sehrengiz9.sayi
DESCRIPTION
Sehrengiz Dergisi 9. SayıTRANSCRIPT
te
mm
uz
-ağ
us
to
s 2
01
1
uçun kuşlar suriye için...
ü m i t a k t a ş ' l aö z g ü r l ü kü ze r i n e
emrah tahiroğlu . mesut gökdemir . sema erdoğan . furkan öz . mahmut yavuz . nebiye arı . muhammet çelik . abdullah şahin . mustafa kadir çelik . bilal can . osman akyol . abdulkadir akdemir . seher ortaöner . cihat karaman . hatice gökdere . nihat ilhan . bilal kul . fatih tamer . fatma erbay . hümeyra özdemir .ahmet eren . tevfik hatipoğlu . adnan sayım . hüsameddin bayraklı . turgay demir . emre berber.
9.sayı
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.1
imtiyaz sahibi ve
yazı işleri sorumlusu:Cihat Karaman
yayın ekibi:Fatih Kaşcıoğlu
Muhammet Çelik
Nebiye Arı
Hafize Betül Durmuş
Hatice Gökdere
Mustafa Kadir Çelik
Ali Yaşkın
genel iletişim:[email protected]
abonelik için:
posta çeki hesap no:
adres:Çınar mah. Esenler cad. No:57/9
Bağcılar İstanbul
internette:sehrengizdergisi.wordpress.com
fotoğraf:derginin bu sayısında ağırlıklı olarak
abdullah şahin ve ali noohi imzalı
fotoğraflar kullanılmıştır.
baskı:Milsan Basın San A. Ş.
0212 471 71 50
Cemal Ulusoy Cad. No:38/A
Bahçelievler / İstanbul
(0 554.773.35.64)
temsilcilik için:[email protected]
(0 544.397.12.38)
5997263
9.sayı temmuz-ağustos 2011
***Kalemlerimizle kâğıtlarımızı dost eyledik, dökülüverdi içimizden güzellikler..
Hüzün yüklüyüz ama umutluyuz bir o kadar da, “ne çok acı var” olsa da..
Yeni arkadaşlarımızın yazı ve şiirlerine yer verdik bu sayıda,Furkan Öz, Mesut Gökdemir, Fatma Erbay, Hüsameddin Bayraklı,Turgay Demir, Adnan Sayım, Bilal Kul, Hümeyra Özdemir ve Emre Berber..
Ümit Aktaş'la “özgürlük” üzerine yaptığımız söyleşi elinizdeki derginin sayfalarında…
Sağır ve kör olanlardan değiliz.
Komşumuz ve candan dostumuz Suriye'de olup bitenlere karşı duyarlılık gösterebilmeliyiz.
Suriyeli kardeşlerimizin direnişine, özgürleşmesine destek olmak amacıyla değişik eylemler ve yardım faaliyetleri yapan bütün arkadaşlarımızı tebrik ediyoruz.
Yeterli değil yine de.
Ve kolay da değil devrim ve özgürlük sevdasıyla ayaklanmış olan bir halkı katleden, kendi halkına tanklarla cevap veren diktatörlerle mücadele yapmak.
Muhabbetle..
Suriyeli mültecilerin misafir olarak kaldıkları yer..Hatay mülteci kampı..
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.2
(evi)
Haydi Kalk Şiiri Bekletmeyelim Örümcek olmadı hiç hayalde
Kurşunlanmış bir dünya terimler sözlüğü Gerçekte hep ezdiler onları ısırıldı
üstünde uyumak Ama olmadı tekrar hayalde
Yemenli bir bedevinin baharat kokan Koştu oldu oyunundan
hançerine dokunmaktan Gerçekti bu ben de vardım
Zordur bu saatler... Ama olmadı hayalden başka
Yüzüme ne olmuş ! Uyanmak iki saatini alır
Biri rüyama girsin en acilinden Hayal daha yakın
Sağdaki ilk evdeyim. ama olmadı hiç...
(evim) (ev çöküyor)
Düzenli ölenlerin şarkısıdır bu çalan Şiir şiir şiir
Çek gözlerime sürmeyi Şair dünyası ve şair
Sar ve öfkenden kır göğsünde gençliğimi Dergiler tepkiler en son sayfalar
Sarı kağıtlar ve zıkkımın dibi
(evin) Bir hastalıkmış hepsi ve sinsi
Uçuk bir gece Dedikodu söylence olmadık isimler,
ve boşaltılmış bir köyde yalnız kalınca kimesneler ve nesneler
Cesaretin ikiye katlanıyor şair... Laflamak zor bu yaştan sonra
Kapı aralanır Duyar gibi oldum sırtıma değen en cılız
Gecikmiş bir yüzdür artık soğukluk kırmızıyı
Mor yaşında sevgilin... Aynaya bakmak marifet ister ya kelime
seçimi
Sürekli yakılıp söndürülen Sam Savage fare olabiliyorken
Yakılıp söndürülen Açlık Beş şehir Ankara ve Kafka
Yakılıp söndürülen uzak bunlar, yaklaşmaktasın bana
Bir orman gibisin Sağdaki ilk evdeyim
Ya yağmur yağmazsa Haydi kalk şiiri bekletmeyelim !
emra
h ta
hiro
ğlu
haydi kalk şiiri bekletmeyelim haydi kalk şiiri bekletmeyelim
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.3
delirmeyi istemezdimbelki delirmeyi arzu eden bi akıllı olmak isterdimama delirirsem namaz kılamamyalan söyledim kılabilirim
allah'ı düşünemezdim, sadece düşünemezdimsadece allah'ı düşünemezdimallah'ı düşünmek çok tuhaf, acayiphani insanı hayvandan ayıran şeydenbeynin içindeki nokta-ruh mu demeliydim-
ve nefsle bedenden ibaret virgül, yani "ben"ben, sen, biz, yani hepimizlerkâinat cümlesinde virgüller değil miyizah benim nankör kardeşimkaçımız noktalı virgül
yani omuz üstünde duruyorken hâlâ başlarduruyorlar ya eğri büğrü, hani virgül dedik yabu noktalarıneden satır sonlarında zaten noktalanan nefese sakladık
ulan hayret etmeden ölen adam varsen ne diye dua ediyosun.
ne akîlemne dîvâne
mes
ut g
ökde
mir
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.4
sonsuza asılmış paslı çığlıklarımiçimdeki uslu tayları yoklarkengölgesi vuruyor duvarların
akşamın rengi gözlerimi acıtıyor baba
bir sözün uçurumundayım, dilimi yakıyor
sabır!
geçen bir ufaklık geldi yanıma
önce annesinin sonra sokakların öptüğü
saçları toz toprak ayakları çıplak
uzattığı mendil göz yaşlarıma ne de yakışır bu ara
bu ara yanımda olsan baba..
sana aynı renkten yapılan rüyaları anlatırdım
kayıp seslerin berraklığını
bana haksızlık eden kendimi
ve hatta kızına bağışlanmış bu kelimeleri
belki biraz Eyyub'u, sonra kavl-i leyyin'i
hepsinden evveli
ama en evveli baba, bir şey beni uyutmuyor
merhametin bilmediğim başka bir adı mı var yoksa?
sem
a er
doğa
n
baş
ka a
d
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.5Tatlı bir tebessümle uyuduğunu var sayalım
Atmamışsın daha yorganını üstündenGökyüzünün gülen tarafı sana denk gelmişSaati görmemişsin bileDokunmaya kıyamamış güneş
Deniz gibi uyuyordun ya o sabahHırçınlığın kıyıya vuran dalgalarda kalmışUyanmamanı isterdim…Sana bir tek masumken dokunurumGözlerim ucuyla, habersizce…
Gemi yanında uçan martının başını kaldırıpDumanı görmesiyle başlar endişeSen açtığında değerse bana gözlerinÜrkerim, endişe kaplar bedenimiBir papatyaya sığınırım
Geceden bedenine sinen koku duvarlardanTamamlanamamış hayallerindendi.Hep sen kokardı çocuk odalarıBuğulu camlara çizilen resimlerde bulurdumÜrkek, uyku kaçıran hayallerimdin sen
Goncaydın, dokunduğunda sana ellerimDikenlerin, yüreğime batardı, ağlardımSana bu kadar uzakkenHiç ayırmamak kalbimden…
Uğrunda bir dağ delemedim belkiKabulümdür, ama bakDağ gibi bir adam delik deşik şimdiEllerin dert görmesinEllerin…Ellerin…
nidafurkan öz
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.6
Akşam yolculuklarını severim,Akşam yolculuklarında uzak köy ışıklarını.Akar içimdeki kavga akar,Durdurur zulmet içinde ışıkların dinginliğiBoşlukta başsız gezen ruhumu.,Okşar kırık kanatlarımı bir melek eli gibiSarılıp alır kalbimdeki zehriAkşam yolculuklarında uzak köy ışıkları.
Onlara bakarken buğulu camlardanBulurum aşk içinde manayı.Gülün açmasını bekleyen bizar bülbüllerKor tenli nağmelerle konuğu olur kalbimin.Aşılmaz sandığım dağlar,Tükenmez bildiğim yollarKayboluverir fersiz gözlerimde.
Akşam yolculuklarında uzak köy ışıklarıAçıverir kalbimin asırlardır dağlanmış gözlerini.Azrail ılık esen rüzgarlaUsul usul sarıverir hayatın Ferhat gibiBedenime işlediği yaraları,Dostça alıverir elimdenÖlüme çektiğim keski kılıcı.Bir gülistan gibi açıverirÖlümü kalbimde.
Uzak köy ışıklarını severimOnlarda görürüm annemin nurlu yüzünü.
Bir de yağmur değdi mi camlaraAkarım o an titrek ışıklara.Karışıp giderim gölgelere,Gölgeler ki Yusuf çehresinde görünür.Yelken açarım kısmetime,Alırım nasibimi neş'eden .Bir başka aleme “Altından ırmaklar geçen bahçelere.”Göçer giderim tebessümlerle .Kimse görmez beni ,Silinir çeşm-i süveyda(m).Gizlice akar gözyaşlarımKurtulurum araftanAkşam yolculuklarındaÇaresizce salladığım elleriTutunca uzak köy ışıkları.
âraftan vuslata
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.7
Seni doğuran karmaşa'ydı yavrum, dedi annemyani ben öyle sanıyorken, alnımı öptüğünükarmaşa karışlarken, nargile dumanı değdi genzime.Topallamıştım tırnağım sökülünce, bir de yükleninceolanca büyüklüğü ile, hayat ve turp suyu serinrefah mı ferah? sorma bana dedi babam.
Özür dilerim Allahım, bazı erkeklerçok aptal, şikayet ederken güzel kızlardanoysa, onların da güzeldi gözleri yarattığında.Afallamıştım saçlarım uzuyordu, hiç uzun yola gitmemiştim halbuki, çay demleyip beklemiştim seni hepdüşlerimi yemiştim, çiğ mi çiğ dedi ablam.
Kadından bir şair mi? dedi şukela büzdü dudağınıasırlarca, daha mühim bir işleri var oysa her gün şair doğuruyorlar, kadınlar dedimanan, bacın ve karın değil, kadınlarkızıştığında şiir kaçmazlar, yanakları al alkonuşurlar, utanmak ve sıkılmak dürtüsü doğal..
Şimdi, durmadan yürüyüp kapaklanmalı hakikat yolunda, çoban da söylerdi türküsünükaval ve kemik kesiştiğinde, aldırma bakışlarını daaslında mühür yakıştı ellerine, öylesine dene nasılsa kağıt da senin, özgürlüğüne ağıt da.Hadi elindekileri al da gel, putlarımızı kıralım!am
a b
u ş
arkı
yar
ımn
ebiy
e a
rı
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.8
en iyi ölünecek çağları geride bırakıyoruzbırakıyoruz gözkapakları yarım açılmışzevkin doruğundan yuvarlanan yıllarısaçının teline kadar Züleyha çağıranağlayan kül tablasına
daha kan haberleri veremeden ajanslaraduyamadan zevkini çılgın bir kaçışıngözümüz mumyalara, ölü kadınlara çevriligözümüz bir tabutun kenarından sarkan sarı uzun saçlarınbaşakları dalgalandıran savruluşundagözümüz kadavralarda
en iyisi doğan herkese bir mezar kazılmalıbeklemeli insan elinde kazma ve kürekyoksa gözü kalıyor toprağı genceltmiş esmer tenlerinaçık unutulmuş avuçlarındagözü kalıyor dostlarımın çam kokusundan mest olmuştaze mezarlarda
en iyi ölünecek çağlarda ölmeliydik dostumsalmalıydık saçın sakalın gürlüğünü toprağaö
lüye
övg
üm
uham
met
çel
ik
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.9
Kendimi onunla dertleşirken buldum. Ağarmaya yüz tutmuş kirli sakalları ve yıkamaya tenezzül etmediği yüzüyle karşımdaydı. Galerinin gece bekçisi Mehmet Dayı yeni işbaşı yapmıştı anlaşılan. Hayır, soyadı böyle: “Dayı.”. Karla karışık laflarken elindeki kozudur Mehmet Dayı'nın: “Bana ne bakanlar, ne başbakanlar 'dayı' dedi de...” sözleri uzar giderdi...
Bulunduğu ortamı şenlendiren, ona bir ruh giydiren bir yapısı vardı Mehmet dayının. Yılını doldurmadan şu köhne bekçi kulübesini saraya çevirdi. Bir oturdu mu kalkamıyor insan. Hele bir de seni o meşhur çayına layık gördüyse... Değme keyfime!
Bir radyosu vardı, herkes bilir, beraber doğmuşlar. Ben görmedim ama dertleşirleşmiş de. Her daim bir şeyler çalar radyoda. Bazen kızdırırlar: “Cızırtı bile olsa sesini duyacağım arkadaş, o kadar!” deyip keser atar. Mehmet dayı için tartışma bitmiştir fakat milletin ağzı torba değil ki büzesin. Son rivayetlere göre rahmetli eşinin yadigarı imiş, “Ona iyi bak emi!” diye de tembihlemiş ihtiyara. Tutamadığı da olur bazen kendini: “Allah vere de bir yirmi yıl daha sürüyebilsek şu ayakları. Ben sustuğumda konuşmasa da olur. Hatta susturun, konuşmasın!
Buralara iki yıl önce gelmiş, geç kaldığının farkında o da. Soranlara: “Rahmetli babamdan iyi mi bileceksin hemşerim, rızkı Allah verir!” deyip yoluna devam etmiş. İlk birkaç gün park köşelerinde süründükten sonra bir iki hamallık işi çıkınca ilk bulduğu bekar evine atmış kapağı. Tesadüf bu ya, bir şekilde galerinin sahibi Ahmet Bey'le tanışıp buraya yerleşmiş. Ahmet Bey hakşinas adam canım! Sezar'ın hakkı Sezar'a! Koca galeriyi emanet etmiş bizim Mehmet dayıya. “Sağolsun.” diyor Ahmet Bey, “Yüzümüzü kara çıkartmadı.”
_ Hoca bir çay daha...
_ “Olur be Mehmet dayı... Da hayırdır, ağzını bıçak açmıyor senin, radyoyu susturmaya mı
karar verdin yoksa?” diyorum soğuk havayı kırmak için.
Mehmet dayıda hafif bir hareketlenme oluyor. Onu daha önce hiç böyle görmemiştim.
Boyun damarları yavaş yavaş belirginleşiyor, kankırmızı gözleri nemleniyor. Bir yandan
kendini tutmak istiyor anlaşılan bir yandan da rahatlamak.
kediköpekveradyoab
dull
ah ş
ahin
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.10
_ “Hoca, bu benim kediler var ya...” Tıkanıyor, kesik kesik çıkıyor sesi, boğazında bir hırıltı...
Tane tane konuşmaya çalışıyor: “Diyecektim ki, hani bana bir şey olursa... Sen... Sen
bakabilir misin gariplere?”
İşi çözmeye çalışıyorum, Allah Allah...
_ Tövbe de Mehmet dayı! Allah korusun, dua yerine geçer derler, tövbe de!
_“Bırak şimdi sen bunları hoca, bakabilir misin, onu de bana!” Az önceki Mehmet dayı
gitmiş, ceylan aslana diş göstermeye çalışıyordu. Damarına da basmamıştım ama...
_Eyvallah Mehmet dayı, başım gözüm üstüne. Anlat hele sen, ne oldu?
Mehmet dayı çayını tazeledi, tabak sol elinde, yaslanıp çayından bir yudum aldı.
_Hiç sorma hoca, bunlar bir garip hayvanlar. Hani evvelsi gece bir yağmur yağmış, yollarda
ne var ne yok sel olup götürmüştü ya!
_He!..
_Baktım bizim miniğin annesi kapıyı tırmalıyor. Bir tek kuru tüyü kalmamış, kirlenmiş,
çamura batmış. Deli divane olmuş, becerebilse dile gelecek garibim. Baktım minik yok
ortalarda, o zaman anladım. O yağmurda taktı beni peşine, dört döndük bahçeyi, aradık,
taradık, yok arkadaş, bulamadık. Baktım bu durmayacak, çiti aşmaya çalışıyor. Öyle bakma
hoca! Evlat acısı bu, kolay mı?
_Yahu, bir şey demedim Mehmet dayı!
_He, neyse! Onu kulübeye sokup kapıyı kapattım. Kahrından ölecek zavallı. Baktı kapıya
pati işlemiyor, bana dadandı. Ayaklarıma sürtünüyor, bacaklarıma dayanıp ayağa kalkıyor,
gözüme içine bakıyor hoca. Ne oluyor anlayamadım, bu hayvan beni nasıl ayartacağını
nereden biliyor? Bildiklerime tövbe ettim hoca. Allah'tan çok geçmedi, nereden çıktıysa
Ahmet Bey geldi. Sellektör yapınca kapıyı açmaya koştum, bizimki kapının arasından
sıyrılıp çıktı hemen. Hissetti zahir. Ahmet Bey miniği ensesinden tutmuş elinde taşıyordu.
“Bu ne efendi?” der gibi kötü kötü bana bakıyordu. Unuttuğu bir şeyi almaya gelirken
yolun yukarısında perişan halde bulmuş miniği. Hay, yer yarılsaydı da dibine girseydim.
Yok hoca! Ahmet Bey'den değil. Bilirsin, fazla kızgın duramaz o, bugün yarın gelir, ısıtır
odayı. Benim derdim kediyle hoca. Ahmet Bey
miniği yere bırakınca bizimki bir atıldı üzerine. Sağlı
sollu nasıl vuruyor yavruya bir görsen. Bir vuruyor,
bir sarılıyor; bir vuruyor, bir kokluyor. Bir garip
oldum hoca. Nedir bu Allah aşk...
Mehmet dayının sesi birden kesildi, gözlerini iyice açmış,
öyle karşıya bakıyor. Oda aniden karardı. Radyoya kulak
kesildim, susmuştu.
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.11
Ayakkabılarım sizinle yürüyecek kadar pahalı değil
Elbiselerim şiir kaçkını
Ama hepimiz birer ameleyiz üstü başı yırtık pespaye
Kimse şair olmak zorunda da değil, güçsüzüm diye!
İtirafımdır; seküler bir aşk yapılanmasının
En iflah olmaz savunucusu oluyorum devrimleri sahiplenince
Keşke şu parfümünüz kadar özgürlük koksanız siz de
Ve halkın yanında durabilse şu medyatik âlimler
Söz en pahalısından bir makyaj takımı alacağım hepinize!
Cisruşşuğur' da direnmekten sütü kesildi annelerin.
Siz yine de mahsen namjo'dan “şems suresi” şarkısını çalın
Bebeklerin zehir kusmukları eşliğinde
Tecavüz yorgunu bedenler çalın yüzünüze!
Deniz görmemiş yüreğimde hangi aktivist vicdan yaşayabilir artık
Hangi bölgesel analiz fuhşu yeterli bir sebeptir diktatörlere
Konuşmak vakti geçti, hadi sür beni şarjörüne
Sonu gelsin istiyorum elleri kan kokan yeni yetme ölümlerimin
Bana beklemek yakışmaz biliyorsun
Şimdi anlıyorsun hiçbir zulmün son olmayacağını
Beni isyana sürüklüyorsun
Gidiyorsun,
Çünkü yaşanmamış fikirlerin yoktur karşılığı
Çünkü şeytanı çoktur şehit görmemiş gözlerin
Beni direnişe sürüklüyorsun
Direnmekse ruhunda özgürlük taşıyan bir Müslüman'ın
Baltayı vurmasıdır
aynı parmak izlerini taşıyan çağdaş heykellerin boynuna
Göğsüme çokça devrim kurşunları saklıyorum en afilisinden
Biliyorum ki bir gün
Bir gün; Filistin'de özgür Kudüs
Suriye'de el-hurriye
Ve bir savaş, yeryüzünde..!
özgür kalmak; Gazap dolu şehirlerin eş solunumlu bir hiyerarşisinde hangi komploya kurban gittiğini yaşamaktır.
mustafa kadir çelik
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.12
Kırık bir ikindi tavsiyesinde ellerime güz düşüren yaprakların hangi merakla yeri yumrukladıklarına, ıssızlaşan göz renginin neden maviyi ıslattığını, özüme düşen hünerli sözlerin hangi gececil kuşları çağırdığını söylemeliydim.
Yaprak metanetin aynası sahih rüyanın gündönümü en çok gözlerini sevmek bir ikindi güneşinde sonbaharın ezberini iklime yaymak kadar hızlıcadır. Kavi sözler beslerim, yazdan kışa doğru kayan günler ellerimin ayasında ıslak bir an bırakır. Şerh düşmüş gözlerinde bir eylül sıcağını bütün kasvetiyle gecenin hüznüne yaslayarak resmederim.
Siyah korkunun çığlığı. Elzem olan matemin renginde gönlüme düşen ile zihnimi bulandıran aynı kefede. Kasvet bir odanın çivi deliğinden gözlerimi lekeler. Hangi aynaya baksam benliğim aşkın halinden kahırlı bir mutluluk resmi çalımlıyor. Gözler kalbin yalan söylemezi. İncinen kaleme leke düşmesin diyeydi bütün beyaz sayfaların siyah mürekkeple savaşı. İncinen kalpten kırgın haleler çıkar çünkü. Aşık bu kırgınlığın sabaha çıkan kişisi.
Uykunda hayatıma bıraktığın yangın/akşamın sönmüş ateşinden. Akşamın ay korkusundan gümüş bir çocukluk besliyorum korkularıma. Seni ben ne kadar bulsam yollar o kadar girilmez oluyor. Her vadiden usulca kaçamadım bu yüzden. Gözlerine şerhler dizerek ayıkladım matemden. Bütün hüzünlerin liman olması belki de bu yüzdendi. Bütün şiirlerin, sözlerin, harflerin anlamını yayarak vermesi bu yüzdendi.
En çok şerh düşen gözlerini sevdim/ve mim afetinde kambur vav'ın nefesi/yayılır güz düşürür iklimime. Ben çorak bir toprağın beslediği, ben kımıldayan rüzgâra karşı dik durmak için kendi hüzünlerini dağa yaslayan, ben gecenin kıran saatlerinde nakşını kalbine gizli gizli ören.
Acının da şahidi olur gözler. Bir yumak yaparak beslediğin bulutlar göğsümden yayılan dumanı çeker usulca. Uzaktı, çok uzak. Rüzgâr kımıldatan merhemini yalıyordu ateşin. Hangi kasvet lekelerse camı o anda ölüm kara sokakların üzerinden şehre iniyordu. Çocuk ağlıyordu. Çocuk ağlarken yamacına karlar düşüyordu şehrin. Şehir karanlıklar içerisinde yıldız kemiren bir hale bürünüyordu. Usulca duvağını kaldırıyordu gelin kız. Göğe tutuşan ateşi gözlerinden yontarak bir hicranın heykelini dikiyordu.
Ezberimdeki kuşların kanat sesleri yükselir her sabah göğümden. Tutuşturmak için bir şehri, bir ben-i ahmer kibritinin kav haliyle yüreğimdekileri kusuyorum sayfalara. Sayfalar dolusu biriktirdiklerim hicranlı bir sevmenin munis hali. Muhlis yüreklere ecza diye duayı konduran Allah, gönülden sevmenin zamanını da elestinde bildirmiştir.
Yürek. Kımıldayan bir mahşerdir bazı. İncinen kelimeyi hangi cümleye yaslamalı ki, adına şiir değsin. “Zambaklar en ıssız yerlerde açar” onurlu bir direniş sergileyerek uçuşuyor kuşlar. Çocuklar kuşlardan da berrak. Çocuklar ölümden bile gerçek. Gözlerin hem çocukların beslendiği bir diyar hem de zambakların en ıssızı. Bu yüzden şerh diye düştüğüm kelimeler gizli öznelerle, tümleçlerle dünyanın rengini dillendiriyor.
en çokşerh düşengözlerini sevdim
bilal can
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.13
Kahveye 500 metre uzaklıktaki askeri birlikte son
zamanlarda tuhaf bir hareketlenme gözleniyor,
karargaha sık sık yüksek rütbeli komutanlar girip
çıkıyordu.
Sabah saat 08.00 suları…
Avluda askerler sabah içtimasındalar.
“Kıt'a dur!”, “Esas duruş!”, “Tüfek omza!”,
“Selam dur!”, “Tüfek çat!” gibi sert komutlar
havada uçuşuyor. Yaşanan kısa bir sessizliğin
ardından askerler, takımlar ve mangalar halinde
sabah sporuna başladılar. Bir kısmı yanaşık
düzen eğitimi alırken bir kısmı da 5 kilometrelik
rutin sabah koşusuna başladı.
“Yürüyüş kararı sayılacak, say!” komutuyla birlikte koşan erler; “Vatan Sana Canım Feda!”, “Her
Şey Vatan İçin!”, “Her Türk Asker Doğar!”, “Ne Mutlu Türküm Diyene!” diye tempo tutarak
koşmaya başladılar.
Avluda bunlar olurken, birliğin içine siyah renkli bir makam arabası sessizce süzüldü. İçinden
çıkan rütbeli bir komutan, şoförünün verdiği selama aldırmadan doğruca komutanlık makamına
çıktı. Bu acelenin nedeni koltuğunun altında taşıdığı kırmızı renkli, dört parmak kalınlığındaki
“Bayrak Harekat Planı” idi. O günlerde kimse bu planın ilerde neler getireceğini bilmiyordu.
Bu esnada kahve olağan günlerinden birini yaşıyordu. Kahvede ortada Süleyman Demirel,
ortanın solunda Bülent Ecevit, sağında ise Alparslan Türkeş ve arkadaşları oturmuşlar okey
oynuyorlar. Bu ayrım ve kutuplaşma kendini modada da hissettiriyordu: Ecevit ve arkadaşları
Deniz Gezmiş parkası, uzun favori ve pos bıyıktan oluşan bir kreasyon tercih ederken Türkeş ve
arkadaşları kısa kesilmiş saç ve sarkık bıyıklarını bozkurt kolyesiyle tamamlıyorlardı. Yumurta
topuk sivri burun ayakkabı, uzun yaka gömlek ve İspanyol paça pantolon herkesin ortak
tercihiydi.
Kahvede sigara dumanından göz gözü görmüyor, “pişti!”, “rest!”, “gördüm!” sesleri memleket
sohbetlerine karışıyor, kahkaha sesleri duvarlarda yankılanıyor ve herkes kıran kırana kağıt
oynuyordu. Rakibinin elinde hangi kart olduğunu düşünmekten kahveye dadanan yabancı
simaların kimse farkına varmamıştı.
Necmettin Erbakan ve arkadaşları kahvenin bahçesinde içerdekilerin ıslah olması için dua
ediyorlardı.
darbelikahve
osman akyol
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos - s.14
Kahvenin bonus kafalı garsonu Osman masalara çay yetiştirmekte zorlanıyordu. Semih Bey
seslendi:
- Çaylar beş oldu.
Osman çayları hazırlayıp ocaktaki veresiye listesinde bir ismi bulup karşısına beş çizik attı. Çaylar
Ecevit'in masasına gidiyordu. Çayları masaya bırakıp tekrar ocağa dönerken kendisini Türkeş'in
masasından çağırdılar. Masaya vardığında Türkeş kahvenin duvarında asılı olan “Kıbrıs Fatihi
Halkçı Ecevit” yazılı posteri gösterip:
- Şu ucubeyi kaldırın oradan, dedi.
Osman durumu patronu Semih Bey'e bildirdi. Ardından Semih Bey, Ecevit'in masasına gidip
Türkeş'in talebini iletti. Ecevit, okeyi bırakıp, “Ucube senin ağababandır lan!” diyerek masaya
yumruğunu vurdu.
Bir anda ortalık karıştı, sandalyeler tekmeler havada uçuşmaya başladı. Kahvedeki duyarlı
vatandaşlar araya girip kavgayı ayırmaya çalıştılarsa da, bu mümkün olmadı. Kavga sonrası
solcular, “Faşizme Karşı Omuz Omuza!”; sağcılar da “Ya Allah Bismillah Allahu Ekber!” diye slogan
atarak kahveden uzaklaştı. Kısa bir tereddütten sonra Erbakan ve arkadaşları da, “Tekbir, Allahu
Ekber!” diye gidenlerin arkasından sloganlara eşlik ettiler.
Osman kırılan camları toplarken Semih Bey:
- Bu böyle gitmez, artık biri gelsin, dedi.
Ertesi gün kahvede Türkeş ve Ecevit'in masası boştu. Kahvedeki derin sessizlik dışarıdan gelen
kurşun sesleriyle bozuldu; birden cam-çerçeve yere indi, herkes canını kurtarmak için kendini
masaların altına attı. Kahve otomatik silahla taranmıştı, ölenler ve yaralananlar vardı. Her şey bir
dakika içinde olup bitmişti. Silahlar sustuğunda saldırganlar, beyaz renkli sivil bir renoya binip
hızla olay mahallinden uzaklaştılar.
Olay sonrası her iki taraf da birbirini suçluyordu, intikam yeminleri edildi.
Kahvede yaşanan bu gerginliğin aksine Kenan Evren'in makamında tam bir sükunet hakimdi.
Kenan Evren ve arkadaşları; Nurettin Ersin, Tahsin Şahinkaya, Nejat Tümer, Sedat Celasun ve
Haydar Saltık videoda Rambo III filmini izliyorlardı. Telefon çaldı. Herkes Haydar Saltık'a baktı,
O'da gidip telefonu açtı. Ardından telefonu Kenan Evren'e uzatıp, “Paşam, telefon zat-ı alinize”
dedi. Arayan bir NATO yetkilisiydi. Görüşme oldukça kısa sürdü: “ Evet efendim, şartlar olgunlaştı,
yarın düğmeye basıyorum, arz ederim. Başüstüne. Ergenekon'daki iyi çocukların da Gladyo'ya
selamları var.”
Bu konuşmanın ertesi günü kahve yine hınca hınç doluydu. Herkes kahvedeki yerini almış, ilgisiz
bir şekilde kağıt oynuyor gözüküyor, intikam saatini bekliyordu. Beklenen bir kıvılcımdı. Bu
kıvılcım fazla gecikmeden kimsenin tanımadığı biri tarafından çakıldı.
Zaten kıvılcımı kimin çaktığının pekde bir önemi yoktu, o günlerde kimse bunu sorgulamıyordu.
Kahvede tekrar sağ-sol kavgası başladı.
Kavga olanca hızıyla sürerken birden kahve kapısı bir postal darbesiyle açıldı. İçeri önce
komandolar, ardından da Kenan Evren Paşa girdi. Kavga bir anda bıçak gibi kesildi.
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.15
Kenan Evren, Ecevit ve Demirel'i işaret ederek:
- Bunu Hamzakoy'a, bunu da Zincirbozan'a atın, dedi.
Askerler, bileklerine kelepçeyi geçirip Ecevit ve Demirel'i tutukladılar. Evren Paşa içerdekilere:
- Hah, şöyle paşa paşa oturun, dedi.
Ardından bir masaya oturup Osman'a seslendi:
-Osman Paşa bir su gönder, dedi.
Osman suyu getirince bir nobrium attı ve kahvedekilere hitaben:
- Aziz yurttaşlarım,
Silahlı kuvvetler; aziz Türk milletinin hakkı olan refah ve mutluluğu, vatan ve milletin
bütünlüğü ve gittikçe etkisi azalmaya/azaltılmaya çalışılan Atatürk ilkelerine yeniden güç ve
işlerlik kazandırmak, kendi kendini kontrol edemeyen demokrasiyi sağlam temeller üzerine
oturtmak, kaybolan devlet otoritesini yeniden tesis etmek için yönetime el koymak zorunda
kalmıştır, dedi.
Konuşmanın ardından dinleyicilerden müthiş bir alkış tufanı koptu. Bu alkıştan cesaret alan
Kenan Evren, yanında getirdiği kısa boylu, tıknaz ve kalın çerçeveli gözlüklü bir adamı
kahvedekilere tanıttı.
- Turgut Özal… Amerika'da ekonomi okudu, bundan sonra kahvedeki işleri o idare edecek,
dedi.
Artık asayiş berkemaldi, Evren Paşa gitmek için ayağa kalktı, fakat kahvenin duvarında asılı duran
altın kaplama bir kılıç ilgisini çekti. “Kimin?” diye sordu, cevap Semih Beyden geldi. “Efendim, iş
bu kılıç Davutpaşa Hazretlerine ait olup…” Evren Paşa açıklamanın devamını dinlemedi, kendi
kılıcını kınından çıkarıp yerine Davutpaşa'nın kılıcını taktı. Daha sonra kasaya geçip deri koltuğa
oturdu, çekmeceleri karıştırdı, çıkan bir miktar parayı da cebine indirdi.
Olup biteni, herkes şaşkın ve korkulu gözlerle izliyordu. Bu durum Evren Paşa'nın gözünden
kaçmadı, kahvedekileri tehditkar bakışlarla süzdü.
Herkes başını öne eğdi. Pişmanlık, korku ve endişe dolu bir bekleyiş başlamıştı. Karışık duygular
içindeki bu insanlar belli ki, affedilmeyi bekliyorlardı.
Başını öne eğenlerin içinde 17 yaşında masum yüzlü bir gençte vardı. Evren Paşa yanına gidip
yakasını ve kravatını düzelttikten sonra adını sordu. “Erdal Eren” cevabını alınca emrindeki
askerlere:
- Bunları beslemeyin, bir kaçını Taksim meydanında sallandırın, dedi.
Bu komutun ardından beş-altı asker Erdal Eren'in üzerine çullandı. Karga tulumba derdest edilen
Erdal Eren, askeri bir cipin bagajına bir çuval gibi atıldı.
Tüm bu yaşananları gözünü kırpmadan izleyen Evren, kasada süs olarak duran Pekin ördeğini de
alıp geldiği gibi aynı hızla kahveden çıkıp gitti.
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.16
Fırtına dinmiş, devlet baba tam zamanında kahveye müdahale etmiş, vatandaşları anarşiden
kurtarmıştı. Artık herkes zamlanan çay parasını vermek kaydıyla kahvede gönlünce okey
oynayabilirdi.
Fakat bir çocuk gibi azarlanan ve hizaya sokulan kahvedekilerin demokrasi yetisi gelişmemiş,
onca kavga ve deneyim boşa gitmişti. Her şey sil baştan başlayacak, deneyimsiz yeni nesiller
içine kapanık ve özgüvenleri eksik olarak hayata merhaba diyeceklerdi.
Özal, ilk iş olarak kahvedeki eski siyah beyaz televizyonu renklisiyle değiştirdi, ardından
düğmeye bastı, National Geographic kanalını açtı. Televizyon gayet güzel çalışıyordu, ses ve
görüntü mükemmeldi.
Kanalda önce bir üreme belgeseli ardından kurbağanın sindirim sistemi derken Mehmet Ali
Birand'ın sunduğu “12 Eylül Belgeseli” başladı.
Kahvedekilerin ilgisiz bakışları arasında Mehmet Ali Birand'ın sesi, yeniden yükselen kahkaha
seslerine karışıyordu:
“Türk demokrasisi; 27 Mayıs'ı [27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi], 12 Mart'ı [12 Mart 1971 Askeri
Muhtırası] atlatıp yeniden yola koyulmuştu. Ancak fırtına dinmemiş, karşılıklı hesaplaşmalar
bitmemişti. Tam aksine ülkede yeni cepheler açılmış, oluk gibi kan akmaya başlamıştı. Sonunda
12 Eylül [12 Eylül 1980 Askeri Darbesi] günü yine kapı çalındı. O gün gelenler her şeyi, ama her
şeyi değiştirdiler. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, eskisi gibi yaşanmayacaktı.”
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.17
Bazı yalnızlıklar böyle uzar gider
Uzar gider çakmak ateşi kalır geriye
Dağlarım güneş orucu tutar, karanlık
Saat gibi sallanır ahizede. Haberlerden geriye
Sadece soğuk bir rüzgâr kalır
Aynı anda uzakların uzağındaysak
Değeri yoksa yalnızca sana göredir
Buralarda herkesten samimi bir parça kalır
Ve görünmez olana dek solar öncesi
Sonrasına ilan gibi bir koRku kalır
Yanmaz tutuşmaz konuşmaklardan
Fakat her şey bizden geçmişse
Yüksek seslerden geriye bir yankı kalır
Ağustos on ikisinden bir çağrı kalır
Döner dolaşır aylar boyunca
Zihnimde eşinip duran bir ağrı kalır
Eğer her şey bizden geçmişse
Karanlık haberlerden geriye
Sadece soğuk bir rüzgâr kalır
Gönlüm alçaklara alçalır yine
hüsran çizelgesiabdulkadir akdemir
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.18
ikindilerin ağır bakışıkökü içimde olana ilişirbir derviş nefesidir yükseldiğimsözlerin en mahrem noktasında
en ıssız anlardabir şair büyür yontulmuş cümlelerdesanrımisafirdir toprak yolcularınaki adını telaffuz edemeyişimişte bundan
gariptireşgalimi aradığım loş uykularkaçmıyor ruhumdanhayal kırıntılarının en karasına yaslanışımküllenen birkaç harf dışında öldürmüyor beni
biliyorumsonu gelmez esaretlerinKün emrine mukabilküle savurdum benliğimisenin hatrınaola ki bir güneş doğar bağrıma
kül
sehe
r or
taön
er
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.19
cihat
kara
man
güvercin kanadında hülyalar
Güneş ışıklarını salmıştı. Boş gözlerle seyrettiği penceresinde, sessiz sakin yolların sesini
dinliyordu. Masasının yoğunluğundan kurtardığı gözlerini, karşısında üst köşede duran pencereye
yoğunlaştırmıştı. Görünen gökyüzü mavi, hafif bulutlu, biraz serin, odası biraz esmer ve çok
soğuktu. Sadece duvara astığı beyaz yapraklar odaya aydınlık hissi veriyor ve üstlerindeki kargacık
burgacık yazılarla ısınıyordu oda. Masanın üstündeki kalemi el yordamı ile buldu. Gözleri
pencerede eli boş bir sayfanın üstünde, beyaz yaprak kalemin hücumunu bekliyordu. Durdu.
Gözler hâlâ penceredeydi. Uzun uzun baktı. Kalem hareket etti
"Nerdesin sevdiğim"
Durdu. İçinde tufan öncesi fırtına habercisi poyrazlar başlamıştı. Gözleri pencerede, bulunduğu
diyardan habersiz ansızın çıkıp gelecek bir yar bekler gibi
"Boş hülyaların en üst perdesinde gözlerim"
Gün ortasında gece karanlığı yaşayan odasında hep kasvetli düşünceler sadır oluyordu. Kafasını
kapısından yana çevirip gelen sese kulak kabarttı. Garip bir sesti. Sanki biri odanın dışında kapının
hemen önünde bir pervaneyi dürülmüş gazeteyle durdurmaya çalışıyordu. Pıt pıt pıt… Yerinden
kalkmadı. Tekrar yüzünü pencereye döndü. Gözleri parladı, aydınlandı yüzü, bembeyaz yumuşacık
lokum gibi bir kuş konmuştu pencereye. Kuş yan yan bakıyordu. Bir şey söylese, bir şey yapsa
uçacak gibi duruyordu. Adam eşsiz bir sanat eseri gibi kımıldamaksızın, hayranlık duyarak ve
tebessümlü bir yüzle bakıyordu pencereye. Kuş bir güvercindi, adam hâlâ göz kırpmaksızın ona
bakıyor, uzun zamandır gelmeyen misafirini inceliyordu. Uzak yerlerden gelmişti. Buranın
güvercinlerine hiç benzemiyordu. Zira buraya yerli güvercin hiç uğramazdı.
“ seni düşününce içim erir düşerim
meydan yerinde naralar atarım.”
Kalemi bıraktı. Güvercin bu hamleyi algıladı ve uçtu gitti.
“uç özgür devrimci kuş uç hiçbir dayatmayı kabul etme
kalemim resti sana değildi bilesin..”
Kapısı yumruklandı.
- Hadiii sayım var, aydınlığa!..
- Geldim güzel düşlerimin celladı geldim. Bu söyleyişi bet suratlı kahverengi üniformalı eli
sopalı adam duymadı. “Aydınlıkmış sıçayım o aydınlığa” diye mırıldandı. Halk arasında
adam gardiyan diye anılıyordu. Fakat ona göre birkaç küfürden biri idi.
Havlusunu omzuna atıp dışarı çıktı. Aydınlık dedikleri yer, karanlık koridorun ucunda kalmış tepesi
şeffaf tente ile kapalı derin bir çukuru andıran isyanların
bastırıldığı havalandırma boşluğunuydu. Aydınlıktı. Çok
güneşli havalarda bu koridorda o aydınlığa gözlerini kapalı
yürürdü insanlar. ,
Yoklama alındı, geri döndü. Lavaboya gitmiş gelmiş, su
içinde kalan ağzını yüzünü kollarını kuruladığı havlusunu,
pencere altındaki kaloriferin üstüne serdi. Dışarıyı
seyretmek istiyordu, fakat pencereye yetişmesi için masaya
çıkması gerekiyordu. Bulunduğu yerden sadece gökyüzünü
seyrediyordu çünkü.. Başını kaldırdı ve havada daireler
çizen kuşları gördü. Hiç engel tanınmıyorlardı. Kimi taklalar
atıyordu biri diğerini takip ediyordu, ayrı uçan bile vardı
aralarında. Kanatlarında gizliydi bütün bu güzelliğin sırları.
Biliyordu çünkü pazara getirilen kuşlar kanatlarından
bantlanırdı. Uçamazdı. Bu düşüncesinden sonra kalemine
baktı, boynu bükük bir duruşu vardı sanki... Kâğıdın altında
kalmıştı yarısı.. Hemen yanında silgi vardı. Oysa hiç
kullanmıyordu silgiyi. Onun marifetli kanadı da kalemi idi,
fakat bantlayamadılar işte, orada duruyordu. Düşünceleri
beynini patlatırcasına sıkıştırıyordu onu..
Beyaz güvercin tekrar gelir pat pat ani bir kanat kesmesi ile birden durur boş odada kanat sesi
hafif yankılanır. O ufak pencerenin pervazında volta atar onun sözlerini tasdikler gibi her
adımında kafasını sallar o düşünür..
Özgür olmak nedir, Diye sordu kendine. Güvercine baktı. Kuş sanki cevap vermek ister gibi geldiği
yöne doğru sert bir şekilde kanatlanıp uçtu. Pencereye doğru yürüdü, boyunun yetişmediği
pencereye doğru.. Altına geldiğinde göğe baktı. Güvercin diğer tayfaya karışmıştı bile..
Seyrederken düşünüyordu. Yok dedi. Bu hücre benim kurguladığım bir algı, dedi. Duvarına astığı
kâğıtları düşündü. Yüz yüze geldi, seyretti. Özgür olmak düşünebilmektir dedi. Ben buradaysam
düşünüyorum, düşünüyorsam özgürüm, diye söylendi. Sonra “oooh ya” dedi. Kalemi eline aldı ve
kâğıda gülümsedi…
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.20
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.21
hati
ce g
ökde
reher dostölümü
tadacaktır
Kanın damarlardan çekilmesi gibi çekiliyor kelimeler zihnimden. Toparlayamıyorum cümleleri.
Kahretsin! Kollarım da kımıldamıyor yoksa damarlarımdan kan mı çekilmiş?
Off bu ağırlıkta neyin nesi. Etraf neden bu kadar karanlık? Neden tepetaklakmışım gibi
hissediyorum. Ne oluyor neden başımın üstünde duruyorum? Kendimi başımın üstünde taşıyacak
kadar önemsemem ki! Neden bu kadar üşüyorum peki? Nerdeyim ben? Neden cümlelerimi
sadece kendim duyabiliyorum? Hatırlamaya çalış! Kimim ben?
…
Gözlerim neden sözümü dinlemiyorsunuz?
En son bişeyleri kutluyorduk arkadaşlarla dostlar mıydı yoksa. Birileri diyelim onlara. Evet
hatırlıyorum sanki eskiden aynı tabaktan yediğim insanlardan birinin düğünündeydik. Mutlu
olmalı değil miydim? Evet ama değilim.. İlginç! Böyle şeyler yapmazdım oysa.
Zorla zihnini uyanık kal! Ne yapıyorduk düğünde içki mi vardı?? Tövbe ne içkisi!
Off ayaklarımdaki bu acı da neyin nesi? Etraf neden kan içinde?
Çok canım acıyor sebebi etraftaki kanın bana ait olması bunu anlayabiliyorum. Ruhumdaki acıyı
anlamlandıramadım. Neden neden neden?
Uyanık kalın aptal gözler!!
…
Şurada bir yerde telefon olmalıydı. Uzanamıyorum. Vücudum neden söz dinlemiyorsunuz?
Hatırla uyanık kal!!
…
Kalabalık, çok ses var, insanlar tepiniyor, bu saçmalığın içinde ne işim var. Aklım nerdesin?
Tanıdık yüzler var görüyorum. Şununla çok güldüğümüz zamanlar vardı sanki, ötesi yok. Şuna
hissettiğim öfkeden öte bişey olamaz. Şu peki, onu tanımıyorum. Hiç konuşmamış gibiyim onunla.
Şurdaki yüzler de tanıdık buradakiler de..
Allah'ım yardım et! Neler olduğunu anlamalıyım lütfen!
Bu acı dayanılmaz bir hal alacak gibi..
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.22
…
Evet, tamam gözlerim açık kalacak bu sefer.
Şu kucağında bebek olanı biliyorum, tanıyorum, hatta seviyorum, o uzaktaki onu da biliyorum
onu da seviyorum birkaç yüz daha var sevimli ve sevgili ama tanımıyorum onları..
O ikisi bana doğru geliyor ağızlarına kadar kelime mi dolular. İğğğ sürekli kusuyorlar kel bodur
kelimeleri. Bu tiksindiriyor ve acıtıyor. Zaten ne demek istediklerini de anlıyor değilim. Galiba
içinde bulunduğum durum kötü rüyalardan bir kesit. Hani yüksekten düşer düşer bir türlü yere
çakılamaz bağırır ama sesinizi duyuramazsınız ya işte onlardan. Susmuyorlar hiç…
….
Susmuşlar. Ben konuşuyorum sanırım o yüzden. O da ne, işte bundan korkuyordum, beni
anlamıyorlar. Ama biliyorum, hayır, eminim! Biz çok iyi dostlardık. Ağlarken bile beraberdik. Bir
arada olduğumuz için gülerdik. Şimdi.. Neden aynı dili bile konuşamıyoruz. Neden
anlamıyorsunuz, neden anlamıyorum.
…
acı beynime doğru yükseliyor..
…
Şimdi ne dedikleri anlaşılıyor gibi. Kızmışlar bana. İyi ama neden? Kızamazsınız! Haksızsınız!
Yalnızlığımın sebebisiniz demek istiyorum, diyemiyorum. Sürekli bir davet havasındalar ben ise
kaçmak istiyorum bir an önce. Neden üzülüyorum ki bu kadar, aynı dili konuşmuyoruz bile?
Gözlerimden taşan da ne. Ne oluyor biri bana anlatsın Allah aşkına!
Eskiden iyi dostmuşuz. Ya şimdi! Şimdi ne olmuş? Ne değişmiş?
Herkes tepinirken gülerek, ben neden ağlıyorum? Neden yalnız hissediyorum bu kadar?
Çaresizliğim de neden? Dostlarım var ya işte yanımda. Ağlarken gözlerine baktığım dostlarım
varlar ya işte! Gelmiyorlar onlar gözyaşı davet değil midir? Gelmiyorlar. Yalnızlığıma yalnızlık
katmak için kucaklarında biriktirdikleri kendi mutluluklarına bakınıyorlar. Gelmiyorlar..
Bir tanıdık yüz koşuyor yanıma şefkatli. Kim bu kadın? Bir anne bu benim annem değil ama.
Sarıyor sevgiyle. Ama neden? Gözlerine bakılırsa anlıyor beni. Ama nasıl? Önemi yok bu çok iyi
geliyor. Acılar diniyor. Gözlerimi azat ediyorum. İster aksınlar, ister huzuru yudumlasınlar. Bu
sessizlik işte şimdi tadına doyulmaz bir hal aldı. Uyku, uyku çok güz…
…
offf! Ne oldu kim yaktı bu mavi ışıkları? Peki ya sirenler? Neler oluyor burada? Gidin başımdan,
uykum var benim..
.…
-Gelme.. Gelmedi.. Gelmediler..
-Yetiş! Yetiş bey çok şükür uyandı!
- Elhamdulillah. Binlerce şükürler olsun. Allah kızımızı bize bağışladı hanım.
- Nerdeyim ben?
- Hastanedesin bitanem
- Neden? Çok yorgunum..
- Düğünden dönerken kaza yapmışsın, araba tepetaklak olmuş, sanki büzülüp bir kenara atılmış
gibiymişsin arabayla. Trafik polisleri bulmuş seni. Bize de onlar haber verdi. Kahrolduk sana bir
şey olacak diye. Günlerdir kendinde değildin sürekli sayıklıyordun. Çok korkuttun bizi, çok.
Bundan sonra araba maraba yok sana. Bin tane kızım yok benim. Ah evladım ne hale gelmişsin!
- Hanım bi sus! kız daha yeni uyandı!
Ne düğünü? Neden bahsediyor annem? Düğünde değildim ben. Düğünlerde mutlu olur insanlar.
Ben mutlu değildim sebebi düğün değildi belki ama mutlu değildim. Ben düğünde de değildim.
Ben cenazedeydim. Çok sevdiğim dostlarımın artık arkadaşım olduğu, dostlukların da ölümü
tadacağı gerçeğinin yüzüme çarpıldığı bir törendeydim.
Düğün değildi o. Dostluğun cenazesiydi. Düğün değildi o...
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.23
ümit aktaş'laözgürlük
üzerine
Ümit Aktaş'la edebiyat arasında nasıl bir ilişki var diye sorarak başlasak…
Okumaları hariç tutacak olursak, edebiyat dünyasına ben şiirle girdim. Ama herkesin şiiri bıraktığı bir
yaşta ben şiire başladım. Üniversitenin ikinci sınıfıydı. Bu, şiir için oldukça geç bir yaş.. Bir açıdan da
bence makul bir yaş, çünkü ben kelimenin tam anlamıyla “doğuştan şair” birisi değilim. Tabi bu, şairin
ne demek olduğuyla da alakalı bir şey.. Şair deyince aklımıza çoğu zaman duygusal, dokunsanız
ağlayacak veya her ağzını açtığında ağzından mısralar dökülen birileri gelir. Ben böyle birisi değilim.
Ama her insan gibi benim de duygusal bir tarafım var. Özellikle özgürlük sahneleri karşısında
gözyaşlarımı tutamam. Birinin özgürlüğüne kavuşması, bir toplumun özgürleşmesi ve zulümden
kurtulması sahneleri beni ağlatan sahnelerdir. Bunun dışında ağlamam genelde. Çok duygusal
değilimdir. Şiir de bu anlamda duyguların mahsulüdür.
Şiirlerinizde de genellikle özgürlük var…
Şiir aslında düşünceyle alakalı bir şeydir. Düşüncenin estetik bir ifadesidir şiir. Ama düşüncenin bir
felsefe olarak değil de duyarlılıkla birleştirilerek dile getirilmesi… O nedenle ben de düşünmeye
başladıktan sonra şiir yazmaya başladım. Düşünmeye, yani dünyayı ve kendimi sorgulamaya
başlamam, liseyi bitirip üniversiteye başladığım zamanlardı. Bir kimlik arayışına girmem ve hayatın
anlamını sorgulamaya başlamam o yaşlarda başladı. Zaten o yaşlara kadar da herhangi bir siyasal,
düşünsel ve hatta dini eğilimim yoktu. Hayatını sorgulamadan yaşayan sıradan bir beşerdim.
Düşünmeye ve hayatı sorgulamaya başlamak, aynı zamanda bir insan olmaya çalışmanın da
başlangıcıdır. Şiir yazmam, felsefeye ve dine yönelmem hep üniversite yıllarında gerçekleşen
şeylerdi. Ama üniversite etkisiyle olan şeyler değil, düşünmeye başlamamla alakalı bir şey.
Dolayısıyla şiirim de hayatı sorgulamanın ve düşünmenin bir ifadesidir.
* özgürleşme ** hayat ** insan *
* hakikat ** edebiyat *
* kadın ** yolda olmak *
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.24
Farklı düşünmenizi tetikleyen bir şey mi oldu?
Doğal olarak insan zaten on yedi on sekiz yaşlarında gerçek anlamda düşünmeye başlar. Ama şu da tetiklemiş olabilir belki: Erzincan'da liseyi yatılı okudum, sonra üniversiteye İstanbul'a geldim. O muhaceret de bir etki yapmış olabilir. Kültürel bir değişim, şehir değişimi, aynı zamanda çocukluktan yetişkinliğe bir geçiş ve saire, bunların hepsi üst üste binen şeyler olarak sonuçta beni şiire çıkan patikalara ulaştırdı. Birkaç sene kimseye okumadan, gizlice yazdım, daha sonra da bazı dergiler ve Yeni Devir gazetesinde yayımlandı. Yeni Devir'in arka kapağında tam sayfa röportaj ve şiirler birlikte yayınlanmıştı.
Şimdi de özgürlük kavramına geçelim isterseniz… Fransız devrimiyle ortaya çıkan bir özgürlük kavramı var. Osmanlı'nın son dönemlerinde de üzerine şiirler yazılmış bir “hürriyet” kavramını görüyoruz. Sizin dile getirdiğiniz özgürlük kavramı nereye dayanıyor?
Fransız devrimiyle veya Osmanlı'nın son döneminde ortaya çıkmış olan özgürlük kavramları bence haklı kavramlar. Ama onlar daha çok sosyopolitik kavramlar. Baskı altındaki toplumların özgürleşmesini sağlayan sloganlar. Ama yanlış da değil, çünkü bir toplumun, insanların baskı altında olması iyi bir şey değil. O anlamda toplumun özgürleşmesi lazım. Ama o “özgürlük”, benim kavramsal olarak tanımladığım özgürleşme değil. Biraz da “serbestleşmek” diye onu anlayabiliriz. Ben özgürlüğü insanın insan olarak ortaya çıkma biçimi olarak görüyorum. Bizler aslında beşer olarak dünyaya geliriz ve dünyadaki hayatımızın bir yerinde düşünmeye, hayatı sorgulamaya, hayatla hesaplaşmaya veya hayatımıza bir anlam arayışımıza giriştiğimiz zaman, bu düşünmeye ve aynı zamanda “insan” olmaya başladığımız zamandır. Bu anlamda “düşünmeyen”, hayatla bir hesaplaşmaya gitmeyen, hayata bir anlam aramayan birinin, beşerlikten kurtulup insan olduğuna kani olamıyorum. İnsan olduğunu kabullenmiyorum. O bir beşer olarak hayatını sürdürecektir. Sonuçta bir beşer, bir hayvan değildir. Hayvandan elbette ki farklıdır. İnsan doğuşu itibariyle hayvandan farklı bir canlıdır. Ama düşünemeyen biri de insan değildir. Düşünebilen biri ancak insanlık payesine ulaşır. Bu anlamda hayata ikinci kez gelmek yahut bir kişinin gerçek anlamda hayata doğması ve bir “insan” olarak hayata gelmesi diyebiliriz bu aşamaya. Bu aşama hayatın herhangi bir evresinde meydana gelebilir; ancak biz genellikle ergenlik sonrasında insanın düşünmeye başladığını kabulleniyoruz. Kimisi daha erken, kimisi daha geç başlayabilir düşünmeye, ama peşinen herkes düşünebilmeye, yani beşerlikten insan olmaya geçecek diye bir şey yok. Bu verili bir şey değil çünkü, kazanımsal bir şey. Ama sonuçta bir insanın özgürleşebilmesi için öncelikle düşünebilmesi gerekiyor. Düşünebilen bir insan dört duvarın arasında yaşıyorsa bile, hatta köle olarak yaşıyorsa bile, sonuçta bir “insan”dır. Ama eğer düşünmüyorsa, her türlü serbestliği de verseniz o bir insan değildir. Özgürleşmek, bir anlamda insanın var oluşuyla ilgili, ontolojik bir şeydir. Ve insanla Allah arasındaki en anlamlı bağdır bu. İnsanı yeryüzünde “halife” kılan da bu. İnsanın gerçek anlamda özgürleşmesinin ancak Allah'ın yaratıcılığıyla mümkün olan bir şey olduğunu düşünüyorum. Çünkü kâinat sürekli yaratılmaktadır. Ve Allah sürekli yaratmaktadır. Kâinat sürekli yaratılmasaydı, hep kendini tekrar eden, kapalı bir şey olsaydı, o şey içerisinde gerçek bir özgürleşme mümkün olmazdı. Gerçek bir özgürleşme ancak bu yaratılışın, yani hakikatin ardınca yürüyebilmekle ve buna dahil olmakla mümkün olan bir şeydir. “Hakikat” dediğimiz şey de burada kâinatın yaratılmasıyla ilgili bir şeydir. Yani biz zamanı genelde kronolojik bir akış olarak düşünürüz. Aslında bu, fiziki bir zaman anlayışıdır. Ama onun dışında kâinatın sürekli değiştiğini, o değişikliklerin de hep farklı bir yaratılışla ortaya çıktığını kabullendiğinizde, “zaman” dediğimiz şey bizim şu anda içerisine dâhil olduğumuz fiziki zamandan daha farklı bir şey olacaktır. Bu fiziki zamana da imkân tanıyan, ama onu daha da aşan daha temelli bir şeydir. Tüm kâinatın içerisinde devindiği ve diri olduğu bir yaratılmanın sürekliliğiyle mümkündür gerçek bir özgürlük de. Allah'ın yaratışı bir hakikat olarak tecelli eder ve biz bu hakikati izleriz. Hakikatin peşinden koşarız. O hakikati izleyebildiğimiz, peşinden koşabildiğimiz ve kendimizi de ona dâhil ettiğimiz sürece de gerçek anlamda özgürleşme imkânına kavuşabiliriz. Eğer kâinat sürekli yeniden yaratılmasaydı ve her yaratış bir diğerinden farklı
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.25
olmasaydı gerçek anlamda bir özgürleşme de olmazdı. Bu özgürleşmeyi mümkün kılan bir “fark”
peyda olmazdı. Çünkü gerçek anlamda bir özgürleşme insanın içinde beşeri varlığıyla bulunduğu bu
fizik kâinatın kapalı yapısından, daha aşkın bir zamana dâhil olması anlamındadır. Özgürleşme fiziki
dünyadan aşkın dünyaya bir geçiştir. O geçişi sağlayan imkân da Allah'ın yaratıcılığıdır. Şunu da
belirteyim ki, fizik dünyayı aşağılamıyorum, onu küçümsemiyorum. Kâinatın fizik ve metafizik olarak
bölünebildiğini düşünmüyorum. Bütün bunlar daha büyük bir bütünlük içerisinde telakki edilmeli.
Fizik-metafizik, madde-mana, ruh-beden gibi ayrımlar yaptığım da zannedilmemeli. Bunların
temelde daha büyük bir bütünlüğün parçaları olduğunu düşünüyorum.
Özgürleşmeyle yaratıcılık arasında bir bağ kurdunuz, özgürlük varoluşun temelinde var dediniz…
İnsan dışındaki bütün nesneler “yaratılmıştır”. Biz de beşer olarak yaratılmış varlıklarız. Ama “insan”
olma aşamasına geçebilmenin koşulu, bu yaratılmışlıktan yaratıcılığa bir geçiştir. İnsan, beşer olarak
yaratılmış bir varlıktır, edilgen bir şeydir diğer nesneler gibi. Ama “yaratıcı” olmaya başladığı zaman
insan olur ve özgürleşir. Ve Allah'ın yaratıcılık eylemine dâhil olur. İnsan, Allah'ın diğer sıfatlarından
pay alabildiği gibi, yaratıcılık sıfatından da pay alabilen bir varlıktır. Edebiyat dediğimiz şey de
sonuçta yaratmayla ilgilidir. İnsan sanatkâr da olabiliyor, mucit de olabiliyor. Bunları yapabildiğimiz
sürece insan olabiliyoruz ve yaratılmışlıktan yaratıcılığa, belirlenmişlikten özgürlüğe geçebiliyoruz.
Bir insan olmanın idrakiyle biz, fizikî bir dünyadan bir anlamlar dünyasına geçmekteyiz.
Dirilmekteyiz.
Edebiyatta hep kullanılan temalardan birisi özgürlük, hep arzu edilen bir şey… Ama özgürleşmiş
bir şiir yok sanki, hep özgürlüğe adanmış şiirler var. Bu anlamda özgürlük ütopik bir kavram mıdır?
Az önce bahsettiğimiz hakikat de öyle… Hakikat de hep ulaşmaya çalıştığımız bir şeydir. Bir insanın
mutlak olarak özgür olması zaten mümkün olamaz. Veya insanın hakikate mutlak manada ulaşması
da mümkün olamaz. Esas olan yolda olmaktır. Ben insanı yolda olan, yolda olması gereken, sefer
halinde olması gereken bir varlık olarak görüyorum. Özgürlük ve hakikat bizim için hep bir idealdir.
Allah hep yaratıyor ve bu devam eden yaratılışın ardından biz de yürüyoruz, biz de koşuyoruz, ona
dâhil olmaya çalışıyoruz. Ona iştiyak duyuyoruz. Özgürlük dediğimiz bir an veya bir nesnel durum söz
konusu değildir. Hakikat dediğimiz temellük edebileceğimiz veya inşa edebileceğimiz bir şey de söz
konusu değildir. Bunlar aramakla, yolda olmakla ilgili şeyler. İnsanı düşündüren şey aramasıdır.
Aramaya çıktığı anda insan düşünmeye başlar. Düşünmeye başlayınca da arayış içerisine girer. Ve
yola çıkar… Bu anlamda bir Müslüman'ın da öncelikle insan olabilmesi gerekiyor. Çünkü
Müslümanlık seçimle alakalı bir şeydir. Bilinçli seçim yapabilmek için de bir insanın öncelikle o
seviyeye kavuşmuş olması, yani düşünmesi gerekir. Bu dünya bizim mukim olabileceğimiz bir yer
değildir. Ama bununla dünyanın geçiciliğini kast etmiyorum. Bu dünya bize sefer halinde olmamız
için bir imkân veriyor. Biz burada yurtlanmamaya, buraya çakılıp kalmamaya çalışıyoruz.
Durduğumuz anda akışın biteceğini, özgürlükten kopabileceğimizi düşünebiliriz. Özgürlük sürekli
devinim halinde olmamızı gerekli kılan bir şeydir. Bir çatı altında yurtlanmak bizi zamanın ve
mekânın altına kapatabilir. Bizi özgürlükten koparabilir. Bizi oraya bağlayıcı şeylerle çevirebilir. Bunu
söylerken de dünyayı küçümsemek istemiyorum. Allah onu yarattığına göre onda birçok hikmetler,
birçok derinlikler vardır. Ama biz orada ikamet etmek için bulunmuyoruz. Biz orada yürümek için,
sefer halinde olmak için ve hakikate ulaşma cehdi içerisinde bulunmak için bulunuyoruz. Dolayısıyla
özgürlük bir durum değildir, bir yürüyüş halidir. Bu da yoldaşlarla gerçekleştirilebilecek bir şeydir.
Önemli olan mekân değil yoldaşlardır. Yoldaşlarınla birlikte bir yolda olduğun sürece mekânın ve
zamanın senin için bir önemi yoktur. Mekân ve zaman zaten bizi kayıtlayan şeylerdir. Hakikat için
sefer eden insan mekân ve zamanı aşar. Yunus “dağ ne kadar yüksek olsa da yol onu aşar” demiştir.
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.26
Özgürleşmeden bahsederken “yaratıcıyla kurulan bağ” dediniz. Ve yaratılmışlıktan yaratıcılığa geçiş olarak da nitelediniz özgürleşmeyi. Gerçek anlamda insan olmak da budur diyorsunuz. Peki ateist bir kişi veya seküler bir toplum özgürleşip “insan” olma payesine erebilir mi, yaratıcı olabilir mi?
Bir şeyi üreten insan aynı zamanda kendisinin yaratıldığının idraki içerisindedir. Bu idrake sahip olduğumuz zaman anlamlı olan bir şey yapmış oluruz. Teknik yaratıcılıktan bahsediyorsak, benim yaratıcılık kelimesine yüklediğim anlam bu değil. Ben daha çok varoluşsal olarak insanın durduğu yeri kast ettim. Ama şunu da belirtelim ki, Allah'ı bilinçli olarak inkâr eden bir insan da insandır. Çünkü bilinçli olarak seçim yapan, düşünen, durduğu yerin farkında olan her kişi insandır bana göre. Bu bilinçte olmayan bir Müslüman var ise şayet, henüz bir insan olmadığı, olamadığı için bence o Müslüman da değildir. İslâm toplumunda bulunduğu için sadece o toplumun davranışlarına katılmıştır. Temel anlamda düşünmeyen bir varlık insan değildir. Düşündüğü halde inkâr eden biri ise “insan” olma vasfını kazanmış olabilir ama inkârcıdır. O da teknik anlamda bir şeyler üretebilir. Ama yaratıcılıktan kast ettiğim şey tam olarak bu değil. Ben daha çok, bize özgürlüğü bahşeden şeyin Allah'ın yaratıcılığı olduğunu bilerek, o yaratıcılığın halk olma hali olan hakikate doğru sefer halinde olmayı kast ediyorum. Allah'ın yaratıcılığını inkâr eden birisi, ancak bu dünyanın imkânlarından yararlanan ve Allah'ın kendisine bahşetmiş olduğu o düşünme imkânlarını yanlış bir biçimde kullanan bir kişidir. Ama her halükârda hiçbir şey düşünmeyen hiçbir şey üretmeyen bir “Müslüman”dan bence daha iyi bir konumdadır. Ama olunması gereken bir hal değildir. Asıl olunması gereken hal, Allah'la irtibatını kurarak, yaratıcıyla ke n d i s i a ra s ı n d a b i r b u l u ş m a yakalamaya çalışma halidir. Medeniyet kelimesine yüklenilen anlam da çoğu zaman bu şekilde yanlış anlaşılıyor. Bir uygarlaşma hali, bir umran, imar edilmiş bir ülke, yurt, bir çatı, bir sığınak… Bunlar yeryüzünde insanların izleridir. Sefer halinde olan kişinin arkada bıraktığı izler. Ama bunlar insanları bir anlamda da yürümekten, bir sefer halinde olmaktan alıkoyan şeylerdir. Bir ırmak düşünelim, ırmak denize döküldüğü anda boğulur, ırmak olmaktan çıkar. Ben bir ırmak halinde olmayı, sürekli bir akış halinde olmayı kast ediyorum. Evet, biz de bir denize dökülebiliriz ama o döküleceğimiz deniz ancak Hakikat olabilir. Onun dışında bir yere dökülürsek o ancak bir göl, hareketsiz durgun bir su olabilir. Bizi akışımızdan uzaklaştıran, bizi durağanlaştıran bir şey olabilir. Ben insan olmanın durmamakla mümkün olacağı düşüncesindeyim.
Okuma Serüveni kitabınızda Mehmet Âkif, Said Nursi ve benzeri kişileri, zamanlarının müstebitlerine karşı çıkmalarından dolayı sevdiğinizi söylüyorsunuz. Bu türdeki karşı duruşların izdüşümlerini günümüzde de görebiliyor muyuz aydınlarımızda, yoksa geçmişte mi kaldı?
Devam ediyor aslında. Bu arayış içerisinde olan insanlar hiçbir zaman yok olmazlar. Özgürlük sürekli peşinden koşacağımız bir hal olduğuna göre bu ihtiyacı, bu açlığı hisseden insanlar hep var olacaktır. İnsanların çoğu bunun farkında olmayabilirler. Ama bunun farkında olan insanlar mutlaka olacaktır ve toplumların önünü açan da bu insanlardır. Gerek peygamberler, gerek onların varisleri olan âlimler veya şairler, yazarlar, düşünürler veya bilim adamları ile bu özgürlük arayışları hep sürecektir. Toplumları özgürleştiren, toplumları durmaktan, tekrarlara düşmekten, kapalı bir toplum olarak kalmaktan kurtaran hep bu şahsiyetlerin mücadeleleridir.
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.27
Özgürlük kavramı denildiğinde günümüzde hemen demokrasi akla geliyor. Ortadoğu halklarının günümüzde istedikleri şey de demokrasi ile özgürleşmek. Öte yandan birçokları da aslında demokrasinin modern kölelik olduğunu söylüyorlar. Siz ne düşünüyorsunuz?
Her ikisi de doğru. İstibdat altında yaşayan bir insan için elbette ki demokrasi göreceli olarak daha özgür aşamadır. En azından özgürleşmeye daha müsaitleşme anlamını taşır. Ama demokrasi de bir yığın zaafları, kusurları olan bir halk yönetimi. Yönetimin halka geçmesi bir özgürleşme imkânı anlamına gelmeyebilir her zaman. Batıdaki özgürlük kavgalarını ilk başlatan Sokrat, Atina demokrasisi tarafından idam edilen birisidir. Sokrat, Atina demokrasisiyle kavga etti. Bu kavga özgürlük içindi. Sokrat'ı peygamberlere çok benzetirim. Sürekli arayış içerisinde olan, sorgulayan, kendisine ve kâinata bir anlam arayan bir insandı. Ama onun arayışları Atina yöneticilerini rahatsız etti. Bu yüzden onu öldürdüler. Demokrasi bu anlamda çok da matah bir şey değildir. Ama istibdat altında yaşayanların da demokrasi istemelerini kötü bir şey olarak görmüyorum. Kötü düşünmeye hakkım yok. Çünkü onların yaşadığı istibdattan daha kötü bir durum yok. Zulüm altında yaşıyorlar. İnsan olduklarını bile ifade edemiyorlar. Öncelikle bu baskıcılıktan biçimsel de olsa kurtulmaları lazım. Az önce de dediğim gibi bir insan köle bile olsa kendi içinde özgür olabilir. Ama bunu söylerken de köleliğe rezerv koydum, bir insanın hiçbir hal ve şartta köle olması düşünülemez. Arap ülkelerindeki dikta rejimlerinde yaşayan insanlar köle bile değiller. Herhangi bir kimliğe sahip değiller. O kadar insanlık dışı şartlarda yaşıyorlar. Dolayısıyla onların öncelikle bu biçimsel baskıdan kurtulmaları lazım.. Mesela Mehmet Âkif'lerin de Abdulhamid'e karşı itirazları… Sonuçta bu itiraz ve İttihat ve Terakki'yi desteklemeleri bir anlamda Osmanlı'nın sonunu getirdi. Bu kötü bir şeydi ama ben yine de onları bu itirazlarından ötürü suçlamıyorum. Çünkü bu istibdattan bir an önce kurtulmaları gerekiyordu. İnsan olma onuru istibdat altında yaşamakla uyuşmaz. İnsan olduğunu, özgür olması gerektiğini hisseden bütün insanlar öncelikle istibdatla mücadele etmek zorundadırlar. O şartlardan kurtulmak zorundadırlar. O nedenle de Arap dünyasının insanlarını ve onların mücadelelerini ben takdirle karşılıyorum. İnşallah en azından biçimsel de olsa istibdattan kurtulurlar. Ondan sonra özgürlük kavgası sürecektir. O ayrı bir şey. Günümüzün en özgür denilen toplumları bile o anlamda özgür değillerdir. Amerikan toplumu, Avrupa toplumu, çok özgür toplumlar değil. Herkese hoşgörüyle bakabilen, herkesi kabullenebilen, herkesi insan yerine koyan toplumlar değiller. Amerika'da bir zencinin başkan olması bile oldukça garipsenecek bir durum olduğuna göre demek ki Amerikalılar tam olarak özgür bir toplum değiller. Aynı şey bir İslâm dünyasında olsaydı hiçbir zaman garip karşılanmazdı. Bu anlamda Müslümanlar onlardan daha ileri bir aşamadalar. Müslümanların bir renk kompleksi yok ama batı toplumlarının hepsinde hâlâ renk kompleksi var. Bir Arap veya bir zenci onlar için kötü anlamlarla yüklü olan şeylerdir.
Türkiye'deki demokrasi mücadelesi şimdilerde Müslümanların önderliğinde yapılıyor daha çok. Daha iyi bir demokratik sisteme geçeceğiz diyorlar. Arap dünyasında istibdat olduğu için oralardaki demokrasi mücadelelerini destekliyorum veya anlıyorum diyorsunuz, buradaki mücadele de aynı şekilde mi acaba? Daha liberal bir toplum oluşurken Müslümanlar bunun neresinde?
Müslümanların iktidara veya demokrasiye angaje olmaları çok kabul edilebilir bir şey değil. Çünkü bunlar bizim sefer halinde olmamızı durduran şeylerdir. Bizi bu dünyaya kapatan şeyler. Buna karşı uyanık olmak zorundayız. Bir taraftan baktığımızda belki bazı olumlu yanları var. Şimdiki Türkiye toplumu ile geçmişteki askeri vesayet veya militarizm dönemlerini mukayese edersek, toplumun o dönemlerden kurtulmuş olmaları olumlu bir şey. Sorun şundan kaynaklanıyor: Bir dönemin olumlu özellikleri daha sonra kendilerini nihai olumluluk olarak o toplumun üzerinde baskıcı bir sistem olarak oturtuyor. Örneğin şu anda Arap toplumlarının başındaki diktatörlük rejimleri, bir dönem o toplumları emperyalizmden kurtarmanın mücadelesini veren hareketlerin kalıntıları. Ama bir dönemin olumlu adımları, kendilerini o toplumlara nihai durum olarak empoze etmeye çalıştılar. Buna kimsenin hakkı yok tabi. Birileri iktidar adına kendilerinde böyle bir hakkı görebilirler ama
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.28
toplumların ve özellikle de Müslümanların (Müslümanlar derken de şunu kast ediyorum: Allah
bilincinde oldukları için özgürlüklerinin de bilincinde olan şahsiyetler) böyle bir ucuza kapatılma
durumunu hak ettikleri doğru değildir. Bir kişi özellikle de Müslüman ise böyle ucuza gitmemeli.
Kendilerini bir yere kapatacak olan herhangi bir dünya nimetine veya iktidara tav olunmamalı.
Müslüman bir zafer kazanmış olabilir, bir savaş vermiş olabilir; ama bu nihai savaş değildir, nihai zafer
de değildir. Bu süreklilik gerektiren bir şeydir. Bizim gayret ve cehdimiz sürekli olmalıdır.
Durduğumuz anda kaybederiz çünkü.
Kurtuluş savaşında veya günümüzdeki Arap devrimleri hareketlerinde kadınları hep ön saflarda
ve öncü konumda görüyoruz. Daha bir özgürleşmişler ve özgürlük hareketlerinde de önemli roller
oynuyorlar. Bunda toplumun aydınlarının, düşünürlerinin de rolü var tabi. Buradan hareketle
şunu sormak istiyorum:
İ s l â m t a r i h i n d e
M ü s l ü m a n
toplumlarda kadın
gereken konumunda
olabilmiş midir?
Maalesef olamadı,
bunu zaten hepimiz
biliyoruz. Peygam-
berimizden kısa bir
süre sonraki dönem-
den itibaren kadınlar,
p e y g a m b e r i m i z i n
başlattığı özgürleşme
hareketini sürdür-
mediler. Sürdürmeyi
bir kenara koy, pey-
gamberimizin zama-
nındaki durum daha da
ilerletilmesi gerekirken daha da geriye gitti. Şu anda bile İslâm dünyasındaki kadınların konumu
bence peygamberimizin hayatındaki konumdan daha geridedir. Ama özellikle bu son otuz kırk yıldır
kadınlar bu durumdan yavaş yavaş kurtulmaya başlıyorlar. Özellikle de bu siyasal mücadeleler ve
onların oluşturduğu bilinç, kadınları özgürleştiriyor ve özgürleşen kadınlar da verdikleri
mücadelelerle toplumlarını özgürleştiriyor. Gerek Arap isyanlarında, gerekse Türkiye'nin son otuz
kırk yıllık siyasal ve toplumsal mücadelelerinde kadınlar oldukça öncü bir konumdalar. Hatta
Türkiye'deki seksen sonrası İslâmi mücadele, büyük ölçüde kadınlar tarafından verilen bir
mücadeledir. Özellikle başörtüsü mücadelesi.. Burada başörtüsü çok sembolik bir şeydir, işin aslı
başörtüsü değil kadınların toplumsal hayata çıkmaları ve orada kendilerini özgürleştirecek
mücadeleyi vermeleridir. Özellikle son yirmi yılda bunu çok iyi gözlemliyorum. Mesela nereye bir
sohbete, bir konuşmaya gitsem, en anlamlı sorular kadınlardan geliyor. Gördüğüm kadarıyla
erkeklere göre kadınlar daha fazla okuyor artık. Dolayısıyla da daha fazla sorguluyorlar, daha çok
mücadele ediyorlar. Okullarda da daha fazla başarılılar. Üniversitelerde bile kadınların sayısı arttı. Bu
giderek önümüzdeki çağın bir kadın çağı haline gelebileceği gibi bir düşünce veriyor bana. Bunu da
yüzyıllardır baskı altında tutulan bir enerjinin patlaması olarak görüyorum. Bu enerji patlıyor ve
kendilerini olduğu kadar içinde bulundukları toplumları da değiştiriyor. Bu açıdan kadınların rolleri
çok önemli..
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.29
Edebiyat dünyasında da kadından iyi edebiyatçı olmayacağına dair bir söylenti var. Bu konular
konuşulurken de hep erkek üzerinden konuşuluyor. Ayrıca bazı kadınlar da erkekler gibi yazmakla
niteleniyorlar. Kadınlar gerçekten edebiyat alanında az var oldukları için mi, yoksa bir dönem
sonra artık aile sorumluluklarını aldıkları için mi görünmez oluyorlar? Yoksa bir kadın kitlesi var da
onlar görmezden mi geliniyor?
Kadınlar bu sürece, yani o yaratıcı sürece yeni yeni dâhil oluyorlar. O nedenle de bunu anlayışla kabul
etmek mümkün. Ayrıca işin fıtri tarafı var, onu da ihmal etmemek lazım. Bir romanda yazmıştım
galiba… Kadınlar çocuk doğurdukları için yaratıcılıklarını, doğurganlıklarını bu yolla tatmin ediyorlar,
erkekler bu açıdan daha nâkıs.. Çünkü erkekler bir anlamda kadın olamadıkları için sanatçı oluyorlar.
Kadının çocuğunda yaşadığı tatmini yaşayamadığı için doğurganlık işlevini sanat eserleri üretmekle
ikame etmeye çalışıyorlar. Erkekleri sanat alanında öne çıkaran şey budur. Ama bu kadınların fıtri
olarak böyle bir yetenekten yoksun oldukları anlamına gelmemeli. Bu daha çok hayat içerisindeki
duruşlarıyla alakalı bir şey… Erkek söylemi meselesi de ciddi bir mesele, ona da değinmeden
edemeyeceğim. Şu anda edebiyat veya yazı dünyasındaki söylem erkekler tarafından oluşturulmuş
bir söylem olduğu için, yazı dili daha çok erkek dili gibi algılanmakta. -Bir ölçüde de öyle-. Ben de bu
konuda hanım yazarları uyarıyorum zaman zaman. Bazen de tepkiyle karşılıyorlar. Diyorum ki, yazı
dünyasına dâhil oluyorsanız kadın duyarlılığınızı koruyarak dâhil olun, erkek söylemini
benimseyerek, erkek diliyle değil. Çünkü zaten gereğinden fazla erkek var, onlar zaten yazabilecekleri
kadar yazıyorlar. Siyaset dünyasında da aynı şey geçerli mesela.. Daha çok kadın olsun diyorlar. Peki,
daha çok olan bu kadınların erkeklerden bir farkı olmayınca, gerçekten bu siyaset dünyasına daha
fazla kadının dâhil olduğu anlamına mı gelir? Mesela Bush döneminin savunma bakanı Condaliza
Rice; onu bir kadın olarak görebilir miyiz? Sonuçta kadın kılığı altında başka erkekler siyaset
dünyasına dâhil olmuş oluyorlar. Edebiyat dünyasına da kadın duyarlılığı ile dâhil olmalarını istiyorum
ben kadınların. Bu konuda olumlu örnekler var tabi. Mesela Yıldız Ramazanoğlu, Cihan Aktaş ve
Özgün Duruş'ta yazan diğer kadın yazarlar … Onların üsluplarını seviyorum, kadınca bir duyarlılıkla
yazıyorlar.
Yüzyıllardır biriken bir enerjiden söz ettiniz. Buradan yola çıkarak şöyle bir genelleme yapabilir
miyiz: baskıcı yönetimlerin olduğu toplumlarda da biriken enerji yüzünden daha fazla mı edebi
ürün ortaya çıkıyor? Şöyle soralım isterseniz: Baskıcı toplumlarda mı daha nitelikli edebi ürünler
çıkıyor yoksa serbest toplumlarda mı?
Bunu şartlara bağımlı olarak düşünmek doğru değil. Tabi ki her iki şartta da verilmiş çok güzel
örnekler var. Bu tamamıyla bizim insan olma ve özgür olma bilincimizle alakalı bir şey. İnsanoğlunun
içerisinde böyle bir damar var. Bu damar birileri tarafından ister baskı ister serbestlik atmosferi olsun,
her halükârda sürdürülür. Peygamberlerin soyu ile ilgilidir bu. Kur'an-ı Kerim diyor ya “senin soyun
kesik değildir.” Buradaki soy işte odur. Âdem'le birlikte başlayan nebevi bir soydur ve her halükârda
sürecektir. İster en zor koşullar olsun ister en güzel koşullar olsun fark etmez. Çünkü o zorluk veya
güzellik zahiri olan bir şeydir. Dünyaya zahiri olarak bakan kişiler içindir. En serbest ve en güzel diye
nitelediğimiz şartlar bile o soy açısından belki oldukça kötü şartlardır. Onlar için o güzelliğin hiçbir
kıymeti harbiyesi olamaz. Veya o en zor en baskıcı dediğimiz şartlar da belki onlar için çok da önemli
şartlar değildir. Çünkü onlar o şartlarda da kendilerini ortaya koymasını bilirler. Peygamberimizin,
Hazreti Musa'nın ve İsa'nın ortaya çıktığı şartlar mesela.. Hangi peygamber güllük gülistanlık
şartlarda ortaya çıktı ki? Ama o zor şartlara rağmen onlar yapmaları gereken şeyi yaptılar. Ama genel
anlamda rahat atmosferler insanları bir ölçüde de olsa atalete sevk eder. Çatışmacı toplumlarda ise
insanlar daha bilenir, savaşım ve mücadele için. Önemli şahsiyetlerde genellikle toplumların kriz
durumlarında ortaya çıkar. Bir ölçüde de olsa ihtiyaca mebni bir şeydir bu. Ama nihai anlamda “insan
olmak”, koşulları aşan bir şeydir; özgürlük aşkı ve ihtiyacıyla ilgili bir süreklilik…
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.30
Farklı yemişler düşlemekteyim ütopikal Farklı hayâllere bürünüyor yüzlerimEllerimden kırlangıçlar halk oluyor, halkımın şaşkın bakışları önündeOysa kimse bilmiyor hangi rüyada yaşadığımıHer ağzını açanı sanırsınız peygamberYine de kıyamet kopmuyor
Sanırsınız bir başka vatan da vardırYatmaktadır görkemli kitabelerin altında şehitlerSanırsınız her vatan toprağı kanlıKurtarılmıştır her bir alfabe zalimlerin elindenSanırsınız yaşamıştır Türkler milattan da önceKurumuştur tüm içdenizler göçbenizli kızlar yüzünden
Ah…! Delice sular gibi düşsem şelalelerden: düşülen ben düşen benDalgalar arasında bir gölge gibi beliren, kanat çırpan sonsuz umutların içindeUçardım kıtaların üstünden atlara da binmesemSevinçten raks ederken bakmazdım gökyüzüneBaşımın üstünde aç kuşlar dolaşırken, alnımda o lânetli şuleYemin etmezdim olur olmaz sevdiğimin başı üstüneBakırı eritmezdim, salardım suları içdenizlereBaşka sınırlar çizerdim aramızda gözlerimizin hüzünle dolaştığıTanrı dağı kadar inanırdım sevildiğimizeTanrıyla sarhoş olurdum seni görünce, kendimden üryanUğuldayan rüzgârların buz kestiği bir yolun belirsizliğinde Ürperirdim bir çiçeğin bakışlarındaki aşkı görünce, akardımBir yudum suyun sevinciyle, eşiğimin üstündenEvi basınca geceDüşünce üstümüze o simsiyah ışıklar, aşka gelinceKaybedince kendimi şehrin o sarsak kalabalıklarının yüzündeBoşaltırdım öfkemi tüm kızıl denizlereKendimden bile soyunurdum görseydim dağda yanan ateşiSoyunurdum alevlerle giyinmek için, yazardım alevlenmiş bir dille Halkımın belleğine “ey âşıklar, ey âşıklar mezheb ü din aşktır bana…”
üto
pik
alüm
it a
ktaş
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.31
Sevgilim, şimdi sana söylenecek onca söz varken Dilimin yılan gibi içine kıvrılışı odasına çekilişinde hüznüyle Yeni yepyeni şiirler arıyorum kendime. Ah içim nasıl yanıyor, melek aynı şarkıyı söylemiyor her zamanki gibi Ve ben bıraktım seninle olmayı, güzel anılarla donanmak seninle Aklımdan geçmiyor. Şimdi sen bir şiir istersin en derininden kalbiminSessiz harfler çıkarıp bulurum sana yeniden 'ben' olmayı Ve sen anlamazsın bunu sen hiç ayna tutulduğunda sana Gördün mü beni/ ben çok gördüm kıpkızıl akşamlarca Tutulan her aynada yüzüme yüzümden akan kıpırtıların Sana vardığını seninle tamlandığını sessizce ben çok gördüm.
Beni bırakma… diye geçiriyordum içimden şimdi bütün cümleleri boşaltıpTekrar anlam yükleyeceğim kendime çünkü ben seni sevmiyorum Seni sevmeyi sevmiyorum hiç tanımamışsın gibi bir yabancıymışsın gibi bana Yıkılıp duruyorsun öylece karşımda çünkü sen öylesin benimlesin ama Benimleyken de her yerdesin aslında.
Şimdi dertlerimden yola çıkarak sana bir otoyol hırsızı gibi sözlerimi bırakıyorum Al ve sakla onları benden sana kalan tek hatıra bunlar çünkü artık Yaşlandı gözlerim ağlamaktan susmaktan çenem yoruldu gönlümün bağlarından Soylu kelimeler türetiyorum sana karşı anlamanı istiyorum seni artık sevmiyorum Taşınıp gitmelisin kalbimden anlamalısın sana ait ne varsa artık ardında yaşıyorum Taşınıp gitmek için kalbinden izin istiyorum –istemiyorum- Bunca söz varken aşka dair.
Sevgilim şimdi konuşulacak onca söz varken bakmak bu kara tahtalara Adına sesli alfabeler değil de isli şiirler yazmak… ne acı…Rüzgâra dönmek gibi bu her şeyini ilikleyip acını göğsüne Yürümek gibi can acıtan yollarda… hem yollar onlar ki bizi bir yere bağışlar Acısızlığın olduğu yere vefasızlığın direndiği ve sen sevgilim En siyah gecesin benim giyindiğim.
Sana başlarken her hecede yontuluyorum anı bırakmamak için kendime dair Dökülüyorum sözlüklere bir bir ve sen aşkın bu en onulmadık tarafından kalkıp Siliniyorsun geliyorsun en nihayetinde bana doğru tertemiz bir gemi gibi Hayır yolları hiç sorma… çünkü onlar bizi ayrılığa taşır ve sen Bir gemi gibisin fakat her suda yıkanan senin gibi temiz kalır mı?
Akşama kadar yıkandım bir şiir içtim bir şiir daha yaktım ve yıkandım. Kendimi unutmak için bir gemide hem gemiler bizi varlığın bağrına bağışlar mı Düşünsene bir okyanusları onlardan taşan gemiler iç eller yalnızlıklarımız Bizim her şeyimiz onlar gönüllü olmak bu kadar ağır mı (senin sevdana?)
Her şiir; bir iç yanılsamasıdır aslında. Sana bu yüzden bu kadar şiir yazıyorum.
söylenecek onca söz varken nihat ilhan
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.32
bila
l ku
l
gemicik
Çocuk, üzerine düşen bir bombayla uyandı. Yine aynı rüyayı görmüştü. Uçsuz bucaksız bir denizin ortasında öylece duruyorken üzerine kurşunlar yağıyor ve bir bomba düşüyordu. Tam da boğulacakken bir el uzanıyor ve onu tutuyordu. Gözlerini açtığında anne ve babasıyla birlikte yaşadığı barakada bulunca kendini rahat bir nefes aldı önce. Sonra etrafına bakındı garip bir his vardı bu defa. Babası yine radyoyu eline almış haberleri dinliyordu. Dikkat kesildi çocuk da radyodaki sese. Telaşlıydı radyodaki ses ve yine kötü bir şeyler olmuştu. Dinledikçe tüyleri diken diken oldu, bir üşüme sardı bedenini. Ne anne ne de baba küçük kızın ruh halinin farkında bile değillerdi. Kız, yatağından fırladı birden ve suya uzandı. Korku içindeydi. Elleri titriyordu. En az gördüğü kabuslardaki kadar korku içindeydi.. Bardağı tutamadı ve yere döküldü elindeki su. Zaten içindeki yangını söndürmeye bir bardak su yetmezdi.Anne ve baba radyodan gelen sesin çekim alanındaydılar hala ve kız kendini dışarı attı. Keşke bir arkadaşı olsaydı da bütün olanları unutup onunla oynayabilseydi. Ama burası kamptan uzakta ücra bir köşeydi. Etrafta başka ev de yoktu. Kulağında radyoda ki ses... Yürümeye başladı barakanın etrafında. Tekrar içeri girdi. Radyoda hala aynı konudan bahsediliyordu. Kenarda duran gemiciğe ilişti gözleri. Babasına gördüğü rüyayı anlattığında birlikte yapmışlardı bu gemiciği. Denizin ortasında kalırsa bu gemiyle kurtaracaktı babası onu. Gemiyi ve beraberindeki gazeteleri alıp tekrar dışarı çıktı küçük kız. Evin hemen yanındaki ağacın dibine oturdu ve babasının gösterdiği gibi bir gemi yapmaya çalıştı. Evet, sanırım bu defa yapmayı başarabilmişti. Hem de hiç yardım almadan kendi gemisini yüzdürebilecekti. “Dua gemisi” koymayı düşündü adını ama bu geminin adı zaten konulmuştu. Evet, radyoda duyduğu isim çok anlamlı ve tanıdık gelmişti ona. Sahile doğru yürüdü küçük kız... Babası evden bu kadar uzaklaşmasını yasaklamıştı ama içinde öyle bir yangın vardı ki durduramadı küçük ayaklarını. Her adımda daha fazla titremeye başlamıştı bacakları ama kararlıydı bu gemiyi denize bırakmaya. Nihayet kumlara ayak bastığında biraz dinmeye başladı korkusu. Deniz ağlıyor gibi geldi ona. Ama gözleriydi yaşaran. Ayakları suya değdiğinde gözlerindeki yaşları hıçkırıkları takip etmeye başlamıştı bile. Dizlerine kadar girdi suya, eğildi ve öptü denizi.Kendi elleriyle yaptığı ilk gemisini denizin matemli suyuna bıraktı. Gemiciği nazlı nazlı salınıyordu. Suyun içinden aldığı birkaç çakıl taşını kuruladıktan sonra gemiciğinin içine bıraktı. “Güle güle git mavi marmara. Güle güle”Duyduğu bir sesle irkildi küçük kız! Arkasına döndüğünde eli silahlı bir adam tepesinde dikiliyordu. Ona ve gemiciğine bakıp pis pis sırıtıyordu. Küçük adımlarla sudan çıkıp evin yolunu tutmaya karar verdiğinde neden evden uzaklaşmaması gerektiğini anlamıştı. Adam, elindeki silahı küçük kızın gemiciğine doğrulttu ve bir el ateşledi. Mavi Marmara suya karıştı. Ve birden silah bir el daha ateşlendi. Küçük kız kumlara düşerken aklında gemiciğini gönderemediği yerlere gitmek vardı. Gözlerini araladı son bir defa küçük kız. Denizde binlerce gemiciğin salındığını gördü ve bir de rüyasındaki eli. Yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi ve tekrar kapandı gözleri.
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.33
ayat ayat cintafatih tamer
Modern zamanlarda Yusuf (a.s)'ın yaşadığı kadar ağır
imtihanlarla karşılaşanımız var mıdır bilemiyorum. Öylesine
gözümüz ve yüreğimiz alıştı(rıl)dı ki bazı şeylere, ne böyle bir
imtihanla yüzleşeceğimize, ne de yüzleşince doğru yerde
durabileceğimize inanmaktayız. Hal böyleyken inananlar
“yaşamaya” dair yaralarımızın ve imtihanlarımızın sayısı
haddinden fazla olabiliyor. Bunlardan en ağırı da sevgi ile ilgili
olanı elbette…
Sevgi ayetleri ya da Ayat Ayat Cinta, 11 Eylül saldırıları sonrası
terörize edilmeye çalışılan rahmet ve esenlik dini olan İslam'ın
sevgiye ve insanlar arası ilişkilere yönelik tarafını daha bir
belirgin kılan, buna dair mesajları açıkça ortaya koyan lakin
çok daha derin bir vurguyla aşk'ın Müslümancısına değinen
Endonezya yapımı bir film. Bazı değerlendirmelerde Titanik
filminden daha etkili olduğu söylenen yapıt Habib-ür Rahman
El Şirazi'nin aynı adlı eserinden uyarlanmış.
Aynı zaman diliminde yaşayarak, sevmek duygusunun
kalplerine aynı anda yerleşti(ril)diği birkaç kişi etrafında
dönen gözyaşlarını sürekli zorlayan bir hikâye var karşımızda.
Burslu bir şekilde Mısır'a Ezher'e gelen yakışıklı, ahlaki
seviyesi ve samimiyetiyle çevresinde belirgin bir şekilde fark
edilen Fahri, Müslüman bir öğrenci evindeki eğlenceli
tablonun küçük yansımalarıyla başlayan filmde okulundan,
komşusu ve aynı zamanda en yakın yoldaşı ile sonradan
karşılaşacağı biri olmak üzere farklı ahlak ve davranış
biçimlerine ya da kalbe sahip kadınlardan kendisi çok fark
etmese bile duygusal bir yakınlık görmeye başlar.
Ancak bu hanımefendiler içinde biri var ki, Sezai Karakoç'un
Mona Roza'sına, Kemal Sayar'ın Sophia'sına ve elbette Tarık
Tufan'ın Anna'sına denk düşürülebileceğimiz Fahri'nin
komşusu Maria'dır. Maria ya da Meryem. Saflığı, samimiyeti,
çok geç anlaşılsa da ortaya koyduğu emek ve kalbine koyulan
sevgiyle Allaha karşı sorumluluğunu da hatırlama noktasında
ilerleyen Mısır'lı Hıristiyan bir genç kız. Ayrıntıları atlamayan,
sevgisini emek vererek belli eden, karşılığını çok fazla
beklemeyen ancak yok sayılmayı da kabullenemeyen bir garip
yürek.
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.34
Fahri'nin okulda duvarlara asılı resimlerini alıp defterine yapıştıracak kadar belki biraz hırs ile
gizliden ilgi duyan Nurul daha dayanıksız bir halde Fahri'nin peşinde. Var olan durumunu
kendince yorumlayan ve belki biraz da kendi kendine yaşayan bir tipleme. Ancak samimi olmalı ki
ilerleyen kısımlar da Fahri'nin yaşayacağı büyük bir sıkıntıda adaletli olmayı başarabilecektir. Bunu
başaramayan diğer karakter ise Nura'dır. Başına gelen bir felakette Fahri'nin gösterdiği fedakârlığı
hemen aşka yoran ve ona talepkâr davranan, reddedilince de hırsının kurbanı olan belki de
Züleyha'ya benzetilen karakterimiz.
Ve Ayşe… Ben her ne kadar baştan sona bu filmde Maria'dan yana olsam da, filme anlamsız bir
noktadan giren zengin ve tepeden bakan biriymiş gibi aksettirilen Türk asıllı Ayşe. Fahri'nin aşk
namına düşünmeye başladığı ilk kişi. En azından senaryo bizi öyle yönlendiriyor.
Müslüman bir gencin böyle bir durumda Yusuf kadar temiz kalabilmesi zor. Anlatılmak istenen de
sanırım bu kargaşa da nasıl ayağı kaymadan durabilir insan. Dört farklı insan tipi, farklı sevgi
anlayışları, kimi sevgisini sebil ediyor kimi zibil. Kimi sahip oluyor, kimi sahip olduğunu
düşündüğünü kaybediyor. Eline sürekli mektupların tutuşturulduğu ya da kızların kendi arasında
kendisiyle ilgili hayal kurduğu Fahri ya da Yusuf, bütün bunların arasında gözden kaçırdığı
gerçeklerin, farkına varmakta geciktiği yüreklerin hesabını farklı bir imtihanla ödeyecektir
ilerleyen zamanlarda.
Birçok ilgili hanım arasından herhangi birine özel ilgi duymayan duysa bile bunu kendince
saklayan, sonradan farklı ortamlarda sürekli karşılaştığı Ayşe'de karar kılan Fahri ders aldığı
şeyhinin de isteğiyle evlenmeye karar verir. Burada günümüzde flört ya da benzeri tarzda kontrol
edilemeyen –edemediğimiz- süreçlerle ilgili, yapılması giderek zorlaşan “taarrüf” yani ailelerin
şahitliğinde tarafların birbirini görmesi esasına dayanan evlilik öncesi geleneğe de özel bir vurgu
var. İslamî dediğimiz her ne varsa aslında ne kadar uzağına düştüğümüzü göstermesi açısından
önemli bir durum. Film bu tarz sahneleri çokça içinde barındırıyor zaten. Özellikle trende
Amerikalıya yer veren Ayşe'ye “Bunlar Amerikalıdır, kâfirdir, teröristtir” diyen ve hatta kendisini
yumruklayan adama karşı Fahri'nin takındığı tavır kayda değer. “Kötülük yapanlarla
karşılaşabiliriz ancak biz sürekli olarak iyi olmak durumundayız” sözü Aliya'nın Sırplara karşı
intikam duyguları ile hareket etmek isteyenlere karşı “Onlar bizim öğretmenimiz değil” sözünü
anımsatacak kadar etkili.
Maria'nın -ki o Fahri'nin en büyük yardımcısı, kollayanı, yemeyi unuttuğu zamanları dahi bilerek
onun gönlünü sürekli memnun etmek adına çaba sarf edeni- kısa süreli bir şehirden
uzaklaşmasının Fahri'nin Ayşe ile olan evliliğine rast gelmesi filmin kırılma noktası. Nurul'un
yüzünden düşen parçalar, Maria'nın döndükten sonra karşılaştığı acı gerçek Fahri'nin farkına
varmadan içinde büyüttüğü “kimseye yanlış yapmamış” olma duygusu üzerinden gerçekleşen
belki de şeytanın sağdan yanaşmasını en güzel biçimde anlatan dik başlılığı.
Fahri evlenmiş ama hep Maria'dan söz etmekte. İnsan sevdiğini dilinden düşürmez diye bir söz
duymuşuzdur hep. Çünkü onda iz bırakmıştır, çünkü ortaya koyduğu emek kalbi zorlamaktadır.
Fahri Maria ile Ayşe'yi tanıştırmak için bir yemek tertip eder ki filmdeki en iç yakıcı sahnelerden
biri budur. Maria dudakları çatlamış bir şekilde yaşadığı şaşkınlığın izlerini gözlerinin ta içinde
taşıyarak Fahri'nin gözlerinde kaybolmaktadır. “Bir gün gözlerimin taa içine bak / anlarsın ölüler
niçin yaşarmış” denilebilecek bir sahnedir bu!
Ayşe bunu fark eder, öyle bir fark eder ki sürekli eşini tanıyamama kargaşasıyla düşünceli ve
gergindir. Tam da bu sırada, Nura, Züleyha'ya öykünerek Fahri'ye büyük bir iftira atmıştır ki artık
Fahri zindan imtihanıyla yüz yüzedir, her şeyden habersiz.
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.35
Maria Müslüman bir genci kalbinde büyütürken farkına vararak, bilerek ve isteyerek İslam'ı da
büyütmüştür. Bu onun çektiği acıyı büyütmekte, örnek aldığı ona bakarak İslam'ı öğrendiği
kişiden uzak kalmak ve sonradan öğreneceği bir hastalık onu daha da yaşayamaz hale
getirecektir. Ayşe eşini zindana düşüren iftiranın peşine düşer ve sırayla Fahri'ye yakınlığı
olanlar üzerinden durumu çözmeye çalışır. Ayşe tam da bu noktada adaleti ayakta tutmalıdır
onun için herkesten ve her şeyden daha zordur bu durum.
Mahkemeler kurulur ama düğümü çözecek olan yürekteki kördüğümü çözecek olan Maria'dır.
Çünkü baştan ayağa samimiyetle durmuştur en başından beri. Ama Maria'nın anlatması için bazı
şeyleri, Fahrinin itirafına ihtiyaç vardır. İnsanın yaşamasını zorlaştıran şeyler içine batan
yüreğine yük olan duygulardır. Ondan kurtulmadan ona dair duruşunu belli etmeden yürüse
bile yalpalar, büyük sıkıntılara sebebiyet verir. Ayşe Maria'nın halinden anlamıştır ki Fahri
kendinden önce birilerini “ümitlendirmiştir”. Ve hiçbir şey olmamış gibi kendisiyle evlenmiştir.
Fahri zindanda yaşadığı sıkıntılar ve eşinin gösterdiği dirençle, dayanamaz ve Maria'ya karşı
hissedip de söyleyemediği şeyleri mırıldanır.
Aslında filmin bu noktası bize çokça unuttuğumuz “kendimizle yüzleşme” fırsatını sunmaktadır.
Aleyhimize de olsa hoşumuza da gitmese de yüzleşmek daima insanın adımlarını ciddi anlamda
sağlamlaştırır. Bu yüzleşmenin en önemli ayağı da kendisi Ezher'de öğrenci olan Fahri'ye –ki dik
başlılığa varan bir duygusundan söz etmiştik- zindan arkadaşı olan bir adamın ayetler eşliğinde
yaptığı müthiş uyarılardır.
Zindan öyle bir mektep ki , , adi bir suçtan içeri girmiş bir insanı bile ihlâs olduktan sonra nasıl da
büyük bir öğreticiye dönüştüğünü ispatlıyor adeta. Ve Fahri'ye yüce bir sesle seslenir adam:
Yusuf'u düşün, Yusuf'u. O zindana girdiğinde Allah'ım eğer zindanda kalmam sana yakın olmam
için daha iyiyse razıyım demişti. İman Samimiyettir Fahri İman İhlâstır…” diyerek suçlandığı
şeyleri bir türlü kabullenemeyen Fahri'ye, haklı dahi olsak bir şekilde bunun ortaya çıkacağını
düşünerek “razı olma” halini yakamıza yapışarak anlatmaktadır.
Hikâyeyle karışık anlatımım sizleri yanıltmasın nerdeyse her noktasında ilginç bir mesaj taşıyan
ve insanı sürükleyebilen bu filmin ilerleyen kısımları çok daha ilginç şeylerle sonlanıyor.
İnsan ruhunu cıvıl cıvıl eden sahneleri de unutmamak gerekir filmde. Maria'nın pencereden
sarkıttığı o sepet, içinde Fahri'nin yemek yemeyi unutması dolayısıyla ona hazırladığı yiyecekler
ve mango suyu… Film başlarken öğrenci evine gelmek durumunda olan Maria'yı karşılarında
gören Müslüman öğrencilerin tavırları görülmeye değer. Özellikle Ayşe'nin eşini araştırırken
Ezher'deki kız öğrenciler arasındaki sahne, bıçakla Yusuf'un güzelliğinden ellerini kesen kadınlara
ait sahneye atıfta bulunacak şekilde yapılmış. İkili diyaloglar içinde çok şeyi barındırmakta ve
mesaj kaygısı taşımakta. Maria ile ilgili itiraflarından sonra iki kişi arasında kalan Fahri'ye en
yakın arkadaşının söylediği şu söz gibi. “ İkisi arasında adaletli davran ama bir tek kadına bile
adaletle davranmak zordur”
Ayat Ayat Cinta ya da Sevgi Ayetleri gerçekten ruhumuzun en işlek caddelerinden en sessizine
kadar olanına dokunabilen güzel bir yapıt. Didaktik belki çok fazla mesaj içeren bir yapıt gibi
ancak gerçekçiliği, yaşanabilirliği ve vurguları ile hepimizin ruhunda bir yerlere misafir olabilecek
ilginç bir dünya.
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.36
Terk edilmiş semtlerde gözler buğulu,
Her yer telkinlerle çürümüş beyinlerle dolu,
Küçük bir kuşun haykırışı,
Aç bir kedinin çırpınışı,
Masum bir çocuğun bakışı var kaldırımlarda.
Sönmüş gece lambaları, yaşadıklarını anlatıyor yazarlara.
Her türlü kötülüğün barındığı yollar, mezar olmuş olumsuzluklara.
Ufak bir esintiyle hareket eden çatılar kalmış kasabada.
Kendini yansıtan bir ayna var kırık camlarda.
Saat, gece yarısını üç geçiyor.
Manzarada sadece renk değişiyor.
Bitmek bilmeyen masallar,
Üç noktalı yalanlar, dans ediyor her tarafta.
Tarihsiz günler geçiyor kayda.
Talihsiz dakikalar kaldırılıyor bir rafa.
Siyah bakışın esaretinde, beyaz yürekler,
Kalan gideni, gece gündüzü bekler.
İklimler değişir, zaman geçer.
Sarsıntılı mekânlar, ölümü dinler.
Çaresizliğin resmini çizer, ressamlar.
Işığı kapatır, pembe yalanlar.
Doğrunun tanımını yapar yanlış konuşanlar.
Doğru nedir bilmez, yıllardır üzerine basılanlar.
Sömürgeleri duymak istemeyen kulaklar,
Bir gün sömürülenler gibi yok olacaklar.
yorgunhüzün
fatma erbay
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.37
iki şehir arasındaki tam kâfiyehümeyra özdemir
Benim küçükken bir mektup arkadaşım
vardı.. Gülseray'dı ismi.. güllü saray gibi
derdim içimden.. ne güzel bir isim..
fotoğrafını göndermişti.. fotoğrafımı
istemişti.. onun dalgalı kumral saçları
benim ise tombul yanaklarım vardı..
yıldızlı atlas başucumda dururdu hep.. o
benim gülseraydan önce en iyi
arkadaşımdı..
küçükken o kadar mutluydum ki sadece
geceleri korkardım ve sadece geceleri
ağlardım.. evimizin yanındaki caminin
minaresinden perşembeleri ışık gelirdi..
bozulan gece lambamızın yerini tutardı..
perşembe geceleri diğer gecelerden daha
huzurlu geçerdi.. daha az korkardım.. yine
çok severdim.. ama canım çok yanmazdı..
mektup arkadaşım 4. mektubunda
taşınacağını söylemişti.. sonra bir daha
haberleşemedik. yıldızlı atlası
başucumdan kitaplığıma taşımıştım..
mektupları ise ahşap boyamasını okulda
yaptığım bir kutuya.. yorganım aynı yorgan.. caminin minareleri aynı gökte.. yazık ki uyumak
üzere olan gözlerimin çocukluğunun üzerine haziran toprağı serpilmiş.. mektup arkadaşım da
büyümüş müdür? az önce yeniden okudum mektuplarını.. kalp çizmiş her boşluğa.. çok sevmiş..
çok sevmiştim.. barbie ve sindy'nin omuz omuza olduğu pembe zarfın içinden bir yıldız düştü
kucağıma.. yıldızlı atlas yerinde duruyor.. acaba ben ona ne göndermiştim.. annemgil hacıdan
küpe getirmişti.. belki onu.. ben de kalpler çizmiş miydim boşluklara.. kalp çizmeyi severdim
küçükken.. hala sevmeyi isterdim.. onun da yanmış mıdır canı.. ağlamış mıdır 4. mektubundan
sonra.. taşınırken mesela.. bahçesinde bıraktığı menekşeye bakıp ağlamış mıdır? zarfa adresimi
yazarken sokağın ismine gelince titremiş midir? zemherinin anlamını sormuş mudur ablasına..
Konya ile Sakarya arasında tam kafiye var..
Gülserayla benim aramda kelimeye dayanan bir çocukluk…
Sakarya denilince Necip Fâzıl, Adapazarı denilince deprem gelirdi ilk aklıma..
şimdi, Adapazarı: Gülseray, Gülseray: Sakarya..
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.38
Ha bire koşuşturma içinde geçirirken günlerimi
Birden aklıma o geldi.
Nasıldı, ne haldeydi acaba?
Büyümüş müydü, görünüşü değişmiş miydi?
Hayatın akışına kaptırınca kendimi
Aklımdan çıkıp gitmişti.
İlköğretim, lise, üniversite…
Araya serpiştirilmiş sonu S ile biten sınavlar,
Sonrasında ekmek parası derdi,
Görev yerine varış, ev bulma derdi,
Yeni eşyalar, yeni insanlar, yeni şehir,
Müdürden fırça,
Eve geliş ve meslek uğruna dökülen ilk gözyaşı,
—Hayatında boşluk, birileri olmalı,
Ha evet ardından evlilik,
—Ev çok sessiz, bu eve bir çocuk lazım,
Ardından çoluk çocuk,
—Bunlar da çok çabuk büyüyor canım,
Kemere yeni bir delik,
—Evladım cep telefonu için çok erken,
—Tatil mi? Bu yıl imkânsız, seneye bakarız,
—Bir ev almak lazım artık, her ay kira vermektense,
120 ay vade, iki katına bir 2+1,
Oğlanı askere gönderme telaşı,
Harçlık göndermek gerek her ay,
Kızın dünürcüleri kapıda,
Kenara üç beş kuruş koyalım,
Düğün yakın,
Kemere bir delik daha,
—Gençliğin sonuna, ihtiyarlığın başına
Bir araba lazım artık
Yürümek zor geliyor insana.
Emeklilik yaşının atmış beşe uzaması,
Evde bir hüzünlük,
İnsan ömrü uzadı artık, görürsün inşallah tesellisi,
—Çocuklarla uğraşmak zor geliyor artık,
Doktorun yakın gözlüğü yazması,
Tansiyon ilacının saatini geçirmemek gerek,
Haftaya kolesterol ölçümüne gidilecek,
Günde bir saat yürüyüş: doktor tavsiyesi,
İş, ev, çocuklar, Dr. Sedat Bey,
Mahalle kahvesinde eş dostla bir iki kelam,
Torunlara hediyeler, el öptürme merasimleri
Derken
İhmal etmiştim doğrusu,
Kabul ediyorum, unutmuştum hatta.
Yıllar sonra son bir cesaret
Usulca yaklaştım yanına,
Aynaya baktım, kendimi göremedim.
yitikahmet eren
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.39
susuzluktevfik hatipoğlu
bir yol buldumavucumun izlerinde sular aktıiçemedim damağım çatladıebabilleri suladım ark oldumtestimi bomboş getirdimneyim eksiktiiçi yanık bir neyher üfleyişte içi kararan, içimi aydınlatan
taş kalbimi söktümebabillerin ayaklarında yol aldımen önde bir serdarben arkasında düşe kalka yürüdümey ebabillerin taşladığı fillerinaltında kalası nefsimbırak peşimi kal çöldebir başına bedevi ıssızlığındabana sabrın ortasındavahalar vadedilmiş bak orada
durmadım duramadım yürüdümyol olma yolunda
müreffehadnan sayım
Özgürleştikçe,Esirleşmek nedendir?
Tel örgüler, sıra sıraÖzgürlüğün çocuklarıdır
Lakin kimsecikler sevmezÇekilirken ümidin sınırına
Ve
İkinciler, neden hepÜçüncülerden daha
Az mutludur?
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.40
Avucumu değdiğim ağacın sinesi çatlıyorEllerimde yağmur lekesi
Bu kuyuyu hangi su temizler bilmiyorumKalem kâğıt şiir yetmiyor artık kavgaya etmeye
Gömleği kavgada çamur olmuş çocuğa sorO anlar ancak beni
Yel değirmenlerinde arama ismimiYusuf'un kuyusundan çıkamadım daha
Siz gidin benBi' koşu kanayıp geliyorum
Avucumu değdiğim taşın sinesi çatlıyorBağrımda kan tahiyyata oturdu
Dualar tırmanıyor semâyaYa bu taşı buradan kaldırYa bu duaya âmin deme
Yağmur gömleğime bulaştıAffet anne
Avucumu değdiğim yüzün çatlıyorAynaların sırrına saklanmış kaç hikâye biliyorsan anlat aynaya
Artık gitme vakti gelmiş bu mahalledenKaldırımlardan topla hüznümü
Yakama taktığın kurdeleyi sök artıkOkuma bilmesem de Kalem tutabiliyorum
Defterimi unuttum o evdeSiz gidin ben
Bi' koşu canımı yakıp geliyorum
Avucumu değdiğim adamın sinesi çatlıyorKabirden cesetler fırlıyorsa
Benim günahım neKorkuyorum gök birazdan iner toprağa
Ölümden sonrası azap banaBu yüzden korkuyorum
Allah biliyor yaBen geçmişimi seninle temize çekiyorum
Ne bekliyorsunuzSiz gidin dedim ya ben
Bi' koşu ağlayıp geliyorum
allah biliyor yahüsameddin bayraklı
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.41
Çocukluğum;
Anahtarını sancılar deryasında yitirdiğim kilitli ahşap sandığım.
ve paslı teneke kesiği gözlerini umursamadığı için
tetanoz yüreğim.
ölür isem dert değil, kalır isem yetişin imdadıma
tenha bir sokakta sıkıştırıp, alın elimden
bütün bilyelerimi
ben hep ütülüyorum,
düşürüp kaybediyorum göz yaşlarımı sonra
ağlamak kaybetmek gibi
kaybetmek gibi ağlamak.
Çocukluğum;
Sırtına dünyanın derdini yüklediğiniz o gözü kara karınca.
ve yuva çok uzak, üstelik bir damla su yok.
ölür isem dert değil, kalır isem yetişin imdadıma
kuralını öğretmeyin sakın
insan gibi yaşamanın
ihtiyacım olmayacak.
hepiniz öleceksiniz biliyorum
o halde yalnızca uçmasını öğretin bana
biliyorum hepiniz öleceksiniz.
Çocukluğum;
nihayete ermemekte ayak direyen kısacık bir ömür.
kelebekler ölüyor, ölür isem dert değil
kalır isem yetişin imdadıma.
çocukluğumturgay demir
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.42
Her sayfasında yeni bir olayla
karşılaşacağınız kitapta, karmaşık
karakterler insanı arkadaşlık, ihanet,
vicdan, sadakat, iyi ve kötü üzerinde
düşünmeye itmektedir. Dünyada sadece
siyah(iyi) ve beyazın(kötü) olmadığını
tam anlamıyla kanıtlayan bir eser olarak karşımıza çıkıyor Uçurtma Avcısı.
Khaled Hoseini'nin Uçurtma Avcısı adlı eseri Afganistan'daki iki çocuğu ve Amerika'daki
göçmenleri konu almaktadır. 11 Eylül 2011 saldırılarıyla dikkatlerin Amerika'ya çevrildiği bir
dönemi anlatan eser Afganistan kültürünün ve tarihinin daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır.
Ancak kitaba sadece bir kültürü anlatan hikâye olarak bakmak yanlış olur. Bu bir insanlık
romanıdır. Bu arkadaşlık, sadakat, zalimlik, kendini affettirme, kefaret ve hayatta kalma
hikâyesidir. Hikâyenin özünde evrensel konular yer aldığı için Türk kültüründen uzak bir
kültürle karşılaşmayacaksınız.
Karmaşık ve ilginç karakterleri, sürükleyici ve inandırıcı hikâyesi ve Afganistan'a farklı bir açıdan
bakması romanın olumlu yanlarını teşkil ederken olayların gergin bir havada geçmesi ve
konunun üzüntülü olması eseri çocuklar için pek uygun hale getirmemektedir.
Amir ve Hasan Afganistan'da beraber bir kardeş gibi büyümelerine rağmen tamamen farklı bir
hayat yaşamaktadırlar. Emir, ünlü ve zengin bir işadamının, Hasan ise onun hizmetkârının
oğludur. Üstelik Hasan, orada pek sevilmeyen bir etnik azınlığa, Hazaralara mensuptur. Amir
Hasan'ın karşısında üstünlüğünü her zaman öne çıkarmaktadır. Bir gün Amir'in korkaklığı
Hasan'a karşı ömür boyu suçluluk duygusu hissettirecek bir olaya neden olur. Sovyet
istilasından kaçan Amir ve babası Amerika'ya giderler ama Amir'in geçmiş hayatı ve Hasan'a
olan son vazifesini yerini getirme isteği yıllar sonra onu Afganistan'a geri götürür.
Uçurtma Avcısı ana karakter, Amir'in geçmişteki sırrıyla nasıl yüzleştiğini ve bu sırrın onu
nereye getirdiğini konu edinmektedir. Roman Amir'in çocukluk arkadaşı Hasan'la ve babasıyla
olan ilişkilerini ve imtiyazlı bir toplumda yetişmesini konu edinmektedir. Kitabı okurken adeta
Amir'le özdeşleştim. Kendimi onun yerine koydum. Onunla neşelendim, onunla sinirlendim,
onunla üzüldüm. Aynı şekilde Hasan'a ve babasına da bağlandım. Karakterler bana çok gerçek
geldi ve kitabı bırakıp onların dünyasından ayrılmak istemedim.
Bu kitap Marc Forster›in yönetmenliğinde sinemaya uyarlanmıştır..
uçurtma avcısı(the kite runner)
ahmet eren
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.43
kısa türkiye tarihi muhammet çelik
Ali hâlâ ata bakmıyor. Attan pek hoşlanmadı galiba. Ata binince atlaşamayan süvariler çağının Ali'si
o. Yine de aralarında, gidip gelen bir elektrik akımı gibi de olsa, hâlâ bir ilişki var.. “Atalarımız at
sırtından inmezmiş Ali, sen ne biçim Ali'sin böyle? Atsız Ali mi olurmuş? Ali hiç attan ürker mi?” Ali
atına isim vermek istemiyor. At işte, diyor, ne ismi olabilir ki? Kötü koktuğunu söylüyor, anlayışsız
diyor ona.. Ama at Ali'ye bakıyor şimdi. At, Ali'den ümidini kesmemiş görünüyor. Gözlerini Ali'den
ayırmıyor. At, Ali'ye bir de isim koymuş, dudaklarını pıtırdatarak söylediği Pıpıtpp gibi bir ses-isim.
Sanki, gel koştur beni diyor. Ben uzun zamanlardan aşıp geldim, bu çağları da gördüm, geleceğe de
koşmak isterim diyor gibi. Ali neredeyse “hipodrom” diyecek, “safkan atlar” diyecek. Adı henüz
konulmamış atın itirazı yükseliyor: asil at soylu at hipodromda durmaz, kendini atar seyircilerin
üzerine, kaçıp çıkar o kümesten, diyor. Dedelerin beni gözlerimden öperdi, diyor. Sen beni
öpemezsen ben seni öpeceğim, diyor. At, Ali'yi öpmek üzere yaklaşınca Ali'nin yerinde yeller esiyor.
Esen yeller atın yelelerini havalandırıyor. Suni de olsa bir savaş meydanını andırıyor Ali'yle atın
kovalamaca oyunu. (Toz kalkmayan yerde erkek yok demektir.) Ali ben saklambaç da biliyorum diyor.
At, saklanan süvari istemeyiz biz, diye tutturuyor. Ali'yi bulmak için bir oyana bir bu yana koşup
meydanda çember çiziyor. Atın sabrı tükeniyor..
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.44
Ne Ali ata bakmak istiyordu ne de Emel eve gelmek. İlkokul sıralarındaki bu okuma öğretici fişlere
kulak asan olmadı. Emel'in gözü dışarıdaydı. Fabrikalarda, sendika eylemlerinde, Anadolu'nun ücra
köşelerindeki memuriyetlerde, yurt dışında ve yurt içinde akademik çabalarda.. Eve gelmeyi çağ
dışılık, bir tür ilkel dayatma addediyordu. Emel tam da ismi gibi tepeden tırnağa “emel” kesilmişti.
Arzuları onun bizzat kendisi olmuş, bedenini ayağından bağlı esirler gibi sürüklüyordu. Gurbetin
acılarıyla derisi biraz pörsümüş olsa da, her gün kan ter içinde kalsa da, yenilmemişliğini var sayarak
ve kozmetik ürünlerini mutlaka kullanarak, pes etmediğini haykırıyordu. Ali ise ata bakmak yerine
Ata'ya bakmayı ve muasır medeniyetler seviyesine ulaşmayı erdem olarak görmüştü. Önceleri bilim
adamı olmayı kafaya takmıştı ama sonra vatan için ne iş olsa yaparım görev kutsaldır ayağına
yatmaya başladı. Ama görev de sadece bir araçtı, yine asıl amaç muasır medeniyetler seviyesine
kapak atmak.. O seviyede olanların insanı sarhoş eden dansları, bel kavrayışları, içki yudumlayışları,
hoş müzikal oyunları, heykele şekil veriş ustalıkları, spor salonunda yapılmış ve kızları deli eden
kasları, kendininkine benzemeyen kılsız bacakları, kabarık saçlarının üstünde güneş gözlükleri,
eşlerinin markalı cici çantaları, birbirlerini süper aldatışları, acayip hoşgörüleri, cinsel
çeşitlenmeleri, fantastik tatil programları vardı.. Geçmişte kalan yaşantılar utanç vericiydi, anne ve
babasından kimseye söz etmiyordu bu yüzden. Atı pompalı tüfekle vurmayı düşünüyordu. Atın
tekmesi gelmeden kendisi atı tekmeleyecekti. Ali'nin de sabrı tükeniyordu..
Günün birinde Ali'yle Emel'in yolları birleşti bir Anadolu kasabasında. Emel banyodan çıkmış
balkonda saçlarını kurutuyordu. Ali'yi görmezlikten gelemezdi, gülümsedi. Ali “ben nükleer
tesislerin yıllık rutin kontrolü için buradayım” dedi, sanki Emel sormuşçasına. Emel de “ben toprak
kavgası yapan çiftçileri yargılıyorum, hâkimim” dedi sanki Ali sormuşçasına. Ve sanki isimlerinden
evvel meslekleri geliyormuşçasına... Ve sanki kaç para maaş aldıklarını hemen anlamışçasına
birbirlerine tepeden bakmalar… Ali, Emel'i çok farklı buldu, çok farklı bir kokusu değişik bir tadı vardı
sanki.. Gözleri doğal bir bitki örtüsü ya da bulutumsu bir şeyleri anımsatıyor ama Ali tam neye
benzeteceğini bilemiyor. Kaşları orman altı çimenleri gibi ama biraz da yontulup içine edilmiş gibi.
Dudakları yanakları ve kulakları kuklaya iliştirilmiş plastik kelebekler gibi ama kıpır kıpır… Emel
çekingen, güzelliği sokulgan; Ali de mi öyle? Emel'in de sabrı tükeniyordu…
Emel, Ali'nin elinden tutmaya cüret edebiliyordu. Edebildi daha doğrusu. TV izlediler, kola içtiler,
çekirdek çıtlattılar, gofret tükettiler, tuvalete gidip geldiler. Emel, Ali'nin elinden tuttu ve “benimle
gelirsen sana bir şey göstereceğim” dedi. Emel bunu diyebiliyordu, çünkü burası Emel'in eviydi,
burada çok rahattı Emel, “eve gel” çağrısından kaçmışsa da kendi evini kurmuştu burada,
annesinden babasından uzakta daha rahat bir hayat sürüyordu, yastıkları çarşafları hep kendine
aitti, evin bahçesi, bahçedeki domatesler kıpkırmızı, salatalıklar kendine aitti, biberler acı ve tatlı
diye iki kısım.. Ali, biraz çekinerek biraz korkarak biraz umutlanarak biraz iç çekerek çokça tedirgin
olarak, titreyerek, soluk alıp vererek, Emel'in peşinden sürüklendi. Sürüklenmek Ali'nin
şahsiyetinde yer etmişti zaten. Mor ötesini görebilseydik Ali'nin arkasından kuyruk gibi sarkan
şahsiyetini de görebilirdik. Tıpkı doğurmakta olan bir böcek gibi… Ali önce duvara tırmanan hamam
böceklerini gördü. “Neden bunlara hamam böceği demişler” dedi, Emel işveyle başını yatırdı
“bilmem” dedi ve güldü. Bahçeye çıkıp başka bir kapıya yöneldiler. Samanlık gibi bir yere mi girdiler?
Ahır mı? Emel karanlığın ortasında, biraz bakınca zar zor seçilebilen bir atı Ali'ye gösterdi: “İşte bu!”
dedi. Ali neye uğradığını şaşırdı mı? Bence, hiç de değil! Beklemediği bu sürpriz karşısında ne
yapacağını karıştırdı sadece. Çok uzun zamandan beri atın hasret kaldığı öpücüğü aceleyle yanlış bir
yere, Emel'in yanağına kondurdu. Emel “ıınn” diyebildi geri çekilirken. O esnada beklenmedik bir şey
oldu, evden bir ses geldi: “Emel eve gel..” Emel neye uğradığını şaşırdı mı bilmem, bilemem çünkü
karanlıkta hiç de belli olmuyordu. Ali'ye dönerek “Ali sen ata bak ben hemen geliyorum” dedi.
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.45
bütün politik çözümlemelerin allah belasını versin:sur iye 'de çocuk lara tecavüz ed i l i yor !
emre berber
Bu günlerde Suriye tutuştu, alev
alev yanıyor.
Ortadoğu coğrafyası ve burada
yaşayan halklar seneler boyu
dünyanın en mahir ve meşhur
zalimlerinden zulmün envai
çeşidini –en komplike ve
karmaşığından en basitine kadar,
neredeyse her çeşidini- tecrübe
edegeldiler. Filistin'de İsrail,
Irak'ta Amerika, Afganistan'da
önce Sovyetler ardından Amerika
eliyle; öte yandan neredeyse her
ülkede o ülkenin kimi zaman modernist diktatör, kimi zaman sultan kılığına giren kendi seçkin
müstekbirleri yordamıyla “halklar nasıl baskılanır, ezilir ve sindirilir?” sorusuna beynelmilel bir
cevabın arandığı geniş bir laboratuardı sanki Ortadoğu. Nice ölümler, nice tutuklamalar, nice
işkenceler, nice ev yıkmalar, nice fail-i meçhuller ve akıtılan nice kanlarla karşılaştı bu coğrafya, ve
nice eziyetler görüldü, anlatıldı ve dilden dile bizlere kadar ulaştı.
Ama Adem Özköse'nin bulabildiği her platformda Suriye hakkında telaşla anlattığına göre bu
seferki nadir görülecek cinsten…
Yıllardır Suriye'de emperyalizme karşı direnişle örtülmeye çalışılan hem hukukî hem toplumsal
ciddi bir olağanüstü hal, ciddi bir baskı rejimi söz konusu. Gidenler bilir, Suriye'nin her yerinde
Beşar Esad'ın fotoğrafları sergilenir. Esad, kimi zaman tek başına, kimi zaman Nasrallah ve
Ahmedinejad'la yan yana durur bu fotoğraflarda. Suriye'liler siyaset konuşamaz kolay kolay.
Yönetimi sorduğunuzda ya konuyu geçiştirirler ya da Esad'ın önderliğinde her şeyin
düzeleceğinden filan bahsederler. Ya da bahsederlerdi.
Nitekim anlaşılan o ki bu gün korku duvarları yıkılmış gözüküyor. Der'a'da bir grup ilkokul
öğrencisinin duvarlara “rejim aleyhtarı” sloganlar yazmasının ardından içeri alınmasıyla başlayan,
bu çocukların babalarının hükûmete başvurmasının ardından “daha onların analarını da alacağız”
şeklindeki beyanatla tetiklenmiş olan isyan; günlerin geçmesiyle beraber bir halk ihtilaline doğru
ilerliyor. Halk ihtilale doğru ilerledikçe Esad'ın Baas rejimi bütün pisliğini ve cerahatini
Ortadoğu'nun kalbine akıtmaya başlıyor.
şehrengiz dergisi-temmuz-ağustos 2011 - s.46
Suriye'den gelen haberleri inceledikten sonra artık Esad'a 'dur!' demek için siyasal analizler yapmanın
ve Suriye'deki olayları makro politik düzlemde kavramaya çalışmanın anlamsız olduğunu idrak
ediyorsunuz bir anda dehşetle. Ses çıkarıp çıkarmamak için İran'ın duruşundan, Hizbullah'ın
söylediklerinden, eylemcilerin Amerikan yanlısı çeteler veya selefi örgütler tarafından
yönlendirildiğinden bahsetmek boş artık, saçma, anlamsız! Bu olaylar dinene kadar Esad'ın zulmüne
karşı çıkmamayı öğütleyen siyasal bütün analizlerin yeri cehennemin dibi! Bu zulüm sönene kadar
Suriye lafı açıldığında Suriye'den hiç bahsetmeyip Filistin'den, Kudüs'ten, adaletten, özgürlükten;
dünya üzerindeki herhangi bir güzel kavramdan bahsetmek beyhude!
Eğer direnişin devamiyetinden, Hizbullah'ın selametinden, Hamas'ın askeri gücünün öneminden ve
Siyonist askeri üslerin ve Ortadoğu'yu örümcek ağı gibi sarmalamış Amerikan üslerinin füze
yağmuruna tutulmasından bahsedeceksek, yani bu coğrafyadan zulmün kovulmasını dillendireceksek,
ondan daha önce Suriye'den bahsetmemiz boynumuza borç. Ve eğer İslamî Direniş cephesi
masumların katledilmesine suskun kalmamızı temin eden bir faktör haline gelmişse yazıklar olsun öyle
İslamî direnişe!
Öte yandan eğer bu coğrafyada tecessüm eden zulüm ve hunharca at koşturan zalimler büyük resmi
gözlerimizin önünden kaydırıp Amerikan emperyalizmini ve İsrail siyonizmini silikleştirecekse, eğer
hesapsız ve kitapsız her rejim karşıtı muhalif örgüte tam destek sunacaksak yine bizim vay halimize!
Esad rejiminin zulmüne karşı çıkarken sesi dışarıda çok gür çıkan Suriye muhalefetinin Amerikan
yanlısı ana damarına ve tahayyül ettikleri seküler-liberal-demokratik ve en önemlisi direnişin
karşısında fakat Amerikan'ın yanında yer alan Suriye hayallerine de karşı çıkmak mecburiyetinde
kalmamız ne kadar acı ve ne kadar önemli, ne kadar değerli… Ne Şam Deklarasyonu'nun, ne
Semiramis Otel'de toplantı yapan muhalif kuvvetlerin, ne de Abdulhalim Haddam'ın Ulusal Kurtuluş
Cephesi'nin Suriyesi. Filistin'in, Aksa'nın ve her zaman mazlumların yanında yer alan yürekli Suriye
Halkı'nın Suriye'si!
Ben bu satırları yazarken Suriye'de baskı ve zulüm tüm şiddetiyle devam ediyor. Ama yalnızca
tutuklamalardan, gözaltılardan ve hatta klasik işkence metodlarından bahsedilmiyor artık. Kaçak bir
istihbarat görevlisinin aktardığına göre hapisteki 18 yaşındaki bir siyasal tutuklu hanıma 100 devlet
görevlisinin tecavüz etmesinden bahsediliyor, Hamza adında 13 yaşında bir kardeşimizin cinsel
organının kesilip ailesine gönderilmesinden bahsediliyor, bir daha gösterilere katılırsa 5 ve 7 yaşındaki
kız çocuklarına tecavüz etmekle tehdit edilen babalar ve tırnakları çekilen, 12 yaşındayken tecavüze
uğrayan erkek çocuklardan bahsediliyor ciddiyetle!
Suriye'de Beşar Esad rejimi zulmediyor! Yalnızca büyüklerin veya erkeklerin değil, çocukların ve
kadınların da işkence bile diyemeyeceğimiz en aşağılık yöntemlerle bütün ömürleri cehenneme
çevriliyor. İnsan onuru dediğimiz kavram aşağılık Esad rejimi tarafından sistematik bir şekilde
soykırıma tabi tutuluyor, yok ediliyor. Ve bu dün, önceki gün, bu gün oluyor. Bu şu an oluyor. Bu,
dibimizde oluyor.
Bu zulme ve bir bütün olarak Amerika ve İsrail başta olmak üzere emperyalizmin ürettiği zulme bir
bütün halinde ve dengeli bir şekilde “lâ” demek hepimizin boynunun borcudur!
hama: sımsıcak(cahit zarifoğlu)
HAMA (temmuz 2011)