu çıkarıyorum. Aynı durum Sicilya için de geçerli.

Hıristiyan din adamları konuşurken “Ben fizioloji, bioloji gibi şeyler okuyorum” der

(T.R., s. 291) Henüz bu kavramlar icat edilmediği için gerçekten hayranlık verici bir

olgudur bu.

Bu arada bir de “kibrit” kelimesi geçiyor. O tarihlerde ancak bir meşale olabilirdi.

Kitapta, sözü edilen bu nesnenin nasıl bir şey olduğu, başka bir ateşten mi, yoksa

“çakarak” mı yakıldığı pek iyi anlaşılmıyor. Çakılanı ancak 19. yüzyılda icat

olunduğuna göre, herhalde o değil. Ama 16. yüzyılda “kibrit” (Arapça “kükürt”ün

ve Farsça “gûgird”in bozulmuş şekli) kelimesinin kullanılıp kullanılmadığını, ya da

hangi anlamda kullanıldığını bilmiyorum.

“... Sicilya ile Sardenya arasındaki Boğazın ortası...” (A.y., s. 200) herhalde bir

dalgınlık, Korsika demek istemiş olmalı.

Bugün Fas sınırları içinde kalan Tetuan’da (Akdeniz kıyısında, Septe’ye yakın) bir

“Bahriye Mektebi” olduğunu söylüyor. Portekiz’in Henrique Navigador’una

özenmiş olabilir. Böyle bir şeyi ben bilmiyorum ve muhtemel de bulmuyorum. Ama

bu bağlamda söylediği sözlerin hiçbiri kabul edilir nitelikte değil. Oruç Reis

anlatıyor:

“Kristof Kolomb adındaki bir denizci Batı yolundan Hindistan’a vardı. Vasco de

Gamayı, Vasco Vunez de Balbaoyu (Balboa olacak) da duydunuz, bu yıl Magellan

denize açıldı.” (Turgut Reis, s. 210)

Bunları bilen Oruç “Bizim denizciliğimiz bunlardan üstündür. Üç, dört koldan

Batıya doğru gidelim, yeni yeni yerler keşfedelim... Hep bu Akdeniz’de mahpus mu

kalacağız?” diye devam ediyor. Hani, insana “roman değil mi? Uydur uydur söyle”

dedirtecek bir durum.

Page 34: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

Balıkçı denizcilik terimleriyle “lugat paralama”sını pek sever. Örneğin şöyle

cümleler: “Limanın içi, üç gemiden verilen, ‘Fora yelken!’, ‘Alesta skota gabya!’,

‘Hissa gabya!’ emirleriyle çın çın öttü.” (Uluç Reis, s. 142) Şu komutların içinde

“yelken”den başka Türkçe kelime yok. Ama bu terimleri çoğaltsak, Türkçe oranı

daha da düşer. Bunlar ortadayken “bizim denizciliğimiz bunlardan üstündür”

böbürlenmesi hangi temele dayanıyor?

“Genel kurultay” seçimleri yapılan, Oruç Reis’in İspanya’da pek tanınmayan

Balboa’dan söz ettiği sayfalarda şunları da okuyoruz:

“Cezayir’deki denizcilik okuluna [ya Tetuan’dan taşınmış ya da habire çoğalıyorlar]

birçok korsan delikanlı öğrenci olarak devam ediyordu. Burada coğrafya, gemi

seferleri, yıldızbilimi, güneşbilgisi, iki yaka arası deniz kılavuzu, harita, Arapça,

İspanyolca ve İtalyanca öğretiliyordu. Oradan yetişen birçok korsanlar sonradan eser

yazarı olmuşlardı.” (s. 210)

Eserler hangileri ve nerede acaba?

“Görgülü ihtiyar kaptanlar, Turgut Reisin ihtiyar Endülüslüsü ve İbni Rüşd’ün ve

başkalarının birçok öğrencisi okulda hocalık ediyorlardı.

İbn Rüşd’ün ölümü 1198’dir. Felsefî iddiası İslâm dünyasında reddedilmiştir. Ama

Cevat Şakir böyle uygun buluyor.

CERVANTES

Cevat Şakir’in İspanya’ya niçin böyle kin duyduğunu anlamak zor. Muhtemelen

özellikle İspanya da değil, kin duyulan, bütün Batı. Kendi milliyetçiliği ona bütün

Batı’yı “ötekileştirme” misyonunu yüklüyor. Korsan hikâyesi yazınca da İspanya

daha bir hedef haline geliyor.

Bu arada, bu toplumun büyük edebiyatçısı hakkında da bir yorum yapma gereğini

duymuş. Kısaltarak çarpıtmamak için, bu uzunca paragrafın tamamını alıntılıyorum:

“Servantes, başı o masallarla dolu ve yüreği propagandalarla kabarık olarak Türklere

karşı cesaretle harbetti, aldığı ağır yaralar onu özellikle sol elinden sakat bırakmıştı.

Kendisi esir düşerek beş yıl Cezayir’de kaldı ve kurtulmalık için az buçuk mülkünü

satmaya mecbur oldu. Nihayet harp malûlû ve parasız pulsuz bir adam olarak

ülkesine döndü. İster Müslüman, ister Hıristiyan.... binlerce insana kitabiyle bir anıt

dikmiştir. Bu adam İspanyol, İtalyan ve Türk halkının tercümanı olmuştur. ‘Don

Kiyote de la Manca’ (İspanyolca böyle telaffuz edilir) bizzat k endisidir. Yani üzgün

ve hazin yüzlü şövalye. Zavallı şövalye büyük kahramanlıklar için hazırlanmıştır. Bir

Page 35: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

idealisttir. İşte o da bir yeldeğirmenine hücum ettiği için yaralanmış, sakatlanmıştı.

İşte onun hazin sesi size usulcacık ‘aman oralara ve öyle şey lere gitmeyiniz’ diye

yalvarır. Çünkü artık Servantes barış ve istirahatten başka bir şey düşünmüyordu.

Neye yarıyordu bu boş ve feci mücadele? Onun istediği ailesi ocağında, kupkuru da

olsa esmer ekmeğini yemekti. Ancak böyle mutlu olabilirdi, o eski kahramanlık

arzularına gülüyordu–ağlamamak için gülüyordu.” (Uluç Reis, s. 457)

Don Kihote’yi milyonlarca insan okudu, binlercesi de onun üstüne yazdı. Ama

içlerinden hiçbiri yeldeğirmenlerinin Türk gücünü temsil ettiğini, kitabın bütününün

Türklerle itişmeye kalkışmak gibi çocukça işler yapmaya karşı yazıldığını

söylememişti, bunu anlamamıştı. Anlayan ve söyleyen bir tek Cevat Şakir

(Halikarnas Balıkçısı) var.

BİRKAÇ SONUÇ

Bu iki romanın “genesis romanı” kategorisine girdiği tezi belki savunulabilir, Cevat

Şakir’in denize verdiği önem nedeniyle Türklerin denizcilikte en başarılı oldukları

zamanı bir “genesis” saydığı söylenebilir. Ama bunun çok inandırıcı olduğunu

düşünmüyorum. En azından ben bu kitapları böyle bir gerekçeyle bu kitap

kapsamına almadım. Cevat Şakir bir “genesis teorisi”nin oluşmasına katkıda

bulunmuş bir yazardır. Bu iki roman bence o teorinin örneklendirilmesine yaradığı

için değil, teorinin bizzat teorisyeni tarafından sindirilmediğini kanıtladıkları için

burada ele alınmaları gerekliydi.

Turgut Reis’in başlarında bir “Mavi Anadolu” teması başlar gibi oluyor: Turgut,

çocukluğunda keçilerini güderken

“Bir gün koyu mavilerden bembeyaz bir sıyrılışla yükselen bir dorik sütunun

gölgesine yan geldi. Başını göğe kaldırdı. Kar beyaz bir bulutçuk sütunun üzerinden

geçiyordu. Sütun sanki uçuyor ve göklere gidiyordu. Bilmedi neden, fakat yerinde

saplı katı mermer sütunun uçuşunu görünce içine bir gariplik çöktü. Gönlünde için

için yanan bir gitme özlemi, bir uzaklıklar nostaljisi uyandı.” (s. 25)

Bundan başka sütun, dorik, ionik bir şey görmüyoruz (bu da isabet, tabii). Bu da

yalnızca sabit şeylerden uzaklaşıp harekete girme özleminin simgesi olarak veriliyor.

“Turgutça bilmedi neden, fakat yerinde serili duran ovayı da ortasında saplı duran

kuleyi de, şu geviş getiren keçileri de istemem dedi”. (s. 25-6)

Romanlarda çok fazla tekrar olmakla birlikte, zaten yazış tarzı bakımından

birbirlerini tamamen tekrarlıyorlar. Cevat Şakir’de pek “olay örgüsü” kurma

yeteneği yok. Daha çok, E.M. Foster’ın “sonra ne oldu?” merakıyla açıkladığı bir

Page 36: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

“hikâye anlatıcısı” olduğunu görüyoruz. Ama bilgi döktürme merakı çok zaman

anlatının sürükleyiciğini de engelliyor. Anlatı, boğuntu yapan, patlamalarla çalışan

bir motor gibi, birtakım episodlarla, sarsıntılı bir biçimde yürüyor.

Bu ilkel teknik, en az bu kadar ilkel bir milliyetçi (ve belki daha çok “xenophobic”) bir

“fikrî” içerikle yanyana gidiyor. Bu bakımdan bir biçim/içerik uyumundan söz etmek

mümkün. Ama sonuç olarak bu romanlar bir Nihal Atsız ve hatta bir Kozanoğlu

popüler romanı kadar da sürükleyici değil. Karakterizasyon hiç yok denebilir. Ama

kişiler nasıl birbirlerinin kopyasıysa, olaylar da öyle.

Örneğin, Turgut Reis tutsak oldu ve forsaların arasına bağlandı. O çağda, o

koşullarda bir reis bu durumla nasıl başa çıkar, ne duyar, ne düşünür? Böyle hiçbir

arayış görmüyoruz. Karakterlerin hiçbirinde üçüncü bir boyut yok.

Başka kitaplarında zaman zaman karşımıza çıkan şiirsel arayış da yok. Vurdulu-

kırdılı konusu onu en çok kanlı betimlemelere yöneltmiş gibi. Burada bir hayli

sansürsüz, ama bunun sonucu bir süre mide bulandırıcı sahne. Bunlar ve kadına

yaklaşımı birlikte ele aldığımda içi epey katı bir adamla (kendisiyle çok sorunu olsa

da) karşı karşıya olduğumu hissediyorum. Kendisiyle sorunu olsa da, bütün

sorunlara katı ve şiddetli yaklaşacağı, dolayısıyla da sorun çözemeyeceği izlenimi

veriyor.

Bütün bu özelliklerle, Anadolu’nun antik hümanist kültürünün ırkî değil “habitat”

gereği mirasçısı olduğumuz, dolayısıyla “genesis”imizin bu eski Anadolu

medeniyetlerinde yattığı tezi inandırıcı bir şekilde yanyana gelemiyor.

2)Mavi Anadolu’nun Kara yüzü

Hamza Aktan (5 December 2006 – Nokta dergisi)

Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözünü “Ne mutlu

Anadoluluyum diyene” şeklinde çeviren, tarihsel ve kültürel birlikteliği öne çıkarıp

milli olandan uzak duran Türkiye’nin en popüler edebiyat ve kültür akımı Mavi

Anadoluculuk’la ilgili ezberler değişiyor. Antik Yunan’dan bugüne dek Anadolu’ya

uğramış veya bu topraklarda yaşayan tüm kültürleri ‘biz’den sayan, ‘Türk-

Müslüman’ olmayı öncelik olarak öne sürmeyen Mavi Anadolucular’ın esasında öyle

olmadığı kanısı giderek yerleşiyor. Öncülüğünü Halikarnas Balıkçısı’nın (Cevat Şakir

Kabaağaçlı) ettiği, devamını Azra Erhat ve Sabahattin Eyüboğlu gibi dertleri bir

‘Türk rönesansı’ gerçekleştirmek olan entelektüellerin getirdiği akımın yarım

yüzyıldır deşilmemiş ‘milliyetçi-ırkçı’ yanları şimdilerde yüksek sesle dile

Page 37: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

getiriliyor.

Şimdiye dek yazılanlar arasında en sert eleştiri Prof. Murat Belge’den geldi. Birikim

dergisinin Ekim sayısında Halikarnas Balıkçısı’nın romanlarını analiz eden Belge,

okurlarınca bugüne kadar hümanist yanıyla bilinen Halikarnas Balıkçısı için ‘ırkçı’

ve ‘milliyetçi’ sıfatları kullanmaktan çekinmiyor. Belge, yazısında Balıkçı’nın

romanlarından yaptığı alıntılarla da bu iddiayı güçlü tutuyor.

Murat Belge’den önce de daha çok akademik sayılabilecek eleştirel metinler son bir

iki yıldır yazılmaya başlandı. Özellikle iki genç akademisyen Barış Karacasu ve Kaya

Akyıldız’ın Mavi Anadolucuların Kemalist yanlarına dair yazıları bu tartışmanın

içinde önemli bir toplama denk geliyor. Yanı sıra edebiyat eleştiri dergisi Pasaj’da bu

konuda Reyhan Tutumlu ve Nermin Yıldız imzalı eleştirel metinler yayımlandı.

1930’lu yıllardan başlayarak 1960’lara kadar uzanan süreçte Türkiye edebiyat -sanat

yaşamının en merkezi yerlerinde bulunan akımın sözcülerinin bu yönleriyle neden

eleştirilmedikleri sorusunun yanıtları çeşitli. Bir yanda, bu yazarların milliyetçi veya

ırkçı metinler yazabileceklerini katiyen kabul etmeyen veya böyle bir eleştiriyi hak

etmediklerini söyleyenler; bir tarafta da akımın içindeki yazarların edebiyatçı

çevresiyle kurduğu ahbaplık nedeniyle şimdiye dek eleştirilerden muaf tutuldukları

kanısı taşıyanlar.

“HALİKARNAS’I PEYGAMBER GİBİ GÖRDÜLER”

Halikarnas Balıkçısı için rahatlıkla ‘ırkçı’ diyebilen Murat Belge, Sabahattin

Eyüboğlu, Azra Erhat, Vedat Günyol veya Melih Cevdet Anday gibi isimler için

daha temkinli. Belge, bu yazarların daha çok Kemalist-milliyetçi yanlarıyla öne

çıktığına vurgu yapıyor. Hümanizm derdindeki yazarların yol arkadaşları

Halikarnas Balıkçısı’nı neden eleştirmemiş olmaları sorusuna Murat Belge ilginç bir

yaklaşım getiriyor. “Bu yazarlar adeta bir tapınma içindeler. E bir şeye tapınıyorsan

da o tapındığın şeyin nebileri vardır. İşte o nebinin de Cevat Şakir olduğu anlaşılıyor.

Yoksa çok mümkün değil ki benim Cevat Şakir’le ilgili görüp rahatsız olduğum

özelliklerinden onlar habersiz olsun. Ama birini nebi kabul ettin mi o zaman

herhalde insanlar nebilerinin kusurlarını görmemek gibi bir alışkanlığa sahip

oluyorlar.”

Mavi Anadolucularla ilgili sözünü sakınmayan yazarlardan Barış Karacasu, İletişim

Yayınları’ndan çıkan Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce Ansiklopedisi’nin

Page 38: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

Kemalizm cildindeki makalesinde “Mavi Anadoluculuk ile Kemalist tarih tasarımı

arasındaki benzerlik kaba bir benzetmeyle aynı tarihin yazımında Türklüğün geçtiği

yerlere Anadolu’nun konularak yazılması biçiminde özetlenebilir” diyor. Karacasu,

Kemalist tarih yazımına göre Mavi Anadoluculuk’u ‘daha az gülünç’ bulsa da bu

akımda da “dünya tarihini Türklüğe indirgeyen milliyetçi yaklaşımın daha yumuşak

ama bir o kadar da seçkinci, kendini öteki karşısında yüceltici biçiminin izlerinin

görülebileceğini” söylüyor.

MAVİ ANADOLUCULUK NEDİR?

Daha çok şu üç isim; Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat ve Sabahattin Eyüboğlu ile

anılan Mavi Anadoluculuk, Türklerin tarihi, kültürel birikimlerine dair ilginç tezler

öne sürdüler. Esas olarak tarih boyunca batı Anadolu’da yaşamış tüm kültürlerin

varisi olduğumuzu öne süren yazarlar Antik Yunan filozoflarından ilkçağ

düşünürlerine kadar bu topraklarda yaşamış herkesi ‘biz’den, onların dışında

kalanlarıysa ‘dışarıdan’ gören bir yaklaşımı benimsediler. Eğitimde batı dillerinin

önemini dile getiren yazarlar Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in 1940’ta kurduğu

Tercüme Bürosu’nda uzunca mesai harcamanın yanında bağımsız olarak da çok

sayıda klasik metni Türkçe’ye çevirdiler. Bu gruba yazarlar Orhan Burian, Vedat

Günyol, Melih Cevdet Anday, Nurullah Ataç gibi isimler de doğrudan veya dolaylı

biçimlerde dâhil oldular.

HALİKARNAS’TAN IRKÇILIK METİNLERİ:

Tüm kitaplarında insanı ve doğayı öne çıkaran, bunların çevresinde betimlemeler

yapmaya ayrı bir özen gösteren Halikarnas Balıkçısı, Murat Belge’nin vurguladığı

gibi ‘tarihi’ içerikli romanlarında dudak uçuklatan milliyetçi ve ırkçı cümleler

kuruyor. Uluç Reis ve Turgut Reis isimli romanlarında Halikarnas Balıkçısı Avrupai

olan hemen her şeyi aşağılamaya çalışıyor. Bunun uç noktalara vardığı kimi yerler

var.

Örneğin; Avrupalı korsanlar Türk topraklarını “işgal” ettiğinde hunharca Türk

kadınlarının ırzına geçerken, Türk savaşçıları Akdeniz ülkelerinden birini

fethettiğinden Avrupalı kadınlar büyük bir sabırsızlık ve şehvetle Türk erkeklerini

bekler oluyorlar. Yazar, Uluç Reis’te bir Hıristiyan kadını olan Dona İnez’in ruh

halini şöyle anlatıyor: ”Ateşli Dona İnez, için için İspanyol kadırgasının korsanlar

tarafından zapt edilmesini istiyordu. Şehvet yangınını söndürmek için bir gemi

dolusu korsan değil, bir donanma dolusu pala bıyıklı haydut ve izbandut bile

Page 39: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

yetmezdi. Kadın yarı kapalı mahmur gözlerle ve titriyen kirpiklerle korsanlar

tarafından nasıl esir edileceğini düşündükçe zevk ve imrenişle yutkunuyordu.”

Hıristiyan erkeklerini ‘erkek’ten saymayan Halikarnas Balıkçısı, bunu yine bir

Hıristiyan kadınının ağzından aktarıyor: “Şu gözünü budaktan sakınmayan

korsanlara esir olamayacağım diye canı yanıyordu. Ah şunların birinin kölesi olsaydı

da şöyle ağız tadıyla ‘şak şuk!” diye birkaç tokat yiyerek alaşağı edilseydi ve bütün o

güçlü kadınlığına lâyık bir erkeğe rastlasaydı!”

Murat Belge, bunun gibi bir hayli cümlenin sahibi olan yazarın ayrıca ‘cahil’ce tarih,

bilgi ve yorum yanlışlarına düştüğünü, fakat ‘nedense’ bu yönlerinin de kimsenin

ilgisini çekmediğine vurgu yapıyor.

EYÜBOĞLU VE ERHAT’IN ÇEVİRİ ‘HATALARI’

Mavi Anadolucu yazarların en büyük uğraşları olan çeviri hakkında da son

dönemde dikkat çekmiş ‘ilginç’likler bulunuyor. Bu konuda ilk uyarıyı yapan yazar

Leyla Erbil oluyor. Erbil, Sabahattin Eyüboğlu’nun Montaigne çevirilerinde

materyalizme yakın bölümleri sistemli biçimde atladığını yazıyor. Barış

Karacasu’nun verdiği bir başka çarpıcı örnek var:

“Hiçbiri tam olmayan ve üç çevirisi bulunan Francois Rabelais’in Gargantua’sının bir

çevirisi de Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat ve Vedat Günyol tarafından yapıldı.

Yazarların bu çeviride gereksiz gördükleri yerleri atladıklarını söyleyen bir çıkma

bile var. 67. sayfada çevirmenler şöyle bir çıkma düşüyorlar metne: “Rabelais’in ses

benzetmeleri ve oyunları ile yaptığı bu tekerlemeler daha birkaç satır sürer gider. Biz

bu kadarı ile yetindik..” [çıkma 55, sayfa 247] İlginç olan şudur: Atlanan benzetmeler

arasında devlet görevlileri ile askerlere laf söylenen bir bölüm çevrilmiyor.”

Öte yandan Sabahattin Eyüboğlu’nun eleştirilere konu olan bir başka yönü de

militarizm övgüsü. Eyüboğlu, Mavi ve Kara isimli kitabında Türk ordusunu

sivillerden daha sivil ve ilerici gördüğünü yazıyor: “Yeni Türkiye’nin en büyük

özelliklerinden ve yaşama sırlarından biri büyük askerlerinin sivilce, hatta çok kez

sivillerden daha sivilce düşünmeleri, halktan, haktan ve barıştan yana olmalarıdır.”

MURAT BELGE İLE SÖYLEŞİ

MİLLİYETÇİ OLDUKLARINI FARK ETMEMİŞİZ, HALT ETMİŞİZ

Murat Belge’nin Mavi Anadolucularla yeniden ilgilenmesine yol açan gelişme,

Page 40: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

üzerinde çalıştığı edebiyatta milliyetçilik ve esas olarak genesis (yaratılış)

romanlarına dair uzun soluklu çalışması. Belge, 2007’de çıkacak kitabını hazırlarken

Türklerin diğer milletlere göre daha fazla yaratılış romanları üzerine çalıştığını fark

etmiş. Bu kitapları yeniden okuduğunda ve milliyetçi-ırkçı taraflarına biraz daha

dikkatle baktığındaysa şaşkınlıklar yaşamış. Eskiden öyle görmediği çoğu yazarın

aslında milliyetçi ve ırkçı sözler kaleme aldıklarını fark etmiş. “Mesela Halikarnas

Balıkçısı’nın birçok kitabını önceden okumuştum ama bu ciddiye alınarak yapılmış

bir okuma değildi. Niye şimdi durduk yerde okuyayım ki Turgut Reis’i, Uluç Reis’i

diye düşünürdüm. Ama bu kitapları incelemem için aldım, alınca da dehşet içinde

kaldım. Meğer neler varmış neler… Ben Halikarnas milliyetçidir falan diyordum

ama bu derecelerde göreceğimi doğrusu hiç beklemiyordum.”

- Mavi Anadolucularla ilgili şimdiye kadar sizin yaptığınız gibi, onları milliyetçi ve

ırkçı yönleriyle eleştiren yazılar çıkmamış mıydı hiç?

Hatırladığım kadarıyla hayır. Çünkü zaten bu grupta adı geçen insanları ırkçılıkla

bir arada düşünmemiştir kimse. O gruptaki çoğu yazar-çizer için zaten ağır bir

suçlama olur böyle söylemek. Vedat Günyol, Melih Cevdet Anday için vs kimse

ırkçıdır diyemez.

- Mavicilerle şahsi tanışıklığınız oldu mu?

Hayır, ama Halikarnas Balıkçısı’nı tanıyan insanlarla tanıştım. Onu tanıyan insanlar

da zaten yücelterek anlatırlar. Fakat Halikarnas Balıkçısı’nın bu romanları neden

yazdığını da düşünmüyor değilim. Acaba para kazanmaya ihtiyacı vardı da popüler

roman yazmak durumunda mı kaldı, yoksa hakikaten ruhundan geçenleri mi

yansıtıyor. Korkarım ikincisi geçerli. O zaman da demek ki, ruhundan çok iyi şeyler

geçmiyormuş…

ERHAT VE EYÜBOĞLU DAHA KEMALİST

- Cevat Şakir’in öbür arkadaşlarına göre daha köşeli bir üslubu ve tavrı olduğu

bilinir. Gerçekten de onu Azra Erhat veya Sabahattin Eyüboğlu’ndan bu yönüyle ayrı

tutabilir miyiz?

Evet, öyle diyebiliriz…

Page 41: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

- Peki Erhat ve Eyüboğlu’nda milliyetçi veya ırkçı sayılabilecek yönler var mı? Tek

tek gidelim; Sabahattin Eyüboğlu?

Önce genel bir şey söyleyeyim: Bu tür sözleri erken söyleyen kişi bildiğim kadarıyla

Cevat Şakir’dir. Cevat Şakir de bunu ağır bir milliyetçilik dozuyla söylemiş

görünüyor. Onu izleyen, ondan daha genç olan insanlar da ona bu yolu açıyorlar.

Hani bu kelimelerle olmasa da ona “aramızda ilk öten horoz sensin” der gibi bir

saygı gösteriyorlar. Onların daha Kemalist olduğunu söylemek mümkün. Eyüboğlu,

Erhat öyleydi. Aslında Marksist olan Melih Cevdet de Marksist olarak Kemalizm’e

olabileceği kadar yakın bir yerde dururdu. Bu durumunun özellikle yaşlandıkça

daha fazla öne çıktığını söylemek de mümkün. Makalelerinde vardı hep bu. Şimdi

bu Anadolu, Ortadoğu, yakın doğu, buralarda yetişmiş, serpilmiş inançlar,

medeniyetler, mitolojiler vs içinde “biz aslında bunların yoğurduğu insanlar

olmalıyız” bilinci vardı. Bu bence çok yanlış bir tez de değil. Ama bu öncüllerden

yola çıkıp Atatürk’ün tamamen akıl dışı, bilim dışı olan Güneş Dil Teorisi,

uygarlıklar, oklar, Orta Asya gibi teorilerini sanki olabilecek rasyonel bir temele

oturtmak gibi bir iş yapıyorlar. Yani Kemalizm’i rasyonalize etmek gibi bir iş

yapıyorlar. Bununla belki en az ilgisi olan Cevat Şakir, bu genel alanda ilk konuşan

olduğu için işin içinde, Marksist olarak buna en uzak görünen Melih Cevdet de

sonuçta bu medeniyetlerle bir bağ kurmanın önemine inandığı için gene bu çevrede.

Ama bunun merkezinde bir “Kemalizm’i rasyonelleştirelim arkadaşlar kampanyası”

diyebileceğimiz de bir şey yatıyor. Eyüboğlu kardeşleri, Azra Erhat’ı falan bu grup

içinde değerlendiriyorum. Tabii Azra Erhat’ın bir de Cevat Şakir’le başka türlü

yakınlığı var. Mesela bir hayranlığı söz konusu.

- Mavi Anadolucular gibi, önceden okuyup da dikkate almadığınız ama şimdi

çalışırken sizi şaşırtmış kitaplar, yazarlar var mı?

Bolca var tabii. Okuduğumuz pek çok şeyde pek çok şeyi ıskalamışız. Bu hepimiz

için geçerli, benim için de.

BİRÇOK IRKÇI METNİ ATLAMIŞIZ

- Neler, hangi konular var mesela?

Başta milliyetçilik geliyor tabii. Bu kadar saldırgan bir milliyetçiliğin bu kadar yaygın

bir şekilde edebiyatta olduğunu tanıdığımız bir takım yazarların kitaplarında da

bunların sıkça olduğunu ve bu kitapların önemli bir kısmını okuduğumuz halde

Page 42: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

gözden kaçırmış olduğumuzu fark ettim. Bu çok endişe verici bir durum bana göre.

Demek ki biz de onlara yakın bir gözle bu metinleri okumuşuz ki, bir tuhaflık

olduğunu görememişiz.

- İsim olarak kimler öne çıkıyor?

Mesela Kemal Tahir, Devlet Ana’yı yazdığı zaman bu bana klasik anlamda milliyetçi

denemese de milli takıntıları olan bir kitap gibi görünmüştü, o tarihte de bunu

yazmıştım. Ama başka kitaplarını okuduğumda benim beklemediğim oranda

milliyetçi olduğunu gördüm yakın zamanda. Ama gene de Kemal Tahir’i mesela

Ermeni Soykırımı konusunda doğru söyleyenler safına koymak gerekiyor. Samim

Kocagöz için mesela milliyetçi bir yazar değil de solcu bir yazardır derdik. Ama

şimdi bakıyoruz; bazı kitaplarında epey milliyetçi olduğunu görüyoruz. Ya da Talip

Apaydın…

- Mavi Anadolucuları veya Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki edebiyatını düşünürken

dönemin milliyetçilik algısını dikkate alarak yorum yapılması gerektiği gibi bir

yorum da var. Yani, onları bugünün milliyetçilik algısı ve fikriyle değerlendirmemek

gerektiğini söyleyen bir yorum… O gün milliyetçilik diye görünmeyen şey bugün

öyle görünebilir. Ne dersiniz?

Bu sorunun cevabı az önce söylediğimde var; bizim de bir sürü şeyi fark etmemiş

olmamız, kendimizi o milliyetçiliklerden çok da ayırmadığımızın kanıtı. Ama

sonuçta yine de ben ve benim gibi adamlar milliyetçi değiliz de. Bugün

karşılaştığımız seçimler o gün karşımıza çıksaydı gene üç aşağı beş yukarı

hangilerini seçeceğimiz belli olurdu.

- Yani özleri itibariyle, Mavi Anadolucuların veya onların dönemindeki diğer

yazarların milliyetçilikleri bugünkü milliyetçilikle benzer mi? Nihayetinde bir

“Türklük” fikriyle hareket ediliyor mu, edilmiyor mu?

Ediliyor tabii. Onun için de onlar şimdiki gibi değillerdi denecek bir durum yok

demek ki. “Fark etmemişiz ne olacak canım” da diyemeyiz. Halt etmişiz, fark

etmemişiz.

NAZIM HİKMET’İN DE MİLLİYETÇİ DAMARLARI VAR

Page 43: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

- Ermeni Soykırımı’yla ilgili yazınızda da Nazım Hikmet’in meseleyle pek

ilgilenmediğini yazdınız. Gerçekten böyle mi?

Ben o yazıyı yazdıktan sonra bazı arkadaşlar “ama şu da var” dediler. Ben o “şu da

var”lardan bir tane edindim. Ama bir kitap olarak görmedim. Biri bana okudu şiiri,

oradan dinledim. Ama orada açıkça bir tavır aldığını görüyoruz. Bahsettiğiniz yazı

büyüyecek bu arada…

- Nazım Hikmet’i milliyetçilik bağlamında nasıl düşünmek gerekir?

Nâzım Hikmet benim çok sevdiğim bir yazar. Ermeni soykırımı konusunda böyle bir

şiirinin çıkmasına da çok sevindim. Öbür türlüsü canımı sıkardı. İlk çıkacak kitapta

olacak, çünkü Erol Toy “biz kimiz-nereden geliyoruz” sorusunun yanıtını bir isyan

geleneğine bağlamak istediği için Azap Ortakları diye bana göre ipe sapa gelmez bir

roman yazıyor. E bunu da şiirde yapan kişi olarak Nâzım var. Dolayısıyla bu iki

yaklaşımın farklılığını ortaya koymaya çalışacağım. Ama sonuçta Nâzım’dan yana

bir yazı olacak bu. Ama Nazım’ın benim hiç anlaşmadığım, fikir olarak veyahut

şiirsel olarak olgun bulmadığım yönleri var. Sadece şiirsel de olmayabilir; mesela ben

tiyatrolarını beğenmem; fazla şematik ve propagandist bulurum. Bunları da

söylemekten çekinmem.

- Milliyetçilik bağlamında neler söylersiniz?

Nazım’ın da milliyetçi damarları vardır. Vatanperverlik diye kabul edilen ama o da

biraz milliyetçiliği örten veya daha kibarlaştıran bir şey. Bu tarafları var onun. Biz

Can Yücel ile iyi arkadaş olduğumuz zamanlarda konuşurduk. Vatan hasreti şiirleri

güzeldir ama, sonuçta enternasyonalist bir adamdan bahsediyorsak, elbette vatanını

özler ama dünyanın hangi tarafında bulunuyorsa orasının vatanı olması gerekir.

Ama çok böyle değil Nazım’ın duyarlılığı diye Can Yücel’le konuşurduk. Ama

bunları çok da yeni keşfetmiş değiliz bir yandan. Evet Nazım’ın böyle bir durumu

vardır ama sanıyorum bunlar onun yaşadıkları, kendi ülkesinde ona yapılanlar da

hesaba katarak değerlendirmek gerekir. Bugün bile bu toplum yazı yazarken şunu

deme ihtiyacı hissettiriyor insana; ben bu memleketi eleştiriyorum, çünkü

seviyorum. Bunu ben de muhtemelen çok kez söylemişimdir. Bu yaklaşımın

Nazım’ın hayatında çok etkili olduğuna inanıyorum.

- Günümüz ciddi Türkiye edebiyatı milliyetçilik bahsinde ne vaziyette?

Page 44: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

Türkiye’de milliyetçilik hiçbir zaman durmadı, hatta yavaşlamadı. Şimdi de öyle.

Yalnız milliyetçiliğin kendi içinde sorunları sanıyorum artacaktır. Bugüne kadar

doğrudan doğruya milliyetçi diyeceğimiz edebiyat çok ilkel. Bundan sonra gene

milliyetçilik yapmak için bile biraz incelmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu kadar

kaba saba olması artık fazla geliyor. Bu ayrı konu, geçelim. Ama gelecekte izini

bırakacak veya Adalet Ağaoğlu, Leyla Erbil gibi artık yazacağını yazmış olanları

değil, daha genç olanları kastediyorum; bildiğimiz anlamda bir milliyetçilik yok.

Onları nitelemek için herhalde en son söylenecek şey o. 1970’lerden bu yana ciddi

Türk edebiyatı ağırlıkla zaten bu algıyı kırdı ki böylece de iyi edebiyat çıkarmayı

başardı. Bundan sonra da bunun değişeceğini sanmıyorum.

NEDEN ELEŞTİRİLMİYORLARDI?

A . ÖMER TÜRKEŞ (Edebiyat eleştirmeni):

SOLCULAR KEMALİSTLERLE YOLLARINI AYIRIYOR

Doğrusunu söylemek gerekirse Halikarnas Balıkçısı, Sabahattin Eyüboğlu ve Azra

Erhat isimleriyle simgelenen Mavi Anadolucuların Anadolu ve Türk kimliği

hakkındaki düşüncelerine getirilen eleştiriler bir süredir yapılıyordu. Ama belki

akademik çevrelerde sınırlı kalmışlığından -biraz da Mavi Anadolu’culuğun

günümüzde pek taraftarı kalmadığından- söz konusu eleştiriler uzun uzadıya

tartışılmadı. Akımın popüler olduğu dönemlerde neden tartışılmadığı sorusu

önemli. Çünkü sorunun yanıtı bizi Türk solu ve Türk aydınının Kemalizm’le olan

göbek bağı üzerinde düşünmeye zorluyor:

Türk soluyla Kemalizm arasındaki yakınlık iki önemli eksen etrafında kurulur. İlki

Kemalizm’in halkçılık/köylücülük/devletçilik popülist söylemine duyulan

yakınlıktır. İkincisi Milli Mücadele’nin Anti-Emperyalist yanına yapılan vurgunun

abartılarak benimsenmesidir. İşte bu yaygın kabul, Mavi Anadolucuların Anadolu’ya

giydirmeye çalıştıkları Türk kimliğinin ve İon Uygarlığını Yunan uygarlığından

ayırma girişiminin yadırganmamasıyla sonuçlanmıştır. Elbette Mavicilerin

hümanizmini de göz ardı etmemek ve onların -bir tür- milliyetçiliğini bugünkü

yavan ve saldırgan milliyetçilikle/ulusalcılıkla karıştırmamak gerekir. İleri sürdükleri

düşünceler hem Kemalizm’le hem o dönemin sol zihniyetiyle çatışmaz. Mavici

söylemde burası Anadolu’dur; dillerin, dinlerin, etnik kimliklerin harman olduğu,

halkların uyum içerisinde yaşadığı, tarihin en büyük uygarlıklarının beşiğidir. Ve

burası “biz”imdir. “Biz”den anlaşılansa Türk ulusudur. Kemalistlerle Mavi

Anadolucular arasındaki fark Anadolu’yu bizleştirme yöntemlerindeki farktır; ilki ve

Page 45: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

gerçekçi olanı silahla çözmüştür meseleyi, ikinci ve hayalci olanı Türklerin yüce

değerleriyle… İşte bu tezler, hele ki içinde açıkça bir düşmanlık barındırmamışken-

solcu aydınların rahatlıkla benimseyebileceği türden tezlerdi.

Eleştirilerin ortaya çıkması, sol kesimin Kemalizm’le yollarını ayırmasından, pek çok

meseleye -tarihe, ırklara, ayrımcılığa, kadına, kültüre, orduya, Milli Micadele’ye-

farklı bir bakış açısıyla yaklaşmasıyla ilgilidir.

SEMİH GÜMÜŞ (Yayıncı-Edebiyat eleştirmeni):

ELEŞTİRİLER ŞOVEN YÜKSELİŞE BİR TEPKİ

Halikarnas Balıkçısı’nın temelini oluşturduğu, Sabahattin Eyüboğlu’nun temsil

gücüyle öne çıkardığı Mavi Anadoluculuk, başlangıçta yeni bir kültür anlayışı olarak

savunulmuş, ama sonradan bir ideolojiye dönüşmüştür. Cumhuriyet ideolojisine

uygun bir yeni kimlik arayışı, bir grup Batılı entelektüel aydın ve yazarın Mavi

Anadoluculuk düşüncesinde karşılığını bulan kimlik fenomenini ortaya çıkarmıştı.

Batı kültürünü oluşturan bütün özün Anadolu’dan çıktığını savunmak epeyce

köktenci bir görüştü. Bunun başlangıçta pek çoklarına çekici geldiği de belli. Ama

kafalar aydınlanıp gelişince, Mavi Anadoluculuğun, ucu Anadolu şovenizmine

uzanan bir düşünce olduğu anlaşıldı.

Bütün uygarlığın kaynağı Anadolu’ya aitse, Mavi Anadoluculuk kolayca Batı

kültürüne sırtını dönebilirdi. Üstelik onlara göre Anadolu’daki bütün uygarlıklar

sonunda bugünün Anadolu’suna ait ve bütündü. Böylece Anadolu’ya gözünü diken

Batı da kolayca ebedi bir hasma dönüşecekti. İnsanlığın sahip olduğu bütün

düşüncelerin ve hümanizmin kaynağı olarak Anadolu’yu görmek, hiç kuşku yok ki

sapkın bir düşünce sayılabilir. Bu anlayışın günümüzün ulusçu ve milliyetçi

anlayışlarıyla kolayca buluşması şaşırtıcı olmaz.

Mavi Anadolucu düşünceler daha önce de eleştiri konusu edildi. Ama adamakıllı

tartışılmadı. Kimliği belirsiz bir akım olarak kaldı. Doğrusu, etkisi uzun süreli de

olmadı. Ama bu tür düşünceler her zaman yok yere canlandırılıp kullanılabilir.

Bugün Mavi Anadoluculuğun şoven yanlarına ilişkin sert eleştiriler yapılması,

milliyetçiliğin ülkedeki yükselişine karşı duyarlıktan olsa gerektir.

BARIŞ KARACASU (Yazar-gazeteci):

HALA YETERİNCE TARTIŞILMIYORLAR

- Mavi Anadolucuların şimdiye dek milliyetçi veya ırkçı yönleriyle eleştirilmemiş

olmalarının nedeni ne?

Page 46: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

En baştan şunu söylemek gerekir sanırım: Bu kişilerin hemen hepsi de yelpazenin

solunda yer aldığı düşünülen kişiler. Dolayısıyla bu gözle bir değerlendirmenin

yapılmamış olması çok da şaşırtıcı değil. Karşı taraftan ise Mavi Anadolucular ile

onlara dokunan kişilere yapılmış eleştiriler var, ama bunlar da aman aman kayda

değer değil. Asıl şaşırtıcı olan herhangi bir değerlendirmenin uzun yıllar

yapılamamış olması. Bunlar azımsanmayacak üretkenlikte kişiler. Yine de bütün bu

külliyata karşın bu metinlerin nasıl okunabileceği, içermelerinin neler olabileceğine

ilişkin de çok az çalışma var. En azından toplumsal ve kültürel düzlemde etkileri

bugün bile süren bir akım üzerine değerlendirmelerin daha çok olması beklenirdi.

Değinip geçivermek, “güzel insan”lar olduklarından dem vurmak, projeleri

bağlamında değil insanlarla ilişkileri bağlamında “hümanist” demeyi yeğlemek...

- Genel olarak, Mavi Anadolucular hakkında bilinmeyen veya şu anda tartışılması

gereken yönleri neler?

Söz konusu kişilerin çalışmalarına, yapıtlarına bakacak olursak üç öbekte

toplandıklarını görürüz: Çeviriler, edebi metinler, “kuramsal” diyebileceğimiz

metinler. Bugüne değin son saydığımız metinlere yönelik çalışmalar oldu, konunun

o bakımdan tüketildiği söylenebilir. Edebi metinler ile ilgili olaraksa hâlâ tartışmaya

gereksinimimiz var. Nermin Yazıcı’nın konuyla ilgili bir iki çalışması var. Murat

Belge’nin son yazısı önemli bir katkı olmakla beraber başlangıç sayılabilir. Çeviri

etkinliğinin de ne olduğuna, neler içerdiğine bakmak gerek. En önemlisi ise bütün

bunların bir arada neye karşılık geldiği. Yapılan işlerin tamamı da bir büyük projenin

saç ayağı. Bunların birbirleri ile ilişkileri, dokundukları yerleri de ortaya çıkarmak

gerekir.

CENGİZ BEKTAŞ (Mimar-yazar):

ONLARIN MİLLİYETÇİLİĞİ BUGÜNÜNKÜ GİBİ DEĞİLDİ

Halikarnas’ı eleştirenler şimdiye kadar neredeydiler acaba? Ben bunun şu sıralarda

ele alınışında bir amaç olduğunu düşünüyorum. Onun eninde sonunda istediği şey

bizim Anadolu’ya göçebe gibi değil doğru dürüst bakmamız. Daha da önemlisi;

uygarlığın batılıların zannettiği gibi batıdan değil, doğudan batıya gittiğini

söylüyordu ki, bu doğrudur. Toprağın ilk sürüldüğü yer Anadolu, ilk kentsel

yaşamın gerçekleştirildiği yer Anadolu. Batılılarsa tam tersini söylüyorlardı. Bizim

batıda eğitim almış bilim adamlarımız bile balıkçıyı küçümsüyorlardı. Oysa o “Batı

neye dayanarak bunları söylüyor” diyordu. Halikarnas’ın çıkışı bir takım insanlara

düşünme fırsatı verdi. Kimi bilim insanları da onun söylediklerinin kanıtı üzerinde

çalışmaya başladılar.

Page 47: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

Manfred Korfmann Troya’nın bir Helen kenti değil Hitit kültürünün kenti oyduğunu

söyledi ki bu da çok şeyi gösteriyor.

- Ben Halikarnas’a yapılan bugünkü eleştirileri yerinde görmüyorum. Ki onlar

hümanist bir dünya duygusuyla hareket ediyorlardı. Milliyetçiliği değil

Anadoluculuğu öne sürüyor.

Halikarnas Balıkçısı batının taraflı-bağnaz davranmasına karşılık vermeye kalkınca

ırkçı veya milliyetçi diye anlaşılabilecek sözlerin çıkmış olması olasıdır. Ama bu,

kesinlikle bugün anlaşıldığı anlamda bir milliyetçilik değildir.

Kaynak: Nokta Dergisi

Yayın Tarihi: 2006

EK: Hamza Aktan kimdir?

Vikipedi, özgür ansiklopedi

Hamza Aktan, Türk gazeteci. Sırasıyla Tv8, Bağımsız İletişim Ağı (Bianet), Post

Express, Birgün, Toplumsal Tarih, Nokta gibi yayınlarda muhabirlik ve editörlük

yaptı. Birikim, haysiyet.com, bianet.org, Radikal, aciksite.com, Çağdaş gibi yayınlara

yazılar yazdı.

Yaşar Aksoy’un notu: Doğum yeri ve yılı yok…

Ama sonunda buldum, 1983 Gever doğumlu… Yani Yüksekova – Hakkari

Hayli ünlü bir genç Kürt gazeteci… Özellikle Kandil’e sık gidip Karayılan – Cemil

Bayık gibi gerilla önderleriyle ayrıntılı röportajlar yapmasıyla tanınıyor.

………………………………

Hamza Aktan kitap ta yazmış!... Konu: Kürt milliyetçiliği

Page 48: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

1 8 J U L Y 2 0 1 2

Kürt Vatandaş

Arka Kapak: "Kürt vatandaşlarımız… Türkiye’de Kürt “realitesi” yarı-resmî veya

yarım ağız tanındığından beri, bu sözü sıkça duyuyoruz. Kürt kimliğini Türkiye

vatandaşlığı bağlamında anlamlandıran bir ifade bu. Peki, Türkiye’nin Kürt

vatandaşı olmanın anlamı ne, gerçekten? İkinci sınıf bir vatandaşlık mı bu?

Türkiye’de Kürt olmak nasıl bir vatandaşlık deneyimidir?

Hamza Aktan bu yalın sorunun cevabını ararken, “Kürt

realitesinin” toplumsal yüzlerine bakıyor. Büyük resmi oluşturan somut yaşam

dünyalarına mercek tutuyor.

• Kürtlerin anadillerini konuşma ve konuşamama deneyimleri…

• Kürt kentlerinde Kürtlerin sosyal, kültürel sınıfsal farklılaşma süreçleri…

• Türk kentlerinde Kürt olmak – ve kimliğini saklayan “Ev Kürtleri”…

• Siyaset kariyerinde Kürtler…

• Popüler kültürün, kültür endüstrisinin klişeleri ve Kürt kültür üretimi…

• Medyada Kürt olmanın çileleri…

• Belki en büyük meydan okuma: Kürt olarak askerlik yapmak…

Page 49: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

• Yurtdışında Kürt olmanın özgürlük ve darlıkları…

• Genç Kürtlerin rahatsızlıkları…

• Kürt öğrenci ve öğretmenlerin okul stratejileri…

• Tartışma, paylaşım ve hınç mecrası olarak internette Kürt aktivizmi…

Hamza Aktan’ın canlı gözlemlerle çizdiği ayrıntılı Kürt vatandaş manzarası, Kürt

toplumundaki muazzam hızlı toplumsal değişime de ayna tutuyor."

……………………………………………………………………………………………

ÖZDEMİR İNCE’DEN TÜM BU SALDIRILARA YANIT NİYETİNE :

Murat Belge ve keramete kıç attırma

Özdemir İnce (13 Ocak 2007 – Hürriyet)

NÁZIM Hikmet’e Ermeni soykırımı pisliği sıçratan (Bk: 3 Ocak tarihli yazım)

Nokta Dergisi bir önceki 7. sayısında Halikarnas Balıkçısı’nı gündeme getirmiş.

Nokta’nın sapla-samanı birbirine karıştıran magazin sunumundan sonra durum

anlaşılıyor: Meğer Murat Belge, Birikim Dergisi’nde (Ekim 2006) Edebiyatımızda

Milliyetçilik bağlamında "Mavi Anadolu Tezi ve Halikarnas Balıkçısı" başlıklı bir

yazı yayınlamış.

ONLAR ROMAN!

Yazıyı büyük bir dikkatle, dergi üzerinde not alarak okudum. Murat Belge, Halikarnas

Balıkçısı’nın Uluç Reis (1962) ve Turgut Reis (1966) adlı romanlarını, yazarın bir

hümanist olmayıp bir Türk milliyetçisi ve ırkçısı olduğunu kanıtlamak için inceliyor.

Gerçekten de, Murat Belge’nin verdiği örnekler, Halikarnas Balıkçısı’nın "Türk

olmayanları anlatma tarzı, onlara bulduğu sadizm biçimleri vb., başta Nihal Atsız,

hiçbir milliyetçi-faşist Türk yazarını aratmıyor". (Birikim, S.35)

Murat Belge bunun dışında yazarın bu iki romanında yanlış coğrafya ve tar ih

bilgilerinin, gerçek dışı şecereler ve anakronik bilgilerin cirit attığını kolayca

kanıtlıyor. Ama okuduğu kitabın bir tarih ve coğrafya ders kitabı olmayıp kötü de olsa

bir roman olduğunu unutarak?

OKUMAK LAZIM

Page 50: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp

Halikarnas Balıkçısı’nın romanlarının yayınlanmasının üzerinden tamı tamına 40 yıl

geçmiş. Murat Belge, Nokta Dergisi’nde "Fark Etmemişiz, Halt Etmişiz" diyor. Sonra

milliyetçiliğin hiç durmadığını, giderek güçlendiğini ekliyor. Cumhuriyet ideolojisinin

oluşturucularından olan bu "milliyetçi" okuma ve yazma, oryantalizmi tersine çevirme

yöntemi olmasın sakın?

Bu tersine çevirme yönteminin 1908’e dayanan bir geçmişi var. Demek ki Herkül

Millas’ın Sabancı Üniversitesi tarafından yayınlanan "Türk Romanı ve ’Öteki’ -

Ulusal Kimlikte Yunan İmajı" (2000) adlı kitabını okumamış Murat Belge. Okumuş

olsaydı, Herkül Millas’ın Türk romanını "Osmanlıcı Yaklaşım", "Osmanlıcılıktan

Ulusçuluğa", "Ulusçu Yaklaşım", "İslamcı Yaklaşım", "Anadolucular", "Sınıfsal

Yaklaşım", "İnsancıl Yaklaşım" başlıkları altında incelediğini anımsardı. Özellikle de,

Halikarnas Balıkçısı, Kemal Tahir, Fikret Otyam, Hasan İzzetin Dinamo ve Yılmaz

Karakoyunlu’nun incelendiği "Anadolucular" bölümünü anımsamalı ya da

okumalıydı.

HALT ETMEK!

Murat Belge’nin itirafını ahlaki bulabilirdik. Ama şu mide bulandırıcı cümle

olmasaydı: "Bu sözleri bir İslamcı’nın ağzından duysa kıyameti koparacak ’laik

aydınlar’ın Balıkçı’nın ideolojisini sorgulamak gereğini hiç hissetmemeleri

ilginçtir" (Birikim, S.38).

Murat Belge’nin bütün amacı, bu cümleyi yazmakmış meğer. Kendisi gibi Balıkçı’nın

ideolojisini "fark etmediği için halt eden", "laik olmayan bir aydın" 40 yıl sonra işe

müdahale ettiğine göre(!)... Ama ilkin Herkül Millas’ın kitabının "Yunan Edebiyatında

Türk İmajı" bölümü okunmalı. Karşılaştırmak için. Alman, İngiliz, Fransız, vb.

edebiyatlarında Türk imgesi nasıl acaba?

Murat Belge’nin sorunu Mavi Yolcular değil. İslamcı, neoliberal, İkinci Cumhuriyetçi

dostları gibi, "Kemalist" olarak tanımladıkları Laik Cumhuriyet ideolojisi ile.

………………………………………………..

Yaşar Aksoy’un son sözü:

Özdemir İnce’ye katılıyorum. Halikarnas Balıkçısı, Azra Erhat, Sabahattin

Eyüboğlu gibi “Türk hümanistlerine” sağdan veya sahte soldan saldıranların

gerçek amacı, "Kemalist" olarak tanımladıkları aydınlanmacı, ulusçu, laik

Cumhuriyet ideolojisi ile hesaplaşmaktır. Hümanistlerle hesaplaşmanın gizli

gündemi budur…

Page 51: İnsanca: Türkiye Hümanizmi Yaşar Aksoy · kahvede bulmaca çözüp, gazetelerimi okurken, Lise-1 sınıfı öğrencisi Ege isimli bir sevimli çocuk cep telefonumdan beni arayıp