osmanlilarda devlet - teeee...

302
OSMANLILARDA DEVLET - TEEEE MÜNASEBETLERİ Dr. İRFAN GÜNDÜZ Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelâm ve İslâm Felsefesi Bölümü öğretim Üyesi SEHA NEŞRİYAT A.Ş. MERKEZ ir Selânik Cad. 49/1 Kızılay-ANKARA Tel.: 25 24 43 6UBE Hacıbayram Cad. 12 Ulus-ANKARA Tel.: 12 65 28 6UBE «fc Feyzullah Ef. Sok. 6 Fatih-îst. Tel.: 524 16 00

Upload: others

Post on 08-Feb-2021

4 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

  • OSMANLILARDA DEVLET - TEEEE MÜNASEBETLERİ

    Dr. İRFAN GÜNDÜZ Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

    Kelâm ve İslâm Felsefesi Bölümü öğretim Üyesi

    SEHA NEŞRİYAT A.Ş.MERKEZ ir Selânik Cad. 49/1 Kızılay-ANKARA Tel.: 25 24 43 6UBE Hacıbayram Cad. 12 Ulus-ANKARA Tel.: 12 65 286UBE «fc Feyzullah Ef. Sok. 6 Fatih-îst. Tel.: 524 16 00

  • SEHA NEŞRİYAT : 10 İlmî Eserler Serisi: 3

  • İ Ç İ N D E K İ L E R

    Kısaltmalar ...................................................... ............ ............ IXönsüz ............................................. ............................................. X II — Kuruluş Döneminde Osmanlı ve Tasavvuf! Müesse-

    ler ........... ............................................................................... 1

    A — XIII. Asırda Anadolu’nun Umumi M anzarası............ 3

    B — tdârî Hayat ve Tarikatlar...................................................... 14a — Molla Abdullah-ı İlâhî ............................................. 48b — Emir Buhârî ............................ ............ ............ 53

    C — İlmî Hayat ve Tarikatlar ... ............................................. 70

    Ç — Askerî Hayat ve Tarikatlar ............................................. 86

    D — İktisâdi Hayat ve T arikatlar............................................. 96X IX . Asırda Tarikat ve Tekkeler..................................... 115

    I — X IX . Asrın Genel Durumu ............................................. 117

    A — Yenilik Hareketleri ve Tekkeler ... ................... ... 124

    B — Yeniçeri Ocağı’nın İlgâsı ve Tarikatlarla Münâsebeti 133

    C — Batılılaşma Gayretleri ve Tekkeler ...........1 — Tanzimat Dönemi ve Tekkeler ...........a — Tanzimat Döneminin Genel Durumu b — Tanzimat ve Tekke Münâsebetleri ...c — Tarikatlarda Bozuluşun Amilleri........ç — Düşünülen Düzenleyici Tedbirler

    148156156164169180

    vn

  • d — Tarikat îçl Düzenleyici Tedbirler .................... 182e — Devlet Eli İle Alman T ed birler............................ 190f — Tanzimat öncesi Tekkeleri Islâh Tedbirleri 191g — Tanzimat Sonrası Tekkeleri Islâh Tedbirleri ... 2032 — Meşrûtiyet Dönemi ve T ek keler............................ 216

    Ç — X IX . Asır Osmanlı Tarihinde Hâlidiyye TarikatınınDoğuşu ve G elişm esi......................... .................................... 23&a — Mevlânâ Halid-i Bağdadi ..................................... 237

    Kitâbiyât ................................................................................................ 257Karma İndeks ... ... ............ ... ... .................... 269

    VIII

  • K I S A L T M A L A R

    Age. : Adı geçen esera. e sr .: Aynı eserAg. Mak. : Adı geçen makâle A Ü İF : Ankara Üniversitesi

    İlâhiyat Fakültesi Arş. : ArşiviBTT. : Büyük Türkiye Tarihi bkz. : Bakınızb. bkz. : Buraya bakınız B M : Büyük Mecmû’a B A : Başbakanlık Arşivi Bl. : BölümüCİ. : Cerîde-i İlmiyye CS. : Ceride-i Sûfiyye Çev. : ÇevirenD İB .: Dlyânet işleri Başkan

    lığı dn. : DipnotDEM : Dîvan Edebiyat Müzesi Göst. yer. : Gösterilen yer h. : HicrîHD : Huzûr Dersleri İA : İslâm Ansiklopedisi İMM : İslâm Medeniyeti Mec~

    mû’asıİÜİF : İstanbul Üniversitesi

    İktisat Fakültesi K tb .: Kütüphanesi K A M : Kubbealtı Akademi

    Mecmû’sı OT : OsmanlI Tarihi

    O T D T : Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri

    OM : Osmanlı Müellifleri s. : Sayfass. : Sahifeden sahlfeye, sa-

    hifeler arası.ŞSA : Şer’î Siciller Arşivi TTO : Türk Tarihinde Os

    manlI Asırları TDAD : Türk Dünyası Araş

    tırmaları Dergisi T İİ T : Türkiye’nin İktisâdi

    ve İçtimâi Tarihi tere. : Tercüme TED : Tarih Enstitüsü Dergisi TD : Tarih Dergisi TMT : Türk Ma’ârif Tarihi TÇD : Türkiye’de Çağdaş Dü

    şünce Tarihi TE : Türk Edebiyatı TDED : Türk Dili ve Edebi

    yatı Dergisi T M : Türkiyat Mecmû’ası OTT : Umûmî Türk Tarihine

    girişÜ M : Ülkü Mecmû’asıVD : Vakıflar DergisiVd. : Ve devamıVd. d. : Ve devâmının devâmıV r .: VarakY z m . : Yazma

    IX

  • Ö N S Ö Z

    -vu>

    el-Hamdü li’l-lâhi Rabbi’l-âlemîn. Ve's-salâtü ve's-se- lâmü afâ Rasûlinâ Muhammedirı ve crlâ âllhi ve eshabihi ve etbâihi ecma’în.

    Kaynağım, Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye'nin ruhundan alan İslâm tasavvufu, Muhammedi bir ifâde İle; «îmandan İslâma, İslâmdan da İhsâna» doğru yükselen bir mü'minin gönül iklimindeki ma'nevî terakkinin adıdır. Gaye İslâm Dini'nin bütün saffet ve hassasiyeti ile, «Allah ve Resûlü'nün ahlâkı»na uygun bir biçimde yaşanmasıdır.

    Bilindiği gibi, İslâm dünyasında tasavvuf; hadîs, fıkıh, tefsir v.b. ilimlerin müstakilen zuhurunda olduğu gibi H. III. (Milâdî IX.) asırda «Zühd» adı altında billûrlaşmağa ve XI. asırdan itibaren de tarikat ve tekkeleri ile teşkilâtlanarak İçtimâî bünyedeki yerini almağa başlamıştır.

    Başlangıcından günümüze kadar tekkelerin toplum hayatındaki rolü incelendiğinde, bu müesseselerin her şeyden evvel tebliğ ve irşâdda ehliyetli elemanlar yetiştiren bir eğitim ve öğretim merkezi olduğu görülür. Ce-

    XI

  • miyetin îcâb ve ihtiyaçları, zaman ve zemînin imkânlarına göre yetiştirilen insanların cemiyete istikamet vermedeki ehemmiyeti açık bir gerçektir.

    Tarîkat ve tekkeler üzerinde yapılan çalışmalar ve yayınlanan monografiler onların birer kolej, medrese ve: teknik üniversite gibi faaliyet gösterdikleri, kendi prensiplerine göre kıvama geldiğine inandıkları kimseleri «ir ̂şâd izni»yle cemiyet içerisine salarak, halkla iç-içe bir anlayışla toplumu yönlendirme ve kendi fikir mihverine; mâletmeye çalıştıkları anlaşılmaktadır.

    Birbirlerinden metod, sistem ve muhteva bakımından' ayrılan muhtelif tarikatlara mensûb meşâyih ve dervişlerin, çevrelerinde hâlelenen feyz ve nüfûz halkası ile rûh. dünyamızı yönlendirdikleri bilinmektedir.

    Tevhîd, yalnızca tek olan Allah'a inanmak değildir. Aynı zamanda kendi iç dünyâmızdaki tezat ve tenâkuz- lardan, rûh burkuntularından kurtulmak suretiyle bir iç istikrar ve itmi’nanına, gönül âhengine kavuşmaktır. Bu. ölçü ve âhenkten mahrum olan dindann, dini yarım yamalak, parça parça şekil ve tezâhürleriyle temsîl etmesi, hele telkin ve teblîğ etmeye kalkışması, din hakkın- daki tereddüdleri giderecek yerde yeni yeni şüphelerin; doğmasına sebep olacaktır.

    Anadolu'nun îmân hayatı kâmil insanların başçeki- ciliğinde İslâmlaşmağa başlamış, teblîğ ve irşâd hizmetlerini disiplin altına alan tekke ve zâviyelerle yaygın formuna ulaşmıiştır. Tecânüsten mahrûm cemiyetin her kesimine anlayacakları. dilden İslâmî fısıldayan sözü-soh- beti dinlenir sürükleyici şahsiyetler, devlet ve millet hayatının sevk ve idâresinde en mühim rolü oynamışlardır.

    Toplumun insiyâtifini eline alarak beşeriyete istikâmet vermek ve onlara hedef çizmek, herkesin yapabileceği sıradan bir iş değildir. Kabiliyet, cehd, gayret, hal

    XII

  • vet ve kemâl ister. «Halvet» ve çile ile gerekli kemâl ve kıvama erenler, «celvet» ile cemiyete döner, onların gönüllerine hakikat ve hikmet pırıltılarını aşılamağa başlarlar.

    İçtimaî hayatın her kademesini kuşatan, her safhasındaki faaliyetlere ibâdet neşvesi veren bu tutum, hasta ziyaretinden devlet idâresine, çırak yetiştirmeden tutun, hudut boylarında nöbet beklemeye kadar uzanan bir çizgi içerisinde toplumu tepeden tırnağa kuşatmıştır.

    Anadolu Selçukluları ile OsmanlI Devleti’nin içtimâî, idârî, askerî ve ilmî hayatı içerisindeki ehemmiyetli mevkii hemen herkesçe kabûl edilen meşâyih ile, onların kurduğu tarîkat ve tekkelerin nüfuzu konumuz açısından ayrı bir önemi hâiz bulunmaktadır. Devletin kuruluş ve yükseliş dönemlerinde tekke ve zaviye demek, aksiyon ruhu ve vazîfe şuuru ile dopdolu, mes'ûliyetlerini müdrik toplulukların müşterek bir ideâle kanalize edilerek, elele, başbaşa verdikleri bir tasfiye ve terbiye ocağı demekti...

    XIX. asır gibi, tarih içinde asırlara varan bir hükümranlığın sahibi Osmanlı Devleti’nin yıkılışına sahne olan bir çağda bu ocakların durumu ne idi? Başından beri devletin üç temel dayanağından biri olan tekkeler yıkılış döneminde ne merkezde idi? Tarîkatlar, meşâyih, devlet ve tekke münâsebetleri nasıldı? Böylesine kanlı ve buhranlı bir coğrafya içerisinde, tekke ve tarikatlardaki tedennî nasıl cereyan etmiştir? Bunlara karşı düşünülen ıslâh çâreleri var mıdır? Varsa nelerdir? Daha da sıralanması mümkün olan bu tip sorular, bizi böyle bir çalışmanın yapılmasına sevketmiştir.

    Cemiyete hayatiyet ve devamlılık kazandıran mües- seselerin insan unsuru sâyesinde geliştiği veya gerilediği fikrinden hareketle, İnsan-ı Kâmil mektebi olan tekkelerin Osmanlı Devleti’nin İçtimâî bünyesindeki yeri İncelenmeğe çalışılmıştır.

    XIII

  • Devlet hayatındaki müessiriyeti hemen herkesçe benimsenen bu müessesenin, inhitât ve inhilâl dönemlerindeki durumunu tesbît ve sıhhatli teşhîs edebilmek için* bunların kuruluş ve yükseliş grafiğindeki durumunu belirlemek zarûreti hâsıl olmuştur.

    «Gümüşhânevî Ahmed Ziyâüddîn, zamanı, hayatı, eserleri, tarikat anlayışı ve Hâlidiyye tarikatı» konulu doktora tezinin birinci bölümünü teşkîl eden bu çalışma, hacmi oldukça kabarık olan tezin neşrini daha kullanışlı hâle getirmek için müstakil olarak yayınlanmış ve «OsmanlIlarda Devlet-Tekke Münâsebetleri» adı verilmiştir.

    Birinci Bölüm'de, devletin kuruluş döneminde tekkelerin yeri :

    1 — İdâri hayat ve tarikatlar2 — İlmî hayat ve tarikatlar3 — Askerî hayat ve tarikatlar4 — İktisadî hayat ve tarikatlar

    başlıkları altında gösterilmiştir.II. Bölüm'de ise, ıslâhat hareketleri ile başlayan, Ye

    niçeri Ocağı'nın ilgâsı ile yepyeni bir safhaya bürünen batılılaşma gayretleri ile tekkelerin münâsebetleri incelenmiştir.

    Nakş-bendiyye’nin Hâlidiyye koluna mensûb olan GÜ- MÜŞHÂNEVÎ'nin bu tarikatın tarihi içerisindeki yerini gösterebilmek için, konunun akışı içerisinde Nakş-bendiyye'- nin Osmanlı Devleti'ne girişi, gelişmesi ve intişârını sağlayan siyâsî âmillere ayrı bir önem verilmiştir. Bu durum, elinizdeki eserin, mezkûr doktora tezinin bir bölümü olduğu dikkate alınarak yadırganmamalıdır.

    XIX. asırdaki bilgiler imkân nisbetinde Başbakanlık Arşivi'ndeki resmî belgelere istinâd ettirilerek verilmiştir.

    Kitabımız, bu konuda daha önce yazılan ve söylenenlere yeni bir şeyler İlâve etmek yerine, bunları tas-

    XIV

  • nîfe tutarak, üzerinde yorumlar yaparak sunmaktadır. Araştırma yapmak isteyenlere ışık tutmak üzere dipnotlar imkân nisbetinde geniş tutularak, konu ile uzaktan- yakından alâkalı eserler bibliyografyada gösterilmiştir.

    Çalışmamızın devamr müddetince, bana yardımcı olan, yol göstericiliği ile fikirlerimize ışık tutan muhterem hocam Prof. Dr. Esat COŞAN’a ve Yrd. Doç. Dr. Mustafa TAHRALI’ya, değerli teşvîk ve yardımlarından istifâde ettiğim Sayın Hocam Selçuk ERAYDIN'a, Doç. Dr. İsmail ERÜNSAL'a, arkadaşım ve meslektaşım Yrd. Doç. Dr. Haşan Kâmil YİLMAZ'a, Marmara Üniversitesi Mâhiyet Fa- kültesi'nin değerli öğretim elemanlarına, eserin neşre hazırlanması ve kitap haline gelmesi için emeklerini esirgemeyen SEHA Neşriyat A.Ş. mensublarına burada teşekkür etmeyi, îfâsı zarûrî bir borç bilirim.

    Gayret ve çalışma bizden, tevfîk ve hidâyet Allah'-, tandır.

    Yrd. Doç. Dr. İrfan GÜNDÜZ Erzurum Sitesi - 15.5.1983

    XV

  • G İ R İ Ş

    I — KURULUŞ DÖNEMİNDE TASAVVUFÎ MÜESSESELER

  • A — XIII. ASIRDA ANADOLU’NUN UMÛMÎ MANZARASI

    Selçuklu-Bizans hudutlarında, sığıntı gibi yaşayan bir uç beyliğinin, kısa zamanda târihin çehresini değiştiren kuvvetli bir devlet hâline gelmesi hâdisesi, yakın zamanlara kadar eksik bilgi ve mütalâalar ışığında îzah edilmeğe çalışılmıştır.

    Devletin teşekkülü için lüzumlu unsurların, «yerli rumlar arasından tedârik edildiği, Osmanlılaşmış rumlar ile Bizans’ta görülen teşkilât üzerine devletin ikâme edildiği» fikri, Gibbons gibi batılı târihçi- ler tarafından ileri sürülmüş ise de, Clement Huart ve F. Giese gibi tarihçiler tarafından bu fikirler, Anadolu’nun hâkim teşkilâtlan olan muhtelif tarikatlar ve ahilerin nüfuzu dikkate alınmadığı gerekçesiyle esastan mahrûm izahlar telâkki edilmiştir. (1)

    Sürülerine mer’a aramak üzere, Anadolu’nun batı uçlarına kadar gelen «dörtyüz çadırlık bir aşiretin», bir müddet sonra, muntazam bir ordu ve düzenli bir

    (1) Geniş bilgi için bkz. Gibbons, Osmanlı İmparatorlu- ğu’nun Kuruluşu, çev. Râğıb Hulûsi Özdem, Türkiyat Enst. Y ayınları, İst. 1928, 1-28, 39-91; Köprülü, M. Puad, Osmanlı İm - paratorluğu’nun Kuruluşu, 47-49; Köprülü, Bizans Miiessese- lertnin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, İst. 1981, 21-28, 198-226; Çetin, Osman, Anadolu’da İslâmiyet’in Yayılışı, 185-187.

  • devlet teşkilâtı ile târih sahnesine çıkması, kendisini hazırlayan birçok dini, içtimâi ve İktisâdi şartların neticesinde ve tabii bir tekevvün içerisinde vü- cud bulmuştur. Bu sebeple Osmanlı Devleti’nin teessüs döneminde, tasavvuf! müesseselerin te’sirleri, cemiyeti tepeden tırnağa kuşatan tarikatlar ile, bunların tecânüsten mahrûm lıalkm vahdet kazanmasındaki rolleri dikkate alınmadan, kuruluş döneminin nıes’eleleriııe inandırıcı yorumlar getirmek oldukça güçleşir. Devletin kuruluş ve yükseliş devirlerinde, bu teşekküllerin, yapıcı te’sîrleri gözönünde bulundurulmadan, inhitat ve inkıraz dönemi tasavvüfî mü- esseselerinin incelenmesi ve tarikatların değerlendirilmesinin oldukça zor olacağı ve isabetli hükümler vermenin kolay olmayacağı açıktır.

    Bu düşünceden hareketle, kuruluş devrinde cemiyet ve devlet hayatının esasını teşkil eden, yükseliş döneminde ise, dünyâya sunulan medeniyetin bir nevi kurucusu ve koruyucusu durumunda bulunan tekke ve tarikatların te’sirlerini, konumuzla ilgisi nis- betinde incelemeğe çalışacağız. Esâsen bir medeniyet, millet ve devletin, yükseliş ve düşüş sebeplerini bulabilmek için, ilk önce içtimâî hayatın beden yapısını sevk ve idâre eden kuvvetlerin mesnedini araştırmak îcâbedeceği aşikârdır.

    XIII. asırda Anadolu Selçuklu Devleti, siyâsî, içtimâî ve İktisadî buhranların, bitmez tükenmez tazyiki altında can çekiştiği istikrarsız ve huzûrsuz bir devri yaşamaktadır. Topraklarım şart ve verâsete bağlı olarak, liyâkat ve kabiliyet esaslarına göre parçalamış, alp’ler, gâzîler, erenler, ulemâ ve dervişlere teslîm ve tevdî etmiş olan bu devlet, zamanın ve çağın şartları îcâbı, idâri, askerî ve iktisâdî hayatını, tasavvufî müesseselerin düzenleyici rol oynadığı

    4 OSMANLILARDA DEVLET-TEKKE MÜNASEBETLERİ

  • KURULUŞ DÖNEMİ 5

    bir temel üzerine binâ etmişti. (2)Tarikat ve tekkelerin cemiyet bünyesini kuşatan

    atmosferi içerisinde, Anadolu Selçuklu Devleti, siyâsi ve kültürel bakımdan en yüksek seviyesine ulaşmıştı. Böyle olduğu halde, «Anadolu’da asırlarca müessir olmuş bazı büyük sûfî tarikatların teşekkül ve nüfûzu, göçebe aşiretlerle yerli halk arasındaki İktisâdi antagonizmin, dinî bir kıyam şekli altında ve Selçuklu Devleti’ni en satvetli devrinde sarsacak kadar kuvvetle tecellîsi», (3) devletin sosyal ve hukukî yapısı içerisinde sıkışıp kalan aşiretlerin, tarikatlar etrafında kenetlenerek güçlü ve geniş bir teşkilât ola- ı-ak zuhuru, bize Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna zemin hazırlayan çağın içtimâi çehresini göstermesi bakımından, ihmâl edilmeden dikkatle değerlendirilmesi gerekli bir husûstur.

    Ayrıca, 1242 yılında, Erzurum’u alan, Sivas ve Kayseri’yi yağma eden Moğol müstevlilerinin doğurduğu tahribat ve huzursuzluk yüzünden, Doğu illerinden Batı Anadolu’ya her sınıf ve meslekten, âlim, şâir, zanaat erbâbı, îman ve tasavvuf ehlinin göç ettiğine şâhid oluyoruz. İran, Mısır ve Kırım medreselerinden gelmiş müderrisler, Selçuklu ve İlhanlı bürokrasisine mensûb devlet adamları ve idareciler yanında, (4) cemiyet hayatını fikrî mihverleri etrafında şekillendiren, Evhadü’d-Dîn Kirmânî (635/1237), Muhyi’d-Dîn Arabi (638/1240), Necmü’d-Dîn Dâye (654/1256), Ahî Evren (660/1262), Sadru’d-Dîn Kone-

    (2) Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, İ81; Ay verdi, Samiha, T.T. Osm. Asırları, I, 87; Çetin Osman, Anadolu’da İslâmiyet’in Yayılışı, 138-139.

    (3) Köprülü, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, 68.(4) Barkan, Ö. Lutfi, «Kolonizatör Türk Dervişleri», VD.,

    II, 282.

  • v! (673/1275), Mevlânâ Celâlü’d-Dîn Rûmî (672/1273), Fahru’d-Dîn Irakî (682/1283) ve Müeyyedü’d-Dîn Cen-dı (700/1301) gibi mutasavvıfların bulunuşu da dikkate alınırsa Anadolu’daki dinı-tasavvufî hayatın canlılığı daha iyi anlaşılır. (5)

    Eğer bir cemiyeti kuran ve koruyan, ilim, iman, fikir ve san’at adamları ve onların yakın çevresi ise, Osmanlı Uç Beyliği’ne vücûd veren içtimâi şartlar şu şekilde tahlile tâbi tutulabilir.

    Osman Bey’in idaresindeki bu aşiret de, selefleri Selçuklular ve çağdaşı diğer beylikler gibi, «İslâmi- yetin esas misyoner rûhuna sahip» (6) mürşid sûfî- lerin ma’nevî nüfûzu ile kuşatılan bir îman hayatı sürmekte idi. Nitekim Osmanlı Hanedanının ilk hükümdarlarına atfedilen bazı rü’yâ motifleri bu tes- bıti te’yîd eder mâhiyettedir.

    Bir rivâyete göre Ertuğrul Gâzî, seyâhatlanndan birinde, dervişin birinin evinde misafir olur. Sohbet esnâsmda, ev sahibi Kur’ân-ı Kerîm olduğunu söylendiği kitabı, yüksekçe bir yere koyarak, yatmağa çekilir. Kur’an bulunan bir yerde ayak uzatıp yatmayı edebe aykırı telâkki edten Ertuğrul Bey, bütün geceyi ayakta geçirir. Yorgunluk sebebiyle sabaha doğru daldığı bir sırada, bir ses duyar ki, kendisine şöyle hitab etmektedir: «Madem ki, sen benim Kelâm-ı Kadîm’ime bu kadar ta'zîm ve hürmet gösterdin. Ev- lâd ve ıyâlin, neslen ba’de neslin şân u şerefe nail olup, beyne’n-nâs hürmete mazhar olacaktır.» (7)

    6 OSMANLILARDA DEVLET-TEKKE MÜNASEBETLERİ

    (5) Köprülü, İlk Mutasavvıflar, 201-204; Çetin, age., 131.(6) Asrar, Ahmed, OsmanlIların Dinî Siyâseti ve İslâm

    Âlemi, 21.(7) Hammer, Devlet-i Osmâniyye Târihi, I, 81-83; Lutfî

    Paşa, Târih, 5-6; Ahmed Hilmi, İslâm Tarihi, 650.

  • KURULUŞ DÖNEMİ 7

    Osman Bey’e atfen verilen bir rü’yâ da kaynaklarda şöyle nakledilmektedir: «Ahret canibine meyli ziyâde», «menhiyyâttan ise son derece müctenib» sâ- lih bir zat olan Osman Bey, zaman zaman, sâdâttan ve ahi meşâyihinden Şeyh Edebâlî’nin sohbet ve ziyaretlerine devam ederdi. Rivayete göre bir gün, şeyhin hanesinde misafir olarak bulunurken bir rü’yâ görür. Bunda, şeyhin koynundan çıkan bir hilâlin, kendine doğru büyüyerek gelip, dolunay şeklinde göğsüne girdiğini, sonra göbeğinden ansızın zuhûr eden bir ağacın, gölgesiyle dünyâyı kapladığını, (8) daha sonra, kopan bir fırtınanın ağacın yapraklarını dünyânın bütün şehirleri ve özellikle «bir yüzüğün elması» gibi İstanbul’un üzerine döktüğünü görür. Rü’yâ Osman Bey’in yüzüğü parmağına takması ile son bulur. (9) /

    Sıhhat dereceleri ne olursa olsun, bu ve benzeri rivayetler, teşekkül dönemindeki Osmanlı cemiyetinin ma’nevi yapısını ve değer hükümlerini meydana getiren mihver fikrin, mâhiyet ve istikâmetini göstermesi bakımından câlib-i dikkattir. Öyle ki, Edebâlî’- ye ta’biri sorulduğunda: «Sen ve senin zürriyetin yeryüzüne hâkim olacak bir devlet kuracaksınız.» dedikten sonra, kızı Malhün Hâtun’u Osman Bey’e vererek, fiilen rü’yâyı ta’bir etmiş, hilâlin bedire tamamlanması için de gerekli istikâmeti böylece işâret etmiştir. (10)

    Yaptırdığı zâviyede «âyende ve râvendeye hiz- met»i şiâr edinen, misâfirhânesi ziyaretçilerle dolup taşan, (11) çevresindekilere, «toprağa bağlanın, suyu

    (8) Âşık Paşa-zâde, Târih, 6; Ahmed Hilmi, age., 650.(9) Hammer, age., I, 81-83; Lutfî Paşa, Târih, 6.(10) Köprülü, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu, 146.(11) Âşık Paşa-zâde, age., 6; Taşköprî-zâde, eş-Şakâik, 6.

  • israf etmeyin, ilim sahiplerini gözetin, ağaç dikin» (12) şeklinde nasîhatlarda bulunan Şeyh Edebâlî (727/ 1326), Anadolu’da benzerleri arasında yalnız değildir. Etrafında işçi, çiftçi, zanaat-kâr ve muhâriblerden teşekkül eden mürîdleri ile, Turgut Alp’ler, Konur Alp’ler, Akçakoca’lar, (13) ve her köyde kurdukları zaviyeleriyle, içtimâi hayatın aklî ve rûhi dinamizmine yön veren ahiler, (14) bir yandan cemiyette cihâd rûhunu hızlandırırken diğer yandan da, mâlik oldukları ma’nevî nüfûz ile, içtimâi hayatı îmar ve ihyâ eden birer otorite durumunda idiler.

    Mahallî idare imkân ve vâsıtalarının yeterli olmadığı o günün şartları içerisinde, Anadolu’nun İslâmlaşması ile başlayan iman hayatı, daha sonraları bütün bölgeleri bir ağ gibi saran, tekke ve zaviyeler hâlinde müesseseleşerek, muktedir mürşidlerin rehberliğinde disiplin altına alınmıştı.

    Osmanlı Devleti’nin teessüsü döneminde, idâre için lüzumlu muvazeneli halk unsurunun teşekkül ettirilmesinde, cemiyet hayatının hem kurucusu, hem de koruyucusu olan tasavvufî müesseselerin faaliyetleri nâzım rol oynamıştı. Ancak bu sâyededir ki, «Os- manlılaştırılmış BizanslIlar, devşirmeler ve İslâmiye- ti kabûl etmiş esirler» faraziyesine mürâcaat etmeden, (15) kuruluş mes’elesinin izahını yapmak daha da kolaylaşmış olacaktır.

    Bu neticeyi sağlayan teşkilâtlar arasında, bilhassa, Âşık Paşa-zâde Târihi’nde, «Gâziyân-ı Rûm», diğer târihlerde, «Alp’ler», veya «alperenler» adı ile zikredilen, geniş bir teşkilâta mensûb derviş-gâzıler mev-

    (12) Öcal Safa, «Şeyh Edebâlî Hazretleri», TDAD., 53.(13) Köprülü, age., 146.(14) İbn Batûta, 312 vd.(15) Barkan, Ö. Lutfi, ag. mak., 281-282.

    8 OSMANLILARDA DEVLET-TEKKE MÜNASEBETLERİ

  • KURULUŞ DÖNEMİ 9

    cuttu. «Horasan Erenleri» de denilen, «Abdalân-ı Rûm» ile, Anadolu’yu köy köy kuşatan «Âhiyân-ı Rûm»un, kuruluş devrindeki te’sîrlerini, devletin resmî teşkilâtında izler hâlinde görmek mümkündür. (16)

    Bu te’sirleri müşahhas misâlleriyle göstermeye geçmeden önce, Selçuklu Saltanatı’mn sona erdiği ve Osman Bey’in, Beyliğin başına geçtiği XIII. asrın sonu, XIV. asrın ilk yarılarında, Anadolu’yu kuşatan ta- savvufî merkezler arasında, ahilik başta geliyordu.

    Eskişehir’in Uludere (Kelpbumu-İtbumu) köyünde ikâmet eden ve ahî reislerinden olan Şeyh Edebâ- lî, Şeyh Mahmûd Gâzî, Ahî Şemsüddîn, Ahî Haşan, Ahî Kadem ile daha sonraları Osmanlı Devleti teşkilâtında, kadı, kadı-asker ve vezîr-i a’zam olarak faydalı hizmetlerde bulunan Çandarlı Kara Halil (800/ 1397) ahilerden idi. (17)

    Selçuklu Sultanlarından II. Gıyâseddîn Keyhus- rev (643/1246) zamanında tehlikeli bir isyan çıkarmaya muvaffak olan Baba İlyas’m müridlerinden Baba İshak, 637/1239-40’a kadar Selçuklu Devleti’ni epey uğraştırmıştı. (18) Bâtınî şeyhi Baba İlyas’a nisbetle «Babaîlik» adı ile meşhûr olan bu tarikat ise, Osman- lı Devleti’nin teşekkülünde, Geyikli Baba, Abdal Mu- rad, Doğlu Baba gibi alperenler (19) vâsıtası ile müessir olmuş, sonraları ise yıpranan bu isimden sıyrılarak, yine habâılerden ve XIV. asrın ilk yarısında vefat eden Hacı Bektaş-ı Velî (738/1337-38) ’ye nisbet edile-

    (16) Akdağ, M ustafa, TİİT, I, 53. Ayrıca bkz. Çetin, O sman, age., 135, 140-144.

    (17) İbn Batûta, 312-313 v d .; Uzunçarşılı, OT., I, 105, 530; Taneri, Hük. Kurumunun Gelişmesi, 116; K öprülü, İlk Mutasavvıflar, 211 vd.

    (18) Köprülü, İlk Mutasavvıflar, 207; Çetin, age., 41.(19) Uzunçarşılı, OT., I, 531; Çetin, age., 145, 146.

  • rek «Bektaşîlik» adı ile şöhret bulmuştur. (20)Anadolu’da hissedilir bir hâkimiyeti bulunan ta

    rikatlar arasında, İbn Batûta (771/1369)’nın «Tarîkat-ı Ahmediyye» dediği Rifâîliği de görüyoruz. İzmir, Bergama, Amasya ve Sonisa’da tekkeleri bulunan ve gösterdikleri harikulade hareketlerle halkın itibar ve teveccühünü kazanan bu dervişler de önemli bir nüfû- za sahipti. (21)

    Devletin kuruluşu sırasında, adından pek fazla bahsedilmekle birlikte, Celâlü’d-Dîn-i Rûmî (672/ 1273)’nin piri olduğu «Mevleviliği de zikretmek gerekir. Zira, Kuzey Anadolu, Çorum, Ankara ve Bursa babaların tekkeleri ile kuşattıkları yerler olmasına karşılık, Konya’nın başşehir olduğu Kayseri, Konya, Kütalıya, Aydın hattı da mevlevîlerin nüfûzu altında idi. (22)

    Dağılan Selçûkîlerin yerine, çeşitli beyliklerin teşekkül etme çabalarına sahne olan bu dönemde, beylerin teşkilâtlı güçlere olan ihtiyâcı neticesi, şeyhlerine «yıkayıcı elindeki ölünün» teslimiyeti ile bağlanan tarikat erbâbı ile, bozulan cemiyet nizâmı içerisinde kıvranan muzdarip insanlara rûhî sükûn ve ma’- nevî âsâyiş va’deden tekkelerin önemi büsbütün artmıştı. Bu zaman zarfında, cemiyetin bütün tabakaları ve özellikle meslek teşekküllerini nüfûz ve te’sîr- leri altına alan meşâyih, kendilerine bağlı olan devlet büyükleri ve zenginlerin siyâsî ve mâlî destekleriyle, cemiyetteki mevkilerini daha da kuvvetlendirmişlerdi. (23)

    (20) . Köprülü, îlk Mutasavvıflar, 209-210.(21) İbn Batûta, 197, 327, 338, 360; Köprülü, İlk Muta

    savvıflar, 204; Çetin, age., 145.(22) Akdağ, TÎİT., I, 51 52; Köprülü, tik Mutasavvıflar,

    .217.(23) Akdağ, TÜT., I, 52.

    10 OSMANLILARDA DEVLET-TEKKE MÜNASEBETLERİ

  • KURULUŞ DÖNEMİ 11

    Moğol istilâları ile sarsılmış içtimâi sancılar içinde kıvranan insanlar için, kurtarıcı birer sığınak, (24) durumuna gelen tekkeler ile, tarikat mensûblanndan bazıları, «zâlime de, mazlûma da yardım ediniz. Zâlimi zulmünden alıkoymak, mazlûmu zulümden kurtarmak ve onlara böylece yardımcı olmak ibâdettir.» (25) hadîsi gereğince, mazlûm halk arasına karışarak, ordularla birlikte memleket açmak ve fütuhat yapmakla meşgûl olmuş, bazılan ise, tecânüsten mah- rûm halk kitlelerini aynı idealler etrafında kenetleyerek, merkezî otoritenin te’sîsine yardımcı olmuş, böylece devlet için lüzumlu kan ve kol kuvveti yanında, irâde ve îman birliğini gerçekleştirebilmek için gayret göstermişti. (26) Birtakım tarikat ehli de, zâlim Moğollar arasında kalarak, en azından onları İslâm’a ısındırmak, ya da zulümlerini asgarîye indirebilmek için mücâdele etmeye çalışmıştı. Aşağıda zikredilen bir hâdise bu husûsta canlı bir misâl olarak değerlendirilebilir.

    Şeyh Cemâleddin adında müttakî ve mutasavvıf bir zat, bazı yolcularla berâber seyâhatte iken, bil- meyip Tokluk Timur Han adındaki bir Moğol emîri- nın av arazisine izinsiz girdiği için yakalanır. Elleri ve ayakları bağlı olarak huzura götürülür. Yapılan soruşturma esnâsmda: «İran’lı olduğunu ve memnû bir yere girdiğinin farkında olmadığını» belirtir. Bunun üzerine Han: «Bir köpek bile bir İran’lıdan daha kıymetlidir.» deyince, Şeyh de: «Evet müslüman olmasaydık, belki bir köpekten de aşağı olurduk..» ce-

    (24) Akdağ, TİİT., I, 48; Turan, Osman, TCHM Tarihi, II, 29.

    (25) Tecrîd-i Sarih, VII, 362. hadîs; Gümüşhânevî, Râ- mûzü’l-Ehâdîs, 5755. hadîs.

    (26) Barkan, ag. Mak., 290.

  • 12 OSMANLILARDA DEVLET-TEKKE MÜNASEBETLERİ

    vâbını verince, Şeyh’in cesaretine hayran kalan Han, onu bir kenara çekerek söylediklerinin mânâsını sorar. Şeyh’in ifâdelerinin te’sîri altında kalan Han, ta’- zîm ve hürmetten sonra ona: «Şimdi şehâdet getirmiş olsam, halkımı buna şevke imkân bulamam. Benim için biraz sabret. Ecdâdımm bıraktığı hükümete ta- mâmiyle mâlik olduğum zaman buraya gel.» diyerek Şeyh’i salıverir. Aradan seneler geçer. Hastalanan Şeyh Cemâleddîn, ölmeden evvel oğlu Reşidü’d-Dîn’e, «Bir gün gelecek Tokluk Timur Han büyük bir hükümdar olacak, korkmadan onun nezdine git ve benim nâmıma kendisini selâmla ve etmiş olduğu va’di hatırlat» diye vasiyyet eder. Oğlu, zamanı gelince Hükümdara giderse de, huzûra girme imkânı bulamaz. Bunun üzerine bir gün sabah erkence, Han’ın çadırı yanma sokularak sabah çzanını okumaya başlar. Buna, oldukça sinirlenen muhâfızlar, derhal onu yakalayarak Han’a götürürler. O da, huzûra çıkınca, Han’a pederine olan va’dini hatırlatır. O da: «Tahta çıktığımdan beri, verdiğim sözü her an hatırımda tuttum.» diyerek, hemen Kelime-i Şehâdet getirir ve müslüman oluverir. Emirleri ile istişâreden sonra, Tulik isminde eşraftan birisine İslâm’ı kabûl etmesi teklif edilir. O da, vâki olan böyle bir teklif karşısında ağlayarak: «Bundan üç sene önce, Kaşgâr’da bulunan evliyadan bir zât beni hidâyete şevketti. Fakat sizden çekindiğim için bunu izhâr edememiştim.» der. (27)

    Zamanın en büyük İslâm Hükümdarı olan Mu- hammed Harzemşah, asılsız bir iftirâ ile itham ettiği Buhârâ âlimlerinin reisi ve piri Necmü’d-Dîn Küb- râ (618/1221) ’nm halîfesi Şeyh Mecdü’d-Dîn’i, sarhoşken verdiği bir kararla boğdurtur. Bu müessif hâdiseden haberdar olan Necmü’d-Dîn Kübrâ, Sultan

    (27) Ahmed Hilmi, İslâm Tarihi, 456, 457.

  • KURULUŞ DÖNEMİ 13

    Harzemşah’a bed-duâ etmiş, ve «Mecdü’d-Dîn’in kanını, tacı, başı ve mülkü pahasına ödeyecek» demişti. Ertesi gün işlediği suçun ağırlığı altında ezilen Sultan, meşârünileyhe, tabaklar dolusu altın göndermiş ve kusurunun affını taleb etmişti. Lâkin aldığı cevap: «Mecdü’d-Dîn’in kanı pahası, senin, benim ve daha nice binlerce insanın kanıdır.»dan ibaret olmuştu. Netice Şeyh’in dediği şekilde tecellî etmiş, Necmü’d-Dîn Kübrâ da, şehir Moğollar tarafından muhasara edildiğinde şehid düşmüştür. (28)

    Bunlardan anlaşılıyor ki; XIII. asır Anadolu’sunda, tasavvufî merkezler ve onlara bağlı ma’nevi guruplar, önce efkâr-ı umûmiyyeyi tesviye edip, ma’ne- vî bir birlik ve kıvam meydana getiriyor ve böylece içtimâi hayatın devamlılığını sağlıyordu. Hâkimiyet te’sis etmek isteyen siyâsî kuvvetlerse, kendilerini, teşkilâtlı ve kuvvetli birlikler vücûda getirebilmiş zümrelere dayamak mecburiyetini duyuyorlardı. Ma’- nevî rehberler ise, bir yandan mazlûm ve perişan halkı, diğer taraftan da, kendilerinden istifâdeyi düşünen siyâsî nüfûz sâhiplerinin bu za’fını hesâba katarak, iki taraflı bir hizmet ve kuşatma ameliyesi ile, faaliyetlerini sürdürüyorlardı.

    (28) Ahmed Hilmi, a. esr. 436.

  • B — İDARÎ HAYAT VE TARİKATLAR

    Osman Bey, cemiyetin yukarıda işaret edilen çevresi içerisinde Beyliğin başına geçtiği zaman, etrafı Edebâlî, oğlu Şeyh Mahmûd, Ahî Şemsü’d-Dîn, Dursun Fakîh, Kasım Karahisari, Şeyh Muhlis Karamâ- nî, Âşık Paşa ve Elvan Çelebi v.b. (29) ilim, îman, irfan adamları, «evliya» (30) bilinen şahsiyetler ve «Türkmen Babalan» (31) ile dolmuş, devletin teşekkülünde rol alan güçler arasında ahiler fiilen yer al- mşı bulunuyordu. (32) Bu yüzden daha ilk günlerde Osmanlı akmlan bir gazâ mâhiyetini almış, beyleri «gâzı», orduları da «gaziler» den teşekkül eden devlet, (33) ma’nevî bir temel üzerine binâ, edilmeye başlanmıştı.

    (29) Taşköprî-zâde, Şakâik, 6-8; Taneri, Hük. Kuruntunun Gelişmesi, 163; Uzunçarşılı, OT., I, 561.

    (30) Evliyâ: Hayatını riyâzat ve mücâhedelerle, îbâdet ve tâata sarf ederek, kendisinde ğâibden haber verme, ahvâli keşfetme gibi hârikalar zuhûr eden insanlar için kullanılan bir tabirdir. Pakalın, OTDT Sözlüğü, I, 573.

    (31) Baba: Bektâşî şeyhlerine verilen bir ünvan olduğu gibi, Yesevî tarikatı ve Ahmed Yesevî’nin te’sîri ile Selçuklular devrinde Ttlrkler arasında çok yaygın olan sûfilere verilen ünvan. Pakalın, a. esr. I, 136. Geniş bilgi için bkz. OCAK, A. Yaşar, Babaîler İsyânı, İst. 1980.

    (32) Turan, TCHM Tarihi, II, 32; Taneri, age., 158.(33) Taşköprî-zâde, Şakâik, 6, 7; Turan, TCHM Tarihi,

    H, 32.

  • İDÂRÎ HAYAT VE TARİKATLAR 15

    Osman Bey, Karacahisar’da cum’a, Eskişehir’de de bayram namazını, bir ahi olan Dursun Fakîh’e kıldırtıp, hutbeyi kendi adına okutarak beyliğini îlân etmiş, (34) sonra da «âdet-i hasene»’ye temessüken, kayınpederi Şeyh Edebâlî’yi, «emr-i fetva»’y a memûr etmiş, irtihâlini müteâkip de, O'nun dâmâdı Dursun Fakîh’i istihlâf etmişti. (699/1299) (35)

    Böylece Osman Gâzî, bir yanma Dursun Fakîh gibi bir şeriat temsilcisini, diğer yanına da, mürebbî- mürşid olarak Edebâlî’yi almış ve bu iki güçlü müşavir kuvvetin rehberliğinde, hedefine doğru yürümeye başlamıştı. 701/1301-2’de İznik üzerine yapılacak harekât için uygun gördüğü Yeni Şehir’i merkez yapan Osman Bey, Bilecik ve havalisinin mahsûlünü, ailesinin geçimine tahsis ile, Şeyh Edebâlî’yi de, üzerlerine emir ve nâzır ta’yîn etmişti. Müşârünileyh, böylece hem kendisine emânet edilen beylik ailesine nezâret, hem de Bilecik kalesinin hâkimliğini deruhte ediyordu. (36)

    Bunlardan başka, târihlerde «delişmen tabiatlı, garib etvarlı» (37) dervişlerden oluşan, bir yandan İçtimaî hayat, diğer yandan idârî teşkilât arasına karışarak, günün ihtiyâç ve îcâblannı bir îman ve ideal hâlinde benimseyen, hamasî ve dinî bir teşkilât da, devletin iskân ve İktisadî mes’elelerini yürütüyordu. Osman Bey’in, ticâret yollarına hâkimiyeti dolayısı ile Bizans’ı rahatsız ettiğinden bahseden Bizans kay-

    (34) Âşık Paşa-zâde, Târih, 38; İlmiye Salnamesi, (1334), 315, 316; Taneri, Ilük. Kurumunun Gelişmesi, 158.

    (35) İlmiye Sâlnâmesi, 315; Berki, Fâtih ve Adalet Hayatı, 70.

    (36) Hoca Sa’dti’d-Dîn, Tâcü’t-Tevârîh, I, 37; Gökbllgin, «Osman Ij>, İA, IX , 437.

    (37) Köprülü, Osm. İmp. Kuruluşu, 146, 171.

  • 16 OSMANLILARDA DEVLET-TEKKE MÜNASEBETLERİ

    nakları, OsmanlIların hayati önemi hâiz bölgeleri seçmedeki maharetlerini gösterdikleri kadar, Türkmen Dervişlerinin uçlarda ifâ ettikleri faaliyetin önemine de işaret etmektedir. Zira, binlerce müridi ile San Sal- tuk ve halîfesi Barak Baba, Horasanlı Tapduk Emre ile, Azerbeycanlı Geyikli Baba, batı uçlarında, siyâsî hayatın istikran için oldukça önemli hizmetler ifâ etmekte idiler. (38)

    «Hânedândan bir günah sâdır olsa, ulemâ ve me- şâyih derhal onlardan kaçar ve onlan yüzüstü bırakırdı.» ifâdesi, meşâyihın, siyâsî ve içtimâi hayattaki hissedilir ehemmiyet ve nüfuzunu, onların sultan ve beyler üzerindeki yoğun murakabesini gösterir mâhiyettedir. (39) Öyle ki, kuruluş döneminde, hükümdar intihâbı dahi, vezirler, beylerbeyleri ve ahilerin ellerinde idi. (40)

    Osman Bey’in ulemâya olan saygısı ve onlarla münâsebeti, vefât ederken oğlu Orhan Gâzî’ye: «Bilmediğini ulemâya danış» vasiyeti ile dile gelmişti. (41) An’aneye göre, Osman Gâzî vefât edince, oğullan Orhan ve Alâeddîn Bey'ler, Ahî Haşan, ve diğer ahî me- şâyihi, Edebâlî’nin yeğeni Ahî Hasan’ın zaviyesinde, beyliğin başına geçecek kimseyi ta’yîn etmek üzere toplandıklan bir gün, Osman Bey’in mirasını paylaştıktan sonra, sıra beyin ta’yin ve seçimi mes’elesine gelmişti. Orhan Gâzî, kardeşi Alâeddin’i hükümdar olarak teklif ettiğinde, Alâeddîn Bey: «Gel kardeş, Ata’mızın duası ve himmeti senünledür... Ve hem azizler dahî seni kabûl ettiler.» cevâbım vererek, ahî-

    (38) Öztuna, Yılmaz, BTT., II, 300.(39) Taneri. HUk. Kurumunun Gelişmesi, 165.(40) Uzunçarşılı, OT., I, 455.(41) Gökbllgin, «Osman I», İA, IX , 442; Taneri, age,, 139.

  • İDÂRÎ HAYAT VE TARİKATLAR 17

    lerin de kararma uymuş ve Orhan Gâzî’nin beyliğine rıza göstermişti. (42)

    Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinin en hareketli çağında Bey’liğin başına geçen Orhan Bey de, babasının yolundan giderek, Mevlânâ Sinan, Dursun Fakîh, Dâvûd-ı Kayseri ve Tâcü’d-Dîn Kürdî gibi sû- fî ve âlimler, Abdal Murad, Abdal Mûsâ, Geyikli Baba gibi dervişlere, çevresinde ehemmiyetli mevkiler vermişti. (43)

    «Emîrü’l-Kebîrü’l-Mu’azzamu’l-Mücâhid, Sultânu’l- Kudât..» ünvanlan ile saltanata geçen Orhan Gâzi’- nin, vezirlerinin çoğu ahilerdendi. Alâeddîn Paşa, Ni- zâmeddîn Ahmed Paşa, Hacı Paşa (44) ile, Orhan Gâzî’nin son ve Murad Hudâvendigâr’ın ilk veziri Sinâ- nüddîn Yûsuf Paşa, (45) ahilik içerisinde yetişip, ilmiye sınıfına intisâb ettikten sonra, devlet kademesinde vazife almışlar ve idâri teşkilâtın teessüsünde önemli hizmetler icrâ etmişlerdi. (46)

    Orhan Gâzı tarafından Konurhisar’m fethine me'- mûr edilen Şehzade Gâzî Süleyman, Rumeli’ye geç-

    (42) Âşık Paşa-zâde, Târih, 37-39; Lutfî Paşa, Târilı, 22; Uzunçarşılı, OT., I, 115; Saray Teşkilâtı, 40; Taneri, Htik. Ku- rumunun Gelişmesi, 146.

    (43) Taşköprî-zâde, Şakâik, 8-12.(44) Togan, Z. Velidî, UTT Giriş, I, 328; Uzunçarşılı, Sa

    ray Teşkilâtı, 230. «Gâzîler Sultânı» ünvanı, Osmanlı Hükümdarlarının kendi tebaasına olduğu kadar, İslâm Dünyâsı karşısındaki otoritesini sağlayan bir sıfat, (Taneri, age., 221.) ve «Gâziyân-ı Rûm»un kumandanlığını ifâde eden bir hâkimiyet sembolü idi.

    (45) Vaktiyesindeki «Sadru’l-kebır» ta’biri, ahi restlerine mahsûs bir ünvan olduğundan, onun da ahî şeyhlerinden biri olduğu anlaşılıyor. Uzunçarşılı, OT., I, 582.

    (46) Uzunçarşılı, OT., I, 127; Taneri, age., 191; Gökbil- gin, «Orhan», İA.t IX/405.

  • meyi kararlaştırdığı zaman, «Evliyâullah» ’tan yardım talebinde bulunmayı da ihmâl etmemişti. Mevlânâ’- nın halîfelerinden bir «azız» gelerek, tam hareket edileceği sırada, Şehzade ile görüşmüş ve ona, bu buluşmanın bir hâtırası olarak mevlevî külahı hediye etmiş, peşinden de, zafer ve nusrat niyazında bulunmuştu. Rumeli’ye geçişi terennüm eden Ahi Mahmûd’- un şu beyti bu husûsu güzel bir ifâde ile şöyle tebarüz ettirmektedir:

    «Keramet gösterip halka, suya seccade salmışsın,Yakasın Rûmeli’nin, dest-i takva ile almışsın.» (47)

    Şehzade Süleyman da, fethi müteâkib, bu külahı, ganimetleri paylaştırmak için ölçek olarak kullanmış ve bunu bir «himmet-i ricâliıllah» kabûl etmiş, onu altınlarla süsleyerek kendisi için pâdişahlık tâcı ittihaz etmişti. (48)

    Uçlarda ilim ve fikir ehli olarak yerlerini alan, bazan ordunun içinde, bazan ordudan önce, bazan da ordudan sonra hareket ederek, savaşlara iştirâk eden ve fetihlerin kazanılması ve devlete mâledilme- sinde önemli roller alan tarikat erbabının bu te’siri, sultanların kıyâfetinden, (49) devlet teşkilâtının tebellür eden müesseselerine kadar kendini apaçık gösterir. Osman Bey’e gâzîlik kılıcını kuşattığı rivayet edilen Edebâlî (50) ile, Orhan Bey üzerinde müessir

    18 OSMANLILARDA DEVLET-TEKKE MÜNASEBETLERİ

    (47) öcal, Safa, «Şeyh Edebâlî Hazretleri», TDAD, 45.(48) Hoca Sa’dü’d-Dîn, Tâctt’t-Tevârîh, I, 92.(49) Osman Bey, Horasânî, Orhan Gazi, Ak-börk, I. Murad

    İse, mevlevi külâhı üzerine yuvarlak sarık sarardı. Köprülü, Osm. tmp. Kuruluşu, 133; Taneri, Hük. Kurumlunun Gelişmesi, 245.

    (50) Togan, UTT Giriş, I. 359.

  • İDÂRİ HAYAT VE TARİKATLAR 19

    olan diğer derviş-gâzîlerin te’sîrleri, O’nun, 763/1362’- de vuku bulan vefâtı üzerine, devlet işlerinde nüfûz- lu ahilerin karan ile, Bursa’ya da’vet edilerek, hükümdar ilân edilen I. Murad devrinde de aynen devam etmiştir. (51)

    Hayatında, «Melikti’l-meşâyih Gâzî Murad» unvanı ile anılan, (52) î. Murad’ın, Gelibolu’da, ahi me- şâyihiriden, Ahî Mûsâ’ya verdiği, 767 Recep/1366 Mart tarihli, Malkara’da yaptırdığı zaviyenin vakfiyesinde: «Ahilerden kuşandığım kuşağı, Ahî Mûsâ’ya kendi elimle kuşatıp onu Malkara’ya ahî diktim.» (53) ibaresinden, kendisinin ahilerin reisi durumunda bulunduğu anlaşılmaktadır. Aynca yine kendisi tarafından kabûl edilen Memlûk elçisinin, hükümdarı adına takdim ettiği mektupta «Sultânu’l-kudât ve’l-mü- câhidîn» ünvanı ile kendisine hitâb edilmesi, (54) yaptırmış olduğu bir zaviyenin hitabesinde «Ahî Murad» adını yazdırmış olması, (55) Hudâvendigâr'ın, bu tasavvuf! müesseseler ile ne kadar hem-hâl olduğunu gösterir. Bu yüzden, 1363 M. temmuzunda, Ankara üzerine yürüyen I. Murad’a, Ankara ahilerinin, mukavemet göstermeden beldelerini teslîm etmelerinde, (56) kendi şeyhliğinin de müessir olduğu iddia edilebilir.

    Abdulkadir Gîlânî (561/1166) neslinden olup, Mudurnu’daki tekkesinde sakin ve umûmun sevgisine

    (51) Uzunçarşılı, OT., I, 101; «Murad I», İA.t VIII. 587.(52) Öztuna, BTT., II, 300.(53) Uzunçarşılı, OT., I, 531; «Murad I», İA.t VIII, 596.(54) Taneri, Hük. Knrumunnn Gelişmesi, 222.(55) Gökbilgin, M. Tayyib, XV. ve XVIII. Asırlarda Edir

    ne ve Paşa Livâsı, 173 vd.(56) Uzunçarşılı, «Murad I», İA., VIII, 588.

  • mazhar olmuş Şeyh Fahrü’d-Dîn Efendi adındaki bir sûfînin, kendisini vezir yapmak isteyen I. Murad’a, «uzlet köşesinde oturmayı» tercih edip, Çandarlı Kara Halil’i tavsiye etmiş bulunması, (57) bu yşkiri ve sıcak ilginin hudutlarını göstermesi bakımından dikkat çekici bir husûstur. (58)

    Osman Bey, Orhan Gâzî ve Murad Hudâvendi- gâr’ın şahsında, idâre ile elele veren dervişlerin bu tür hizmet ve faaliyetlerine karşılık, onlar da, kendilerine zaviyeler açıp, köyler bağışlamaktan geri durmuyorlardı. Fethedilen bölgelerde kurulan bu zaviyeler, din, hayır ve kültür faaliyetlerinin mihrakı oluyor, çevrelerinde teşekkül eden, câmi, medrese gibi medenî müesseselerle hâkimiyet kurma usûlü ta’kîb ediliyordu. Yol boylarında, ıssız geçit ve önemli kavşaklar ile, tenhâ yörelerde te’sis edilen veya te'sisine müsâade edilen zaviyeler, içtimâî hayata sunduğu hizmetler yanında,- fetihleri de kolaylaştırmış, siyâsî otoritenin teessüsünde faydalı ve ehemmiyetli düzenlemeleri sağlamıştır. (59)

    İlk Osmanlı vekâyi'nâmelerinde gördüğümüz şeyh ve dervişlere verilen bu imtiyazlara rağmen, lü- zûmu hâlinde, faaliyetleri ta’kîb ve kontrol edilmiş, «nâ-ma’kûl fiillerde bulunduğu, âyende ve râvende- ye hizmette kusûru» tesbît edilen dervişlere, te’dîben ihtarda bulunulmaktan veya onların memleket dışına sürgün edilmesinden çekinilmemiştir. • Bu hususa misâl olarak, Orhan Gâzî’nin, Bursa ve havâlisinde-

    20 OSMANLILARDA DEVLET-TEKKE MÜNASEBETLERİ

    (57) Bu vak’a aynı zamanda sûfî ve ahî kavramlarındaki farklılığı gösterebilir, b. bkz. 87; Akdağ, TİİT, I, 341.

    (58) Barkan, Ö. Lutfi, «Kolonizatöt Ttlrk Dervişleri», VD., 305-365.

    (59) Uzunçarşılı, «Murad I», İA., VIII, 590.

  • İDÂRİ HAYAT VE TARİKATLAR 21

    ki dervişleri teftiş ettiğinin söylenmesi (60) ileri sürülebilir. Bu kayıtlar, onlann büsbütün başıboş bırakılmadıklarını da ortaya koyması bakımından ilgi çekicidir.

    Münzevi oldüğu kadar da dinamik olduğu anlaşılan bu teşekküller, Anadolu'nun fethi ve İslâmlaşmasında, devlet ve idâreciler ile omuz omuza çalışmışsa, devlet de, bu idealist zümrenin cemiyet için bir nizam ve âhenk unsuru olduğunu bilerek, toprak, imar, iskân, kültür ve âsâyiş mes’ûliyetine geniş ölçüde iştiraklerini sağlamak firâsetini göstermiştir. Bu siyâset ve firâsetin icâbı olarak, Osmanlı Sultanları, meşâyihe karşı gerekli edebe riâyet etmekte hassasiyet göstermişlerdir. Hattâ bu hassasiyet, Yıldırım Bâ- yezid Han’ın, kızı Hundi Hâtun’u Buhâra’lı mutasavvıf Emir Buhârî (833/1429)’ye vermesi ile sihriyyeie kadar varmıştır.

    İlk saltanat ve zafer yıllarında, perhizkâr, ferâ- gatli ve takvâ dolu bir hayat süren Yıldınm’m hayatı, Sırp Kralı Lazar’m kızı ile izdivacından sonra, sefâhat ve işretle yer değiştirmiş, bu lâubâlı ve kontrolsüz gidişin cemiyette de yayılma istidadı gösterdiğini hisseden Emîr Sultan, bu duruma müdâhale mecbûriyetinde kalmıştır. 802/1400’de, Bursa Ulu Câ- mii’nin inşaatı tamamlanınca kendisine fikrini soran Pâdişah’a: «Bu caminin her köşesine kendiniz için bir mey-hâne yaptırırsanız hiçbir eksiği kalmaz» deyince, hayretinden dona kalan Padişah-, «Beytullah’m etrafına nasıl olup da mey-hâne kurulacağım» sorunca: «Asıl beytullah Allah’ın halkettiği insan vücûdudur. Sen onu mey-hâne hâline getirmekten utanmıyorsun

    (60) Ocak Ahmet Yaşar, «Zaviyeler», VD., 257, Anonim Tevârih-i âM Osman, İÜ. Ktb. TY. No: 2438, vr. 42’den naklen.

  • 22 OSMANLILARDA DEVLET-TEKKE MÜNASEBETLERİ

    da, kendi yaptırdığın binanın etrafına mey-hâne dizmekten mi utanıyorsun?» diyebilmiş ve bu ürpertici sözler, Yıldırım Han’ın kendisini toparlamasına vesile olmuştur. (61)

    Yaptırmış olduğu Bursa Ulu Câmii’nin açılışında, ilk cum’a namazım kıldırması için Emîr Buhârî’yi ten- sib eden Yıldırım Bâyezid’e: «Gavs-i a’zam Sultan Ekmekçi Hoca bu şehirde iken, bu hizmet bize düşmez» diyen Emîr Sultan, imamet ve hitabet vazifesinin So- muncu Baba nâmı ile meşhur olan Hamîdü’d-Dîn-i Ak- sarâyî’ye havâle buyurulmasının daha uygun olacağını izhâr etti. (62) Namazı müteâkib, Fâtiha sûresinin tasavvufi bir tefsirini yapan, Aksarâyî, o sıralarda Fâtiha’yı tefsir emelinde olan Molla Fenârî (834/ 1431)’nin gönlünden geçenlere de böylece tercüman olmuş ve onu da kendisine cezbeylemişti. (63)

    Kübreviyye-i Zehebiyye (64) veya Nûr-bahşiyye (65) tarikatına mensûb olan Emîr Buhârî’nin yanında, Molla Fenârî de, Hükümdar’a zaman zaman îkaz edici ihtarlarda bulunmuş, bir defasında, huzûrunda şâhidlik etmek üzere gelen Yıldırım Han’ın «cemaatla namaz kılma alışkanlığını terkettiği» gerekçesiyle, şehâdetini geçerli saymamıştır. (66) Bu pervasız tutum ve davranışları ile îkaz vazifesini ifâ eden ule-

    (61) Taşköprî-zâde, Şakâik, 35-36; Mecdî, 76, 77; BursalI, M. Tâhir, OM., I, 56; Gibb, A Mistory of Ottoman Poetry,I, 299-300; Baysun, M. Cavit, «Emîr Sultan», İA., IV, 261-262.

    (62) Hoca Sa’dü’d-Dîn, Tâcu’t-Tevârîh, I, 222-223; Dâ- nlşmend, Târihî Hakîkatlar, II, 491-492.

    (63) Taşköprî-zâde, Şakâik, 16-21; Mecdî, Şakâik Tere., 47-53; BursalI, OM., I, 390.

    (64) Baysun, «Emîr Sultan», İA., IV, 261-262.(65) Gökbîlgln, Osm. Müesseseleri Teşk., 73.(66) Baysun, «Bâyezid I», İA., II, 389-390; Taneri, Hük.

    Kurumunun Gelişmesi, İ66.

  • toÂRÎ HAYAT VE TARİKATLAR 23

    mâ ve meşâyih, sultanlar üzerinde ma’nevî murakabelerini devam ettirirken, bir yandan da, lûzûmu hâlinde ellerine kılıçlarını alarak savaşmaktan geri kalmamışlardır. 1402 Ankara Savaşı’nda, Timur’a karşı Molla Fenâri, Şeyh Şemseddîn Cezerî ve Emîr Buhâ- rî de savaşmış ve Timur’a esir düşmüşlerdi.

    Yıldırım Han’ın, meşâyih ve ulemâ ile devam eden bu yakınlığını, ticârî bir hak için kendisine bayrak kaldıran, yirmi gün «kepenklerini indirip» silâh başı yaparak Ankara’ya hâkim olan ahilerin, isteklerini elde ettikten sonra direnişlerinden vazgeçmeleri (67) dahi bozmamıştı. Aksine ordunun kadılığım ve ülkesinde bulunan kadıların durumlarını kontrol için, Şeyh Ramazan adında zahir ve bâtın ilmine vâkıf bir mutasavvıfa vazife vermişti. (68) Aynca Yıldırım Bâ- yezid, savaş ve fütûhatlarda elde edilen ganimetlerle, 802/1399 tarihli vakfiyyesine göre, Kâzeruniyye dervişlerine ve diğer tarikat erbabına, zâviyeler, imaret, medrese, han köprü ve dârüşşifâ yaptırmış idi.(66)

    Osmanlı Devleti’nin zuhurunda, umûmî seciyye- yi tek tek hazırlayan ve bu münferid değerleri, müşterek kuvvetler hâlinde birbirine lehimleyip yek-pâ- releştiren, Orta Asya kan ve an’anesi ile İslâmî vahdet ve mantığı birleştiren ma’nevî güçlerin te’sirini çok iyi tesbît. eden Timur, Ankara Savaşı’nda, ordusundaki şeyh ve dervişleri vâsıtası ile, Sırplı gayr-i müslim askerlerin Osmanlı Ordusu’nda müslümanîa- ra karşı savaştırılmasın! propagandalarına âlet et-

    (67) Tarus, İlhan, Ahiler, 26.(68) Hoca Sa’dü’d-Dîn, Tâcu’t-Tevârîh, I, 224; Mecdî,

    Şakâik Tere., 70.(69) Hoca Sa’dü’d-Dİn, Tâcü’t-Tevârlh, I, 224; Baysun,

    «Bâyezid X», İA., II, 390.

  • inişlerdi. Bu menfi telkinât ve Timur Ordusu’nun müs- lüman olması dolayısı ile gaza ve şehâdetle sevab kazanma ihtimâlinin kalkacağı gibi endişeler, Osman- h Ordusu’nun mağlûbiyetini mûcib olmuştur. (7) Mağlûbiyeti bir türlü hazmedemiyen Yıldırım Bâyezid Han, 8 Mart 1403’de vefat etmiş ve cenazesi tahnit edildikten sonra, yine bir velî olan Şeyh Mahmûd Hayrânî türbesine tevd! edilmiştir. (71)

    Devletin hızlı bir tırmanışa doğru gittiği Yıldırım devrinde, idarenin en fazla za’fa uğramasına sebep olan bu savaşın bizi ilgilendiren tarafı, mağlûbiyette, Timur Ordusu bünyesinde bulunan şeyh ve dervişlerin oynadığı rol ile, kışla hayatını tarikat disiplinine emânet etmiş Osmanlı Devleti’nin yine kendi silâhı ile vurulmuş olmasıdır. Yıldırım Han’ın, Timur karşısında almış olduğu bu yenilgiyi müteâkib, politik kargaşalıklar zuhûr etmişti. «Fetret Devri» denilen bu dönemde, saltanat kavgalarının meydana getirdiği otorite za’fı, dinî ve tasavvufi hayatta da kendini göstermiştir. XIV. asırda, Anadolu mütemadiyen İslâmlaşmış ve Türkleşmiş, İslâmiyet hızla yayıldığı gibi, muhtelif sûfi tarikatlar da o nisbette nüfûzla- rını artırmıştı. Bu sûfiyâne cereyanlar vâsıtasıyle, bir taraftan şiî-bâtmi karakterli itikadlar kuvvetle devam edip dururken, diğer yandan da Sünnilik âdeta resmî bir şekil almış ve ulemâ ile sûfller arasında bir ahenk meydana getirilmişti. Türkmenler arasında hâkim olan «Babaî-Bektâşî» cereyanı ile, merkezî kuvvetlerin siyâsî mülâhazalarla müdâfaa ettikleri « S ü n nîlik» arasında bir mücâdele vasatı da zarûrî olarak zuhûr etmişti. Timur istilâsının meydana getirdiği

    (70) Gökbilgin, Osm. Müesseseler! Teşk. 53; Baysun, «Bâyezid I î>, İA., II, 386.

    (71) Baysun, «Bâyezid I», İA., II, 386.

    24 OSMANLILARDA DEVLET-TEKKE MÜNASEBETLERİ

  • İDÂRİ HAYAT VE TARİKATLAR 25

    maddî ve ma’nevi anarşi, böylece mezheb cereyanlarının mücâdelesine zemin hazırladı. (72) Çelebi Meh- med Devri’nin hâdiseleri arasında Şeyh Bedreddln-i Simâvı (823/1420) isyânı bu sebeple, üzerinde ehemmiyetle durulması gerekli bir mes’eledir.

    Bu ayaklanmada Dobruca’da mevcûdiyetini gördüğümüz Bâtmiyyü’l-mezheb Türkmenler;' 662/1261'- de San Saltuk Dede maiyyetinde oraya giden ve Ka- resi-oğlu İsa Bey zamanında, kısmen Anadolu’ya dönen Baba İshak taraftarlarının artıklan olduğu gibi, Aydın taraflarında Börklüce Mustafa’nın maiyyetinde, hükümet kuvvetleri ile savaşan ateşli ve muta- assıb Türkmenler de, Aydm iline hicret etmiş, Babaî Türkmenlerinin torunlan idi. (73)

    Mûsâ Çelebi zamanında Edirne’de kazaskerliğe fca’yîn edilen Şeyh Bedreddîn, bu kargaşa vasatından istifâde maksadıyle, İzmir taraflanndaki Karaburun bölgesinde Börklüce Mustafa, Manisa havâlisinde de Torlak Kemal’in gayretleriyle faaliyet göstererek, «şeyhlikden şahlığa geçmenin» plânlannı yapmakla meşgûldü. Başlatmış olduğu «alevî kıyâmı» demek olan isyan, Anadolu ve Rumeli’nde yayılma istidadı göstermiş, sonunda ancak Çelebi Mehmed’m çabası ve saltanata hâkimiyeti ile bastınlabilmiştir. (74) Sû- fîlere olan hürmetinin îcâbı, Çelebi Mehmed cülûsun- da, Şeyh Bedreddîn’i aylık bin akçe maaşla İznik’de ikâmete me’mûr etmişken, hacc bahanesiyle oradan

    (72) Gökbilgin, Osm. Müesseseler! Teşk. 62.(73) Gökbilgin, a. esr., 65.(74) Şeyh Bedreddîn için bkz. M. Şerefeddîn, Simavna

    Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddîn, İst., 134.1/1925; «Bedreddîn Si- m âvî», İA., II, 444-446; Öztuna, BTT, II, 370-377; Yurdaydın, İs. Tarihi Dersleri, 104-105.

  • 26 OSMANLILARDA DEVLET-TEKKE MÜNASEBETLERİ

    Deliorman taraflarına kaçan Şeyh, Pâdişah’ın Serez’- de tevakkufu sırasında, yakalanarak huzura çıkarılmış, durumu ulemâ arasında tartışıldıktan sonra, He- rat’lı Molla Haydar’ın «kanı helâl, fakat malı haramdır.» fetvâsı ile, 823 rebîu’l-evvel/1420 mart’ında idam edilmiştir. (75) Bu hâdise üzerine, saltanatın tarikat kisvesi altında zuhûr eden menfi cereyanlara karşı daha ihtiyatlı davrandığı müşahede edilmekle birlikte, tekkelere olan bağlılığın devam ettiği, açılan yeni tekkelere, vakıflar tahsis edilerek desteklendiğini görüyoruz. Bu ise, saltanata geçen sultanların, devletin kuruluşunda mevcût olan unsurların devam ettirilmesinde kararlı olduklarım gösterir. Nitekim Sultan Murâd-ı Sânî ile amcası Mustafa arasında, Çelebi Meh- med'in vefâtı ile boşalan taht için, yeni bir saltanat mücâdelesi başlamıştı. 20 Ocak 1422’de, Anadolu’ya ordusu ile ayak basan amcası Mustafa’nın bu tavrı kendisini o derece ümitsizliğe düşürmüştü ki, bir an Bursa’yı bırakıp, şehzadeliğinde Sancak Bey’i olduğu Amasya’ya çekilmeyi bile düşündü. (76) Fakat Bur- sa’ya vanr varmaz, yanma gidip elini öptüğü ve kendisine pâdişahlık kılıcını kuşatan Emir Sultan (833/ 1429) ’m teşvik ve teşcî’i ile cesaretini toplamış ve böy- lece saltanatın tek hâkimi olabilmiştir. (77)

    Vasiyyetinde, sultanlar için yapılması âdet olan türbenin kendisine yapılmamasını, cesedinin toprağa gömülmesini ve yağmur sularının mezarına girebilmesi için, üzerinin örtülmemesini (78) isteyecek kâ-

    (75) Uzunçarşılı, «Mehmed I», İA., VII/503.(76) Hoca Sa’dti’d-Dîn, Tâcu’t-Tevârlh, II, 124-129; ö z -

    tuna, RTT, II, 388; Baysun, «Emîr Sultan», İA., IV, 261-262.(77) Gökbllgln, Osm. Müesseseler! Teşk., 72; İnalcık, «Mu-

    rad II», İA., VIII, 600.(78) öztuna, BTT, II, 429.

  • İDÂRİ HAYAT VE TARİKATLAR 27

    dar derviş-meşreb ve dindar bir zat olan Murâd-ı Sâ- nî, tasavvuf! menkıbelerin efsânevî pâdişâhı, mutasavvıf İbrahim b. Edhem (161/778) gibi, tahtım henüz onüç yaşındaki oğlu II. Mehmed’e terkedip, dünyâdan elini eteğini çekerek, ibâdet ve riyâzat dolu bir inzivâ hayatını tercih etmişti. (79) Tasavvuftan ve özellikle Emir Sultan’ın yakın alâkasından son derece müteessir olan bu sultanın saltanatında, tarikatların daha da yaygınlaştığını görüyoruz. Hacı Bay- ram-ı Velî (833/1430)’nin nüfûzu, zamanını o derece kuşatmıştı ki, taraf-ı pâdişâhîden müntesiblerinin hükümet tekliflerinden muaf addedilmesi emredilmiş ve bu emir bir hayli mukallidin de Bayramiye tarîkati- ne girmeleri neticesini vermişti. Bunun üzerine Padişah, Şeyh’den mürîdlerinin miktarını sormuş, O da, garib ve oldukça da manidar bir imtihandan sonra: «Birbuçuk dervişim vardır» diye mektûbla cevap vermiştir. (80)

    Savaşlarda kazaskerler, nasıl şeriatın uygulamasından sorumlu iseler, şeyh ve dervişler de aynı şekilde, ordunun moral bakımından ve ma’nen güçlü tu- tutuİmasmdan mes’ûl idiler. Bu cümleden olarak, II. Murad tarafından 1422 yılı İstanbul muhasarasında, Emîr Sultan yüzlerce müridi ile bulunmuş, müessir ve ateşli sözleriyle ordunun hareket ve hücum kabiliyetini hızlandırmıştır. (81)

    Yukarıda gösterilen misâllerden de anlaşılacağı

    (79) Âşık Paşa-zâde, Târih, 132; Öztuna. BTT, III, 171; Kaydu Ekrem, «Şeyhülislâmlık Mües. Ortaya Çıkışı», İİFD, Iî, 207.

    (80) İnalcık, «Murad II», İA., VIII, 614; G

  • 28 OSMANLILARDA DEVLET-TEKKE MÜNASEBETLERİ

    gibi, saltanatın sûfîlere gösterdiği sıcak alâka sebebiyle, Osmanlı cemiyetinde de tasavvuf temayülü canlı bir şekilde devam etmekte idi. Yüsek mevkilerde zeyniyye ve mevleviyye tarikatları rağbet görürken, Bayramiye de halk indinde yayılma imkânı bulmuştu. Bunlar arasında, ayrıca, «dânişmendler, dervişler, sûfîler ve hurüfiler» adıyla çeşitli tasavvufi zümreler zikredilmektedir. (82) Edirne’de, Tunca kenarında, 1435 nisanında bir dârü’l-hadis inşâ ettirdikten sonra, 1439’da da Şeyh Şücâ’u’d-Dln Karamâni için bir mescid ve zâviye yaptıran II. Murad, bu davranışları ile, ulemâ ile meşâyih arasındaki vahdetin devamına ne kadar önem verdiğini de böylece göstermiştir. (83)

    Buraya kadar zikrettiğimiz misâllerden anlaşılacağı gibi, idarecilerin tasavvufa karşı duydukları meyil, XV. asnn başlarından itibaren, devletin çeşitli bölgelerinde, tasavvuf ehline kendi tarikatlarının âyin ve akidelerini yayma imkân ve firsatmı vermiştir. Bektaşî, mevlevî, rifâî, kadiri, halveti, ekberî, bayrâmî ve daha başka tarikatlar, XV. yy.’m ikinci yansından, XVI. yy.'m ortalanna kadar geçen zaman zarfında, memlekette görülen alâka ve desteğin bir tezahürü olarak, bu yayılma daha da kuşatıcı bir havaya bürünmüştür. Yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi, Osmanlı hükümdarları her alanda, yetişmiş olan ulemâ ve me- şâyihe hürmet gösterdikleri gibi, değişik düşüncelere karşı da dâima canlı ve sıcak bir ilgi duymuşlardır. (84)

    Kendi kendisi ile başbaşa kalma zevki, devlet ve riyaset duygularından daha da ağır basan II. Murad’-

    (82) İnalcık, «Murad II», ÎA., VIII, 614.(83) İnalcık, «Murad II», İA., VIII, 614.(84) Uzunçarşılı, OT., I, 532, 535; Turdaydın, İs. Târihi'

    Dersleri, 105-106.

  • İDÂRÎ HAYAT VE TARİKATLAR 29

    ın; zaferlerin, seferlerin, idare, kazâ ve muhtelif mes’- elelerin patırtısı içerisinde, bir kul olduğunu unuta- mıyacak kemâle erişmesinde, Emir Sultan ve Hacı Bayram ı Velî’nin te’sîrleri cidden büyüktür.

    Hacı Bayram-ı Velî ile II. Murad’ın baş başa kaldıkları bir gün, odaya getirilen bebekle Velî’nin birden irkildiği ve dikkatle beşiğe bakarak «Sûre-i Feth»i okumaya başladığı rivayet edilir. Beşikte yatan bebeğin kim olduğunu bilmeden, Şeyh’in Feth Sûresi’- ni okuması II. Murad’ı hayretler içerisinde bırakır. Bu hayret ve şaşkınlık O’na: «Siz benim huzûr-ı Hümâyunumda değil, ben sizin huzûr-ı rûhâniyetinizdeyim.» dedirtmeye kadar varır.

    Söz dönüp dolaşıp, İstanbul’un fethi mes’elesine gelince, Hacı Bayram-ı Veli: «Bey, Konstantiniyye’yi alamıyacaksm. Ama orası alınacaktır. Bunu ben dahî görmeyeceğim. Orası* - sağ tarafına dönerek her şeyden habersiz uyuyan bebeği işâretle - şu beşikte yatan çocuk ile, bizim Köse tarafından alınacaktır. Bunun için, Muhammedümüzü hocası Akşemseddîn (863/1458) ’e bırakmak gerek.» (85) Bu müjde ile, daha kırk yaşında saltanatını oğluna terkederek, özle-

    (85) Bir rivayet ve menkabe olarak nakledilen bu hâdisenin sıhhat derecesi meşkûk de olsa, «Fikr-i umûr-ı halâtk ile, zikr-i Hakk’tan zühûl, ehl-i ukûl indinde makbûl değildir.» (Ayverdi, Sâmiha, Fatih, 2.) ve: _

    «Ne buyurmak, ne de kimseye boyum eğmek gerekir,Ne seyran eylemek, ne çalı çırpı eşmek gerekir.Sonu gelmez bu devlet yükünden el çekeyim,Gönül hâneslne taneden tane ekeyim.» (Hoca Sa’dvl’d-Dîn,

    Tâcu’t-Tevârîh, II, 213.) diyebilen Murâd-ı Sânl’nin rûhl yapısını yansıtmaktadır. Yurd, Ali İhsan, Akşemseddin, LIII; Küçük Haşan, Tarikatlar, 168-169.

  • diği huzur ve âsûdeliğe kavuşmak için, Manisa’nın yolunu tutmasını, biraz da bu müjdede aramak isâ- betli olur. (1444 M. Ağustos)

    Devletin başına çocuk yaşta geçen II. Mehmed ise, gerek ordunun, gerekse devlet adamlarının gözünü doldurmuyordu. Bunu fırsat bilen Macar Kralı Ladis- las, yapılan bir andlaşmayı, Papa’nm: «Müslümana karşı yapılan yeminin bir kıymeti ve bağlayıcılığının olmadığını» söylemesi üzerine, bozmuş ve Haçlı Ordularının başına geçmişti. Bir ma’nâ erinden geldiği rivayet edilen fetih müjdesini oğlunun elinde görme arzusu ile bu fedakârlığı yaptığı tahmin edilen II. Murad ise, bu hengâmede, devletin başına açılan derd ve devlet adamlarının derman talepleri karşısında, 1446 Ağustos’unda, yeniden tahtının başına geçti. (86) İşte bu geçiş, II. Mehmed’e, ikinci şehzâdeliğinde, siyâset ve hükümet umurunun gaileleri yerine, sistemli ve metodlu bir irfan, ölçülü ve kemâlli bir yetişme fırsatı vermiştir. Molla Hüsrev (885/1480), Molla Gü- rânî (903/1497), Hızır Bey Çelebi (863/1458-59), Hoca Hayreddin (880/1475) (87) gibi ilim ve irfan er- bâbı ile etrafı çevrelenmiş genç Şehzade, hem ilk başarısızlığının intikamını alma, hem de saltanat için lüzumlu kemâle kavuşma ameliyesine koyulmuştur. Bu mürebbî-mürşid halkasının tam merkezinde ise, gözünü müridinden bir an bile ayırmayan ve O’na kendi kendinin hakikatından haberdar etmeye çalışan Akşemseddin vardı. (88)

    Hükümdarlıktan, sessiz-sadâsız şehzadeliği kabul

    (86) İnalcık, «Murad n » , İA., VIII, 609-610.(87) İnalcık, «Mehmed ILs>, İA., VII/534; Algül, Hüseyin,

    İst. Fethi ve Fâtih, 136-139; Ayverdi, Fâtih, 8-18.(88) Ayverdi, Fâtih, 33-35; Yurd, Ali İhsan, Akşemseddin,.

    LV-LVII.

    30 OSMANLILARDA DEVLET-TEKKE MÜNASEBETLERİ

  • İDÂRİ HAYAT VE TARİKATLAR 31

    ederek, bu zarurete soğuk-kanlılıkla tahammül, terbiye ve nizâma muhtaç bir iç dünyânın, geçirebileceği en çetin, çetin olduğu kadar da, nefse hâkimiyeti takviye edici bir imtihandı. Böylesine bir yetişme devresinden sonra, 18 Şubat 1451 M.’de, ondokuz yaşında oldtığu halde ikinci def’a Osmanlı tahtına geçti. (89)

    İlk saltanatının ikinci ayında (22 Eylül 1444) kanlı bir hurûfi ayaklanması ile karşılaşan II. Mehmed’- in bu döneminde hurûfîler sıkı bir ta’kîbâta ma’rûz kaldılar. Fazlullah-ı Tebrizı (796/1393)’ye nisbetle, «hurüfîlik» adı ile şöhret bulan bâtmî karakterdeki bu tarikatın müntesibleri, (90) Sultan Fatih’e kadar sokularak, O’nunla buluşmaya, fikirlerini, kesin ve sağlam gerçekler gibi takdim etmeğe başladılar. Muhtelif duygu ve düşüncelere, saygılı bir edâ ve terbiyenin sahibi olan Pâdişâh, bunlara da aynı müsâ- mahayı gösterdi. Bu menfi temayülden ve sapık fikirlerin II. Mehmed’e kabûl ettirilmesinden endişe eden, Vezir-i a’zam Mahmûd Paşa, durumu Han’a açamamakla birlikte, hurûfîleri, O’nun çevresinden uzaklaştırmanın çârelerini arıyordu. Nihâyet keyfiyyeti, Molla Fahrü’d-Din-i A’cemî (865/1460)’ye açarak bu konuda kendisine yardımcı olunmasını istedi. Paşa’- nın anlattıkları karşısında, irkilen ve ürperen Molla Fahrü’d-Dın, söylenilenleri, hurûfilerin bizzat ağızlarından duymayı arzu ettiğini bildirdi. Bunun üzerine Mahmûd Paşa, onlan yanına da’vet etti. Vezîr-i a’za-

    (89) İnalcık, «Mehmed II», İA., VII, 509.(90) İnalcık, «Mehmed II», İA., VII, 507. Ayrıca Hurûft-

    lik için bkz. Rıfkı Melül Meriç, Hurûfîlib, (Tez), İÜ. Ktb. No: 305; İA., «Hurüfîlik» mad., V -I, 598-600; Köprülü, İlk Mutasavvıflar, 351, vd.; Yâzıcı, Tahsin, «Fazlullah-ı Hurûfî», İA., IV, 535-536.

  • m’ın huzurunda bulunmanın verdiği rehavetle, fikirlerini daha da, ileri götürerek anlatan hurûfîleri, Molla da, saklandığı, evin gizlice bir bölmesinden dinliyordu. «Hulul ve ilhad» fikrine sahip olduklarını, alenen izhâr ettiklerini duyunca, dayanamayan Molla Fahrü’d-Din, birden gizlendiği yerden ortaya çıktı. Üzerlerine yürüyerek onlan yakalamaya çalıştı. Dâ- rü’s-Sa’âde’ye doğru kaçan ve saraya sığınan hurû- fîlerin, kendisine teslim edilmesi hususunda Pâdişah’ı da ikna eden Fahreddîn-i Acemî, halkı Edime Üç Şe- refeli Câmi’de toplayarak, umûma açık bir tartışma tertîb etti. Cemaatın huzûrunda onların fikirlerini tek tek çürüterek, yakılmalarına fetva verdi, Şeyh ve mü- rîdleri, Namazgah Meydanı’nda yakılan ateşe atıldılar. (91)

    Bu hâdise aslında, Aliyyü’l-a’lâ (822/1419-20) adında bir hurûfinin Küçük Asya’da yerleştiği bir Bektaşî Tekkesi’nde, kendi akidelerini bektâşîlik adı altında neşrederek: «Namazın terkedilmesini, haram olan şeylerin ibâhesini» telkin eden sapık bir akımın tarikat kisvesine bürünmesinden ibaretti. (92) Ne var ki, böyle bir hâdisenin meydana gelişi, tarikat üzerinde ta’kibât ve ihtiyatı mûcib olmuş ve tekkelerin itibarını zedelemiştir.

    Riyaset ve siyâset sevdası, seyr u sülûkun son demlerinde silinen ma’nevî bir lekedir. (93) Bu lekeden kurtulamayan tarikat erbâbı ile,, tarikat ve tekkelerin te’sîr ve nüfuzundan, istismar ile istifâde et-

    (91) Taşköprî-zâde, Şakâik, 38; Mecdî, 82, 83; Teklndağ, «Mahmûd Paşa», tA., VII, 187; İlmiye Sâlnâmesi, 327-328.

    (92) Köprülü, İlk Mutasavvıflar, 112-113; Harîrl-zâde, Tibyân, I.

    (93) İmam Rabbâni, Mektûbât, I, 82-83. (72. ve 73. Mek- tûb).

    32 OSMANLILARDA DEVLET-TEKKE MÜNASEBETLERİ

  • İDÂRÎ HAYAT VE TARİKATLAR 33

    mek isteyen, sapık fikir sahiplerinin bu hareketleri, idârecilerin tarikat erbâbına olan itimadını zedelemekle birlikte, devlet adamları bunların ânzi olduğunu bilebilmişler, ya da, dirayetli bir başka şeyh, zedelenen bu itibarı, yeniden itimad telkini ile kapatmasını bilmiştir.

    Akşemseddin (863/1459) tarafından Eyyüb’de kuşatılan padişahlık kılıcı ile tahta oturan (94) II. Meh- med, Hacı Bayram-ı Velî (833/1420) tarafından babasına verilen fetih müjdesini gerçekleştirmenin temel ve esaslarını atmakla meşgûl oluyordu (95) (851/ 1451)’de, Konstantiniyyş’nin fethi için, Edirne’de, is- tişârî mâhiyette, ulemâ, ümerâ, meşâyih ve a’yândan müteşekkil bir toplantı tertib edilmişti. Bu toplantıda karşı fikir beyan edenlerin yanında, Akşemseddin: «Evvelâ Konstantiniyye’yi Sultan Mehmed Han fet- heyler..» dedikten sonra, fetih hazırlıklarına hızla başlanmıştı. (96)

    Ricâullah’tan saydığı zevâtm ordusunda bulunmasına ayrı bir önem verdiği tesbit edilen Sultan II. Mehmed, berâberinde, Akşemseddin, Akbıyık Sultan, Molla Gürâni ve Şeyh Sinan gibi âlim ve şeyhleri de götürmüştü. Fetihle neticelenecek olan kuşatmaya renk katan bu derviş ve meşâyih yanında, Sultan Mehmed’in, muhâsaramn devamı; müddetince, Ak- şeyh’den ısrarla bilgi isteyerek, ma’nevî müjdenin vu- kûunun zamanını öğrenmekte oldukça sabırsızlandığına şâhid oluyoruz. (97) Şeyhin verdiği umûmî bilgilerle

    (94) Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, 189.(95) Yurd, Ali İhsan, Akşemseddin, LIII.(96) Yurd, Ali İhsan, Akşemseddin, LIII-LIX.(97) Geniş bilgi için bkz. İnalcık, Halil, Fâtih Bevri Üze

    rinde TedMkîer, 121-136; Hoca Sa’dü’d-Din, Tâcu’t-Tevârlh, n , 275-279; Yurd, Ali İhsan, Akşemseddin, LVIII-LIX.

  • iktifâ etmeyen II. Mehmed: «Ta’yîn-i vakt etsün..» diye veziri Veliyyüddin Ahmed Paşa’yı, tekrar Şeyh’e gönderdi. Bu istek üzerine «murakabeye varan» Ak- şemseddin, terden sırılsıklam bir vaziyette, başmı murakabeden müsbet bir edâ içinde kaldırdı. Tam bu sırada, Baltaoğlu Süleyman Bey ile Cenevizliler arasında çıkan deniz savaşında alman bir mağlûbiyet haberi ile, bir iki neticesiz taarruz teşebbüsü vâkî ölmüştü. Bu menfi haberlerin «feth-i mübîn»i gölgeleyeceğini ve hatta bozabileceğini farkeden Akşemsed- dîn, Pâdişah’a-. «...Cidd ü cehd bi-kadri’l-istitâ’a hem fi’len, hem emren ve hükmen ve kavlen idesüz...» diye bir mektup göndererek, «..bir sûfînin sözü ile bu kadar asker helak oldu ve bu kadar hazîne telef oldu..» şeklinde beliren direniş hoşnudsuzluk ve ümitsizliği gidermeye gayret etti. (98) Ordu bünyesine ânz olan huzursuzluğu gidermek ve bir-buçuk aydır sü~ ren muhasaraya yeni bir yön vermek için tekrar, bütün ordu kumandanları, ulemâ ve meşâyihten müteşekkil, 26/27 Mayıs günü, bir istişâre meclisi akdedilerek durum değerlendirilmesi yapıldı. Bu son toplantıda, «muhasaraya devam edilerek, fethin gerçekleştirilmesi» taraftan olan, Molla Gürânî, Akşemsed- dîn, Zağanos Paşa, ve Şehâbeddın Paşa’larm görüşü ağır basarak, kuşatmaya devam karan almdı. II. Mehmed, son hücûm hazırlığı için gerekli ta’lîmâtı ilgililere verdikten sonra, Akşemseddin’e: «Fethin müyesser olması için bir dua ta’lım et okuyayım» dedi. O da: «Zikrin Yaa Faklh Ahmed» demek olsun. Fakıh Ah- med’den himmet taleb eyle.» dedikten sonra, Şeyh’in

    34 OSMANLILARDA DEVLET-TEKKE MÜNASEBETLERİ

    (98) Mektup metni ve geniş bilgi için bkz. İnalcık, Fâtih Devri Üzerinde 'Tedkîkler, 127; Yurd, Ali İhsan, Akşemseddin, LIX, L IX ; Enîsî, Menâkıb-ı Akşemseddin, Yurd'un age.ln İçinde, 54-56.

  • İDÂRİ HAYAT VE TARİKATLAR 35

    kendisi de: «Hiç kimsenin huzûruna alınmaması» emrini vererek, halvet-hânesi’ne çekildi. Uzadıkça uzayan ve bir türlü bitrnek bilmeyen muhasaradan endişeye kapılan Padişah bütün kızgınlığı ile Şeyh’in çadırına doğru geldi. Hançeri ile çadırı parçalayarak içeri baktı. Gördü ki, Şeyh’in çadırında topraktan gayrı hiçbir şey yok. Toprak üzerinde Şeyh secdeye kapanmış, tâc-ı mübârek’i başından yuvarlanmış. Tazarrû’ ve niyâzı esnasında, gözünden akan yaş revân olup, sofra kadar yeri ıslatmış. Bu hâle muttali olduktan sonra, makâmma geldi. Kal’aya nazar eyledi. Gördü ki, asker-i İslâm hisara yürümüş..» (99)

    Böylece, kâmil bir mürşidin geleceğe uzanabilen firâset ve nazarı, harekâtta da ısrân ile, Hz. Peygamberin asırlar önce müjdelediği, Konstantiniyye fetho- lunmuş, böylece Hacı Bayram-ı Velî’nin verdiği teb- şîrâtın doğruluğu da anlaşılmıştır.

    Fethi müteâkib, Fâtih Sultan, önce Ayasofya Câ- mii'ne gelmiş, kendisi orada bizzat hutbeyi okumuş, Akşemseddîn de, cum’a namazını kıldırmış ve tefsir okutmuştur. (100) Fethedilen bölge ve beldelerin îs- lâm kültürüne mâledilmesine sıra gelince, yine Fâtih, Akşemseddın’e müracaatla, Mihmandar-ı Rasûi Hâlid b. Zeyd Ebâ Eyyûbi’l-Ensârî (52/672)’nin kabrinin bulunmasını istemiş ve O da, bunu iki def’a bulup Fâtih Mehmed Han’a göstermiştir. (101)

    Akşemseddin’in Pâdişâh üzerindeki nüfûzu o de receye varmıştır ki, bir gün veziri Mahmûd Paşa’ya:

    (99) Yurd, Akşemseddîn, L X II-L X III; Enîsî, a. esr. içinde, 55-57. Ayrıca Fakîh Ahmed’in muhtemel kimliği için, b. bkz. 43-46.

    (100) Evliyâ Çelebi, I, 111.(101) Hoca Sa’dü’d-Dîn, Tâcu’t-Tevârth, V, 181; MecdI,

    244.

  • «Bu Pîr’e hürmetim ihtiyârsızdır. Yanında heyecanlanırım. Ellerim titrer. Diğer şeyhlerin ise, benim yanıma gelince, heyecandan elleri titrer.» (102) diyerek, O’na karşı ziyâde hürmet ve ta’zîm hislerini dile getirdiği rivâyet edilmiştir. Feth-i Mübın’i gerçekleştirerek, Hz. Peygamber’in, «mutlu emîr» tavsifine nâil olmuş bu büyük insan, kendi kendisi ile başbaşa kaldığı zaman duyduğu bunaltıcı yalnızlık o hâle gelmişti ki, bu durumu Akşemseddîn’e açarak: «Halvete girip irşâd olmak istediğini izhâr etmiştir. Bu isteği geri çeviren Şeyh O’na: «Halvette öyle bir lezzet var ki, ona dâhil olanların, saltanat ve hükümranlık arzularını silip götürür. Halbuki senin, sâlik değil mâlik olman gerekir.» (103) diyerek, İslâm Tasavvufu’- nun, insanların fıtrî kabiliyetlerine verdiği değeri de böylece göstermiştir.

    Fâtih zamanında Konya Mevlevi Çelebiliğini uhdesinde bulunduran Cemâleddin Çelebi (915/1509), Fâtih’e, II. Bâyezid’in doğumunu müjdelemişti. Bu yüzden II. Bâyezid, O’na ve Mevlânâ’ya büyük bir saygı göstermiş ve Konya Mevlânâ Türbesi’ndeki sandukaları yenileyerek, üzerlerine örtülmek üzere değerli kumaşlar göndermiştir. (104)

    Sûfî karakterli olduğu için Bâyezid-i Velî diye de anılan, II. Bâyezid, dâima ibâdet ile meşgul olur, cemaatla namaza çok sık gider, bol bol sadaka dağıtırdı. Bu arada, bugün kendi adı ile anılan meydanda, külliyyesi ile birlikte yaptırdığı caminin, inşâsı tamamlanınca: «Her kim ömrü boyunca ikindi ve akşam namazlarının sünnetlerini terketmemiş ise. ilk

    (102) Enîsî, Menâkıb-ı Akşemseddin, 74; Mecdi, 244.(103) Hoca Sa’dü’d-Dîn, Tâcu’t-Tevârîh, II, 180; Mecdî,

    243-244.(104) Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, 153.

    36 OSMANLILARDA DEVLET-TEKKE MÜNASEBETLERİ

  • İDÂRÎ HAYAT VB TARİKATLAR 37

    cum'a namazında o imam olsun.» demesine rağmen, bu evsâfı hâiz kendisinden başka kimse çıkmadığı, hazerde ve seferde, hiçbir sünneti terketmediği için namazı kendisi kıldırmıştır. (105) Osmanlı Devletinin en güçlü olduğu ve kendisini dünyâya kabul ettirdiği bir dönemde tahta çıkan II. Bâyezid, onüç sene gibi uzun bir zaman kardeşi Şehzade Cem’in, saltanatını elinden alacağı endişesi ile yaşamıştır. Bu endişe de, devlette bir durgunluk ve za’fa sebep olmuştu. İşte bu durgunluktur ki, bâtıni tarikat esasları üzerine müesses Sgfevî Devleti’nin kurucusu Şah İsmail’i oldukça ümitlendirmiş ve Anadolu’da, şiiliği ileri bir karakol gibi kullanıp, sinsi propagandalarıyla yayılmaya ve devletin bekası için tehlike arzetme- ye başlamıştır. (106) Öyle ki, bu gizliden gizliye sürdürülen faaliyetler, Osmanlı tebaasında mevcûd şil- leri, alttan alta devlet aleyhine ayaklanmaya hazırlıyordu. Bunun için Anadolu’ya «halife» adı altında birtakım «alevîler» gönderiliyor, Şah İsmail’in «Hatâî» mahlâsı ile yazdığı şiirler, bunlar kanalı ile, yerli halk arasında propaganda edilmeye çalışılıyordu. Bu faaliyet o derece ileri gitmişti ki, Işk adındaki bir şiî II. Bâyezid’e suikasd yapmak üzere iken öldürülmüştür. (107)

    Selçuklular devrinin Babai isyânı, (108) Çelebi Mehmed devrinin Şeyh Bedreddîn isyânı ve Safevî’-

    (105) Evliya Çelebi, I, 143; Turan, Osman, TCHM Tarihi, II, 72; Uzunçarşılı, «Bâyezid II», İA., II, 396.

    (106) Klittlkoğlu, Bekir, Osmanlı-İran Siyâsî Münâsebetleri, 1.

    (107) Hammer, Târih, IV, 61-65; Uzunçarşılı «Bâyezid 11», İA., II, 394.

    (108) Babaî isyânı üzerine geniş bilgi için bkz. Ahmed Yaşar Ocak, Babaîler İsyânı, İst. 1980.

  • lerin bu şekilde sürüp giden sinsi faaliyetleri, hep içtimâi aksaklık ve otorite za’fı neticesinde hurûç imkânı arayan şii-bâtmî menşe’li dini kisveli bir kıyâm hareketi olarak gözükmektedir. Bilâhare doğacak ve ikiyüz sene müddetle, memleketin huzûr ve asayişini bozacak olan, Celâli İsyanları da - Zunnûn, Kalender, Velî Halîfe- şia menşe’li topluluklar içinde inkişâf zemini bulmuş, görünüşte akidevî, hakîkatta ise, İran’ın perde gerisinde bulunduğu siyâsî hareketler olarak zuhûr etmiştir. (109) Bu menfî propagandaların Anadolu toprağında yayılma istîdâdı göstermesinde, siyâsî hareketsizliğin yanında, Doğu’daki sünnî tarikatların ihmâl edilip desteklenmemesi ve bunların da, şiîler gibi İran’a aynı silâhla mukâbele etmemesi de rol oynamıştır.

    İhtiyarlığı ve ibâdete olan temayülü sebebiyle, devlet işlerini vezirlerine bırakarak münzevî bir hayat yaşama arzûsunda bulunan II. Bâyezid’in bu davranışı, şehzâdeler arasında saltanat rekâbetini doğurmuştur. Bu rekâbetten de a’zamî istifâdeyi düşünen Şah İsmail, emellerine âlet olarak kullanmak için, Ha- mid ve Teke ilinde çok faaal olan Erdebil Tekkesi’ni bulmuştu. Şah Kulu adında birisinin kumandasında, aniden ortaya çıkan bu kuvvetler, bazı bölgelerde kısmî başarılar da kazanmışlardı. Ancak Hadım Ali Paşa komutasında gönderilen kuvvetler sâyesinde yeni- lebildiler. (917/1511). (110)

    Gittikçe gelişen bu tehlikeler karşısında, kendisi ise: «Rahman’ı düşünmekten alıkoyan şeylerden kurtulmak» fikri ile Dimetoka Sarayı’nı ta’mır ettirip ora-

    (109) Kütükoğlu, Bekir, Osmanlı-İran Siyâsî Münâsebetleri, 1-3; Akdağ, Mustafa, Celâli İsyânları, ilgili bölümleri. Küçük Haşan, Tarikatlar, 209-212.

    (110) Uzunçarşılı, «Bâyezid II», İA., 395.

    38 O S M A N T.TT.AR D A DEVLET-TEKKE MÜNASEBETLERİ

  • ya çekilip, münzevî bir hayat geçirmeyi istiyordu: «Ta ki, bir köşede oturup ibâdet edeyim. Tek dervişlik yoluna kanaat edeyim..» II. Bâyezid, bu duygular içerisinde Dimetoka’ya giderken yolda vefat etti. (26 Mayıs 1512) (111)

    1 — Nakşbendiyye Tarikatı'mn Osmanlı Dev- leti'ne Girişi ve Gelişmesi:

    Yukarıda işaret edilen ŞİA propagandalarına ve bunların yerli halkın zihninde teşevvüş meydana getiren fikirlerine karşı II. Bâyezid’in büsbütün sessiz ve hareketsiz kaldığı söylenemez. Ancak yaptığı mücâdele, muhtemel tehlikeyi bertaraf edici olmamış ve fakat, alınması lüzümlu bazı tedbirlere nisbî bir istikâmet vermiş olduğu ileri sürülebilir.

    Nitekim II. Bâyezid, Şah İsmail ve Safevî’lerin bu bölücü faaliyetlerine son vermek üzere, şiîlerin İran’a gitmelerini yasakladığı gibi, bunlardan yakalayabil- diklerini de Rumeli'ye sürmüştür. (112)

    Bu tedbirleri yerinde ve yeterli bulmayan Şeh- zâde Selim: «Pederimle görüşüp ahvâli, devlete şifâ- hen arzetmek mukteza-yı maslahattır.» diyerek, İstanbul’a kadar gitmiş ve neticede işi babasına kılıç çekmeye kadar götürmüştür. (917/1511) (113)

    Şia faaliyetlerinin devlet aleyhine kesâfet kazandığı bu dönemde, sünnî, ulemâ ve meşâyih, Osmanlı

    (111) Hoca Sa’diTd-Din, Tâcu’t-Tevârîh, IV, 99-10Q; Uzun- çarşılı, «Bâyezid II», İA., II, 395-396. Ayrıca Şah İsmail İçin bkz. Ergun, S. Nüzhet, Bektaşî Şâirleri, İst. 1930, 135-169; Hatâ! Dîvânı, İst. 1956; Yazıcı, Tahsin, «Şah İsmail», İA., XI, 275-279.

    (112) Uzunçarşılı, «Bâyezid II», İA., II, 394.(113) Altundağ, Şinâsi, «Selim I», İA., X , 424.

    İDÂRÎ HAYAT VE TARİKATLAR 39

  • Devleti nezdinde büyük bir itibar kazanmış, onların Osmanlı Devleti’ne bağlanması, fikir ve nüfûzları ile şiîliğe karşı koymalarının te’mınine ayrı bir önem atfedilerek, kendilerinin devlet eli ile desteklenmesi cihetine gidilmiştir. Hoca Sa’dü’d-Dîn’in kaydına göre, (909/1503) senesinde, sırf bu iş için, 86.000 akçe sar̂ fedilerek, otuzu mütecaviz âlim, şâir ve şeyhe maaşlar tahsis edilmişti. Bu meyanda Molla Abdurrahman-ı Câmî (898/1492)’ye de, her yıl 1.000 flori gönderilmiştir. (114) II. Bâyezid adına Silsiletü’z-Zeheb adlı eseri ile çeşitli kasideler kaleme almış olan bu İran’lı şâir ve nakşi mutasavvıfa yapılan yardımlar yanında, Buhârâ’daki Nakşı Dergâhı şeyhlerine de keza 5.000 akçe gönderilmekte idi. (115)

    Bu tarikat diğer tarikatlardan farklı olarak, telkin ve hırka silsilesini Hz. Ebû Bekir (r.a.)’e ulaştırmak ve zikirde «hafi zikir» usûlünü benimsemekte hassasiyet gösteriyordu. (116)

    Murad Hudâvendigâr’la çağdaş olan Bahâu’d-Dîn Nakşbend (791/1389)'e nisbetle şöhret bulan, Nakş- bendiyye tarikatı diğer tarikatlara nazaran, geç teessüs etmesi sebebiyle, Osmanlı ülkesine girişi de geç olmuştur. Buna sebep olarak, Nakşbendiyye'nin Ti- murlular üzerindeki imtiyazlı durumu ve onların politik mülâhazalarla, Osmanlı Devleti ile irtibattan sakınmış olmalan ileri sürülebilir. Ancak Yıldırım Bâyezid döneminde vukû bulan Ankara Savaşı sırasında, Timur orduları içinde yer alan nakşbendî derviş ve meşâyihi, Anadolu’ya kadar gelmiş ve bilâhare Osmanlılar tarafından tanınma imkânı bulmuşlardır.

    40 OSMANLILARDA DEVLET-TEKKE MÜNASEBETLERİ

    (114) Uzunçarşılı, «Bâyezid II», İA., II, 397.(115) Öztuna, BTT, III, 207.(116) el-Hânı, Abdü’l-Mecîd, el-Hadâiku’l-Verdlyye, 6-8;

    Yazıcı. Tahsin, «Nakşbend», tA., IX . 54.

  • İDÂRÎ HAYAT VE TARİKATLAR 41

    Şiî esaslarına göre saltanat süren Timurlular zamanında, şiî kesimlerin, zaman zaman Mirza’lara karşı isyan etmeleri üzerine, Mirza’lar da, şiî mezhebinin muhalifi durumunda bulunan nakşî meşâyihine hürmet ve itibar göstermişler, böylece hicri IX. asırdan itibaren nakşbendîlik, bu karakteri ile saraylara kadar sokulmaya ve devlet adamları ve idareciler nezdinde nüfûz kazanmaya başlamıştır. (117)

    Ehl-i sünnet akidesine sıkısıkıya bağlı olduğu için halkın, hilâfet husûsunda icma’ı desteklediği için de, sünnî hükümdarların rağbet ve yardımına mazhar olan bu tarikat, (118) ilk şeyhlerinin Mâverâunnehir ve Türkistan’dan olması dolayısı ile, bu muhitin âdet ve an’- aneleriyle kaynaşmış, kısa zamanda yayılarak, Or- ta-Asya Türk’lüğünün fikrî ve ma’nevî hayatında derin te’sîrler meydana getirmiştir. Şah Nakşbend (791/ 1389)’e ma’nen bağlı olan Emir Timur’un yanında, Türk’lerin hemen her biri, bir nakşî şeyhine intisâb ile ilgi kurmuşlardı. Hâce Ata’nm kabrini yaptıran ve sandukasına hürmetkâr ziyâretlerde bulunan Timur’un Nakşbend’e gösterdiği hürmet ve itibar, seleflerini, Şeyh’in ailesi ile sıhriyyet kurmalarına kadar götürmüştür. Bahâu’d-Dîn Nakşbend’in torunu olan Şah Hasaıı’m, Ebû Said Mirza’nm oğlu, Sultan Mahmûd Mirza’nın damadı olması, te’sîs edilen yakınlık hakkında kâfî derecede bilgi verebilir. (119)

    Yunus Han, Sultan Ahmed Mirza, Ömer Şeyh Mirza- ve diğer Timur prensleri, önemli mes’elelerde, Nakşfcendiyye silsilesine mensûb Ubeydullah Ahrar

    (117) Hikmet, Ali Asgar, C&mî, 5-6, Dinçer, Sıdıka, Nakşibendîlik, 29. (Yezdı’nin Zafer-nâme’sinden naklen.)

    (118) Yazıcı, «Nakşbend», İA., IX , 53.(119) Dinçer, Sıdıka, Nakşbendîlik, 29. (Ekber-nâme, II,

    97’den naklen)

  • (895/1490) ’ın istişâresine başvururlardı. Bir defasında, mezkûr prensler bir anlaşmazlık yüzünden har- betmek üzere iken, O’nun hakemliği ve ricası ile düşmanlığa ve kavgaya son vererek, Ahrar’m teklif ettiği şartlan kabûl etmişlerdi. (120)

    İran’da, Mevlânâ Abdurrahman Cami (897/1492), Hindistan’da, Ahmed Fârûk Serhendî (1034/1625) ve Şah Veliyyullah Dihlevî (1177/1763), Sûriye’de, Şeyh Abdülğanî en-Nâblusî (1143/1730) vâsıtası ile temsîl edilen ve giderek yaygınlaşan Nakşbendiyye’nin te’- sır sahası az bir zamanda Bosna’dan Sumatra’ya, Ka- hire’den Kansu’ya kadar genişleyerek, politik kargaşalıklarla birliği sarsılan ümmetin vahdetini garanti altına almakta, diğer sünnî tarikatlarla birlikte mühim bir fonksiyon icrâ etmiştir. (21)

    Şah İsmail’in şiı akidesini yaymak ve saltanatını sağlamlaştırmak için, tarikatları bir vâsıta olarak kullanıp, Osmanlı Devleti aleyhine giriştiği propagandaları alabildiğine yoğunlaşınca, ehl-i sünnet akidesine bağlı ulemâ ve meşâyihin de Ösmanlılar nezdindeki itibarı birdenbire artmış ve bu sünni tarikatın OsmanlI ülkesine girişi ve gelişmesi de bu sebep ve sâ- ikler neticesinde vukû bulmuştur, denebilir.

    «Belde-i tayyibe» denilen İstanbul’u fethederek, asırlardır beklenen bir rü’yâyı gerçekleştiren ve böy- lece Hz. Peygamber (s,a.v.) ’in medhine nâil olan Fâtih Sultan Mehmed, (122) saltanatı müddetince, ma’- nevî bir sîma olarak telâkki edilmiş ve çevresinde

    42 OSMANLILARDA DEVLET-TEKKE MÜNASEBETLERİ

    (120) Hikmet, A. Asgar, Câmî, 6-7; Brown, J.P., The Der- vıshes, 442-443.

    (121) Algar, Hamid, «Bibllögraphical notes on the Naqsh- bandı tanqat», «Essays on İslateîc Philopshy and Science, 254.

    (122) Fetih hadîsi için bkz, Suyûtî, CâmiVs-sağîr, n, 104.

  • İDARÎ h a y a t v e t a r îk a t l a r 43

    kesîf bir takdis hâlesi vücûda getirilmiştir. İlmî mes'- eleleri ulemâ arasında istişâre etmekten zevk alan Fâtih, bu husûsta mahâreti ile temâyüz eden, seçkin sûfî ve meşâyihi de etrafında toplamaktan geri kalmamıştı. Devrinin aktüel tasavvufî mes’eleleri ile de yakından ilgilenen Pâdişâh, bu yüzden «vahdet-i vü- cûd» mes’elesine bihakkın vâkıf olmak istemiş ve bu mes’elenin vuzûha kavuşturulması için ulemâ beyninde tevhidi konu alan uzun münâkaşalar tertîb etmişti. (123) Bu sebeple, vahdet-i vücûda vukufiyetle- ri ile meşhur olan İran ve Horasan havalisi meşâyihi ile, bunlardan ders gören sûfîler İstanbul’da büyük rağbete mazhar olmuştur. Horasan ve Se(merkant muhîtiniıi iki nakşbendî şeyhi olan Molla Abdurrah- man Câmî (898/1492) ile Ubeydullah Ahrar (895/ 1490)’a karşı Fâtih’in husûsî alâkası vardı. (124) Molla Abdullah-ı İlâhî (896/1490) ile birlikte Ubeydullah Ahrar’a intisab etmek için Semerkant’a kadar giden, F â t i h 'in yakından alâkadar olduğu âlimlerden, Mevlânâ Alâaddîn Tûsî (887/1491)’nin sebep olduğu yakınlık ve dostluk ile, Fâtih ile Ahrar arasında, gizliden gizliye yazışma ve mektuplaşmalar başlamış ve bu bağ, karşılıklı yardım ve himmet isteme derecesine kadar kuvvetlenmi�