yakup kadri
TRANSCRIPT
B __ I KÜLTÜR VE TURİZM BAKANLIĞI YAYINLARI; 816
5 ^ a ^ )% ı6n 5 & rad$tnano|ta
Do*,. Dr. Şerif AKTAŞ
TURK BÜYÜKLERİ DİZİSİ; 44
B __ KÜLTÜR VE TURİZM eAKANUĞI YAYINLARI: 816
YAKUP k a d r i KARAOSMANOĞLU
Doç. Dr. Şerif AKTAŞ
TÜRK BÜYÜKLERİ DİZİSİ : 44
Kapak Düzeni: Saim ONAN
IS B N 975* 17-0018-3 © Kültür ve Tu rizm Bakanlığı, 1987
Onay : 2576.1987 tarih ve 928.1-2909 Birinci baskı ; 1987 Baskı sayısı : 15,000 Ofset Repromat - ANKARA.
İÇİNDEKİLER
Önsöz.................................................................... VI. H ayatı................................................................... 1
Aile Çevresi ve Çocukluk Y ılla r ı....... ................ 1Öğrenimi .............................................................. 9Yakup Kadri'nin Yazarlığa Başlaması............... 11Fecr-i Âti Ve Yakup Kadri ................................. 12Tenkidçi Yakup Kadri ........................................ 17Yakup Kadri’nin Beslendiği Kültür Kaynakları . 21Yakup Kadri ve Nev-Yunanîlik.......................... 27Yakup Kadri’nin Yeni Lisan Hareketine Karşı
Tavrı .............................................................. 31Millî Mücadele ve Yakup K adri......................... 39Politikacı Yakup Kadri ........................................ 42Yakup Kadri Diplomat..................>..................... 43
n. Mizacına Ait Bazı Hususiyetler......................... 46III. Yakup Kadri’nin Eser Verdiği Yazı Türleri
Mensur Ş iirleri................... .............................. 48Hatıra Kitapları .................................................. 52Tiyatro Eserleri .................................................. 53Yakup Kadri Karaosmanoglu'nun Hikâyeciliği . 57 Yakup Kadri’nin Romanları .............................. 62
IV. Eserlerinden Seçm eler........................................101N irvana................................................................101
Erenlerin Bağından............................................107Yalnız Kalma Korkusu .......................................118Güvercin Avı ...................................................... 132
Kiralık Konak’tan ............................................... 137
nı
Nur Baha’dan ......................................................146Hüküm Gecesi’nden ........................................... 151Hep O Şarkı'dan................................................. 165Sonsöz ................................................................. 174Bibliyografya.........................................................177
IV
ONSOZ
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, II. Meşrutiyeti takip eden yıllardan itibaren edebiyat hayatına girmiş ve mensur şiir, hikâye, tiyatro, roman, hatıra, biyografi, makale gibi çeşitli edebî türlerde yazı kaleme almış bir insandır. Onun edebi eserleri, bütün oiarak, Meşrutiyet Dönemi’nden 1950 li yıllara kadar Türk toplumundaki değişmeyi aksettiren edebiyatımızın gelişme çizgisindeki işaret taşlarıdır.
Yakup Kadri ’nin hayat hikâyesi ve eseri Cumhuriyet Dö- nem i'nin getirdiği yeniliklerden ayrı düşünülemez. O, II. Meşrutiyet yıllarım takip eden yıllardan itibaren, bir gazeteci olarak, toplum hayatımızı şekillendiren yeni teklifler ile sürdürülen gelenekli hayat arasında bir denge kurmaya gayret sarfeden insanlardan biridir. Yazar olarak da iki temel kaynağı vardır. Birincisi okuduğu eserler, İkincisi ise gözlemleridir. Bu sözü edilen iki kaynaktan aldığı unsurları, edebî türün hazırladığı imkânlar ölçüsünde, mizacı aracılığıyla birleştirir. Bu bakımdan Yakup Kadri’nîn eserleri, onun gerçek biyografisinin ifadesi durumundadır.
Biz, bu kitapta Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu hayatı ve eserleriyle tanıtmaya gayret ettik. îşlediği temaları, yarattığı kahramanlan ve eserlerinin yapı bakımından arzet- tiği özellikleri ayrıntıları ile incelemek bu küçük kitabın sınırları dışında kaldı. Onun üslûbunu ve başvurduğu anlatma biçimlerini, gönümüz üslûp anlayışıyla incelemek, eserin yazılış gayesinin dışına çıkmak olacaktı.
Bu kitap. Yakup Kadri Karaosmanoğlu hakkında yazarı ve eserlerini ana batlarıyla tanıtmayı amaçlamaktadır. Ha-
V
zırîanışında yazarın eserlerinden olduğu kadar, daha önce Yakup Kadri Karaosmanoğlu hakkında kaleme alınmış k itap ve yazılardan yararlanıldı. Bunlar bibliyografya kısmında gösterilmiştir. Hayat hikâyesi île ilg ili kısımlar için yazarın hatıraları esas alındı. Niyazi Akı. Yakup Kadri hakkında hazırladığı takdire değer doktora tezinde bu hatıraların hepsinden yararlanma imkânı bulamamıştı. Çünkü bunların bir kısmı çalışmanın bittiği tarihten sonra yazılmıştır.
Yakup Kadri'nin eserlerini edebî türleri esas olarak değerlendirmenin kitabın yazılış gayesine daha uygun olacağı düşünüldü.
Bu kitap, M illî Mücadele'de ve kuruluş yıllarında rolü olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu ’nu geniş okuyucu kitlesine, çeşitli yönleriyle tanıtabilirse gayesine ulaşacaktır.
Kitabın hazırlanışında yardım eden öğrencim, Arş.Gör. Yakup Çelik’e teşekkür ederim.
Doç. Dr. Şerif AKTAŞ Mart 1987
Erzurum
VI
HAYATI
A İLE ÇEVRBSİ VE ÇOCUKLUK Y ILLAR I
Yakup Kadri 1889 yılında Kahire’de doğdu.* Babası Ka- raosmanoğlu Abdülkadir Bey’dir. Karaosmanoğullan XVII. asır sonlarında Osmanlı împaratorlugu’nun merkezî kuvvetinin zayıfladığı zamanlarda itibar kazanmış, ismi tarihimize malolmuş bir ailedir. Bu aile hakkında Osmanlı kaynaklarından Cevdet ve Lütfî tarihlerinde yer yer bilgi verildiği gibi yabancılardan HollandalI Rahip Heyman, Cho- iseul Gouffîer, Chishull, Hammer, Mac Ferlane, Charles Te- xier de ondan bahsederler. Ingiliz müsteşriklerden F.W.Hasluck’un Ragıp Hulusi tarafından tercüme edilen “Bektaşilik Tetkikleri” adlı kitabında (1928) Karaosmano- gullarının doğuşuna özel bir bölüm ayrılmıştır. Ayrıca Tarih Vesikaları Dergisi’nin dokuzuncu sayısında Çağatay Uluçay’ın “ Karaosmanoğlulanna alt Bazı Vesikalar” adlı incelemesinden de söz etmek gerekir.
Karaosmanoğlu ailesi, XVII. asnn tamamı ile XIX. asrın bir kısmında Anadolu’da Saruhan eyaletinde hüküm
I
Bu konuda Haşan Ali Yücel'in Edebiyat Tarihimizden adlı kitabında Yakup Kadri’den aldığı mektubun cevabı şöyledir: "Bana doğduğum güne ve yıla dair hatıramı soruyorsun. O Allah’ın belâsı yılın 1889 ve o meş’um günün 27 Mart olmasından başka hiç birşey bilmediğim gibi annemden de buna dair dikkate değer hiçbir şey işitmiş değilim.” Haşan Ali Yücel bu yaptığı araştırmada ise resmi sicilde doğum yerini Mısır, doğum tarihini de 1305 Rumî olarak tespit etmiştir. Buna göre Yakup Kadri’nin doğum tarihi 8 Nisan 1889’dur
1
sürmüş, Türk tarihinde belirli bir mevki işgal etmiştir. Ka- raosmanogullarmda admdan ilk bahsedilen zat -Lütfi Tarihi {Cilt.8, S.367)- Nizâm-ı Cedit’in yerine kurulan Sekbaır-ı Cedit adlı askeri teşkilat için çağrılan devlet büyükleriyle yapılan toplantıya katılan Ömer Ağa’dır. Ömer Ağa. müte- sellimlikten başlayan babasının şöhretini ve servetini on bin asker beslemeye çıkarmış ve devletin srkmtıh anlann* da yardım etmiştir.
Bu ailenin zaman zaman devlet karşısında olan hareketlerine de tesadüf edihr. Konya’dan sonra mevleviligin ikinci büyük merkezi olan Manisa ve çevresi, birbuçuk asra ya-t kın bir zaman bu ailenin askerî ve siyasî nüfuzu kadar manevî tesiri altında da kalmıştır.
Yakup Kadri’nin iki göbek önceki büyük amcası Yakup Paşa: serdarlık etmiş, Rumeli isyanlarının bastırılmasında önemli rol oynamış bir devlet adamıdır: 1242 (1826) kapı- cıbaşı ve lagımcıbaşı, 1244’te Serez mütesellimi, 1246'da vezarete getirilmiştir.
YcikupPaşa, 1247 Zilhicce’de Preveze Muhafızı, 1249’da Aydın Valisi, 1257 Muharremi’nde Edirne Vali kaymakamı, Rebiülevveli’ndf Edime Vedisi. 1258 Muharremi’nin sekizinde Rumeli Valisi olmuştur. 1268'de azledilen Yakup Paşa, 1270 seferinde Kudüs Valisi olmuş, 1271 (1854)’de ölmüştür. Ayrıca Yakup Paşa’nm 1250'de yaptırdığı Dül- gerzâde Camiini de burada belirtelim.’
Böyle bir ömür süren Yakup Paşa, son yıllarında sıkm- tıh günler geçirir. Öyle ki, kendi elindeki cariyelerini bile elden çıkarmaya başlar. Yalnız güzel ve genç bir kızı yanında alıkor. Yakup Kadri. A n am ın K itab ı*nda ailesinin kendi doğumuna kadar olan bundan sonraki gelişmesini şöyle anlatır:
Karaosmanoglu ailesi hakkında geniş bilgi için bakınız: Haşan Ali Yücel. Edebiyat Tarİbimizden, Ankara 1957, s..9-15
“ Bu garip macerayı da birkaç kere annemin agzmdan şöyîe dinledimdi: ‘—On dört on beş sene oluyordu: derdi annem. Mısır’da Arabî isiminde bir adam türemiş ve bütün Fellâhlan Hidiv ailesiyle hükümet başında bulunanlara karşı ayaklandırmıştı. Bunlar: ‘Mısır Mısırlılarındır. Yabancılar kapı dışarıya!...’ diye bağırıp çağırışıyorlar, saraylara hücüm ediyorlar ve sokakta rastgeldikleri Türklerle Çerkesleri ya dögmeye ya öldürmeye kalkışıyorlardı. Biz, İsmail Paşa’larla birlikte, İskenderiye'ye kaçmıştık ve Kahire bir kaç gün içinde tamamiyle fellâhlarm eline düşmüştü. Ashnda bir küçük çavuş olan Arabî kendi kendine paşalık ünvanını almış ve ordunun hükümetin başına geçmişti. Tam o sırada İngiliz gemileri İskenderiye limanına yanaşıp top atmaya başladılar. Biz iki ateş ortasında ne yapacağımızı, nereye kaçacağımızı şaşırmış kalmıştık. Hidiv İsmail Paşa padişahtan aldığı irade üzerine hemen İstanbul’a harekete karar verdi. Bizi, yani yeğeni İbrahim Paşa’yı da diğer bir sürü aile erkâniyle beraberinde alıp götürmek istedi. Fakat, İbrahim Paşa’nın annesi rahmetli Şemsi Hanımefendi, ‘Hayır, ben gidersem ancak İzmir’e giderim.’ diye tutturdu
İzmir de neresiydi? Niçin oraya gitnıek istiyordu? Bir türlü anlayamadıktı. Lâkin emir ve irade daima onun elinde olduğundan ne oğlu, ne de aileden başka biri ağzını açıp bir şey söyleyemedi. Palas pandıras bir küçük vapura atlayıp bütün saray halkiyle İzmir denilen şehrin yolunu tuttuk. Şemsi Hanımefendi, ancak vapura girdikten sonradır ki, bize bu kararın sebebini şöyle izah etmişti; ‘Benim efen- dizâdelerim oradadır, demişti. Ölürsem onların yanında ölürüm, kalırsam onların yanında kalırım. Beni büyüten, beni yetiştiren, beni kendi kızı gibi çeyizletip Mısır’a gelin gönderen velinimetim, babam Karaosmanoğlu Yakup Paşa bana’ ‘kızım demişti, hüngür hüngür ağlayarak İstanbul’dan Mısır’a giderken: dünyanın bin türlü hali var, eğer günün birinde kötü bir vaziyete düşersen sakın üzülme, ka
hırlanma, benim kapım sana daima açıktır biliyorsun, bizim hiç evlâdımız olmadı. Gerek ben gerekse hanımım seni can ve gönülden evlâtlık edindik. Bağrımıza basıp büyüttük. Burasını bir ana baba ocağı say. Biz ölmüşsek pek yakın akrabalarımız vardır İzm ir vilayetinde. Kendi akrabalarınmış gibi onların yanına gidersin’ .
Rahmetli Şemsi Hanımefendi’nin hikâyesi hepimizin yüreğine dokunmuştu. Oğlu İbrahim Paşa hayretteydi. ‘Bak hele, demişti, meğer ne akıllı adammış bu Yakup Paşa! Otuz sene evvelinden bu işin böyle olacağını anlamış!' Ben ise bu sarayda Şemsi Hammefendi'nin Yakup Paşa konağındaki vaziyetine benzer bir durumda bulunduğumdan büsbütün müteessir olmuştum. Şimdi, hepimiz birden onun efendizâdelerim dediği Karaosmanoğuilarım görmeye can atıyorduk.
Annem hal tercümesinin bu noktasına gelince biraz duraklardı. Yüzünden pek bellidir ki, Karaosmanogullarıyla ilk temas kendisinde pek parlak intiba uyandırmamıştır. Bu Mısır saraylıları ne umuyorlardı? Ne hayal ediyorlardı? Kimbilir. Karun kadar zengin bir prens anasının ‘Efendizâdelerim’ diye andığı kimselerin onunkinden daha büyük sarayları, daha çok debdebe ve tantanaları mı var sanıyorlardı? Heyhat: İzmirliler bu Karaosmanoğullanm tanımıyordu bile. Gerçi, amcam Nazif Bey bu şehrin en itibarlı ailelerinden birine iç güveysi girmiş; gerçi, babam yine bu aileden bir hanımla evlenmiş ama her İkisinin bütün vakitleri Manisa ovalarında geçtiği ve hele babam o sıralarda karısından ayrı yaşadığı için burada pek görünmezlermiş. Bununla beraber, annemin hikâyesinden hatırımda kaldığına göre, Mısır’ın haşmetli mülteci kafilesini ilk ağırlayan bu İzmirli akrabalarımız olmuştur. Annem bize derdi ki;
“ Babanız o vakit, Velioğlu Mahallesi’ndeki konakta halanızla beraber otururdu. Bizim haberimizi alır almaz İzmir’e koşup geldiler ve bizi Manisa’ya davet eltilerdi. Buraya vardığımız günü hiç unutmam: Bütün halk Kadri
Bey’in Mısırlı misafirlerini görmek için sokaklara dökülmüştü. Beyaz donlu çocuklar, basma şalvarlı kadınlar, hepsi birbirinden acayip kılık kıyafetlerle yolumuz üstüne yığılmışlardı."
■—Neden acayip diyorsun anne?’‘—Ne bileyim ben? O zaman bana öyle gelmişti. Vakıa,
bizim halimiz de onları pek hayrete düşürmüş gibiydi ya! Uzun etekli rengârenk feracelerimiz, kokorozlu hotozlarımız ve arkamızdan el pençe divan yürüyen Istanbulinli harem ağalarımızla bir Zuhuri kolundan farkımız yoktu sanırım onların gözünde. Manisa’da geçirdiğimiz iki üç ay boyunca çoluk çocuğun etrafımızdaki kaynaşmaları bitip tükenmek bilmemişti. Nereye gitsek orası bir seyir yerine dönüyordu. Hani. Mısır’da Hayvanat Bahçesi vardı, giderdiniz babanızla, işte biz herkese güya oradaki tavuslar veya sorguçlu kuşlar gibi görünüyorduk. Fakat doğrusu bize karşı hiçbir saygısızlıkta, hiçbir arsızlıkta bulunan olmamıştı, sokak kalabalıı içinde tek kişinin, Mısır Fellâhları olsaydı bunların yerine ne üstümüz ne başımız kalırdı, bizi didik didik ederlerdi. Hatırlamaz mısınız o Sitt-i Zeyneb dilencilerini? Nasıl insana saldırırlardı, nasıl eteğimizden, yenimizden çeker çekiştirirlerdi? Rahmetli Şemsi Hanımefendi, ilk günler, bunları da onlar gibi sanmıştı da Harem Ağaiariyle para dağıtmaya kalkışmıştı. Öyle bir öfkeyle yere attılardı kendilerine verilen mecidiyeleri ve bizden öyle küskün küskün uzaklaşıp gittilerdi ki mahçubiyetimizden ne yapacağımızı şaşırıp kalmıştık.’
Ben, annemin hikâyesi bu noktaya gelince Manisalı hemşehrilerim namına derin bir gurur duyardım ve tatlı tatlı gülümserdim. Bir zaman gelecek, ‘Dömeke' zaferimize dair yayınlanan halk destanlarını da, nedendir bilmiyorum aynı gurur ve aynı gülümsemeyle dinleyecektim.
Annem Sözlerine şöyle devam ederdi:—Babanızla halanızdan gördüğümüz izzet ikram da bi
zi son derece mahçup etmişti. Onbeş yirmi odalı konakla- rmı. uşak ve hizmetçi daireleriyle ve yanıbaşmdaki selamhgıyle bize bırakıp başkalarının evlerine çekilmişlerdi. Gerçi, bu konak bir saray değildi; gerçi biz, İbrahim Pa- şa’nm çocukları, dadıları, Şemsi Hanımefendi’nin kalfaları cariyeleriyle epeyce kalabalıktık ama. rahatımız pek yerin- deydi doğrusu. Babanız bize hiç masraf ettirmek de istemezdi. Koyunundan kuzusundan tutun da, unundan sebzesine kadar her yiyeceğimiz çiftliğinden taşınır getirilirdi. Atı, arabası, adamları hep emrimize verilmişti. Hem, o sırada babanızın hal ve vakti yerinde olmadığı da Şemsi Hanımefendi’nin kulağına çıtlamış bulunuyor ve bundan bir hayli üzüldüğü görülüyordu.
Mısır’daki ahval tamamiyle düzelmeden evvel dönmeye karar verişimizin sebebi, sanırım ki, bu üzüntü olmuştur. Zira, Şemsi Hanımefendi Yakup Paşa’nın küçük yeğeni Kadri Bey’e bir anne muhabbetiyle bağlandığı için onun zaten ağırlaşmış bildiği geçim yükünü büsbütün ağırlaştırmaktan çekinmişti. Evet, rahmetli Şemsi Hanımefendi, babanızı kendi evlâdı kadar severdi: beni de evlâdından hiç ayrı tutmadığı için...’
Bahsin burasına gelince annemin yanakları görücüye çıkmış bir genç kızın yanakları gibi al al olurdu ve lâfı şakaya dökerek:
‘—İşte, derdi, bütün bu vak’alar Arabi Paşa ayaklanışı, İngilizlerin İskenderiye’yi topa tutuşu, bizim Mısır’dan buralara kaçışımız, meğer hep sizin dünyaya gelmeniz içinmiş. Yattığı toprak nurdan olsun, Şemsi Hanımefendi bu mürüvvete en az benim kadar sevinmişti. (Bana dönerek) Hele sen doğduğun vakit dünyalar sanki onun olmuştu. Biliyorsun ki o senin isim annendir. Dokuz ay. durmadan hep Yakup Paşa’nın aşını ermişti. ‘Sakın, bir kız daha doğurayım deme; gücenirim.’ derdi, bana. Bütün Mısır’ın ebeleri
ni başıma üşüşdürdü, gelen kız mıdır, oğlan mıdır, anlamakmerakıyla. Hatırlarsın değil mi o büyük kadını?’
Onu. hayâl meyâl bir defa gördüğümü hatırlıyorum. Sarayının o büyük, geniş, uzun divanhanesinde, taraça kapısına yakın bir sedirde oturuyordu. Beni, annem mi, yoksa başka biri mi omuzlarımdan hafifçe okşayıp iterek ona doğru götürmüştü. Ben biraz çekingen duruyordum galiba. Zira. Şemsi Hanımefendi bir iki defa yerinden davranır gibi yaptı ve kollarını bana uzatıp: ’Gel bakayıp Yakup Paşa; benim bir tanecik Yakup Paşam’ diye seslendiydi. Bu, kalın kara kaşlı, torhbul tombul bir hanımdı. Başında bir hotozu vardı. Ondan ötesini bilmiyorum.
Nereden bilecektim? Annemin söylediğine göre, bu mülakatımızdan bir kaç ay sonra Şemsi Hanımefendi dünyaya gözlerini yummuş gitmişti. Ben o vakit ancak dört yaşındaymışım. Annem bunları anlattığı sıra da ise sekiz yaşımı henüz tamamlamış bulunuyordum.” *
Yakup Kadri çocukluğunun ilk beş altı yılını Mısır’da geçirir. Prenses Şemsi Hanımefendi ve İbrahim Paşa’nm ölmeleri, ayrıca Kadri Bey’in hesapsız para sarfiyatı bu aileyi Mısır'dan ayrılmak zorunda bırakır. Kadri Bey, geçirdiği uzun bir hastalıktan sonra sakat kalır, vücudunun bir tarafını pek iyi kullanamaz. Böylece Mısır’dan ayrılmak zorunda kalırlar. Yakup Kadri bu olayı şöyle anlatır:
*‘Bir gün gelip de kocasının maddi ve manevî düşkünlüğünü Kahire denilen bu saltanat ve şatafat merkezinde artık kimseden saklayamaz bir mahiyet alınca annem, yaralanmış erkeğini kapıp kaçıran bir dişi kurt gibi onu, hiç değilse ağyar siteminden kurtarmak için her türlü ayıbının örtbas olacağını sandığı bir uzak diyara Karaosmano-
Anamın Kitabı, İstanbul 1957, s., 152-158
gullarının hâlâ tüter sandığı ocağına alıp götürmüştür."*
Manisa’da aile dostu Hulusi Bey’in evinde misafir olarak kalırlar. Daha sonra Hulüsi Bey, onlara içinden kiracılarını çıkardığı başka bir evini müstakil olarak, bırakır. Kadri Bey Mısır’dan gelişlerinden iki yıl sonra geçirdiği uzun bir hastalığın ardından felç olarak ölür. Yakup Kadri Anamın Kitabı’nda “ Babam bu deni dünyaya bir Ramazan ayının başında gözlerini kapadıydı. “ demektedir,” **
Yakup Kadri, babasından çok annesini sevmiş, onun yaptığı fedakârlıkları hiçbir zaman unutmamıştır. Zaten Kadri Bey de Yakup’u fazla sevmezmiş. İkbal Hanım kocasının ölümünden sonra Mısır’dan getirdiği elmaslarını satarak çocuklarını kimseye muhtaç etmez. Yakup Kadri çocukluğunda kız kardeşi ve kendisini- avutmak için ma- sallaranlatan annesi ve bütün Türk anneleri için “ Miss Chalfrin'in Albümünden” de şunları söyler:
“ Analarımız Türk tarihini ezbere bilirler ve şifahen bize naklederler. Onlara da kendi anaları ve analarının anaları, bu tarzda tarihi terbiye verirdi. Birtakım frenkçe kitaplar, süt emerken öğrendiğim bu hakiki ilmi benden ne- zettiler. Bu tarih, birtakım küçük küçük masal parçalarından müteşekkildi, zannederim. Bu masalların eşhası peri kızları, padişah oğulları, bir kılıç darbesiyle dağları yaran kahramanlar ve asâsmı vurduğu yerde hazineler açan velîlerdi. Anam bana tarihin hiç zaptetmediği bir sürü hari- kulâde vakalardan bahsederdi. Hiçbir haritada görmediğim memleket isimleri söylerdi. Bazan da hiç yer ve şahıs ismi söylemezdi: bir dağ başında sakallı bir adam, derdi: veya pınar başında uzun saçlı bir peri kızı derdi. Acayip renkler anlatırdı; içiçe yüz tunçtan kapısı birer yumrukta kırılarak
• A.g.e. s.. 34•• A.g.e. s., 98
rethedilen kaleler. tariT ederdi. Mislini, b ü yü d ük ten sonra hiç b ir y e rd e g ö rm e d ig im padişah saray lar ı v e saray larda düğün tasvirleri yapardı. A n am ın bana anlatt ığ ı tarihte âdil hüküm darlar la za l im vez ir le re dair bah is ler v a r d ı . ' "
ÖĞRENİMİ
Yakup Kadri, küçükken Mısır’da okula gitmemiş, evde özel hocalardan ders görmüştü. Manisa’ya geldikten sonra Kadri Bey'in de ölmesiyle İkbal Hanım, Yakup’un terbiyesine itina göstermeye başlar. Onu, dört sınıflı Feyziye Mektebine verir. Yakup, burada iki yıl okuduktan sonra İzmir İdadisi'ne girer.
Yakup Kadri, babası öldükten sonra ancak üç-dört yü Manisa'da kalabildi. Ailenin maddî durumu İkbal Hanım'- ın satılan elmaslarının da bitmesiyle tamamen bozulmaya başlamıştı. İkbal Hanım,eski kocası İbrahim Paşa’nm oğlu Prens Mehmet A li’yi hatırlar, çocuklarım alarak Mısır'a gelir. Prens Mehmet Ali, Yakup’ün hayatı ve öğrenimi ile yakından ilgilenir, onu "Fr6re” ler okuluna verir. Burada fazla kalamazlar, çünkü Yakup İzmir İdadisi’ni özlemeye başlamıştır. Bu özlemin sebebi Türkçe konuşulan bir çevrede yaşama isteğinden kaynaklanır. 1905*de İzmir’e dönerler. Yakup Kadri, öğrencilik hayatı ve İzmir İdadisi’ndeki yıllara dair şunları söyler:
“ ...ben oldukça tembel bir talebe idim ve bütün sınıflarımı, yalnız dil, edebiyat derslerinden kazandığım iytibarı yakından bilen hocalarımızm heyamolasıyla geçmişimdir. Hattâ, İzmir İdadisi’nde İslâm Tarihi'nden imtihan olurken
Haşan Ali Yücel. Edebiyat Tarihimizden, s.. 16- 17
Haşimilerle Kureyşiler arasındaki Gazveleri yol kesip kervan vurma şeklinde bir takım hareketler gibi anlatmam üzerine beni mümeyyizlerin huzurundan kogmak mecburiyetinde kalan tarih mualimimiz meşhur Yusui Rıza Hoca bile bu iytibarımın tesirine kapılarak beni ikmale bırakmaktan çekinmişti. Gene o mektepte, bilmem neden daha İlk sınıflardan beri adım şaire çıktı idi. Bu sayede dört beş yaş büyüğüm olan Şahabeddin Süleyman'ın dostluğunu kazanmış ve onun vasıtasıyla da son sınıf talebelerinden Abdullah Rahmi isminde bir gençle tanışmıştım. *
Yakup Kadri, İzmir İdadisl'nde de fazla kalamaz. Burada hürriyetsizliğin acısını tadar:
“ Bir gün sınıfta, alnım sıraya dayalı, dizlerimin üstünde tuttgum Cezmi'yi okurken, bir el, bir demir pençe beni ensemden yakalamış sokağa atmıştı. Nereye gitmeli? Nereye kaçmalı? onaltı yaşımda ya var, ya yoktum: fakat biliyordum ki bazı memleketlerde hürriyet denilen bir saadet vardır: ve oralarda herkes istediği kitabı okuyabilir; o diyarlardan birine gittim ."*’
Yakup Kadri, gerek bu hadise, gerekse dinlediği jöntürk menkıbeleri dolayısıyla annesiyle birlikte Mısır'a gider. Ayrıca Mısır'a gitmesinde orada tanıdıklarının bulunması, korunacağını ümit etmesi gibi sebepler de rol oynamıştır, denilebilir. Mısır’da iki sene kalır. Bu arada bir müddet “ Fre- re'’-ler mektebine, birmüddet de bir İsviçre Lisesi’ne devam eden Yakup Kadri; aynı zaman da hem şair, hem profesör Henri Lamon adında Nauclıatel'U bir zattan Fransız Flde- biyatı dersi alır.**’
Edebiyatçılarımız Konuşuyor, Varlık'i'nynılaı-ı, İsı. U)7(i, S.9Yakup Kadri Karaonuuıoûln, Atatürk, s.. 1 [iNi>a/i Akı. Yakup K adri Karaosm anoğlu İnsan-Eser-Fikir-Uslûp, s A ‘A
10
Yakup Kadri, Mısır’daki Fransız Papas okulunun (Frere- 1er mektebi) çok mutaasıp bir Hıristiyan öğretim muhiti olduğunu söylemektedir. O, orta öğretimini Mısır'da bitirir.'
1908 Meşrutiyetinden önce İzmir’e oradan da İstanbul'a gelen Yakup Kadri, Burada Refik Halid ve Faik Ali ile tanışır. Şahabeddin Süleyman’ı zaten İzmir İdadisi’nden tanımaktadır.
YAKUP KADRİ*NİN YAZARLIĞA BAŞLAMASI
Yakup Kadri’nin ilk yazısı, tek perdelik bir piyes olan ve ResimU Kitap (No: 9, Haziran 1325/1909)'ta yayınlanan “ Nirvana’dır. Bu tiyatro eserinin yazılmasındaki sebeplerden biri devrin hususiyeti ise diğer sebep de Ibsen’dir. Yazar Füruzan Hüsrev Tökin ile yaptığı bir konuşmada (Dikmen, 22, 15 Ekim İ942): “ Ben ilk yazılarımı Ibsen'in tesiri altında yazdım.” demektedir.*’
“Nirvana"nm yazılmasından sonra MusavverMuhit'in edebî müdürü Celâl Sahir, Yakup Kadri’den yazı ister, bunun üzerine Yakup Kadri. 10 Temmuz 1325 tarihli ve 36-37 numaralı Muhit’te çıkan “ On Temmuz” başlıklı yazısını kaleme alır, bu yazıdaki tema, memleket meseleleri ve milliyet problemidir.
Yazarımızın üçüncü yazısı olan “ Vedâ” , Resimli Kitap (No: 11, Ağustos 1325)’ta yayınlanır. Bu yazının altında 1324 tarihi vardır. İki sahnelik bir diyalog olan bu kalem tecrübesi, bir ailedeki bazı aksaklıkları konu alır.
Yakup Kadri ismi, ResimU Kitap'taki yazılarından sonra Servet-i Fûnûn sahifelerinde görülmeye başlar. Edebî hayata ası! girişi ise P ecr-i Ati iledir.
* Haşan Aİi Yücel, Edebiyat Tarihimizden. s.l9* * Niyazi Akı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, s. 78
11
FECR'İ Â T İ VE YAK U P KAD Rİ
Fecr-i Âti, 1908 yılı ile 1911 tarihleri arasında yaşayan bir edebî topluluktur. İkinci Meşrutiyet'in ilan edildiği ilk aylarda görülen “ hürriyet sarhoşluğu” içinde, edebiyatla ilgilenmek isteyen gençler, devrin karakterini aksettirecek mahiyetteki eserlerin yazılması için bir edebî topluluk teşkil etmek isterler. Onların bu isteklerini Garp'a benzemek arzusu daha da kuvvetlendirir. Çünkü Garp’ta. edebî hareketlerin prensip hâline gelen belirli fikirler etrafında birleşen gruplar tarafından yapıldığını bilirler. İzmir’de vali aleyhinde açılan kampanyada mağlup olan Şahabeddin Süleyman; artık politikadan nefret ettiğini, kendini tamamiyle edebiyata vereceğini bir edebî dernek kurmak fikrini ileri sürer. Yakup Kadri, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları adlı kitabında bu topluluğun meydana gelişini ve Fecr-i Âti hak- kındaki umumî kanaatlerini şöyle anlatır:
“ ...edebiyatım ızda y epyen i bir devrin başladığ ına kanaat ge t iren Şahabedd in S ü leym an , ka lburüstü gö rünen ne ka dar şair v e ya za r varsa, kapı kapı do laş ıp aradı, bu ldu ve sah ib in i tan ıd ığ ı “ H i lâ l“ m atbaas ın ın bir odasında - bugünkü dey im iy le - bir aç ık o tu rum a çağırdı. Çağ ır ılan lar arasında tab ia iıv le ben de vard ım . “ T a b ia f iy le “ ded im ; ha lbuki "vŞahabcddin S ü le ym a n 'ın en en yak in arkadaşı oldu- î^um iç in " d em em lâz ım gelird i. Zira, ben ne kalburüstü id im , ne de basjnda bir satır v a z ım çıkm ıştı. Fakat, ka t ı ld ığ ım loplantıd.i ^erkesin beni tan ım ası için Şahabedd in S ü le ym an 'ın lu ıkkın ıdaki m üba lağa lı övgü le r i kâfi g e lm iş ti Bununla beraber adları sanları ay lardan beri dillerde d o laşan şöhretli ler arasında ben kend im i, bir m üddet hiç de rahat h issetm t 'm iş âdeta s iner gib i bir köşeye çekllij ) o iurn ıusıı ım . A z sonra Sahabettin Sülovn ıan 'ın ınalbaa ka-
12
pısmdan içeri girerken, bana Refik Halid diye tanıttığı bir genç de aynı çekingen tavırla gelip yanıma oturacaktı ve aramızda o dakikadan itibaren bir arkadaşlık havası esecekti. Neden esmesindi? O da, ben de toplantıdaki meşhurlar içinde iki meçhul değil miydik?
Bu sırada odanın ortasında ev sahibi gibi dolaşan ve gelenlere yer gösteren -bana adını söyledikleri halde unuttuğum- ufacık tefecik biri vardı. Refik Halife sordum:
“ —Bu kimdir?”
“ —Müfit Ratip” , dedi ve bu ismin bana bir şey ifade etmediğini anlayarak ilâve etti: “ Benim mektep ve çocukluk arkadaşımdır. Pek iyi bir tiyatro tenkitçisidir ve toplantıyı tertip edenlerden biri de odur, sanırım. Hilâl matbaasının sahibiyle de bir akrabalığı vardır.”
Bundan cesaret alarak Refik Halit'e diğer orada bulunanlara dair sualler sormağa başladım:
” —Durmadan cıgara içen şu uzun saçlı, şehlâ bakışlı genç adam kim?”
■■—Tahsin Nahit. Galatasaray'dan mektep, hattâ sınıf arkadaşımdır.”
■■Ya onun yanında oturan ve P'inlandiya’h bir pehlivana benzeyen delikanlı?”
Emin Bülent. Onu da mektepten tanırım.”Öte yanda, yaşça hepimizden büyük görünen sarı bıyıklı
birini gösterdim. Refik Halit yalnız onu tanımıyordu. Sonradan öğrenecektik ki, bu, Doktor Cemil Süleyman'dı. Bilmem hangi dergide tefrika edilen bir romanını şöyle gözden geçirmiştim. Kelime kelime, cümle cümle Aşk-ı Memnû'- dan kopya edilmiş gibiydi. Bu bakımdan ona, pekâlâ ikinci Halit Ziya diyebilirdik, onun yanında başka bir sarışın genç vardı. Adının Ali Süha olduğunu söyledikleri halde, edebî kimliğini anlayamadıktı. Meğer, bazı dergilerde bir
13
kaç mensur şiiri çıkmış bir tıbbiyeli imiş. Yine o toplantıda ilk defa tanıdıklarımdan biri de aziz dostum Fazıl Ahmet’ti. Hiç unutmam, herkesle alay ediyor gibi bir hali vardı.
Fakat, bütün bunlar arasında, benim gözlerim Ahmet Haşim’i arıyordu. Gerçi, onu hiç görmemiştim ama, bazı dergiler de yayınlanan resimlerinden bulup çıkarabilirdim. Doğrusunu söylemek lâzım gelirse, orada bulunanlardan hiç biri, edebî değer bakımından beni ilgilendirmiyordu.
“ —Ahmet Haşim gelmeyecek mi bu toplantıya?”Refik Halit müstehzi bir tebessümle gülümseyerek: ‘ ‘—O, insanlar arasına karışmaz. Vahşinin biridir” dedi
ve ilave etti. ‘ ‘Onu görmeseniz daha iyi olur. Haliyle suratıyla pek hoşa gidecek adam değildir. Onunla da Galatasaray'dan tanışırız ama, uzaktan uzağa...”
Refik Halit’in Ahmet Haşim hakkında verdiği bu menfi bilgiye rağmen, ben, içimden “ O Belde” şiirindeki bir mısraı tekrar ediyordum:
Melali anlamayan nesle âşine değiliz Tam bu sırada, içeriye. Şahabeddin Süleyman’ın teha
lükle karşıladığı narin ve uzunca boylu, kara sakallı bir beyefendi girdi ve herkes ayağa kalktı. Şahabeddin Süleyman, bizleri yeni gelene takdim ederken adımızı yüksek sesle, fakat, onun adını kutsal bir sır tevdi eder gibi kulaklarımıza fısıldayarak söylüyordu: Faik Âli.
Bu Edebiyat-ı Cedide şairinin bizim içimizde ne işi vardı? Gerçi, biz onu bu okulun en parlak şairlerinden biri addediyorduk ve Şahabeddin Süleyman ise ona tapıyordu ama, biz buraya yeni bir edebiyat cereyanının temsilcileri olarak gelmiştik.
Çok geçmeden, Şahabeddin Süleyman bizim bu husus' taki tereddütümüzü dağıtacaktı, onun yaptığı açıklamadan anlayacaktık ki. Faik Âli Bey, aramıza kuracağımız derneğin başkanı ve isim babası sıfatıyle katılmıştır. Nitekim
14
onun başkanlığı altında geçen-birtakım görüşmelerden ve ileri sürülen tekliflerden sonra “ Fecr*i Âti” ' adını bize o takacaktı.
Lâkin, işimiz bununla bitmiyordu. Bir de edebiyat alanında açmak iddiasında olduğumuz çığırı belirtecek bir döviz, bir formül bulmamız lâzım geliyordu. Hatırladığıma göre, onu da Şahabeddin Süleyman bulmuştu; “ Sanat şahsî ve muhteremdir.”
Batı edebiyatında “ Sanat sanat içindir” diye ifade edilen bu döviz üzerinde konuşmalar olurken Fecr-i Âti arka- daşla»mızdan çoğunun edebî kültür bakımından ne kadar yoksun olduğunu görerek bir nevi hayal kırıklığına uğru- yordum. Abdülhamit istibdadı kalkar kalkmaz fikir ve sanat alanında ortaya çıkan nesil bu muydu? diyordum kendi kendime. Oysa, ben, Mısır’daki köşemde hürriyet güneşinin doğmasını beklerken bugün için umduğum şey hiç değilse Edebiyat-ı Cedide kuşağını gölgede bırakacak değerde birtakım genç şairlerin, genç edebiyatçılann, genç sanat ve fikir adamlarının uzun bir kıştan sonra donmuş vatan topraklarını taze bir yeşerme halinde kaplamasaydı ve ben de kendimi bunlar ardına girmeye lâyık bir seviyeye eriştirmek için geceyi gündüze katarak çalışmıştım. Lise tahsihmi tamamlamakta bulunduğum bir Fransız kolejindeki klasik edebiyat dersleriyle yetinmeyip abonesi olduğum bir umumi kütüphanenin, on dokuzuncu asırdan bu yana ün almış, bütün edebiyat, felsefe ve tarih kitaplarını büyük bir okuma iştihasıyla sömürdüğüm oluyordu. Ayrıca Fraınsa’da çıkan belli başlı dergilerde günün fikir cereyanlarını da takibe imkân buluyordum. Bittabi, başta en yakın arkadaşım Şahabeddin Süleyman olmak üzere, Türkiye’deki çağdaş meslektaşlarım için, böyle bir imkândan yoksun kalmışlardı. Nitekim, okumayı çok seven ve hattâ İzmir’de bulunduğu zamanlar oradaki yarım hürri-
Gelecegin ilk ışıkları
15
yetteı> faydalanarak Abajoli adında bir Fransız kitapçısından aldığı ‘ ‘Le Temps ’' gibi, ‘ ‘Les AnnaJes Litteraires '' gibi gazete ve dergileri, herkese teşhir edercesine, Karşıyaka vapurunda açıp okumaktan çekinmeyen Şahabeddin Süleyman bile, henüz “ Estetique” denilen bir sanat felsefesinin mevcudiyetinden haberdar değildi. Bunu neden sonra, kendisine verdiğim bir eserden öğrenecek ve ilmi metodla analitik bir edebiyat kitabı yazmak hevesine bu suretle düşecekti.
Onun için sanıyorum ki, Fecr-i Atililer “ Sanat şahsı ve muhteremdir.” dövizini kabullenirken herhangi bir ideolojik mesnede dayanmıyorlar, olsa olsa yaşadıkları devrin edebî gelişmeleri engelleyen birtakım politik ve sosyal şartlarından korunmak hedefini güdüyorlardı."*
Fecr-i Âti, Servet-i Fünûn'da (c.38, no: 977, 11 Şubat 1325) yayınlanan bir beyanname ile prensiplerini ve topluluğun şartlarını belirtir. Beyannamenin altında şu imzaları görmekteyiz: Ahmet Samim. Ahmet Hâşim, Emin Bülent. Emin Lâmî, Tahsin Nâhit, Celâl Sâhir (Reis), Cemil Süleyman, Hamdullah Suphi, Refik Halit, Şebabettin Süleyman Abdülhak Hayrı, İzzet Melih, Ali Canip, Ali Sü- hâ, Faik Âli. Fazıl Ahmet. Mehmet Behçet, Mehmet Rüştü, Köprülü'Zâde Mehmet Fuat, Müfit Ratip ve Yakup Kadri.
Fecr-i  ti’yi meydana getiren bu insanlar arasında değişik fikirlerin olduğunu yukarıda gördük. Bunları birleştiren unsur, arayış içinde olmalarıdır. Bu biraz da devrin hususiyetlerinden kaynaklanmaktadır.**
* Yakup I^adri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıra-lart, S37-47
* * XX. yüzyılın başlarındaki edebî arayışlarımızın başka bir cephesiiçin bkz. Sadık K. Tural. ‘ ‘Yahya Kemâl’in Arayışlarının Yol Açtığı Bir Edebî Topluluk: Nâyiler, ölümünün yirmibeşinci yılında Yahya Kem al Beyatlı, Hz. Ş.Blçin* M.Tevfikoğlu, S.Tural, TKAE. y. Ank. 1983, s.111'122.
16
TENKIDÇl YAKUP KAD Rİ
Fecr-i Âti kurulduktan sonra Yakup Kadri de bu topluluğun sözcüsü olur, onun İlk savunması Resimli Kitapta Ra- if Necdet'in “ Sanat sanat içindir” parolasını tenkid etmesiyle başlar. Raif Necdet'e göre edebiyat, sosyal hayatın fotoğrafını almak, sonsuz ızdıraplar ve sefaletler içinde kıvranan halkı teselli etmekle ona güven vermekle vazifelidir. Böylece de Şahabeddin Süleyman'ın Çıkmaz Sokak adlı piyesini iddiasız ve tezsiz olmakla itham eder. Ayrıca bu eserin cinsî sapıklıkları işlediğini, böyle konuların edebiyata mal edilemiyeceğini söyler. Yakup Kadri ise. Raif Necdet’e verdiği cevapta şöyle der: “ Sanatın gayesi (eğer mutlaka bir gaye bulmak lâzımsa) bence bir kavmi, bir milleti hissetmeğe, iyi hissetmeğe, büyük hissetmeğe alıştırmasıdır. Çünki hissetmesini bilmeyen kavimler yaşamasını bilmezler, aynı bizim gibi...Ve yaşamasını bilmeyen bir kav- me ulûm-ı içtimaiyyeden bahsetmek bana biraz abes görünür. Bu tamamiyle bir topala veya henüz yürümeğe başlamamış bir çocuğa raks usulleri talim etmeğe benzer.
Bahsin haricine çıkmak korkusiyle Raif Necdet Bey *e avdet edelim: Raif Necdet Bey: ‘Sanat için sanat nazariyesi artık ölmüştür diyor. Onun bu fikirlerine iştirak ederim. Fakat bunun yerine 'insan için sanat -hayat için sanat' nazariyesi kaim olmuştur. Teessüf edilir ki ölenlerden haber aJan Raif Bey, doğanlardan sonra bu kadar garip ve gülünç, bir girive-i mütalâaya düşmemeleri İçin biraz asr-ı hâzır münekkid ve üdebâsını okumaJarını ve eğer hakikaten edebiyatı seviyorlarsa biraz da edebiyatla meşgul olmalarını rica ederim.” *
Haşan Ali Yücel. Edebiyat Tarihimizden, s.80-81
17
Yakup Kadri, Şahabeddin Süleyman’ın Çıkmaz Sokak adlı piyesi için de övgü dolu sözler sarfeder. Bu piyesi edebiyatımızın -o zamana kadar- yegane tiyatro kitabı: piyesin dilini de “ latif ve zarif bir tiyatro lisanı” şeklinde değerlendirir.
Bu yazıları takibeden hafta Servet-i Fünûn’da Mim Rauf Bey’in “ Sanat ve Ahlâk” başlıklı Yakup Kadri Bey’e cevap olmak üzere bir makalesi çıkar. Mim Rauf Bey, bu makalesinde Çıkmaz Sokak ve bu tarzda yazılmış eserlerin iffetimizi kirlettiği düşüncesindedir:
“ Her memlekette ve her tarihte olduğu gibi muzır olan şey, vicdana münafıdir. Çıkmaz Sokak tarzında yazılmış eserler iffetimizi kirletir; vicdanımızı körletlr. Henüz saf ve nâb olan şebâbımız, onları yırtacak ve görmiyecektir.” ’
Yakup Kadri ile birlikte daha sonra Fuat Köprülü ve Ali Cânip de Raif Necdet ve Mim Raufa cevap verirler.
Daha sonra Hüseyin Cahit’in Hayat-ı Hakikiye Sahneleri adlı kitabı için Servet-i Fünûn ’da (c. 39, no: 1005) bir yazı kaleme alan Yakup Kadri, Hüseyin Cahit’i ince duygu ve yüksek düşünceye davet eder. Hayat-ı Hakikiye Sahneleri için de şunları söylemekten çekinmez:
“ ...bu eser baştan aşağıya kadar ekseriya basit ve bayağı ve yine pek çok defa sun’î ve cebrî hislerle doludur. Bütün elemlerin yeislerin ve bütün bedbinliklerin orada birer maske kadar cansız ve gayrı tabiî olduğu görülür.” **
Bu yazı vesilesiyle o günün edebiyatı hakkındaki görüşlerini de belirtir:
“ Hüseyin Cahit Bey’in, Hayat-ı Muhayyel'in o pürhis ve pürhayal şairi Hüseyin Cahit Bey'in bu son eserinde fak-
A.g.e.s. 83A.g.e..s. 89
18
rüddem var: fakrüddem-i hayal, fakrüddem-i his, fakrüddem-i tefekkür... Devr-i Meşrutiyette olan o dört beş senelik mevtaî sükût*ı edebiden sonra meydan-ı matbuata böyle ne kadar eserler geldi. Böyle ne kadar benzi solmuş, nefesi tıkanmış sakat şahsiyetler gördük ve böyle ne çok üfûl-ı edebîlerin seyircisi olduk. Bu hal artık hiç hayretimi celbetmiyor, fakat tecessüsümü tahrik eyliyor: Çünkü Hâmit ve Ekrem’ler devrinden beri Türk üdebâsm* da garip bir hâl-i marazı müşhade olunuyor. Bunların hepsi otuz otuzbeş yaşlarını tecavüz eder etmez artık yazamıyorlar, hissedemiyorlar, kekeliyorlar. Hassasiyet ve ha* yal nâmına adale-i fikriye ve kuvve-i icad namına onlarda artık hiç bir şey bulamıyoruz. En ümitbahş olanların bile, bir an geliyor ki soğuğa maruz kalmış kır çiçekleri gibi bagteden solup boyunlarının büküldüğünü görüyoruz. Bazıları da -Cenap ve Fikret gibi- bize daha tekamül etmiş ve daha süslenmiş bir lisan ile avdet ediyorlar. Fakat bu lisan, üstü işlenmiş, sırmalı kadifeden ağır bir manto gibi ancak bir çok zayıf bünyelerin meâyib-i teşekkülâtım örtebiliyor. Biraz yaklaşıp elinizle dokunduğunuz vakit o sırmalarla kadifelerin altında sivri iki omuz kemiği ile çökük bir göğüs kemiği hissediyorsunuz.” *
Yakup Kadri, devrinde aşk ve kadın şairi olarak tanınan Celâl Sâhir’i ikinci bir Muallim Naci olarak tasvir eder, duygularının insan dışı ve yapma olduğu yolunda iddialar ileri sürer. Ona göre Celâl Sâhir’in şiirinde aşk diye sunduğu şeyler: “ hepimizin her gün müsadif olduğumuz güzel ka- dmlar nisbetinde kalbimizi ziyarete gelen âni, geçici ve mükerrer arzulardır.” *'
Tenkidçi Yakup Kadri, o devirde beğendiği tek muharrir olarak Halide Salih (Edib) Hanım’dan bahseder; Harap
* A.g.e.,s.,90* »A.g.e.. s.,91
19
Mabetler dolayısıyla da bu fikrini dikkatlere sunar. “ Halide Salih’in -bugüne kadar hiçbir kadının beceremediği- erkek meslektaşlarından daha vâzıh yazmaya muktedir olduğunu” söyleyen Yakup Kadri, onun kusurlarını da belirtmekten çekinmez. Aşağıdaki satırlarda bu kadımn edebiyatta ve dilde yaptığı yenilikleri izah eder;
“ Ne derseniz deyiniz. Halide Salih Hanım; kuru bir sahraya benzeyen ve her hatvemizde çoraklığı ve kuraklığıy- le dizlerimizi büken Türkçe edebiyat lisanında birçok keşifler icat etti ve bize bu sahranın bir çok merahilinde serin, seyadâr ve ıtırnâk bir çok vahalar buldu. Senelerden, senelerden beri sadeliğe susamış olan lisana, men- baları değilse bile, menbalann yolunu gösterdi. Sonra asıl en mühimmi, bu nev’i şahsına münhasır üslûbiyle, “ Sanatta şahsiyet” nazariyesini yegâne düştürül' amel ittihaz eden yeni nesl-i edepde şahsiyetine, hususiyetlerin en mutlakını ve en kafisini veren bir sanatkâr oldu ve mazinin tesirlerinden en büyük bir cesaretle, en k a fi bir tarzda silkinip çıkan, bize üzerinde hiçbir yabancı eski çehrenin aksi görülmemiş bir ayna gibi halis ve zatî (original) bir sima gösteren, yine bu muharrir, yine Halide Salih Hanım oldu.” *
Haşan Ali Yücel'in tenkid için Hüseyin Cahit ve Celâl Sâ- hir’l niçin seçtiği sorusuna, Yakup Kadri: onların ittihatçı olduklarmı ve o zaman kendisinin İttihat ve Terakkiye muhalif ruhta bulunduğu şeklinde bir itirafla cevap verir.*’
• A.g.e., s.94-95*• A.g.e.. S.102
20
YAK U P KAD Rİ'N İN BESLENDİĞİ KÜLTÜR K A YN A K LA R I
Yakup Kadri'yi hayata hazırlayan ilk kaynaklardan biri Kadri Bey’in Manisa’daki evlerinde çocuklarına bıraktığı kitap sandığıdır. Aynca İkbal Hanım’ın Yakup’a okuduğu Ekmekçi Kadın ve Monte Cristo gibi romanlar da Yakup Kadri'nin dünya görüşünün şekillenmesinde önemli rol oynar:
“ Annem bütün bir kışın uzun geceleri, bize “Ekmekçi Kadm'ı okuduktan sonra ertesi kış Monte Cristo diye daha büyük bir romana başlamıştı. Bu, ‘Ekmekçi Kadjn ’ gibi beni yalnız kalbimin köklerinden kavrıyan bir acıklı hikâye değildi. Onda, bütün varlığım sanki sonsuz bir hayal deryasına kapılıp gittiydi. Öyle ki gerçek hayatın kıyıları artık bana görünmez olmuştu. Görünse bile başımı çevirip bakmıyordum. ‘Monte Cristo’ adasının yanında Manisa neymiş? Bizim evimiz neymiş? Hergün gidip geldiğim mektep neresiymiş? Oradaki dersler insana ne öğretebilirmiş? Oradaki döğülmelerin, döğüşmelerin, çekişmelerin ne ehemmiyeti vsu'mış? Bütün bunlar, bana küçücük küçücük şeyler gibi görünüyordu. Artık imrendiğim kişiler birerbi- rer gözümden düşmüştü. Ne Mevlevi şeyhine, ne Erkân-ı harb zabitine benzemek istiyordum. ‘Monte Cristo’nun kahramanı benim için yegâne ideal örnekti ve yegâne emelim onun gibi, hâlî bir adada bir define bulmaktı.
‘Monte Cristo’ hayat telakkime ve dünya görüşüme böyle bir sınırsız genişlik vermekle kalmamıştı. Bana, üç yıldan beri bir türlü beceremediğim “ kıraef* dersini de öğretmişti. Mektepten döner dönmez ilk işim o kocaman kitabı açıp
21
heceliye heceliye okumak oluyordu. İlk günler, kelimeler, sanki bir büyü muskasmm hiyeroglif işaretleri gibiydi, beni ürkütüyorlardı, sonra yavaş yavaş, birer birer açılmağa başladılar.” *
İzmir İdadisi’nde Abdullah Rahmi’yi tanıyıncaya kadar babasının kitaplarını okuyan Yakup Kadri, kendisinden bir kaç yaş büyük bir gencin tavsiyesiyle Muallim Naci, Mehmet Celâl ve Vecihî gibi sanatkârları okumağa başlar. Abdullah Rahmi, Yakup Kadri’nin Tevfik Fikret. Halit Ziya ve Mehmet Rauf gibi Edebiyat-ı Cedide sanatkârlarını tanıma* sma. Ekmekçi Kadın ve Monte Cristo’nun dünyasından sıyrılarak Edebiyat-ı Cedide külliyatını okumasına ve Fransız edebiyatıyla tanışmasına vesile olur. Yakup Kadri artık Zo- la, Maupassant, P.Bourget, Balzac gibi Fransız yazarları okumakta: Edebiyat-ı Cedide'den ise Aşk-ı Memnû ve Ey- lû î'ü çok belenmektedir.
1914 yılına kadar tiyatro, hikâye, mensur şiir, makale ve deneme türlerinde yazı kaleme alan Yakup Kadri, o yıllardaki fikir ve ruh durumunu şöyle anlatır:
“ Yirmi yaşma girdiğimiz zaman, artık hiçbir şeye, hiçbir kimseye inanmıyorduk... Şahsî hayatımızda olduğu kadar millet ve memleket meselelerinde de tamamiyle reybileşmiştik ve birçok frenkçe kitapların yardımiyle bu ruh ve iman iflâsını bir nevi İlmî fikir sistemi haline sokmaya çabalıyorduk... On dokuzuncu asır sonu Avrupa’da bir büyük inkâr -Dissociation- devridir. Bütün kıymet hükümlerinin bâtıl ve bütün ölçülerin bozuk olduğunu ispat yolunda birbiriyle müsabaka eden muharrir ve mütefekkirlerin adedi, o devirde, sayılmayacak kadar çoktu. Bunlar bir takım kötü gençlik arkadaşları gibi bizi baştan çıkarır .bizi maceradan maceraya sürüklerken kafamızda yüksekler-
* Anamın K itabı, s. 190-191
22
de dolaşan kimselerin sarhoşluğunu hissederdik. O frenk üstadlarından Ödünç aldığımız inkâr ve istihza kanatlariy- le, sanki muhitimizin üstüne çıkmış, sanki mensup bulunduğumuz cem iyetin perişanlıklarına, adiliklerine, yalanlarına ve şarlatanlıklarına yukarıdan, bir hakaretli yabancı gözüyle bakmış gibi olurduk."*
Niyazi Akı, Yakup Kadri'nin sanatının ilk yıllarında beslendiği kaynaklara dair düşüncelerini aşağıdaki şekilde belirtiyor:
“ Her sanatkâr gibi o da sanatının ilk yıllarında tesirlere karşı hem fazlaca açık, hem de malzemesi, zevki ve usulleri bakımından müdafaasızdır. Çünkü, eserden esere atlayarak kültür vasıtasiyle kendi kendini yaratma yolunda istihaleler geçirmektedir. Bu sebeple yazar, hisleri, fikirleri ve dünya görüşü yönünden yerli ve yabancı kaynaklara bağlıdır.” *'
Yakup Kadri’nin yirmi ile yirmibeş yaşları arasındaki hayat telakkisi Schopenhauer’m tesiri altındadır. Bedbin bir hayat felsefesi ve içgüdülerle hareket etme gibi Schopen- hauer’ın simgesi olan özellikler, Nirvana ve Bir Huysuzun Defterinden adlı eserlerde hemen dikkati çekecek niteliktedir: Hayatla anlaşamamak, ona karamsar bir gözle bakmak ve ölümü aramak. Yakup Kadri'yi Schopenhauer’a bağlayan aracı ise, yine Niyazi Akı’ya göre Guy de Maupas- sant'dır.*” Maupassant, Yakup Kadri’nin çok okuduğu bir yazardır. Hattâ hemen hemen bütün hikâyeleri onun tesirinde yazılmıştır, denilebilir.
Maupassant ve Schopenhauer’a göre hayatın olumlu tarafı acıdır. Bu acıyı hisseden Maupassant, bundan bir felsefe sistemi yerine bir sanat eseri meydana getirmiştir.
• Yakup Kadri Karaosmanoglu. Atatürk s. 16-17** Niyazi Akı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu. s.26-27• * A.g.e. s..30
23
Alman filozofunun fikir sistemine bağlı olan Maupassant’- m yazılan öyle tahmin ediyoruz ki, Yakup Kadri’* nin hayat karşısmda takmdığı tavırda ve eserlerinde yaratmış olduğu haricî âlem tasvirlerinde önemli rol oynamıştır.
Yakup Kadri, 1909’lu yıllarda Norveçli yazar Ibsen’i okur. "Nirvana” ye "Veda” adlı piyesleri de Norveç’li yazarın tesiri altında kaleme almıştır. Niyazi Akı’ya göre, 1909-1925 yılları arasında Avrupa'nın tiyatro, müzik, ten- kid ve fikir modasını teşkil eden Ibsen, Wanger, Ruskin ve Nietsche dörtlüsünden, Nietsche’yi Yakup Kadri'nin okuması ihtimali çok kuvvetlidir.’
Nietsche’ye göre insanın her hareketi içgüdülerinin ifadesidir. Cemiyet baskısının olmadığı zamanlarda, insanlar içgüdüleriyle hareket ettikleri için mutlu ve mesutturlar. Halbuki bugünkü sosyal baskılar altında, neşeden ve realiteden kaçan, yokluğu özleyen, bedbin, dejenere olmuş bir insanlık doğmuştur. Nietsche bu yönüyle tam bir nihilisttir. Nietsche'ye göre kültür, ancak değerlere inanış nisbe- tinde uzun ömürlü olur. Modern insanın hayatını düzenleyen inanışlarında Hristiyanhk, bedbinlik, ilim, demokrasi. sosyalizm, vazife ahlâkı v.s. gibi bazı zıtlıklar vardır. Bunlar da sönen bir hayatın işaretleridir. Yakup Kadri. N ietsche'nin bu fikirlerine katılır. İçgüdüler hakkında Niyazi Akı’nın aşağıdaki tespiti dikkate değer: ruhun o mahzenlerinden, dehlizlerinden, karanlıklarından o zaman neler çıkar bilir misiniz?... Deli, azgın, kükremiş ve kudurmuş bir sürü hayvan!.. İşte bunlar bizim benliğimizin meçhul sakinleridir." Bir Ölünün Mektupları" Bu konuda, görüldüğü üzere, Yakup Kadri’nin Nietsche’den farklı düşündüğünü söylemek oldukça güç. Yalnız. Yakup Kad- ri’nin içgüdülerin insan hayatında oynadıkları mühim ro
* A.g.e. s.. 31•* N,Akı. A.g.e. S.32
24
le dair fikirlerini, Nietsche’nin yanında Darwinismin veraset kanunları ve natüralistlerin pozitivisitlere dayanan sanatı da beslemiştir. Yazarımız, içgüdüleri, sadece insan hayatını çirkinleştiren unsurlar olarak görmekle Alman filozofundan ayrılır. Heübuki Alman filozofu içgüdülerin baskıdan kurtiması ile bütün insanlığın mesut olacağı kanaatindedir.
Yakup Kadri’nin okuduğu ve müteessir olduğu diğer bir Fransız yazar da Maurice Barres’tir. Bu yazar. Yakup Kad- ri’yi benliğin yıkılmaz bir mabet olduğu fikrine götürür. Fransız yazarının Sous 1 ’oeil des Barbares, Un Homme libre ve Le Jardin de Berenice adlı eserlerinden meydana gelen Le culte du Moi serisini okur. Maurice Barres, bu eserlerinde; dış dünyanın barbar olduğunu, benliğin işlenmesi gerektiğini. hürriyetin ancak benliğini işlemiş ve onu barbar esaretinden kurtarmış insanlara layıklığını, benlikle kâinat arasında bir ahenk kurulması gerektiğini ileri sürer. Bunun tesiri sahasına giren Yakup Kadri, dış dünyaya karşı tamamen kapanmak ister:
“ Ben bir boşluğum, bir yokluğum, peki! Fakat bu boşluk içinde bu durmayan fırtınanın işi ne? Bu fırtına, fırtınanın dürâdür uğultusu, iniltisi, bu ses bir varlık değil midir? Bu derûnî fırtına ki yâbis kalbimi bir kuru dal gibi büküp kırıyor... Belki bizzat ruhumdur ki kendisine te- maseden veya nüfuz etmek isteyen harici varlıklara karşı böyle bir fırtına gibi esiyor. O halde beni hiç durmayan ugultusiyle rahatsız eden bu fırtınayı susturmak için yegâne çâre... Benliğimin etrafındaki sûrun duvarlarını daha ziyade yükseltmek, menfezlerini kâmilen kapamak, kaçılabilme ihtimalini def için kapısını en oyulmaz taşlarla ördürmek... Belki bu suretle tamamen sükûn ve huzur içinde kalırım ve bu müthiş uzlette belki yavaş yavaş kendi âlemimi, kendi halkımı, kendi bildiğim gibi. Kendi arzum. kendi kuvvetimle icat ve ihtira eylerim.” (Bir
25
Huysuzun Defterinden)’Yakup Kadri, bir müddet sonra, Barres’in de mücerret
benlik fikrinden uzaklaşmasıyla, bu fikirlerinden vazgeçer. Niyazi Akı’ya göre, ne Yakup Kadri, ne de Maurice Barres, tanrılaştırdıkları ferdiyetle ne iç bütününe ulaşabilmişler, ne de ferdiyetleriyle kendi kendilerine yeteceklerine inanmışlardır.”
Yakup Kadri’deki dogu-batı, eski-yeni ve hayal-hakikat şeklinde karşımıza çıkan çatışmalar, Tanzimat ile Servet-i Fünûn dönemlerinin tesiriyle oluşmuştur. Tanzimat edebiyatında eski ve yeni halinde toplumu ayıran düşünce İkiliği vardır. Servet-i Fünûn döneminde ise, hayal ve hakikat gibi ferdi bölen bir duyuş ikiliği söz konusudur.
Yakup Kadri’de, 1914'lü yıllarda, umumiyetle parnas- yenlerde rastlanan mahremiyetleri kitlelerden gizleme isteği görülür: “ ...çünkü ben ıstırabımı, ruhumun sızılarını, benliğimin yaralarını her ne olursa olsun muhterem tutarım, istemem ki. onlara dokunulsun, onlarla eğlenilsin! İstemem ki onlar bir alay mevzuu olsun. (Yalnız Kalmak Korkusu)*” Buradan hareketle yazarımızın parnasyenleri okuduğunu ve bir müddet onların tesiri altında kaldığını söyleyebiliriz.
Sonuç olarak denilebilir ki, Yakup Kadrl'nin çeşitli konularda ve türde kitaplar okuması, o yıllarda Türkiye’de sürdürülen hayat tarzı, onun ruhi bunalımlara sürüklenmesine ve bu bunalımları eserlerine yansıtmasına sebep olmuştur.
* A.g.e..s. 35** A.g.e.. S.36
' •• A.g.e.,s. 37
26
YAKUP k a d r i v e NEV-YUNANILIK
Nev-Yunanîlik akımı, daha başka bir söyleyişle Eski Yunan ve Latin'e duyulan ilgi, edebiyatımızda esaslı bir şekilde Yahya Kemal ve Yakup Kadri ile başlar. 1912'de Paris’ten dönen ve zihninde “ Bahr-ı Sefid Havza-i Medeniyeti” fikri olan Yahya Kemal’e göre, Yunan mitolojisini tanımadan doğru bir fikre varmak mümkün değildir. Fecr-i Ati’de aradığını bulamayan Yakup Kadri ise, 1912’Ii yıllarda okuduğu Anatole France’in “ Sur la Pierre Balanche” adlı eserindeki mitoloji ile ilgili unsurları anlamak için Eski Yunan mitolojisini öğrenmeye çalışır. İşte 28 yaşındaki Yahya Kemal’le, 23 yaşındaki Yakup Kadri böyle bir ortamda bir araya gelirler.
Yahya Kemal, Yakup Kadri ile beraber başladıkları bu hareket için Haşan Ali Yücel’e şunları anlatır:
“ 1912’de Balkan Harbi’nden önce İstanbul’a gelmiştim. Yakup’la tanıştım- O, metinden Fransız edebiyatmı okumuştu, okuyordu. İkimiz de bir hülyaya kapıldık; İran’dan Yunan’a geçmek... Eski edebiyatın mihrakı, İran’dı. Geç olmakla beraber Yunan klâsiklerine dönecektik. Nazariye şuydu: Modern edebiyatımız, gerçi Avrupa’ya dönmüştü. Fakat bu model, Fransızların son şiiri ve son nesri idi. Bu kâfi olamazdı. Bütün Avrupa’yı anlamak için ancak Yunanlılardan başlamak lâzımdı. Biz çografyaca, kısmen de medeniyetçe Yunanlılarm vârisiyiz. Bu verasete din mâni olmuştur. Bu hal, 1850-1860 senelerine kadar sürmüştür, biz o tarihlerden bu yana hep Fransızlara tâbi olmuşuz. Bütün Fransızların ve onlarla beraber AvrupalIların menbaı olan Yunanlılara dönmeliyiz ki, tam mânâsıyla bir edebiyatımız olabilsin. Binaenaleyh şiir ve fikir telâkkimizim değiştirmek, onların telâkkisini anlamak lâzımdır.
Dövizimiz olarak Eflatun’un şu sözünü almıştık:Biz medenîler, Akdeniz etrafında bir havuzun kenarla-
27
nndaki Kurbağalar gibiyiz.’Estetikte, bilhassa lisan estetiğinde süslü ve boyalı Acem
bediyatından sobre ve beyaz olan lisana döneceğiz. Acem’in tesbihli ve istiâreli sanatmdan Yunan'm sağlam ve oturaklı cümlesine geçeceğiz, o zamanki müşahadelerimiz de millette bir istidaddm bulunduğunu gösteriyordu. Nitekim Türk mimarisi böyledir. Onda Yunan çeşnisi vardır. Mimarimizdeki asillik ve basitlik gibi; süsten, çok boyalı cümleden, çıplak sağlam cümleye geçeceğiz. Esasen Türkçenin çıplaklığa mâli bir hali vardır. Nesirde Thukydides’in sob* re lisanına geleceğiz. Modellerimiz onların epigram, idil, trajedi vesair şiir şekilleri olacaktır.
Hasılı Renaissance’da bütün Avrupa milletlerinin ve Fransızların neo-classique şiirini vücuda getireceğiz. Felsefede Sokrat'tan ve Platon’dan açılan hatta geleceğiz: Şark felsefesini bırakacağız. Velhasıl bir nevi Nev-Yunani edebiyat vücuda getireceğiz.” *
Yukarıdaki fikirlerin sahibi Yahya kemal. Batının da fikir ve sanat bakımından Yunan modeline göre kurulmuş olduğunu belirtir: Batı fikir ve sanatı hiçbir zaman Yunan modelinin esiri olmamıştır. Yahya Kemal’e göre her millet bu modelden istifade etmelidir: bu hem orjinal olmayı, hem de millî kalabilmeyi sağlar. Şairin “ Biblos Kadınlan” ve ‘ ‘Sicilya Kızları” adlı şiirleri, bu fikirlerin tesiri altında kaleme alınmıştır.
Yahya Kemal’le birlikte Peyâm ve Peyam-ı Edebîde yazdığı yazılarla edebiyatımızda Nev-Yunanilik akımım başlatan Yakup Kadri’nin bu konudaki ilk yazısı ‘ ‘Bir Muhavere” başlığını taşır. (Peyam. I kânun-ı evvel 1329/14 Aralık 1913)" Yakup Kadri bu yazısında Homeros’u in-
Hasan Ali Yücel. Edebiyat Tarihimizden, s.255-256 Şevket Toker. “ Edebiyatımızda Nev-Yunanülk Akımı", Türk dili
ve Edebiyatı Araştırm aları Dergisi, I. İzmir 1982. s. 135-163. S.152
28
sanlık tarihinin en büyük olayı kabul eder; onu Yunan, Roma ve Batı medeniyetinin temeli olarak görür. Yazının konusu da Homeros’a duyulan hayranlıktır. Yazar, Home- ros'u dünya edebiyatında da efsane haline getirir.*
Yakup Kadri, “ Bir Huysuzun Defterinden" adlı seri yazısında ise paganist dönemlere olan özlemini dile getirir.*’ Hâlden her zaman şikâyetçi bir mizaca sahip olan yazar; yaşadığı zamana acımasız ve sert, maziye karşı ise hayranlık doludur. Yakup Kadri’nin “ Siyah Saçlı Yabancı ile Berrak Gözlü Genç Kızın Sözleri” adlı diyalogu da Yunan modeline göre kaleme alınmıştır. Aralarında yirmibeş asırlık zaman farkı olan bir delikanlı ile genç kızm aşkı anlatılmak istenir. . Diyalogda sık sık Eski Yunan döneminin manzaraları dikkatlere sunulur.
Bu akımın tesiri Yakup Kadri’nin romanlarında da kendini gösterir. 1922’de yayınlanan Nur Baba, Yakup Kadri’nin ifadesine göre kısmen yazılmış durumdaydı. Yazar bu yıllar da Euripide’i ve bilhassa onun Les Bacchantes adlı eserini okur. Yani paganist çağlardaki Bacchüs’ âyinlerinin, işret ve raks âlemlerinin cazibesine kapıldığı bir devrededir.” * Zaten Nur Baba ve Süheyla’y ı anlatan cümlelerde Yunanı tahassüs tarzının tesirleri görülür."**
Sodom ve Gomore’dc Tevratî unsurların yanında, Eski Yunan dünyasından gelen unsurlarla da karşılaşmak mümkündür.
Yakup Kadri 1948, de Bern büyükelçisi iken Haşan Ali Yücel’e bu konu ile ilgili fikirlerini anlatır:
“ Ben o zaman Anatole France’ı okuyordum. Anatole France, Sur la Pierre Balanche (Beyaz Taş Üstünde)'mda. paganismi müdafaa eder. Anlattıkları, Eski Yunan’a ve Ro- ma’ya aittir. Bunda esâtir devrinin ilâhları çok geçer. Ben
A.g.m makale s.. İ52-153 A.g.m. makale s., 153-154Niyazi Akı. Yakup Kadri Karaosmanoglu, s.,114-115 A.g.e., s.246
29
bunları merak ettim. Homeros, Sophocles, hepsi bu elemanlarla doludur.
Bunun üzerine bu türlü eserlere Heveslendim. Paris’ten memlekete dönen Yahya Kemal, o sıralarda Greco-Latin dünyasından bahsetmeğe başlamıştı, hususiyle J.M. de he* redia, onu antik mevzulara götürmüştü, bu iki şair, aynı menbalardan esintiler alıyorlardı, bu müşterek ilham kay- nagmı bulayım istedim. Grek mitolojisi nedir, bu beni onu anlamaya şevketti. Eskilerin tercümelerini, bilhassa Lecon* te de Lisle’inkilerini okudum. Öbür tercümeler, belki âli- mane idi; doğruydu. Fakat Leconte de L is le ’nin tercümelerinde Yunan hayatı ve şiiri canlı olarak vardı. Yahya Kemal. Paris’ten Jean Moreas’lar. Heredia’larla dolup gelmişti. Orada, birer edebî köşe olan kahvelerde hep bunları konuşmuştu. Bunlar, Eski Yunan havasını taşıyorlardı. Ben onunla konuşarak, söylediğim yoldan buraya geldim. Ondan sonraki yazılarımda yer yer Grek Mitolojisi vardır.” '
Nev-Yunanîlik, yani Akdeniz Havzası Medeniyeti fikrinin öncüleri olan Yahya Kemal ve Yakup Kadri, çağdaşlarının gözünde Yunanlılığa hizmet eden iki biçare gibidir. Her yeni gibi bu hareket de birtakım tepkilere hedef olur: devrin edebî çevrelerinde, bilhassa din ve milliyet bakımından çeşitli ağır tenkidlere maruz kalır. Bu akıma ilk tepki Cenap Şahabettin ve Rıza Tevfik ’ten gelir. Aslında Yunan medeniyetini takdir eden ve seven Rıza Tevfik, tepkilere sebep olan şeyleri Haşan Ali Yücel'e yazdığı 6 Şubat 1949 tarihli mektubunda belirtir*' Rıza Tevfik. bu akımın ülkemizde benimseneceğine inanmamaktadır. Ona göre memleketimizdeki en güçlü akım romantizmdir. Bu akımın da Yunanîlik hedefine kayması mümkün değildir. Bunun
Haşan Ali Yücel Edebiyat Tarihimizden, s .262-263 A.g.e.. s..270-276
30
yanında Cenap Şahabettin ve Tevfik Fikret de bu akıma karşı olumsuz tavır takınırlar.
Akçuraoğlu Yusuf, Yahya Kemal’e yazdığı bir mektupta, Türk Yurdu dergisinin bu edebî mektebin yayın organı olmaktan zevk duyacağını belirtir.* Ömer Seyfeddin “ Boykotaj Düşmanı” adlı hikâyesinde Yahya Kemâl’i ve Eski Yunan hayranlığına giden sanat akımını hicveder.
Bütün bunlara rağmen Yakup Kadri ile Yahya Kemal yanlarında Ziya Gökalp’i bulurlar. Gökalp’le Eski Yunan ve Latin klasiklerini örnek alma konusunda birleşirler.
YAK U P K A D R İ’NİN YENİ LİSAN HAREKETİNE K A R Ş I TA V R I
Yeni lisan Hareketi, 1911 yılında Genç Kalemler çevresinde toplanan Ömer Seyfeddin, Ziya Gökalp ve Ali Canip’in teşebbüsleri ile başlar. Bu hareketin,gayesi konuşma dili ile yazı dilini birbirine yaklaştırmaktı.
Genç Kalemlerin (c.2,n:l. 1327/1911) sayısında tez olarak ileri sürülen kurallar şunlardır:
1. Arabî ve Farisî kaideleriyle yapılan bütün terkipler ter- kolunacak. Fevkalâde, hıfzısıhha, darbımesel, şevki tabiî gibi klişe olmuş şeyler müstesna.
2. Türkçe cemi edatından başka katiyen ecnebi cemi edatları kullanılmayacak: “ ihtimalât, mekâtip, memurin, hastagân” yazacak yerde “ ihtimaller, mektepler, memurlar. hastalar” yazacaksınız. “ Tabiî, kâinat, inşaat, faaliyet, ahlâk, Müslüman” gibi klişe haline gelmişler müstesna.
* Şevket Toker. “ Edebiyatımızda Nev-Yunanilik Akımı” , s. 158-159
31
3. Arabî ve Farisî edatları atacaksınız. Türkçeleşmiş olan “ ama, şayet, şey, lâkin, nâşi, hemen henüz” gibileri mütesna...
İmlâ konusunda da şunlar düşünülmektedir:Arabî ve Farisî kelimelerin imlâları şiddetle, dinî bir ta-
asupla muhafaza olunacak. Türkçelere gelince, mühim iltibasları menetmek için, şimdilik, makul bir tarzda imlâ kullanılacak, imlâ meselesini zaman halledecektir.
Yeni Lisancılann Türk Edebiyatının şekli üzerine düşünceleri şöyledir:
Beş asırdan beri konuştuğumuz kelimeler mümkün değil terkedemeyiz. Hele arûzu atıp Mehmet Emin Bey’in heceye dayalı vezinlerini hiçbir şair kabul etmez. Konuştuğumuz lisan, İstanbul Türkçesi, en tabii bir lisandır. Klişe olmuş terkiplerden başka lüzumsuz ziynetler asla konuşma dilimize girmez. Yazı lisaniyle konuşmak lisanı* m birleştirirsek edebiyatımızı ihya, yahut icat etmiş oluruz. Yeni Lisancılar bunlardan başka, diğer Türklerin dillerinden kelime almaya da taraftar değillerdi.
Fecr-i Âti’nin en önde gelen tenkidçilerinden biri olan Ya- kup Kadri, Yeni LisancıJan Rübab'ûa. (nr.l4*19, 19 Nisan 1328/1 Mayıs 1912) yayınlanan "Netayiç" adlı yazısında sert bir dille tenkit eder.' Yakup Kadri, yazısına alaycı bir dille başlar. Yazısının devamında da şunları söyler:
“ Yeni bir şey var, ey görgüsüz çocuk ruhlu kimseler, yalnız bir şey var ki. tatbiki sizin için biraz zor olacak: “Yeni fikr’i kalıplı bir fes gibi başa giymek kolay. ‘Yeni hayat’ı alângle bir elbise gibi sırtıma almak kolay, fakat ‘yeni lisan’ ... ‘Yeni Lisan’ sizin için muhakkak kullanılması pek güç bir ziynet olacaktır. Dilinizi irsî, kisbî bütün ihtiyatlar- d9.n tecrit edeceksiniz, yeni lehçeniz olacak. Meselâ ‘millet’ kelimesi bilmem nasıl bir istihale ile ‘budun’a inkılâp ede*
• H.Ali Yücel, Edebiyat Tarihimizden, s.221.
32
cek, ‘yaşasın millet’ diyemiyeceksiniz. ‘yaşasın budun’ diyeceksiniz. Boğazınız uzun bir müddet, uygur, turgur, gurgur İlâhin misillû kelimelerin dikenleriyle yırtılacak. Filvaki onlar size diyecekler ki, her gülün bir dikeni vardır. Fakat aldanmayınız, efendiler. Bir gül değil, bu kamilen dikendir. İş bu kadarla kalsa iyi fakat icabında dilinizi tersine de çevireceksiniz, ‘nazar-ı dikkat’ yerine ‘dikkat gözü’ , ‘nefha-i ümit’ yerine ‘ümit üfürüğü’ , ‘sadnazam’ yerine ‘azamsadır’ ...ilh.. demeye mecbur olacaksınız ve daha sonra fart-ı gayretle muhakkak hiç olmazsa bir kere ‘İntikam Şiirlerini’ okumak zahmetine katlanacaksınız. Bütün bu müşkülâtı iktiham ettikten sonra korkmayınız; artık meydan, yeni hayat meydanı sîzindir.
Şaka bertaraf. Fakat bütün bunlar doğru mu acaba? Hakikaten etrafımızda öyleleri var mı ki, kendilerinde lisanları bir kundura gibi eskitip atacak ve yeni lisanlar icat ve ihtira edecek kadar garabet ve cesaret bulsun? Var mıdır etrafımızda öyle dalgınlar ki, lisanları ile kunduralarını bir tutsunlar ve ilm-i elsineyi eskicilik denilen zanatle karıştırsınlar? Eğer bu gibi kimseler cidden mevcut ise ve eğer bu gibi kimselerin sesi herkes tarafın,dan işitilecek kadar yükseliyorsa emin olalım ki, bir tehlike-i içtimaiye önündeyiz. Lisanımızın hususiyetleri gidiyor, yani ruhumuzun hususiyetlerini kaybediyoruz. Efendiler, gülmeyiniz. Göreceksiniz ki bir gün halk bu yeniliği kabul ediverecektir. Zira. halk denilen kuvve-i meçhule her zaman, her yerde ha- makatin âşığı, hamakatin müdeafiî, hamakat denilen çirkin ve canavar başlı nevzadm murdiasıdır (süt annesi). O bilmez ki. bir milletin lisanı demek, ruhu demektir. Her kelimenin âmâk-ı mevcudiyetimizde nâkaabil- istîsal kökleri vardır. Ve lisanların aldığı tarz ve eşkâl bizim hâlet-i hissiye ve fikriyemizin çizdiği hutut-ı tabiiye ve esasiyeye tâbi ve mutabıktır. Lisanımızın tebeddülü için lâzım değil mi ki, biz değişelim? Senelerin, asırların bizde ha-
33
sil ettiği tarz-ı tefekkür değişsin. Biz Osmanlıyız ve bu Osmanlı lisanıdır. İstiyorlar ki, biz Çağatay olalım ve Çağatayca söyliyelim. Hayır, bu kaabil olmıyacaktır. Hayır... Zavallı yenilik, zavallı bayramlık elbiselere benziyen garip yenilik...”
Görüldüğü gibi Yakup Kadri, bu yazısını peşin hüküm- le kaleme almıştır. İleri sürdüğü suçlamalarında haksızdır. Yeni Lisancıların dayandığı mantıkî kuralları görmemezlikten gelmiştir: Yeni Lisancılar hiç bir zaman millet kelimesinin budun olmasını istememişlerdir. Ayıca sadr-ı azam gibi yerleşmiş terkiplerin değiştirilmesine taraftar da değillerdir.
Yakup Kadri, yıllar sonra Haşan Ali Yücel'in kendisine bu haksız ve insafsızca yaptığı hücumun sebeplerini sorduğunda şu itiraflarda bulunur:
“ O zaman -doğrusu bir itiraf- dil hakkında muayyen bir fikrim yoktu. Fakat dilin sadeleşmesi aleyhdarı da değildim. Genç Kalemler’de senin dediğin yazıdaki polemik diliyle hücum edişimin sebebi, sırf bu sade dil cereyanına verilen “ Yeni Lisan’ adıydı. Hâlâ da bu dâvaya bir yenilik- eskilik vasfı izafe edilmesinin mânasını anlamamaktayım. O zaman, şimdiki deyişle “ ö z Türkçe’ ’ meselesi bahis mevzuu oldukça benim düşündüğüm şey, bir yenilik icat etmektense, tam tersine eski Türkçeye, yani eski Türk metinlerinin Türkçesiyle halk edebiyatı Türkçesine doğru bir gidiş olmasıydı. Nitekim o devirden beri fikrim değişmemiştir. Tasavvuf! edebiyatta Yunus Emre bana ne kadar hocalık ettiyse lirik edebiyatta da Karacaoğlan ve emsali bana öylece yol göstermiştir. Türkçeyi bozan bence yalnız Divan Edebiyatıdır. Genç Kalemlerin açtıkları cereyanın da hiçbir İlmî mesnedi yoktu. Ancak Ziya Gökalp’i tanıdıktan sonradır ki. dil meselesine ilmi bir çeşninin katılmış olduğunu gördüm.'”
* A.g.e.. S.222
34
Yeni Lisan hareketi Yakup Kadri ile birlikte karşısında Köprülü-zâde Mehmed Fuad’ı da görür. Yakup Kadri’nin diğer arkadaşlarıyla yaptığı bu saldırılara rağmen Genç Kalemler çevresi, bilhassa ?iya Gökalp, Yakup’u Türkçeyi güzel kullanan ve yazılarında konuşma dilini yakalayan yazarlar arasında gösterir. (Genç Kademler, c.2.n.2);
“ Yeni Lisana sarih bir temayül göstermiyen genç ediplerimizin eserlerini dikkatle okuyunuz. Çoğunu yeni lisanın istediği şekilde çok az farklı bulacaksızınız. İşte Refik. Halid'in, Yakup Kadri’nin, Emin Bülend’in, Hamdullah Suphi'nin, Celâl Sahir’in, Tahsin Nahifin hikâyeleri, şiirleri... İşte Yeni Lisan’ı kabul etmeden evvel bile ÖmerSey- feddin’in Ali Canib’in yazıları... Gazeteler gittikçe Yeni Lisan’a yaklaşıyor.”
Ziya Gökalp’in Yakup Kadri’yi Türkçeyi güzel kullananlar arasında göstermesi bu kadarla kalmaz. Yazarımızın hatıralarında anlatacağı aşağıdaki olay, itiraflar ve iltifatlar açısından dikkat çekicidir:
“ ...Ziya Gökalp hakkında son derece büyük bir zehaba kapılmıştım, Benim. Anadolu kasabalarında dolaşan âşâr memurlarına benzettiğim bu adam, o sıralarda hem edebiyat, hem fikir, hem de siyaset âlemimizin en büyük burcu idi.
Nitekim, Cenap Bey, onun adını işitir işitmez öylesine bir saygıyla eğilip elini sıktı ve öylesine ufalarak, büzülerek yanıbaşına sokuldu ki, yalnız beni değil, sanırım Süleyman Nazifi de hayrete düşürdü. ‘Üstadını şöyle, üstadım böyle!..’ Fakat, Ziya Gökalp, Edebiyat-ı Cedide zirvesinin kendi karşısındaki bu eğilişlerinin hiç farkında değil gibiydi. Gözlerini kâh tavanda, kâh yerde bilinmedik bir noktaya dikiyor ve Cenap Bey’in kulağı dibinde döktüğü tatlı dilleri ya hiç duymamazlıktan geliyor, ya da bazı monosi-
35
loplarla karşılandırıyordu. Hattâ, bir ara Cenap Bey, kendisini pek çok ilgilendiren dil meselesine dokunduğu vakit de bu sükûtiliğinden ayrılmadı ve Cenap Bey'in:
'—Üstadım, öteden beri Arabi ve Farisî kaidelere göre yapılan terkiplerin lisanımızdan atılmasını istiyorsunuz. Fakat, şimdiye kadar bu yolda bir edebî eser meydana koymuş olan var mıdır?’ sorusu üzerine ‘var;’ dedi ve parmağının ucuyla beni göstererek ilave etti:
‘—İşte bu!’
Ziya Gökalp, sanki ortaya bir bomba atmıştı; o bombanın içindeki patlar madde de sanki bendim. Böylece Ziya Gökalp. dil dâvasındaki muarızlarını sindirmek için beni bir âlet olarak kullanmış oluyordu. Buna bir yandan sevinmekle beraber öbür yandan üzülüyordum.” ’
Yakup Kadri’nin, Türk dilinin Nurullah Ataç devresindeki tutumu da Genç Kalemler veya Yeni Lisan hareketine karşı olan tutumundan farklı değildir. O, dildeki değişmelerin mutlaka ilmi ve fikrî bir temele dayandırılmasını ister. Dil kurumunun karşısında bulunan Yakup Kadri, Atatürk’ün dil hareketi konusunda,da Haşan Ali Yücel'e şunları söyler:
“ ...bu yolda şimdiye kadar gördüğüm örnekler beni iki bakımdan tatmin etmemektedir. Biri, bana öyle geliyor ki. bunlar Osmanlıcanm tercümesidir. Yani Öztürkçe yazanlar önce OsmanlIca düşünüyorlar. Bunun sebebi de şudur: Dil Encümeninde bizzat bulunup çalıştığım için bilirim ki, ilk yapılan iş. Osmanlıca dan Türkçe’ye sözlük yapmak oldu. Nitekim terimler için de tuttuğumuz yol, böyle bir tercüme yoluydu. Larousse’u alıyorduk, ziraat biliminin terimlerini liste yapıyorduk ve bunların karşılıklarını bu
* Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, s. 207-208
36
luyorduk. bunların hâlâ ilim kitaplarımızda yaşayıp yaşamadıklarım bilmiyorum. Tınbilim yaşıyor mu, yaşamıyor mu? Psikoloji, psikolojidir. (Tınbilim, gitti, dedim, fakat ruhbilim, duyu, izlenim, bilinç, çagırım gibi birçok Türkçe terimler yaşamaktadır. Yakup, tatlı tatlı güldü.) O zaman bütün bu işler görülürken dil Encümeninde muhafelette kalan bir ben. bir de Macar Türkiyatçısı Meysaruş vardık. (O sıralarda İnönü’nün “ Ünlü Efendiler” diye başlayan yalın Türkçe söylevini hatırlattım. Yakup ‘O zaman Atatürk; İsmet Paşa kendisi bunu yapmamalı, başkasına yaptırmalı demişti’ dedi). Bizce her kavram, kelimesiyle beraber doğar ve bunları birbirinden ayırıp yeni ifade şekillerine sokmak hemen hemen imkânsızdır. Avrupa’da bir çok milletler. dil reformları yapmışlardır. Hassatien Almanlar ve Macarlar özcülük (purisme) bahsinde pek ileri gitmişlerdir. Fakat bugün konuşulan Almanca ve Macarcada hassaten Lâtin kökünden gelen terimlerin hepsi aslî mahiyetlerini muhafaza etmektedir. Halbuki bugünkü Almancayı yapan, bilirsin ki Luter’in Kutsal Kitap tercümesidir. Fakat bunda Luter haJk dilini alıp kullanmıştır. Ne terim, ne sözlük icat etmiş, doğrudan doğruya halk diline göre tercüme yapmıştır. Onüçüncü ondördüncü asırlarda lâtince bir patuva olan İtalyancayı bugünkü mertebesine getiren Dante ile Pet- rarca’dır. Bütün bunlar ispat etmiştir ki, dil, halk şuurundan spontane olarak doğan bir beyan şeklidir. Bunu akademi icat edemez. Fransa’da da böyle olmuştur. Dilde inkılâbı şair dâhiler, dâhi edebiyatçılar yapar. Yahut da Luter’in yaptığı gibi halk kaynaklarından almır. Dilimizi Divan Edebiyatından daha çok bozanı Edebiyat-ı Cedide olmuştur.” *
Yakup Kadri, Ataç’ın Türkçesinden de şu şekilde bahseder:
Haşan A!i Yücel, Edebiyat Tarihlmizdeıı« s. 223-224
37
“ Evet, ben Ataç’ın dil özelleştirmesi tecrübesini ne haksız ne de mahzurlu buluyordum. Lâkin bir milletin dilinde bu değişmeler, daha doğrusu bu icatlar tasmimli bir cereyan Jjalini aldı mı, bunun mutlaka İlmî ve fikrî bir temele dayandırılması lâzım gelir.” *
Nurullah Ataç. Yakup Kadri’ye verdiği cevapta: kendilerinin bir dil kurmağa çalıştıklarım, halk dilinin ise birtakım düşünceleri söylemeye yeterli olmadığını belirtir.* •
Yakup Kadri, Nurullah Ataç’ın bu yazısına cevap verir. Bu cevap, onun dil hakkındaki korkusunu, itinasını dikkatlere sunmakla beraber, biraz da mizacından kaynaklanır:
“ Yarım asır boyunca bu dilden çekmediğim kalmamıştır. Fakat onu sevmemezlik edemem ve onun üstüne titremekten kendimi alamam. Bir dil doktoru neşterini kapıp ona bir ameliyat yapmaya kalkıştı mı. yüreğim hoplar ve 50 yıldan beri, adına Osmanhca denilsin, Türkçe denilsin. Yeni Lisan denilsin ana dilimizin başına elleri neşterii böyle nice doktorlar üşüşmüştür. Her defasında aynı korkuya, aynı telaşa düşmüşümdür. Neden? Türkçeyi herhangi bir “ Tıbbî müdahaleye” , herhangi bir “ tımar” a muhtaç bulmadığımdan mı? Hayır... Bütün korkum, bütün telâşım, bu gibi müdahalelerin daima et ve kemik üzerine değil de doğrudan doğruya ruh üzerine yapılmasındandır.” ” *
Yakup Kadri’nin gerek Yeni Lisancılara, gerekse Ataç dönemine karşı takındığı tavır, onun daima halden şikayetçi mizacını bize hissettirmektedir.
« * » » «
38
A.g.e.. s.225 A.g.e.. s.226 A.g.e., S.227
M İLLÎ MÜCADELE VE YAK U P KAD Rİ
Yakup Kadri. Birinci Dünya Savaşı yıllarında geçirdiği uzun bir rahatsızlık döneminden sonra İsviçre’ye gider uzun bir müddet burada kalır. Böylece savaş yıllarını anavatanı dışında ızdırap çekerek geçirir. 1918 Mondros Mü- tarekesi’nden sonra memlekete dönen Yakup Kadri, millî mücadeleye katılmak, memleketin kurtuluşunda görev almak, bu uğurda seve seve canını verebilmek için sabırsızlanmaktadır. Bunun için de Anadolu’ya gitmeyi ister. Sivas’a,hareket etmek üzere olan Ruşen Eşrefe, Mustafa Kemal Paşa’dan Anadolu’ya geçmesini kabûlü yolunda ricada bulunmasını söyler. Atatürk’ün bu konudaki fikri ise “ Senin Millî Mücadeleye ancak İstanbul’dan yazacağın yazılarla bir faydan dokunabilir.” şeklindedir.'
Yakup Kadri’nin bundan sonraki göı*evi, İstanbul’da, İkdam Gazetesinde Kurtuluş Savaşına dair yazılar kaleme almaktır. Bu arada annesini görmek için gittiği Manisa ve Akhisar’da Kuvay-ı Milliye askerleriyle tanışma imkânı bulur."
Tahir Lütfi Bey’le birlikte îkdam Gazetesi başyazarı olan Yakup Kadri, bu gazeteyi Millî Mücadele davasmın emrine sokmaya çalışır; gazeteye İlhamı Sefa, Abidin Daver gibi vatansever ve millî duygularla dolu gençleri getirir. *** Karışık haberler arasında bocalayan İstanbul halkı da, bütün
* Yakup Kadri Karaosmanoglu Vatan Yolımda, İst. 1958, s.34-35•* A.g.e., s.38-39•• A.g.e., s.41
39
ümidini Anadolu’ya bağlamış durumdadır, kurtuluş Sava- şı’nı destekleyen yazılarm çıktığı îkdam Gazetesi, bir müddet sonra İtilaf devletleri ve İstanbul hükümetinin baskıları sonucu tarafsız bir hale getirilir; Anadolu hareketini öven makaİ4 İer de sansüre maruz kalır.
Yakup Kadri, kalemlerine indirilen bu darbeden sonra “ Millî Mücadele ruhu taşıyan” küçük hikâyeler yazmaya başlar: "İkdam tarafsız bir vaziyete girdikten sonra -zaten diğer büyük milliyetçi gazeteler de bu yolu tutmak zorunda kalmışlardı- ben artık siyasi makalelerime son vermiş, işi edebiyata dökmüştüm. Birtakım küçük hikâyeler yazıyordum. Fakat bunların hepsi gene bir nevi Millî Mücadele ruhu taşıyordu*.
Mevzulanmı gene hep işgal ve istilâ rejiminin faciaları teşkil ediyordu, ne gariptir ki, “ Küçük hikâye” klişesi altında intişar ettikleri için ne müttefiklerarası sansürü, ne de bizim sansürü kuşkulandırıyordu. Yalnız, bir gün son derece kamufle bir şekilde yazdığım Şehzadebaşı Karakolu Faciasını canlandıran bir hikâyem üzerine vaktin Dahiliye Nazırı Reşit Bey beni yanına çağırmış ve gayet dostane bir tarzda ihtiyatlı davranmamı tavsiye etmiş, şöyle bir ihtarda bulunmayı da unutmamıştı:
—Yazı yazarken her türlü şiddet ve tazyiki göze almış bir Divanı Harb rejimi altında bulunduğunuzu unutmay ın "
Bir gün İkdâm Gazetesine gelen bir telgrafta Ali Fuat Pa- şa'nın Eskişehir’de kazandığı bir zaferin haberi vardır. Yazının îkdâm’ddi Ali Fuat Paşa olarak çıkması, İstanbul hükümetine yapılan bir hakaret telakki edilmiş ve sırf bu yüzden gazete üyeleri sorguya çekilmiş, birkaçı da mahkum edilmiştir. Ali Fuat Paşa, askeriyeden ihraç ve şen' hükümlere göre idama mahkum edildiği için ona “ Paşa”
Bunlardan bir kısmı daha sonra ' ‘Milli Savaş Hikâyeleri” adı altında neşredilmiştir.Vatan Yolunda, s.50-51
40
demek, padişaha ve İstanbul hükümetine yapılmış bir hakaretten başka birşey değildir. Yakup Kadri de bu yüzden korku dolu saatler geçirmiştir*. Bu olay. Yakup Kadri nin ve İstanbul’da çıkan gazetelerde Kurtuluş Savaşı’nı konu alan makaleler yazan gazetecilerin hangi şartlarda mücadele ettiğini göstermesi açısından önemlidir.
Yakup Kadri. 1921’de Ankara’ya çağrılır, burada Millî Mücadelenin İleri gelenleriyle tanışma imkânı bulur. Ankara’da bir müddet Halide Edib ve Adnan Adıvar’m yanında misafir olarak kalan Yakup Kadri, bu arada Atatürk’ le öğle yemeği yeme ve sohbet etme şerefine de erer.
Ankara’da Kalaba Köyü’nde kalan yazar, buraya gelişinin ikinci haftasmda Yunanlıların yakıp yıktığı Gördes’e Kızılay tarafından gönderilen bir yardım heyetine katılır. Bu suretle Eskişehir ve Kütahya’ya gider. Eskişehir’de İnönü kahramanı İsmet Paşa ile memleket meseleleri üzerinde bir mülakat yapar’ *. Yakup Kadri, Simav’da, Türk halkının çektiği zulüm, yakılıp, yıkılan köyler ve öldürülmüş insanların kemikleriyle karşılaşır. Gördes’e giderken yakalandığı bir sıtma nöbeti ile geri dönmek zorunda kalır. Bu arada, yine görev icabı Eskişehir ve Sakarya’ya gider.
Sonuç olarak, denilebilir ki; Yakup Kadri, Millî Mücadeleye fi’len iştirak etmemekle beraber, gerek millî duyguları uyandırıcı yazıları, gerekse sarsılmayan inancıyla vazifesini yapmıştır.
• A.g.e., s.54-57
. • A.g.e.. s.120-121
41
PO LİT İK AC I YAK U P KAD Rİ
Yakup Kadri, 1923 seçimlerinde Manisa’dan aday gösterilmeyi beklediği hedde. Mardin listesinden milletvekili seçilir*.
Bu arada 11 Ekim 1923’de Mutassarrıf Asaf Bey’in kızı. Burhan Esaf Belge’nin kızkardeşi Leman Hanımla evlenen Yakup Kadri’nin Kiralık Konak ve Nur Baba adlı romanları da yayınlanır. 1923-1925 arasında Cumhuriyet ve Hakimiyet-i Milliye gazetelerinde yazılar yazar.
1926’da tedavi için tekrar İsviçre’ye giden” Yakup Kadri, 1932’de Atatürk İnkılaplarmm fikrî ve İlmî izahını yapacak, tek partinin organı vazifesini görecek bir dergi olan “ Kadro” yu çıkarma teşebbüslerine girişir. Bu İş için gerekli olan izni Atatürk ve İsmet Paşa’dan alır’ *’ . Bu dergi Atatürk’ün temellendirdiği görüşler dışında bir yöneliş gösterince 1934’de kapanır.
Atatürk’ün yakın sohbetlerine katılmaktan hoşlanan ve tam bir Atatürk hayranı olan Yakup Kadri, öyle zannediyoruz ki, sadece Atatürk’ü sevdiği için politikacı olmuştur. Bu fikri Politikada 45 Yıl adlı eserinden hareketle söylüyoruz.
42
Geniş bilgi için bkz; Politikada 45 Yıl, Ank. 1968. s. 13-28 İkinci defa İsviçre’ye giden Yakup Kadri, buralara ait intıbalan- nı “ Alp Dağlarından” başlığı altında neşredecektir, 4;Geniş bilgi için bkz: Politikada 45 Yıl. s.93-95
İLü'L?
YAK U P KAD Rİ D İPLOM AT
Yakup Kadri’nin diplomatlık mesleğine girişi 1934 yılı- nm sonbaharma rastlar. Şükrü Kaya ile gittikleri birahanede bir emr-i vaki ile karşılaşır: “ ...Dışarıdan akseden birtakım motosiklet patırtılarıyla ikimiz birden yerimizden fırlayıp, merrdiven başına koştuk. Gazi geliyordu. Gazi gelmişti. Beni, Şükrü Kaya’nın yanıbaşmda görünce yüzüme hayretle baktı:
—Vay, sen hâlâ burada mısın? dedi.‘Hiç beklemediğim bu sual karşısmda oldukça şaşırarak
ve bir an için, iki ay evvel yapmam mukarrer olan Avrupa seyahatine henüz çıkmadığımı sandığına hükmederek:
—Seyahatimden Ankara’ya şu sabah döndüm efendim! diye kekeledim.
—Yok canım, onu söylemek istemiyorum. Tiran elçiliğine tayın olduğunu işitmiştim de...
Beynimden vurulmuşa döndüm. Kendimi tutamayarak:—Ne münasebet paşam? Hem orada Ruşen Eşref var. di
ye işi şakaya dökmek istedim.Zaten, Gazi de pek ciddi görünmüyordu:—Ruşen Atina’ya gidecek; dedi. ‘Onun yerine biz ancak
en yakın arkadaşlarımızdan birini gönderebiliriz. Kararnamen de çıktı zannederim.’ (Şükrü kaya’ya dönerek) ‘Tuhaf şey! Kendisine hâlâ tebliğ etmemişler...’
Dahiliye Vekili başım önüne eğmişti. Biraz sonra îsmet Paşa da çıka gelmesin mi? Gazi, aynı sözü, şu şekilde ona da tekrar etti:
43
—Haberi yokmuş Yakup Kadri’nin...Ne dersin?İsmet Paşa, dalgm dalgm etrafma bakmıyordu. Başya
ver Celâl de dahil olmak üzere her üçünde bir sıkmtılı hâl vardı. Bende ise tam manasıyla şafak atmıştı. *
1934 yılında Tiran büyükelçiliğine atanan Yakup Kad- ri’nin bı^meslekle arası hiç de iyi değildir. Kendini istemeyerek içinde bulduğu diplomatlıkla, mizacı arasındaki uçurumu aşağıdaki satırların izah edeceğini sanıyoruz:
“ Öyle ya; ara sıra en yüksek erkâniyle hoş beş etmeğe gittiğim şu Hariciye Vekâleti’nde, adlarını sanlarını bile işitmediğim memurlar, bir araya gelip benim hakkımda birtakım kararlar almışlar, adımı, babamın adını, doğum tarihimi vesaire, sicile geçirmişler ve bana bu kayıtlara göre bir derece, bir numara vermişlerdi; yarın öbür gün de ‘Haydi yola çık,' diye emredeceklerdi. Ben ki, pek gençliğimde bir kaç yıl süren lise öğretmenliğinden başka hiçbir devlet hizmetine girmemiştim. Ömrümde bir defa ne kimseden emir almış, ne de kimseye emir vermiştim. Tam bir istiklal içinde yaşamağa alışmıştım. Öyle ki. Cumhuriyet Halk Partisi'nin disiplini altında bile bütün düşündüklerimi söylemek ve yazmak imkânını bulmuştum. On dört yıldan beri Büyük Millet Meclisi'nde milli hakimiyeti, temsil eden üç yüz şu kadar kişiden biri de bendim. Yarın ‘âmirim’ olacak Tevfik Rüştü Bey’le birlikte, ben kâtip, o raportör olarak Hariciye komisyonunda çalışmış ve hattâ Lausanne Sulh Muahedesi raporunu beraber hazırlamıştık. Şimdi, bu arkadaşımın vekillik ettiği Hariciye konağının alt kat oda- lırından birinde bir umum müdür bana, yol harcımı aldıktan on beş gün sonra ‘mahall-ı memuriyetime’ hareket etmem lazım geldiğini bildiriyordu. Bir muhasebeci, ayın otuzunda vazifeme başlayamazsam aylığımın kesileceğini ihtar ediyordu. Ben, artık, bütün hareket serbestliğimi kay
• Zoraki Diplomat, İst. 1984. s.28-29
44
bedip kendimi bürokrasi denilen mengenenin paslı silindirine kaptırmıştım.
İşin asıl kötü tarafı şu ki, -biraz önce söylediğim gibi- devlet hizmetinde hiç bulunmadığımdan bu makinanm birçok cihazları tamamiyle meçhulümdü ve bunlara karşı herhangi bir nefis müdafaasında, herhangi bir mukavemette bulunmak bence imkân dışında idi. Onun içindir ki, memurluk hayatımm ilk devrelerinde, kendi aklıma, kendi mantığıma göre yanlış, haksız veya mânâsız bulduğum bazı idari muameleleri her tenkide kalkışımda ‘filan numaralı kanun’ , ‘filan tarihli kararname' ile daima ağzımın tıkandığını görmüş ve gitgide, gerek akü ve mantıkimin, gerek sağ-duyumun, gerekse insanlık gururumun bütün reflexlerini kaybetmeğe başlamışımdır.*”
Yakup Kadri 1935 yılında Tiran (Arnavutluk) elçiliğinden Prag (Çekoslovakya) elçiliğine verilir, 1939'a kadar bu görevde kalır. 1939 - 1940 yılları arasında La Haye (Hollanda) elçiliğindedir. İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine memlekete dönen Yakup Kadri, 1942 yılında, 1949’a kadar sürecek olan Bern (İsviçre) elçiliğine atanır. 1949 - 1951 yılları arasında ise Tahran, (İran) elçisidir. Yakup Kadri, daha sonra buranın sağlığı için uygun olmadığım ileri sürerek başka bir yere gitmek istediğini Türk makamlarına bildirir. Bunun üzerine 1951 de tekrar Bern’e -kendi deyimiyle- ortaelçi olarak verilir, 1954’e kadar burada kalır. Bern ortaelçiliği onun bu meslekteki son görevidir. 1955’te emekli olarak yurda döner.
Yakup Kadri, yurda döndüğü zaman 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonraki Kurucu Meclis üyeliğine seçilir. Bu arada Ulus Gazetesi başyazarlığı görevini de sürdürmektedir. Yakup Kadri, burada siyasi ve politik makaleler kaleme al
* A.g.e.. s.28-29
45
maktadır. 1961 yılında Manisa’dan milletvekili seçilen Ya- kup Kadri. Cumhuriyet Halk Partis i’nin Atatürk ilkelerinden uzaklaştığını görerek, 1962 de bu partiden istifa eder.* 1965’e kadar bağımsız milletvekili olarak kalır. Yakup Kadri, politikadan 1965 yılında bir daha dönmemek üzere ayrılır. Onun son görevi ise, Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu^Başkanlıgıdır.
13 Aralık 1974’de Ankara’da ölen Yakup Kadri’nin mezarı İstanbul’da, Beşiktaş’ta Yahya Efendi Mezarhğında, annesinin yanındadır.
II MİZACINA A İT BAZI HUSUSİYETLER
Daha önce de çeşitli vesilelerle Yakup Kadri’nin gördüğü, beğendiği, okuduğu herşeyin tesiri altında kalan bir mizaca sahip olduğunu söylemiştik. O, daha çocukken Mevlevi tekkelerinin tesirinde kalarak Mevlevi şeyhi, sonra elbisesinin gösterişine ve süsüne bakarak Erkân-ı harb zabiti olmak ister. Bir müddet sonra bunların hiçbirini istemez; annesinin kendisine okuduğu Monte Cristo romanındaki kahramana benzemek arzusunu duyar. Yani, Yakup Kadri birçok insan gibi çocukluğunda ne aradığmı bilmeyen birisidir. Yazarın daha sonraki hayatı için de aynı şeyleri söyleyebiliriz: Sadece bir edebî dernekte bulunmak için Fecr-i A ti’ye girmesi, Celâl Sahir ve Hüseyin Cahit’e yönelttiği haksız tenkidler. Yeni Lisan hareketine karşı ölçüsüz bir sertlikle tavır takınması gibi...
Yakup Kadri, bütün hayatı boyunca ruhunun veya insan ruhunun çırpınışlarına çare aramıştır, diyebiliriz. Bu konuda Refik Halid’îe kendisi arasındaki zıtlığı anlatırken
* Geniş bilgi için bakınız: Politikada 45 Yıl, s.267-270
46
şöyle der: “ Refik Halit doğuştan iyimserdi ve her iylrnser tabiatlı insan gibi realist bir hayat adamı olmuştu. Ben ise kötümser ve karamsar mizaçlı idim ve bu mizaç arkasından gördügüm dünyada bana yaşamak şevki verecek hiçbir şey bulamıyordum. Tek zevkim okumak, okumak, okumaktı.”
Görüldüğü gibi Yakup Kadri, dış dünyaya kapalı, içe dönük insan tipinin bütün hususiyetlerini taşır. Eserlerinde yarattığı kahramanlarında da bu hususu görebiliriz. Hattâ Refik Haİid’le Yakup Kadri’nin örnek realist hikayeci seçtikleri Guy de Maupassant’dan aldıkları tesir farklıdır: “ Evet, pek iyi hatırlıyorum, o zamanicir en örnek realist hikayeci telâkki edilen Guy de Maupasant’ın eserleri elimizden düşmezdi, ama, şu var ki, benim Maupassant’ı sevişim onun hayat sahnelerini bir fotoğraf objektifiyle aksettiren sanatı değil, bunun ardında çarpan insan kalbinin sesi ve onu, günün birinde, akıl hastalığına uğratan karamsar dünya görüşüydü. Refik Halit’in ise onu bu yönünden sevip değerlendirdiğini sanmıyorum. ’ ’ * *
Denilebilir ki Yakup Kadri, ruhundaki fırtınalara çare arayan, karamsar ve devamlı arayış içinde bulunan bir mi- zacm adamıdır. Bu yüzden hiçbir şeyde kararlı olamamıştır.
* Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, s.68 •• A.g.e.. S.69
47
y\ k UP KAD R İ’NİN e s e r VERDİĞİ Y A Z I TÜRLERİ MENSUR ŞİİRLERİ
111
Yakup Kadri’nin mensur şiirlerini yazılış tarihleri sebebiyle iki dönemde incelemek yerinde olur. Birinci dönem 1910 - 1914 yılları arasında yazılan mensur şiirlerdir. İkinci dönemi ise 1917 • 1922 yılları arasında yazılanlar kapsamaktadır.
Birinci dönemin ilk mensur şiiri “ Yıldızların Bîkesligi” dir. Şiir unsurunu ayrılık fikrinden alan bu esere, insanlar arasında hiçbir yakınlığın olmadığı; el ele, omuz omuza do- laşılsa bile “ ruhlar arasında mesafelerin” olduğu fikri hakimdir. Bu yazı, Fransız yazarı 'Guy de Maupssant’ın “ Solitude” adlı parçasıyla benzerlik arzeder.'
Bu devredeki mensur şiirlerden “ Bâdıbâmm Bir Mendil Oldu” ile “ Eylûr’ , aşkın ve hatıraların ölümü meselesini ele alır, bu yazılarda musikî endişesi sezmek de mümkündür. Niyazı Akı’nın deyimiyle, Yakup Kadri “ kulaktan his telkinine teşebbüs eder.” *’Bu teşebbüs, yazara 19. asır sonlarında musikînin edebiyata yaptığı müdahaleden sembolistler yoluyla gelmiş bir tesir olabilir.
“ îstimdad" adlı mensur şiirinde, renklerde mücerret fikirlerin aranması dikkati çeker. Bu yazıda Norveçli yazar Ibsen’in izlerini bulmak da mümkündür: “ Sisler ve buzlar ikliminde, meçhul, müncemit, sisli bir yol üstündeyim.“
Niyazi Akı, Yakup Kadri Karaosm anoğlu, s. 58A.g.e., s.60
48
Cümlesindeki sisler ve buzlar İbsçn’den gelmektedir.Yakup Kadri'nin “ Bahara Dair Bir Hitabe” admı taşıyan
mensuresinde sembolistlerde görülen egzotizm sevgisine rastlayabiliriz. Yazarm kendi ifadesiyle bu eser: “ şehvanî bir lirizme daldıktan sonra nihayet bulur.’ ” Yazı, şehvet duygularıyla, aşk ve işret meclislerinden esintilerle doludur.
Yazarın bu devreye ait son mensur şiiri. Nev • Yunanî- lik tesiri altında bulunduğu dönemlerde kaleme aldığı “ Siyah Saçlı Yabancı ile Berrak Gözlü Genç Kızın Sözleri” dir. Yakup Kadri bu yazıyı yazdığı dönemlerde Euripide’in tesiri altındadır. Bu mensur şiirde, mitolojinin kahramanları ve insanlığın tarihinde şiir unsuru aranmaktadır.
Yakup Kadri’jıin hemen her şeye isyan ettiği bedbin bir devrede yazılmış olan bu mensur şiirlerdeki en şümullü hususiyet; eski çağlara karşı beslenilen sevgi, kendisini ilham bakımından o devirlerin şaheserlerine ve o devirlerin tesiriyle doğan modern mekteplere bağlayışıdır.’ *
Mensur şiirlerde ikinci devreyi (1917-1922) Erenlerin Bağından, Okun Ucundan ve ayrı birkaç parçadan ibaret saymak mümkündür. Yakup Kadri, Erenlerin Bağından adlı eserinde. Türk dilinin kaynağı olan halk diline doğru gider. Erenlerin Bağından’m ilk parçası neşredilirken şunları söyler: “ Aradığım Türkçenin menbaı olsa olsa bizim halk edebiyatımız ve folklorumuz olurdu. Bu düşünceyle tekke ve halk edebiyatlarına başvurarak. Yunus’u, Karacaoğlan’ı okudum; onların şivesine intibaka, onlar gibi düşünmeye, onlar gibi hissetmeye çalıştım... bu arada Incil’in tercümesini de okuyordum. İşte bir dil denemesi olan Erenlerin Ba
A.g.e., s.62A.g.e., s.63
49
ğından böyle bir niyetin ve böyle bir çalışmanın mahsulüdür.’ Bu aynı zamanda Türklüğü bulmaya doğru bir gidiştir.
Yakup Kadri’nin bu devredeki mensur şiirlerinde: insan ömrü, saffA, uzlet, azap, dünya zenginliği, saadet, aşk ölüm, şiir ve ruhun tatminsizliği gibi mefhumlar bedbin bir lirizmle işlenir. Yakup Kadri. Erenlerin Bağından adlı eserinde. sadece Yunus’un duygu coşkunluğuna hayran kalmış; Platon’dan ise kâinatı double eden görüşü kendi ilhamına uygun bulmuştur.’ * Parçaların bütününde şikâ- yetli bir inleyişle karşılaşmamız mümkündür. Dinî inan- nışlara bu parçalarda rastlamak zordur. Şairin dünyaya sıkı sıkıya bağlılığı dikkati çeker.
Niyazi Akı’nın Yakup Kadri’nin ikinci dönemdeki men* sur şiirlerine dair aşağıdaki tesbitleri önemlidir:
“ Yakup Kadri'de dinî vecd yerine dinî kaynaklardan gelen duygu ve üşlûp unsurları vardır, çünkü Erenlerin Bağından ve Okun Ucundan’da, Tevrat’tan, /ncii'den, Kur'an'dan, eski Yunan ve Latin eserlerinden, Fransız romantiklerinden. pamasyenlerden, senbolistlerden, umumî bir ifadeyle, oldukça geniş edebî tecessüslerin ttDpladığı bir kültürün inbiğinden sızan şiir vardır. Mensur şiirlerin ardında bir çok isim bulmak mümkündür. Uzletten bahseden parçalan Maeterlinck’in “ Le Tresor des Humbles” ü, Baudelaire'in mensur şiirlerinden "Les Feules ve A une Heure” du Matin’i ile yakın münasebetler kurmaya müsaittir. Sükütun olgunlaştırıcı kudretini kabul edişiyle Mae- terlinck’e, uzleti iskân ve hali reddedişi ile de Baudelaire’e yaklaşır. Okun Ucundan’da Maeterlinck gibi aşkı bir kader, kaçınılmaz bir olay kabul eder. Erenlerin Bağından 'm mesut anların kaçışını anlatan satırları Lamartine’e bağlıdır.
A.g.e.. S.65A.g.e., s.67
50
Bütüniyle gözlerimizin önüne serdiğimiz takdirde, Ka* raosmanoğlu'nun mensur şiirlerinin kanaviçesinde, Home- re'den, Virgile’den. Horace'tan. Euripide'ten, Dante'den. Cide’den (Les Nourritures Terrestres), Pierre Loüys’den (Aphrodite ve Chants de Bilitis), Anatole France’tan (Tha* is ve Le Jardin d'Epicure), Barres’ten (Le Culte de Moi), Kenan'dan. Mussel'den, İbsen’den, Maupassant’dan H.de Reigniers’den. Platon’dan. Fuzulî’den, Yunus’tan, Karaca- oglan’dan, Kısasülenbiya'dan gelen şekil ve muhteva izleri görülür. Yazarm bilhassa, halk edebiyatma ve folklora baş vurarak onlardan yeni bir ses getirmeyi denemesi, sık sık Greeo-latin kültürünü tavsiye edişi bize Ecole Romane şefi Jean Moreas’m teşebbüsünü hatırlatır. O da. 1885 yıllarındaki şiiri pek başı boş bularak 14., 15. ve 16. asırların Fransız şairlerine ve latin klasiklerine dönmek istemiştir.” '
Yakup Kadri'nin mensur şiirini yürüten iki unsur vardır: Bunlardan birincisi çağrışımlar dünyası, İkincisi ise musikîdir. O. bu türde şiir unsuru bulmak için mısra taklidi söyleyişlere de başvurmuştur. Niyazi Akı’ya göre. O: “ Ki- tab-ı Mukaddes’in şiiriyle greco - latin hassasiyetini mensur şiirlerinde eritir ve bunu halk şiirimizin Yunus Emre ve Karacaoglan gibi mümesillerinden gelen lirik bir misti- tizmle zenginleştirir.” ”
• A.g.e.. s.68-69• • A.g.e., S.52
51
H A TIR A K İT A P LA R I
Yakup Kadri, hayatının çeşitli devirlerine ait hatıralarını kitaplar halinde yayınlamayı da ihmal etmemiştir, onun hatıra kitaplarını, kendi hayat hikâyesine göre değerlendirecek olursak, ilk sırayı Anamın Kitabı (1957) alır. Bu kitapta Karaosmanoğlu ailesi, babası Kadri Bey, annesi İkbal Hanım ve çocukluğuna ait hatıraları île karşılaşmak tayız. Ayrıca bu kitapta. Yakup Kadri’nin mizacı, yetişme tarzı ve aldığı kültürü kademe kademe göre bilmemiz de mümkündür. Bu kitap, yazarın doğumundan 19 yaşına kadar olan hatıralarını içine alır.
İkinci kitap, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (1969) adım taşır. Yakup Kadri bu kitapta edebiyat dünyamızın on ismini (Mehmet Rauf, Şahabettin Süleyman. Refik Halid Karay. Ahmet Haşim, Yahya Kemal Beyatlı, Süleyman Nazif. Abdülhak Şinasi Hisar, Abdülhak Hamid Tarhan. Tevfik Fikret, Halide Edip Adıvar) çeşitli yönleriyle tanıtmaya çalışır. Bu arada kendi mizacı, arkadaşlarıyla geçimi hakkında bize ipuçları veren yazar, devrin çeşitli fikrî meseleleri ve edebî kuruluşları için de düşündüklerini söylemekten çekinmez.
Kurtuluş Savaşı’nı konu alan hatıralar da Vatan Yolunda (1958) adlı kitapta toplanmıştır. Burada Mustafa Kemal'in kahramanlıklarının yanısıra, milletimizin 1918 ile 1921 yıllan arasında çektiği acılar da dikkatlere sunulur. Bu yıllarda îkdam Gazetesi başyazarı olan ve Kurtuluş Mücadelemize ait yazılar kaleme alan Yakup Kadri'nin bu
52
kitabının, Türk Kurtuluş Savaşı’na bazı yönleriyle ışık tuttuğu söylenebilir.
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra 1923’de politikaya atılan Ya* kup Kadri, bu konuyla ilgili hatıralarını Politikada 45 Yıl adı altında 1968 de neşreder. Bu kitap 1923-1968 Türk siyasî tarihini çeşitli cephelerden tanımamıza da yardımcı olur. Hiçbir zaman gerçek bir politikacı olmayan Yakup Kadri’nin C.H.P ayrılışı dahil Atatürk ilkelerine bağlı poli- tikacıhğını ve bazı politik oyunları göstermesi açısından ehemmiyetlidir.
Yakup Kadri’nin 1934’den 1955’e kadar süren diplomatlık hayatını konu alan hatıraları da Zoraki Diplomat {1955) adlı eseriyle karşımıza çıkar. İstemeyerek kendini bu görevin içinde bulan Yakup Kadri, kitabında, dış ülkelere ait intihalarını ve memleketimizin dıştan görünüşünü dikkatlere sunar.
t i y a t r o ESERLERİ
A. Niervana
Daha önce de belirttiğimiz gibi Yakup Kadri’nin ilk yazısı Kitap’ta. (No.9, Haziran 1325/1909) neşredilen Nlrvana'dır. Bu eser tek perdelik mensur bir diyalogdur. Nirvana’nın konusu, gece yarısına kadar uyuyamamış, kocasını bekleyen bir kadın ile eve sarhoş dönen bir koca arasında geçen münakaşalardır. İçkinin aileyi nasıl çökerttiği dikkatlere sunulmak istenir; Sorumsuz bir koca, mutsuz ve uykusuz bir kadın.
53
içki yüzünden ailenin zarar görmesi Ibsen’in Hotîaklar adlı eserinde de mevcuttur. Çok çabuk tesir aitma giren Ya- kup Kadri, bu dönemlerde Ibsen’in tesirindedir. Yakup Kadri, Türkiyat Enstitüsü’nde (sayı 49, s. 8) Hayatı ve Eserleri üzerine lisans tezi hazırlayan Ali Fuat Oğuzkan’a yazdyığı mektupta, M r^ n a ’yı İbsen’in Hortlaklar (Les Revenants] adlı üç perdelik piyesine nazire olarak yazdığını belirtir. Bu iki piyes arasında ölçü bakımından hiçbir benzerlik bulunmamasına rağmen, Nirvana şekil itibariyle Hortlaklar’m son sahnesine benzer. Her iki piyeste de insanm hortlaklı- ğı üzerinde durulur, maddî ve manevî irsiyetin insanlar üzerindeki rolü belirtilir.’
B. Vedâ
Veda, Yakup Kadri’nin Resimli Kîtab'm 11. sayısında (Ağustos 1909) yayınladığı iki perdelik, ikinci küçük piyesidir. Veda; müşterek gaye, fedakârlık ve samimiyete dayanmayan kadın-erkek ilişkisinin veyahut din dikkate alınmadan herhangi bir kadınla yaşanılan metres hayatının yuva kurmayı önlediğini, bunun erkeği bedenen ve ruhen perişan etmesini konu alır.
Zengin bir babanın oğlu olan Ziya. Montmartre’de tanıştığı Christine adlı bir Fransız kadım ile yaşamaktadır. Sorumsuzca para harcamaya alışmış olan Ziya, ağabeyi Tevfik’in nasihatlerine de kulaklarını tıkar. Ziya, bunun üzerine ağabeyi tarafından terkedilince, Christine de kendisine veda eder. Çünkü Christine sadece para için Ziya’- nm yanındadır. îradesiz ve çahşma kudreti bulunmayan Ziya da, bu acılara dayanamayarak intihar eder.
Bu piyes, ele aldığı konu itibariyle Ibsen’in tesir sahasına girer. Çünkü Ibsen'in eserlerindeki en mühim cemiyet
■ A.g.e., s.78 - 79
54
meselelerinden biri ailedir. Veda ve Nirvana'da aile mües- sesesi içersinde meydana gelebilecek bozukluklar dikkate sunulmuştur.
C. Sağanak
Yakup Kadri. 1909'dan 1929’a kadar olan yazı hayatm* da ilk göz ağrısı tiyatroyu bir müddet unutur. Bu arada birçok romanı neşredilir. 1929’da dört perdelik bir piyes olan Sağnak'ı yazar. Artık tecrübeli bir sanatkâr olan Yakup Kadri: Saganak'ta. eski ile yeninin, iki aynı nesle ait görüşlerin mücadelesini anlatan bir hüviyetle karşımıza çıkar.
Piyesin konusu kısaca şöyledir: A fif Molla ile ilk karısından oğlu Lütfi Muhafazakârdırlar. Onlara göre kadının topluma karışması ve yeni inkılâpların hepsi birer küfürden ibarettir. A fif Molla'nm ikinci karısı Nâmiye’den oğlu Eşref ile Lütfi'nin karısı Belkıs bunların karşısında yer alırlar. Lütfi eve yabancıları toplayarak inkılâp hareketlerine karşı tavır takınır; süikast tertipleriyle uğraşır. Bunları bilen Eşref, aradaki kan bağından dolayı kardeşini ele veremez. Bir taraftan da Belkıs'ın sevgisini düşünür. Lütfi, Belkıs’le Eşref arasındaki görüş birliğini bilmekte, bundan hiç de hoşnut olmamaktadır. Eşreften nefret eder, daha sonra Lütfi yakalanır ve idam edilir. Lütfi asıldıktan sonra. Belkıs'de şimdiye kadar nefret ettiği kocasını sevmeye doğru his değişiklikleri dikkati çeker.
Sağanak sosyal meseleleri işlemesiyle İbsen ve Fransız natüralistlerine bağlanabilir.
Piyeste Eşref fikir, sorumluluk, kan bağı ve sevgi tazyiki altında ezilen bir kahraman fonksiyonuyla karşımıza çıkar. Eşref ■ Belkıs sevgisi, gaye itibariyle İbsen’e bağlı olan piyesi süslemiştir.
55
Niyazi Akı’ya göre bu piyes; ‘ ‘Hissî entrigi, duyguların gelişmesi, sezişleri, telepatileri, idrakimiz dışmda kalan takat şahıslar arasındaki münasebetleri durmadan kötüye çeviren şeametli havasiyle Maurice Maeterlinck’in tesirinde- dir.” '
D. Mağara^
Yakup Kadri’nin 1934’te yazdığı bu son piyesi Varlık'ta yaymlanır. Üç perdelik piyesin konusu şöyledir: Pınar Ha- nım’la Doğan Bey, ilk görüşte birbirlerine karşı kalbı alaka duyarlar. Bu arada kötü insan olarak Pınar’ın ablası ortaya çıkar. Ülker de Doğan'ı sever ve onu elde etmek için her türlü fedakârlığı yapmaktan çekinmez. Ülker, kadere karşı gelen, büyü ve tılsımlara başvuran birisidir. Pınar ise herşeyi kısmet ve kaderden bekler. Doğan Bey iki kızkar- deş arasında kalmıştır. Ülker, kardeşi Pınar Hanım’ı mag- raya kapar ve kapısını büyük bir kayayla örter. Doğan Bey, kapıyı zorlar açamaz. Sonunda çıldırmış olarak kurtarılan Pınar Hanım, kendini uçurumdan atar.
Yine Niyazi Akı'ya göre bu piyes. Belçikalı yazar Maurice Maeterlinck tesiri altında kaleme alınmıştır. Hattâ Sa- ğanak'ta. yalnız konu itibariyle olan benzeşme, burada duyuş ve üslûba kadar varır."
Bu piyese bir kader düşüncesi etrafında teşekkül etmiş nazarıyla bakabiliriz.
A.g.e.. s.83A.g.c.. s.84
56
YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU’NUN HİKÂYECİLİĞİ
Ahmed Midhat Efendi ile başlayan Avrupai tarz Türk hikâyeciliği Halid Ziya Uşaklıgil tecrübesini yaşadıktan ve diğer Edebiyat-ı Cedide yazarlarının gayretleriyle konu ve işleniş biçimi bakımlarından zenginleştikten sonra, 1908 de gerçekleşen II. Meşrutiyet'i takiben İstanbul hudutları dışına çıkar. Bu, hikâyeciliğimizin konu, mekân ve şahıs kadrosu bakımından zenginleşmesine zemin hazırlar.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun hikâye alanındaki eserlerini, hikâyeciliğimizin Anadolu'ya açılması hareketi içinde düşünmek yerinde olur.
Hikâye yazmaya Edebiyat-ı Cedide’ye has edebi zevk ve anlayışla başlayan Yakup Kadri, Fransız hikâyecisi Mau- passant’ı okuduktan sonra, yakın arkadaşı Refik Halid Karay ile birlikte Maupassant tarzında hikâye yazmaya koyulur. Guy de Maupassant'ın hikâyelerindeki mekânınsan ilişkisi, hikâye tekniği ve konular, sözü edilen bu iki genç Türk hikayecisini İstanbul dışına çıkmaya teşvik ve davet eder.
Bu satırlardan anlaşılacağı üzere Yakup Kadri Karaos- manoğlu'nun hikâyeciliğini iki dönemde incelemek gerekir. Birinci dönemi, Edebiyat-ı Cedide zevkini, yeni şartlar içerisinde devam ettiren hikâyelere ayırmak yerinde olur. Bu hikâyeler 19l4 ’te Bir Serencâm adlı kitapta bir araya
57
getirilmiştir. Yakup Kadri’nin ferdiyetçi olduğu döneme ait bu hikâyelerde sosyal baskı-fert çatışması asıl unsur olarak karşımıza çıkar. Yazar, o topluma ferdî fantezileri aracılığıyla bakmakta, kitaplardan öğrendiklerini gözlemlerinden yararlanarak hikâye alanına uygulamaya çalışmaktadır. Yani bu hikâyelerin dünyasında kitap hayattan daha önce yer almaktadır. Yazar henüz yaşanılan hayatı, bütün canlffığıyla gözlemleyecek olgunluğa ulaşmamıştır. Onun bu dönemdeki sanat anlayışı, ferdî ızdırapları ve ailevî problemleri Edebiyat-ı Cedide zevkiyle işlemeye uygundur. Yalnız Bir Serencâm ve Bir Ölünün Mektupları değil, Şapka ve Baskın gibi realist tavırlı hikâyeleri bile, az önce sözü edilen sosyal baskı-fert çatışmasından hareketle ferdî hürriyeti savunmak üzere düzenlenmiştir denilebilir.
Yakup Kadri, hikâyeciliğinin ikinci döneminde yazdığı hikâyeleri Rahmet (1922) ve Millî Savaş Hikâyeleri (1947) adlı eserlerinde bir araya getirmiştir. Türk toplumunun yaşadığı siyasî ve sosyal hâdiselerin tesiri, edebî zevk ve bilgisinin gelişmesi Yakup Kadri’nin kanaat değiştirmesine sebep olur. Yazar, dikkatini kendi “ ben” i dışına, toplumun problemlerine yöneltir. Zîra Türk tçplumu çok önemli bir değişikliği çeşitli boyutlarıyla yaşamakta, bu sebeple de devrin aydını İstanbul dışında yaşayan insan kitlesiyle ilgilenmek zorundadır. Balkan Savaşı. Birinci Dünya Savaşı, Millî Mücadele Hareketi gibi büyük hâdiseler, o dönemdeki aydınımızın dikkatini büyük şehirler dışına yöneltmiştir. Ayrıca Yakup Kadri, çocukluk yıllarından itibaren Anadolu’da sürdürülen hayatı çeşitli yönleriyle bildiği gibi: Birinci dünya Savaşı'nın sonuçlarını ve Milli Mücadele Hareketi’nin hazırlanışını yakından müşahede etme fırsatını bulmuş, insanımızın yaşadığı ızdırabı ve aydınımızın çelişkisini nefsinde tatmış, yakınlarında görmüş biridir. Yani yaşanılan hayat, edebi kanaatin değişmesine sebep olmuştur.
58
Böyle bir yazar için Maupassant'm hikâyeleri ihmâl edilemeyecek model durumundadır; İçgüdülerin tazyiki ile şekillenen korku dolu, iğrenç ve kendi düzenine terkedilmiş taşra hayatmm çeşitli görünüşlerini anlatan Muapassant'- m kötümser dikkati, o dönem Anadolu’sunda gözlemlenmiş hayat tablolarma uygun düşmektedir, bunun için Yakup Kadri ve Refik Halid'in Muapassant’ı dikkatle oku- malarmı yalnızca edebî bir moda ile, yani realist ve natü- ralist edebiyata uyma endişesiyle izâh etmek haksızlık olur. Çünkü hayatın, özellikle de taşra hayatının “ kusurlu ve elemli taraflarına bakış” aksaklıklar üzerinde dikkatlerin yoğunlaşması, içgüdelerin şekillendirdiği hayat tabloları Maupassant’m hikâyelerinde esas unsur durumundadır. Bunları toplumumuzda gözlemek imkânı bulan Yakup Kadri. Maupassant tarzını benimser.
Maupassant’m Normandiya köylülerine ve taşra hayatına bakış tarzı Anadolu çoğrafyası ve insanına tatbik edilir. Anlatma esasma bağlı edebî eserlerde mekân-insan ilişkisi, eserin mâhiyetini belirleyen önemli faktörlerdendir. Yakup Kadri, bu bakımdan da Maupassant’dan çok şey öğrenmiş olmalı. Zîra her iki yazarda da insan, mekânın ayrılmaz bir parçası; olay, çevrenin tabiî bir sonucu durumundadır. Ancak Yakup Kadri, Anadolu insanını misafirperverlik, memleket sevgisi, kahramanlık gibi duygularıy la hikâyelerine yerleştirm eye gayret ettiğ i görülmektedir. Bu gayretler beşerî olanı her yönü ve bütün çıplaklığıyla hikâyelere yerleştirme arzusuyla birlikte düşünülmeli.
Yakup Kadri’nin hikâyelerindeki psikopat tipleri, zamanı yalnızca hâl olarak yaşayan geçmişi unutmuş insanları Ma* upassant’da da görmekteyiz.
Yakup Kadri’nin hikâye kahramanları arasında “ dışları dağınık fakat içleri yekpâre, haşin ve sert mizâçlı, âdet
59
ve örflerine, inançlarına taassupla sadık tipler de vardır. Bu tiplerde en fazla dikkati çeken taraf, fizik portrelerini silerek onlara hayatiyet verecek kadar kuvvetli bir psikolojik hüviyet taşımalarıdır. Bu yüzdendir ki Yakup Kadri’nin hikâyelerindeki tipleri daha ziyâde mizaç ve karakteri ile hatırlarız. Tiplerin iç hayatları ekseriya kısa adımlarla ilerleyen münakaşalı bir yürüyüş hâlinde gelişir. Tereddütler, bedbinliğe kayışlar, pişmanlıklar, yeis ve inkisarlar, bekleyişler, örf ve âdetler önünde bezginlikler, cinsî buhranlar, korkular, utanmalar, yokluk içinde iken bile alabild iğine gösterilen ve bu yüzden insanı ağlatan misafirperverlikler, sakatlıklara rağmen sabır ve tevekkül, bu manevi yürüyüş esnasında uğranan menzillerdir.’ " Bütün bu tiplere hem Maupassant’ın eserlerinde, hem de Anadolu'da rastlamak mümkündür. Denilebilir ki Yakup Kadri’nin hikâyelerindeki tipler, hem okuduğu kitaplardan hem de yazarın şahsi gözlemlerinden kaynaklanmaktadır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun hikâyeleri yalnız konu ve tip bakımından değil, yapı bakımından da Maupas- sant’ın hikâyelerini hatırlatır: Her iki yazarda da hikâye, seçilmiş bir konu ve konuyu dikkatlere sunmada rol oynayan bir tip etrafında vücut bulur. Bu konu veya tip. hayatın akışı içinde ön safa çıkartılır. Mekân ve hayatın diğer unsurları arka planda kalır. Okuyucu olayın gelişmesini düğüm noktasına kadar takip eder. Çok defa beklenmedik ama trajik bir sonuçla hikâye biter. Zaman zaman hikâyeden bir ders çıkarma yoluna da gidilir. Bu tarz hikâyeye Maupassant-vâri hikâye adı verilmektedir. Yakup Kadri. 1908 sonrası Anadolu insanının problemlerini, Maupas- sant-vâri hikâye tekniğiyle işleyen yazarlardan biridir.
* Akı. Niyazi; Yakup Kadri Karaosmanoğlu.s. 96-97
60
Onun bu tekniği kullanması, şahsi gözlemlerden yararlanmadığı anlamına gelmez. Yakup Kadri, ya gördüğü veya dinlediği olayları hikâyeleştirmiştir. Ancak onun hikâyelerinin modeli Batı’da, özellikle de Fransa’da bulunabilir. Zaten O, Avrupai Türk Edebiyatı içinde ele alınan bir yazardır.
Yakup Kadri'nin hikâye sahasında çok yararlandığı bir başka Fransız yazarı A. Daudet’dir. Mekân-insan ilişkisi ve hikâye kurma tekniğinde Maupassant’ı örnek alan yazarımız anlatma tekniği bakımından zaman zaman Daudet'yi hatırlatır. Maupassant, olayın akışı içinde kahramanlarına müdahale etmez. Oysa Yakup Kadri “ hikâyelerindeki tiplerle kendisi arasında sempati kurması, ihsaslar ardında duygu aramaya meyilli oluşu ile de Daudefye yakındır."’ Niyazi Akı'nın da belirttiği gibi Yakup Kadri, Hikâyelerinde “ realiteden ziyâde, realiteden alınacak duygular ve bunlara bağlı fikirler peşindedir” . Bu da yazarımızın gözlemlediği malzemeyi bir tarafa bırakarak “ kahraman- larıyle kendi arasında hissi ve fikri bir bağ” kurmasına zemin hazırlar.
Daudefde olduğu gibi Yakup Kadri’de de şahıs tasvirleri ve ruhi tahliller, anlatılan olayı ilgilendiren en karakteristik yönleriyle ve kısaca verilmek istenmiştir.
Bu teknik özelliklerle Balkan. Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele dönemi Türkiyesi'ni çeşitli yönleriyle hikâyelerinde işleyen Yakup Kadri, hikâye sahasında “ memleket edebiyatı” nm ortaya çıkmasına hizmet etmiş, Türkçe’nin yaşanılan hayatı ve bu hayata ait çeşitli sahneleri ifâde kabiliyeti kazanmasn*a yardımcı olmuştur.
İlk dönemdeki hikâyelerinde görülen edebiyat-ı Cedide' nin dil zevki yerini zamanla Milli Edebiyat akımı ve “ Yeni
* A.g.e.. S.103.
61
Lisan” cıların dil anlayışına bırakmıştır, onun mensur şiir sahasında kaleme aldığı eserlerde kulandıgı dili, zaman zaman hikâyelerinde ruh tahliline ayrılan satırlarda denediği de görülür. Ancak hikâyelerinin konusu ve kahramanlan dili ve üslûbu tayin eder. Bu dil ve üslûp da Millî Edebiyat akımını savunanların düşüncelerine uygundur.
*Böylece Yakup Kadri. Türk hikâyeciUğinin gelişmesine
olduğu kadar bu yazılarıyla Türkçe’nin, kendi imkânları içinde gelişmesine de yardım etmiş yazarlarımızdandır.
YAKU P KADRI*NIN ROM ANLARI
Yakup Kadri roman yazmaya 1920'de başlamıştır. Daha önce çeşitli edebî türlerde kalemini deneyen yazar, bij faaliyetleri ile, bir bakıma kendisini roman yazmaya hazırlamıştır. Yakup Kadri'nin roman yazmaya başladığı yıllardaki halini Niyazi Akı şöyle anlatmaktadır: "roman verinceye kadar geçen onbir yıl zarfında Yakup Kadri, his ve fikir bakımından karışık devirlere mahsus buhranlardan yavaş yavaş sıyrılarak duruluğa ve bütüne gider; maneviyatını az çok nizama koyar: kendini tatmin edecek kıymetler arar. Diyebiliriz ki muharrir, romana başladığı yıllarda sadece edebî neviler bakımından birliğe ulaşmamış, aynı zamanda şahsiyetinin ve dünya görüşünün de kısmen sentezini yapmıştır,” '
Yakup Kadri artık ferdi bunalımlarını anlatan biri olmaktan çok sosyal olaylara ilgi duyan biridir. Dikkati insan, özellikle de Türk insanı üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu insanın problemleri ve hâldeki görünüşü onun kainata bakış
* Niyazi Akı. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, İstanbul 1960. s. 1 10
62
tarzını belirleyen faktörlerin başında gelir. O, romanlarında kendi devrindeki Türk insanını şekillendiren sosyal ve siyasî olayları, bu olaylann ortaya çıkmasına sebep olan gücü edebî türün imkânları ölçüsünde yorumlamaya gayret gösterecektir. Denilebilir ki Yakup Kadri’nin romanları böyle bir gayretin ürünüdür. Batı medeniyeti ile karşılaşan insanımızın değişme çizgisini bu eserlerde takip etmek mümkündür. Onun geçmişle ilişkisi bu değişmenin ortaya çıkışını izah etme endişesi ile açıklanabilir. Sosyal kuruluşlar ve hayatı düzenleyen değerler yeni bir şekil kazanmaktadır. Değişen insan, eskinin çözülüşü ve yeninin kuruluşunun getirdiği çelişkiyi nefsinde yaşar.
Bunun için Yakup Kadri’nin romanları Tanzimat’tan 1950 lere kadar süren sosyal hayatımızı çeşitli yönleriyle aksettirir.
Yakup Kadri bu devreyi, birbirini tamamlayan on ayrı roman hâlinde hikâyeleştirmiştir. Bu eserler, yayınlanma sırasıyla değil de olay zamanları dikkate alınarak okunduğunda yazarın, son yüzyıldaki hayatımızı hikâye ettiği anlaşılır. Onun ilk romanı Kiralık Konak't^ ele alınan mesele, XIX. asır ortalarından itibaren toplumumuzun maruz kaldığı İçtimaî değişiklikler neticesi, konak hayatının çöküşü ve yerini apartmanda sürdürülen yaşayış tarzına bırakışı- dır. Bu esere hâkim olan bakış açısı, konak çevresinde gelenekli bir yapı kazanmış yaşayış tarzını sürdürebilecek genç neslin yetişmeyişidir. Kiralık Konak adlı roman, 1908 - 1918 yılları arasındaki dönemi konu almakta, aile hayatına ait bazı problemler çevresinde insanımızdaki değişmeyi gözler önüne sermektedir. Bu eserin gözlemlerden hareketle yazıldığı sezilmektedir. Roman Naim Efendi ile Seniha arasındaki çatışma üzerine kurulmuştur. Naim Efendi ve Seniha ayrı ayrı devirleri temsil eden tipler olarak ele alınmalıdır. Böylece aile çevresinde devirlerin karşı karşıya getirildiği daha iyi anlaşılır.
63
Kiralık Konak romanı belli bir süre içerisinden seçilen onaltı zaman diliminde cereyan eden hadiselerin sahneler hâlinde dikkatlere sunulması neticesi vücut bulur. Bölümlerin başma ve sahneler arasına yerleştirilen özetlerle de zamanda devamlılık intibaı verilir. Bu zaman dilimlerinden ilki “ Naim Efendiler bu yaz Kanlıca’ya taşınmadılar...” cümlesi ile (Jjkkatlere sunulur. İkincisi “ Pazartesi günleri Seniha’nın çay günleridir...’ ” cümlesi ile belirtilir. Üçün- cüsü Naim Efendi’nin kızkardeşi Selma Hanımefendi’yi ziyaret ettiği günün olaylarını aksettiren kısım, dördüncüsü Seniha’nın eve kapanıp roman okumaya kendini verdiği, mahiyetini hiç kimsenin hattâ kendisinin bile anlayamadığı bir iç sıkıntısı duyduğu zaman dilimini içine almaktadır. Görüldüğü gibi eserdeki bölümler zaman dilimlerini işaret etmektedirler. Daha değişik bir ifade ile, birbirinden rakamla ayrılan her bölüm, ayrı bir zaman diliminde meydana gelen hadiselerin ve bu hadiselerin çevresinde yapılan tahlillerin anlatılmasına tahsis edilir. Bu zaman dilimleri eserde, İkinci Meşrutiyet’i takip eden yıllardan Çanakkale Svvaşı sonrasına tekabül eden aylar arasında kronolojik bir sıraya göre dizilirler.
Kiralık Konak romanında merkezi mekân Naim Efendi’- ye babasından kalan Cihangir’deki konaktır. Selma Hanım- efendi’nin Çemberlitaş civarındaki konağı, Necibe Hanımefendi'nin Büyük Ada'daki köşkü ve Büyük Ada, burada bulunan Yogolo adlı otel. Faik Bey’in babası Kasım Pa şa'nın evi, Şişli’de Servet Bey’in kiraladığı apartman dairesi, Beyoğlu civarındaki bazı eğlence yerleri, İstanbul’un cadde ve sokakları ikinci ve üçüncü derecedeki mahallerdir. Roman, Naim Efendi’nin Cihangir’deki konağında sürdürülen hayat tarzından. Servet Bey’in Şişli’de kiraladığı apartman dairesindeki yaşayış biçimine geçişin hikâyesi olarak düşünülmelidir. Ayrıca konağın Naim Efendi ile beraber çöküşü mânâlıdır. Bu, bir mânâda ferdin çöküşü
64
nü ve bir ailenin dağılışını değil, bir yaşayış tarzının kendi içinde çözülüşünü ifade etmektedir.
Kiralık Konak'ta. mekân, barındırdığı insanların hususiyetlerini aksettirmektedir; Naim Efendi ve Selma Hanımefendi konak devrinin insanlarıdır. Ananevi yaşayış tarzının devamına taraftardırlar. Servet Bey ve Seniha Hanım konaktan nefret ederler. Avrupa’ya has yaşayış tarzını isterler. Necibe Hanımefendi, Büyük Ada’da bir köşkün sahibidir. Gizli gönül işlerinde rol almaktan zevk duymaktadır. Faik Bey, Cemil, Seniha ve etrafındakiler ise eğlence yerlerinde görülen insanlardır. Bunlar konakta bile eğlence yerlerine has hayatı sürdürürler. Hakkı Celis, konağa bağlılığıyla ananevi hayatın zamanla değişen temsilcisi olarak karşımıza çıkar. Romanda mekâna ait hususiyetler, ya sahne oldukları hayat tezahürleri dikkatlere sunulmak maksadıyla anlatılmış veya orada yaşayan insanların ruhî vaziyetlerini belirtmek gayesiyle tasvir edilmiştir. Yakup Kadri’nin daha bu ilk romanında mekân - insan ilişkisine özel surette dikkat ettiği ve bunu insan çevresine ait özelliklerle birlikte anlattığı görülmektedir.
Romandaki aksiyonun hareket kâynağı, Naim Efendi ile Seniha’nın ayrı dünyaların insanı olmalarına rağmen, bi- rarada yaşama ve birbiriyle alakadar olma mecburiyetinde aranmalıdır. Bu mecburiyet yakın akrabalık bağından kaynaklanır. Bir büyükbaba tabiî olarak torununu istediği gibi görmek ister ve onu sever. Fakat Seniha Avrupai tarzda yaşamak arzusu içindedir. Böylece de büyükbabasından uzaklaşır. Romanda büyük baba ile torun arasındaki zıddiyetin dikkatlere sunulması için önce Naim Efendi’yi sürdürdüğü hayat tarzı ve mizacı ile tanırız: İtaatkâr, hürmetkar, müşfik bir insan olan Naim Efendi, içinde yaşadığı topluma yabancıdır. Konağında sürdürülen yaşayış tarzını bile beğenmemesine rağmen, zayıf kalpli bir büyükbaba olduğu için şiddete başvuracak bir mizaca sahip de-
65
gildir. Yakup Kadri Seniha’yı ise şöyle anlatır: “ ...Zaten bu alaycı genç kız için etrafındakilerin hangi hareketi ve hangi sözü gülünç değildir. Büyükbabasının şahsiyeti, annesinin ahvâli şöyle dursun, ekseria pederi Servet Bey’ in efkâr ve harekâtı bile ona iptidaî, sakat ve garip görünürdü. Zira, bu, frenklerin asır sonu diye vasıflandırdıkları bir genç kızdı; asır |pnu, yeni bir nevi İçtimaî örnektir ki, haricî ve dahilî yaşayışında hâle ve maziye ait her türlü ka- yıtdan azâde ve istikbalin henüz hazırlanan cereyanlarına tâbidir. Seniha daima en son çıkan moda gazetelerinin resimlerine benzerdi. Körpe, ince ve çâlâk vücudu ipek böcekleri g ib i daim î bir istihale içindedir. Günün aydınlıklarına göre mütemadiyen rengi değişen yeşil gözleri gibi, sesinin bestesi kımıldanışlarının ahengi ve hatta başının şekli de mütemadiyen değişirdi. İçi de tıpkı dışı gibiydi; tıpkı gözlerinin rengine benzeyen bir ruhu vardı; kah ihtilâçlı, kederli, bulanık ve fenâ, kah berrak, râkid ve ekseriya bir havayî fişek gibi şenlikli idi...” *
İşte roman, böyle birbirine zıt mizaçların meydana getirdiği bir büyükbaba ile torun arasındaki ilişki üzerine kurulmuştur.
Yakup Kadri’nin ikinci romanı İVur Baba’dır. Dokuz bölüm ve üç bölümlük bir ekten meydana gelen bu eserde aşk teması işlenmektedir. Bu romanla aileden daha geniş bir çevreye açılan yazar, toplum hayatımızı düzenleyen değerler üzerinde düşündüğünü ortaya kor. Eserden topraklarımız üzerinde tekkenin teşekkülü ve sahne olduğu hayat olaylarının mahiyeti sezilir. Yazar da bunu romanın ikinci baskısında bir önsözle ayrıca açıklamaya ihtiyaç duymuştur. Yakup Kadri Nur Baba adlı bu romanla imparatorluk dönemi kültür hayatımız içinde önemli bir yeri olan kuru-
• Kiralık Konak, s,32-33
66
luşlarm yirminci yüzyıl başlarında, kendi içlerinde çözüldüğünü gözler önüne serer. Böylece aile ile birlikte sosyal hayatımızın bir başka yönündeki bozulma da hikâyeleşti- rilmiş olur.
Bu roman, belirli bir devirde İstanbul’da bulunan ikisi asıl biri yardımcı olmak üzere üç mekânın çatışmasını nakleder. Bu mekânlardan ilki ve en ehemmiyetlisi Nur Baba tekkesidir. bu tekkede aklın temsilcisi durumunda bulunan Celile Hanım’ın şu cümleleri tekkenin durumunu açıklamaya yeter; "Bana söyleyin; böyle meydan, böyle muhabbet nerede gördünüz? Baba kendinden geçmiş evlâtlar her istediğini yapar. Rapt yok, zapt yok, lokma zamanı ise hiç belli değil. Bunun sonu neye varır böyle?” ' Böylece tanıtılan dergâhda düzensizliğin hâkim olduğu, daha yerinde bir ifadeyle düzenin içgüdelerin emrine terkedildiği ve her- şeyin sonuna kadar kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu mahallin bariz vasfı ölçüsüzlüktür. Söz konusu ölçüsüzlük, tekkeye devam edenlere içgüdüleri istikametinde hareket etme imkânı sağlamasıyla onları ayakta tutan husüslarm başında gelir. Halbuki ümmet devrindeki tekkelerin kendine göre bir nizamı vardı. Ferdi temayüllere hürriyet hakkı tanıyan hoşgörü. Nur Baba tekkesinde ölçüsüzlük hâline dönüşmüştür. Bu farklılığın esere şekil kazandıran bir unsur olduğunu belirtmek lazımdır. Tekkeler gönül ikliminde ferdin terbiye edildiği yerlerdir. Nur Baba adlı eserde - zamanın sınırları içinde kalarak- olması icâbeden ile mevcut olan arasında bir çatışmanın varlığından söz edilebilir. Gerçek tekkelerde kendilerine has adâb ve erkân vardır. Bu adâb ve erkân zaman içinde hususi bir dile de sahip olmuştur. Nur Baba tekkesinde hoşgörü değişik bir yorumla ölçüsüzlüğe dönüşmüş, adâb ve erkândan da gerçek karşılığı
Nur Baba. s.35
67
mevcut olmayan dil kalmıştır. Bu izahlardan sonra söylediklerimizi aşağıdaki şekilde şemalaştırmak mümkündür:
I IIGerçek tekke Nur Baba tekkesi
(Olması gereken) (Mevcut olan)
»I—Hoşgörü —Ölçüsüzlük—Duygularını ilahi bir —İhtiraslarını dünya ni- kavrama yönelterek metleriyle tatmine ça-asilleştiren insanlar lışan insanlar,
—Çile yeri —Eğlence yeri—Feragat ve Fedâkârlık —Şahsi menfaat —Tekke adâb ve erkânı —Tekke adâb erkânına
ait lügat.
Romandaki haliyle Nur Baba tekkesi, ölçüsüzlüğün, dünyevî unsurlara bağlılığın şahsî menfaat endişelerinin tekke adâb ve erkânına ait lügat altında gizlendiği yerdir.
Bu romandaki ikinci mekân Madrit sefiri Eşref Paşa'nm. Nişantaşı’nda bulunan muntazam konağıdır. Bu konakta romanın kadın kahramanı Nigar yaşamaktadır. Ölçüsüzlüğün mekânı tekke ile bu konak arasında sürdürülen hayat tarzı bakımından tam bir zıtlık vardır. Romandaki haliyle tekkeyi içgüdülerin emrinde hareket edilen ölçüsüzlüğün mekânı olarak kabul edersek, bu konağı cemiyet hayatının koyduğu nizamların hüküm sürdüğü bir yer olarak ele almak gerekir. Bunlardan birincisinde his. İkincisinde akıl hâkim unsurdur. Öyleyse konak • tekke karşılaştırmasını şemalaştıralım:
68
l(Tekke)
—Ölçüsüzlük —Ferdî ihtisas ve içgüdü
(Ferdî)
—His
II(Konak)
—Ölçü—Sistemleşmiş
Cemiyet hayatı (Beşeri)
—Akıl
Bu şemadan hareketle denilebilir ki, Nur Baba romanı, ölçüsüzlük ile ölçünün, ferdî olcinla beşerî olanın, his üe aklın çatışmasını ele alan bir eserdir. Ancak böyle bir çatışmanın meydana gelebilmesi için birinci ve ikinci grupta bulunan unsurların karşı karşıya gelmeleri gerekir. îşte üzerinde duracağımız üçüncü mekân bu vazifeyi yüklenmiştir. Bu mekân bir zamanlar İstanbul’un cazibe merkezi olan Safa Efendi’nin yalısıdır.Bu yalı, çevresinde söz. ses ve latif manzaralar, incelmiş bir zevkin hazırladığı muhit için de kaynağını gönülden alan çeşitli hayat tezahürlerine sahne oluyor. Safa Efendi ve onu takip eden kızı Ziba Hanım bu yalıyı sözü edilen hayat tezahürlerinin merkezi, daha değişik bir ifadeyle kaynağını gönülden alan ve incelmiş bir zevkle süslenmiş davranışların mekânı haline getiriyor. Bu yalıda akıl değil gönül hâkimdir. Aklın koyduğu kaideler değil güzel olan her unsuru etrafında görmekten zevk alan gönlün çoşkunluklan bu yalı ve çevresini idare eder. Şimdi bu üç mekâna ait özellikleri şema halinde görelim:
I II(Tekke) (Yalı)
-ölçüsüzlük —Çoşkunluk -Ferdî ihtisas —Güzel olanı sevme ve içgüdü (Ferdi)
-His —Gönül
III(Konak)
—Ölçü—Sistemleşmiş cem iyet
hayaü (Beşeri)- A k ı l
60
Denilebilir ki Nur Baba romanında, zevk ve gönlün mekânı yalının hazırladığı şartlar İçerisinde, incelmiş zevkin kontrolünden çıkmış hissin mekânı tekke ile aklın mekânı konağın mücadelesi nakledilmektedir. Kısacası bu roman zevkte sonsuzluk isteyen gönlün tahriki neticesi tabiatındaki ölçüsüzlükle aklı bir ahtapot gibi saran ve perişan eden, coşkun dalgalanışlan arasında onu güçsüz düşüren, kendisinden geçiren ^ s ve aklın mücadelesini hikâye eder.
Eserde mekân, şahıs kadrosu ve zamanla ilgili her şey bu çatışmaya hizmet eder. Nur Baba ve tekkeye devam edenler ölçüsüzlüğü,Madrit sefiri Eşref Paşa’nın bir nevi temsilesi olan Macit ölçüyü; Ziba Hanım, gönül çoşkunlu- gunu temsil eder. Aklın hâkimiyetindeki ölçünün eline düşmüş olan Nigar, Ziba Hanım aracılığıyla Macit dairesinden Nur Baba çevresine geçer.
Görüldüğü gibi Kiralık Konak romanındaki şahıs kadrosu ile mekân arasındaki ilişki bu romanda da karşımıza çıkmaktadır.
Yakup Kadri’nin üçüncü romanı Hüküm Gecesi'dir. Bu romanla yazar, sosyal hayatı daha geniş bir çerçeve içersinde anlatma yoluna gider. Aile ve tekkeden sonra İttihat ve Terakki Partisi çevresinde, siyasî hayata ait gözlemlerini hikâyeleştirir. Yazarın roman dünyası genişlemektedir. 1927 de yazılan bu romanda 1908 - 1911 yılları arasında cereyan eden siyasî olaylar, bir muhalifin dikkatiyle anlatılmaktadır. Denilebilir ki Yakup Kadri, bu romanla kapalı ve sınırlı mekândan geniş çevreye açılmıştır. Kiralık Ko- nak’ta Naim Efendi’nin konağı, İVur Baba'da tekke olay örgüsünün merkezinde yer almaktaydı. Bu iki çevreyi Yakup Kadri'nin yakından tanıdığı bilinmektedir. O. gazeteci olarak yazı hayatına başlamıştır. II. Meşrutiyet sonrası sosyal ve siyasî hayatımızda gazete toplumumuzun kalp atışlarını en iyi duyan kuruluşların başında gelir. Gazete, siyasî
70
bunalım ve sosyal çalkantıların merkezindedir. Yakup Kadri: Ahmet Samim ve Mahmut Şevket Paşanm öldürülmelerine zemin hazırlayan Siyasi gerilimin içinde yaşamış, îttihat ve Terakki’nin baskısını, muhaliflerinin beceriksiz- hğini, basın hayatının problemlerini yakından müşahede imkânı bulmuştur. Aradan 15 - 16 yıl geçtikten sonra o, bu müşahedelerini değerlendirir. Artık yalnız gazeteci değil romancıdır. Hatıralarını, izlenimlerini eserini kaleme aldığı yıllara ait kültür ve tecrübeye göre değerlendirmesi, hem kendi kendisiyle hem de sözü edilen dönemle hesaplaşması tabiidir. Bütün bunlar Yakup Kadrin'in “ ben"den dışa açılışını göstermesi bakımından önemlidir. “ Ben” sosyal hayata hâkim değer ve tavırlarla, daha yerinde bir ifadeyle kollektif bir şuurla aynileşme yolundadır. Kendi ıztırapla- rını değil sosyal hayatın problem lerini terennüm etmektedir. Ancak Ahmet Kerim bize biraz da Yakup Kad- ri’nin yazılmamış iç biyografisini vermektedir. Bunun roman kurgusunda sebep olduğu zayıflık daha sonra açıklanacaktır.
Siyasî roman hüviyeti taşıyan Hüküm Gecesi’nin kahramanı Ahmet Kerim, Nidâ-yi Millet gazetesinde vazifelidir, Sadâ-yi Millet gazetesi başyazarı Ahmet Samim’in arkadaşıdır. Her ikisi de îttihat ve Terakki karşısında yer alırlar ve bu partinin idaresini tenkit ederler. Ahmet Samim parti tarafından öldürtülür, gazeteler kapatılır. Artık Ahmet Kerim işsizdir. Onu hayata, Samiye’ye karşı duyduğu alaka bağlar. Politikadan nefret eden Ahmet Kerim'i Sami- ye ’nin aşkı meşgul etmektedir. Ancak Samiye’nin ağabe- yisi İttihat ve Terakki üyelerindendir. Ahmet Kerim, Samiye’den aldığı davet mektubu üzerine konağa gider. Samiye’nin ağabeyisi ve yeğenleri, ellerinde silah olmak üzere Ahmet Kerim’in bulunduğu odaya girerler. Samiye araya girerek sevgilisini kurtarır. Bu hadise Ahmet Kerim’i Sa- miye’den soğutur. İttihat ve Terakki aşka bile izin verme-
71
Ktedir. Sarn^y gönderdiği aracıları da kovan Ahmet t e k r a r politikaya atılır, Alemdar Gazetesinde yazı-
ni vavınlar- Samiye pişmanlık duygusundan kurtulmak intihar eder.
pu arada Şevket Paşa öldürülür, Ahmet KerimJu bulunup tutuklanır. Şahidi olduğu ve yaşadığı olay-
1 degerlendir6ripA.hmet Kerim, geceler boyu kendi ken- vle mücad^^ eder. Böyle bir gecenin sabahı saçlarının
^ç ılıbeyaz olduğunu görür. Ziya Gökalp'in araya girmesiyle rridan kurii^^^ Ahmet Kerim, Sinop'a sürgün edilir. Ar-
t K h^y^tla ilişkisi azalmıştır, içkiye teslim olur.
Romandaki duygusal taraf Ahmet Kerim ile Samiye aradaki ilişkide aranmalı. İttihat ve Terakki hem Samiye’- hem de Kerim’in mahfına sebep olmuştur.
0u romanda yalnızca İttihat ve Terakki değil o dönemin sın h a y a t ı ve muhalefeti de tenkit edilmektedir. Hüküm cesi son günlerini yaşayan Osmanlı’nın bozulmuş siyasî rumunu Ahmet Kerim çevresinde gözler önüne serer, cak Yakup Kadri, hatıra ve müşahedelerinden romana itibari (fictif) âlem yaratma konsunda pek başarılı sa-
lamaz O, Kerim vasıtasıyla hatıralarını nakleden, naatlerini imkânı bulan biri durumundadır. Ahmet
t/ rim romaO olmaktan ziyade Yakup Kadri’-1 sözcüsüdij ' kendi hayatını yaşamaz, adeta Yakup Kad-
■ için konuşui"^e hareket eder. Samiye ile ilişkisi, de. Fethi Naci'nin belirttiği gibi, bu kitabı hatıra ve müşahedenin I j ü n y a s m d a n itibârı âleme yükseltemez. Yakup Kadri, ta- ■\\\ çevre ve hadiseden romana geçişte modelsizliğin ge-
[Irdiği zorluKlai'Ia karşı karşıyadır.
Niyazi Akı'nm da belirttiği gibi Kiralık Konak, Nur Ba-jj ve HüküJi Gecesi aynı devri farklı yönlerden ele alan j-ornanlardır. Gecesi, Mahmut Şevket Paşa’nın öl-
n
dürülmesini takip eden aylarda bittiği halde Kiralık Konak ve Nur Baba. Birinci Dünya Savaşı boyunca devam eder. Tarihi hadiseleri hikâyeleştirme yoluna giren Yakup Kadri, Mütareke Dönemi İstanbul’unu Sodom ve Gomore'de anlatmaya çalışır. 1928’de yayınlanan bu roman Hüküm Gecesi’nin devamı durumundadır. Denilebilir ki Hüküm Gecesi. Sodom ve Gomore'yi davet eden bir eserdir. Kiralık Konak ve hatta Nur Baba’da Sodom ve Gomore’yi hazırlayan fikri muhtevanın, daha yerinde bir ifadeyle romana ait çekirdeğin varlığı sezilir. Çözülüş ve çürüme İmparatorluğun merkezi İstanbul’u Sodom ve Gomore’ye benzetecektir.
Yazı hayatının ilk yıllarında Kitab-ı Mukaddes’den gelen bir duyuş tarzıyla mensur şiirler kaleme alan Yakup Kadri, sahnesi olduğu hayat tarzları bakımından İstanbul’u, İncil'de sözü edilen Sodom ve Gomore şehirlerine benzetir. Ürdün’deki bu şehirler, barındırdıkları insanların günahkârlıkları sebebiyle Allah tarafından yerle bir edilir. Hüküm Gecesi'nin kahramanı Ahmet Kerim. İstanbul’u bu şehirlere benzetir. Böylece romanın adı Hüküm Gecesi’nde tespit edilmiştir.
Bir gazeteci dikkatiyle cephe gerisindeki hâli, bir içten çözülüşü gören yazarın bu romanı yazma sebebini Niyazi Akı, haklı olarak şöyle açıklamaktadır: “ Meşrutiyet yıllarının iktidar ve muhalefetini, kısaca, bir devrin idarecilerini anlattıktan sonra, yerli ve yabancı iktidarlar altında alçalan bir şehrin hayatını ele alması yakup Kadri için tabiî bir teşebbüstür. O, mütareke yıllarında İstanbul’da gazetecilik ediyordu. İşgal facialarına bizzat şahittir. İkdam başyazarlığı sırasında kendi yazılan dahi çok defa sansür edilmiştir, duydukları, gördükleri ve maruz kaldıkları yazarın mâneviyatmda altı yıl yattıktan sonra bir roman hâ-
73
ünde doğmuştur. Mütarekeden İstiklâl Savaşı sonuna kadar devam eden Sodom ve Gomore işgal yıllarmda istilâcılarla elbirliği eden saltanatı, memleketin idarî ve siyasî varlığında hiçbir rolü kalmamış felçli bir hükümet merkezini anlatır; romanın bir hususiyeti de işgal kuvvetlerine mensup muhtelif milliyetteki bazı tipleri, mensup oldukları cemiyetlerin mümessili gibi göstermeye çalışmasmdadır.” *
Bu roman Kiralık Konak ve Hüküm Gecesi’nin devamı durumundadır. Kiralık Konak’ın sonlarında Seniha’nın taşındığı apartmanda karşılaştığımız sahne daha geniş bir şekilde anlatılmaktadır. Bu romanda, Hüküm Gecesi‘nde gözler önüne serilen bunalım derecesindeki siyasî tutarsızlığın sosyal hayattaki neticeleri anlatılmakta, Sami Bey çevresinde İmparatorluk başşehrinin sahne olduğu kirli ve haysiyet kırıcı olaylar sergilenmektedir.
Mütareke yıllarında başta menfaat olmak üzere çeşitli endişelerle işgal kuvvetlerine yanaşan, onlarla ilişki kuran insanların iç yüzü ve bunların yaşadığı çevreler dikkatlere sunulmaktadır.
İnci Enginün bu romanda anlatılanları şöyle özetlemektedir: “ Eserin konusu basittir: Birinci Dünya Savaşı sonunda işgal küvetleri İstanbul’u doldururlar. İstanbul'da yerleşmeleri, yaptıkları işler dolayısıyla yabancılara muhtaç olan kişiler, onların kendi ülkelerini işgal eden düşman kuvvetleri olduğu vâkasını farketmeden yabancılara şirin görünmeye çalışırlar. Şehre yerleşen işgal kuvvetleri arasında nüfuz sahibi olanlar İngilizlerdir. İngilizlerin nüfüzu- nu Fransızlar, onları da Amerikalılar takip eder. Türke has değerleri kaybetmiş olanlar, bu yabancıları aralarında paylaşamazlar. Güzel bir kız olan Leylâ da bunlardan biridir.
* N iyazi Akı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu. s. 118 - 119
74
o, İngilizce'si ve güzelliği sayesinde herkesin peşinde dolaştığı bir İngiliz binbaşısını cezbeder. Hayli serbest bir genç kız olan Leylâ akrabasından Necdet’le nişanlıdır. Alman kültürüyle yetişmiş olan Necdet, bir türlü bu çevrede rahat edemez. Nişanlısını sevdiği kadar kıskanır da. O, işgal kuvvetlerini her yerde görür, lokantada, sokakta, tramvayda ve nişanlısının evinde. Onlardan nefret eder. Bir şeyler yapmak ister. Bir taraftan Leylâ’ya karşı beslediği yakıcı aşk. diğer taraftan henüz tam manasiyle şuuruna ermediği millî benliğinin ve gururunun ayaklar altına alınmış olması, onu bir çıkmaza sokar. Türkün kurtuluşu uzakta bir umut gibi parlamaktadır. Fakat içinde yaşadığı çevrenin iğrençliği, ona sahip olması gereken imanı veremez. Ne zaman ki Millî Mücadele başarıya ulaşır, işte o zaıruuı Necdet, kendisinin bulunması gereken yeri idrâk ede: O. işgal altındaki İstanbul’da uyanmaya başlamış, biraz geç de olsa kendi millî şuuruna ermiştir. İşte bu şuura erişten iti baren Necdet, kendisini öteden beri inciten, muzdarip eden aşk acılarından da kurtulur.
Yabancıların çevresinden uzaklaşmasından sonra, kendisinden aşk isteyen Leylâ mânâsını kaybetmiştir. Tıpkı Tanrı’ya imanının mükâfatını, yok edilen şehirin çevresindeki imanlılarla birlikte sağ salim çıkmak suretiyle almış olan Lüt peygamber gibi o da, milletine inanmanın mükâfatına kavuşmuştur. Bu ortak sevinçte imansızlara - en yakınları da olsa- yer yoktur. Lût Peygamber’in karısı nasıl bir tuz heykeli olduysa, Necdet’in sevgilisi Leylâ da artık canlılığını kaybetmiş, bir heykele dönmüştür.
Eserin iki genç arasındaki çok güçlü aşk ve ihtiras etrafın da genişlemesi, yaşanmakta olan millî faciayı aynı zamanda ferdî plana da aktarmaktadır. Eserde gören göz Necdet’in gözüdür.” '
İnci Enginün. Yeni Türk Edebiyatı Araştırm aları, İst. 1983 s. 229 - 230
75
Denilebilir ki bu roman Captain Jackson Reed, Leylâ ve Necdet arasındaki ilişki üzerine kurulmuştur. Reed. işgal kuvvetlerinin; Leylâ. Mütareke yıllarmda İstanbul’da sürdürülen monden hayatm; Necdet, aynı çevrede uyanmakta olan millî şuurun temsilcisi durumundadır. Reed ile Necdet arasındaki çatışma Leylâ çevresinde ortaya çıkar.Bunların hiçbiri yalnız değildir, eserde içinde yaşadıkları sosyal muhitle birlikte tanıtılırlar. Bu bakımdan Leylâ’nın babası Sami Bey’in evi. hertürlü millî değerini kaybetmiş ve işgal kuvvetlerine yaklaşmakla varlığım sürdüren, dünyaya yalnızca maddî ilişkiler açısından bakan çevrelerin insanlarmı temsil etmekle vazifelidir.
Reed ile Necdet arasındaki çatışma, iki ayrı miUî gururun karşılaşması olarak ele alınacak cinstendir. Ancak Necdet. kendi değerinin farkında değil, henüz millî şuuru nefsinde hissetmemiştir. Reed, ırkım iyi ve kötü yönleriyle temsil eden yetiştiği kültüre bağh biridir. Necdet’in millî şuuru idrâki, daha yerinde bir ifadeyle varlık sebebini anlaması için İstanbul’un işgali gerekmektedir.
Reed ve çevresindeki diğer yabancılar, zihinlerinde kendilerince yarattıkları şark efsanesinin büyüsü içinde yaşamak arzusuyla İstanbul’a gelmişlerdir. Asıl gayeleri gizli ve kötü arzularını tatmindir. Marlowe ile ilgili satırlar, işgalci batılı insanın iç yüzünü gözler önüne serer.
Denilebilir ki bu romanla, edebiyatımızda örnek olarak gösterilen batıh insanın bir başka yönü İfade edilmiş, onun kendi içindeki tutarsızlığı gözler önüne serilmiştir.
İnci Enginün bu romanı, haklı olarak şöyle değerlendirmektedir. “Sodom ve Gomore belirli ve çok müstesna bir dönemdeki tecrübelerden akisler taşır. Eser, edebiyatımızda işgal kuvvetleri olarak tezahür eden yabancıların ve onlarla işbirliğine kalkışan, millî varlıklarından kopuk, yerli
76
halkın yergisi sayılabilir. Yakup Kadri kültüründeki bütün batı tesirlerine rağmen, kendi kökünün sağlamlığını farket- tikten sonra, batıyı sadece müstevli olarak görmez. Batı, artık vatanı işgal eden zorba olduğu kadar, ahlâkî çöküşün de, iktisadi çöküşün de müsebbibidir. İstanbul, çökmekte olan medeniyetin başşehridir ve orada batışın geçici parlaklığı vardır, ama bu çürümüş uzvun altında, yepyeni kendi değerlerine sahip fertlerden oluşan m illet canlanmaktadır ve onun sembolü de Ankara’dır.” ’
Kiralık Konak'ta kuşaklar arasındaki çatışmayı hareket noktası alan Yakup Kadri, 1932’de yayınladığı Yaban romanında halk-aydm çatışmasmı ele alır. II. Meşrutiyet'i takip eden yıllardan itibaren, edebiyatımızda şuurlu olarak Anadolu'yu ele alan eserlerle karşılaşmaktayız. I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele yılları aydınımızın dikkatini Anadolu üzerine yöneltmiştir. Cumhuriyet döneminde Ankara’nın başşehir olması bu dikkatin daha değişik bir mahiyet kazanmasına zemin hazırlamıştır. Yeni dönem gücünü Anadolu’dan almakta; gayesini, bu toprakları imâr etmek, bu topraklar üzerinde yaşayan insanlara rahat bir hayat sürdürme imkânı hazırlama şeklinde ifade etmektedir. Millî Mücadele, Anadolu hareketidir. Bütün'bunlar aydınlarımızı ve yazarlarımızı Anadolu ile ilgilenmeye davet eder. Ancak bu ilginin ölçüsü zaman zaman kaçırılır, gerçekle pek bağdaşmayan yazılar ve eserler ortaya çıkar. Anadolu'yu ve Anadolu insanım sevmek başka, onu kendi şartları içinde görmekten kaçmak daha başka bir davranış tarzıdır. Birincisi gerekli, İkincisi aldatıcıdır.
Yakup Kadri’nin Yaban’ı, Anadolu coğrafyası ve insanını, I. Dünya Savaşı sonu ile Sakarya Savaşı'nm kazanılması arasındaki süredeki görünüşü ile ele alan bir romandır.
• A-g.e. s-247
77
Eserin Fransız edebiyatında modelleri vardır; Yakup Kadri, Yaban’ı yazmadan önce, Zola’mn Toprak ve Balzac'- ın Köylüler romanlarını okumuştur. O, 192l ’de Tetkik-1 Mezâlim Heyeti ile Anadolu’yu gezmiştir. Ayrıca gazeteci olarak toplumumuzdaki sosyal çatışmanın kuşaklar ve zümreler arasındaki farklılığın normalden daha geniş ölçüde olduğunu gözlemlemiştir. Gökalp’in Halka Doğru ve Gcir- be Doğru başlıkları altında ifade ettiği düşüncelerinden de yararlandığı açıktır. Bütün bunlar Yaban'm yazılmasını hazırlayan şartlar arasında düşünülmelidir.
Sodom ve Gomore ile Yaban arasında da ilişki vardır. Yaban romanının kahramanı Ahmet Celâl, Sodom ve Gomore olarak nitelendirilen şehirden Anadolu’ya sığınmıştır. O, İstanbul’u Sodom ve Gomore’ye döndüren neslin eğitimi ile yetişmiş. Millî Mücadele’nin heyecanıyla kendini tanıma gayreti içine girmiştir. Sığınacak yer aramaktadır, çaresizdir, yalnızdır. Denilebilir ki Yaban romanı Anadolu köylüsünün hâlini gözler önüne sermeye gayret ettiği kadar aydının yalnızlığım da ifade eder. İstanbul, Sodom ve Gomore’yi hatırlatan lanetlenmiş bir şehirdir; Anadolu köylüsü Millî Mücadele’ye gönül vermiş aydın karşısında duygusuzdur, onu kendinden saymaz. Bu insan nereye gidecektir? Bu sorunun cevabım Yakup Kadri, Ankara'da. verecektir.
Bütün bunları dikkate alarak Yaban romanının işlediği tema üzerinde duralım: Aydın - halk çatışması bu eserin asıl temasıdır. İmparatorluğun son dönemlerinde aydın, kendi özünden ve kaynağından uzaklaşmış “ dışardan gelen maddeler ve unsurlarla yuğrula yuğrula adeta sinaî. adeta kimyevî bir şey hâlini almıştır” . Köylü ise, yüzyıllarca kendi kaderine terkedilmiş olmanın sonucu kendi İçine kapanmış, kalıplaşmış yaşama tarzı içinde değerlerini kaybetmiş, varlığını sürdürmek.için gerekli olan toprağı tek ve değişmez değer hâline getirmiştir. Yalnız korkunun dilini
78
bilmekte: dünyayı, din adına kendisine sunulan cahil hoca ve düzenbaz agalann dikkatiyle algılamaktadır. Millî his, vatan duygusu, ferdî hürriyet gibi üstün de|erlerden ve temizlik, sağlıklı yaşama, giyinme gibi medenî ihtiyaçlardan haberi yoktur. Bu iki unsur aynı milletten olmaları bakımından bir arada bulunmak zorundadır. Ancak anlaşmaları mümkün değildir, çatışma tabiîdir. Millî birlik için bu anlaşmaya ihtiyaç vardır. Yaban romanı, Türk okuyucusuna, böyle bir ihtiyacı edebî türün imkânları ölç üsünde hissettirmektedir.
Bu roman, Ahmet Celâl’in hatıra defteri olarak düzenlenmiştir. Ahmet Celâl kendisini, gözlemlerini ve değerlendirmelerini anlatır. Roman kahramanını Yakup Kadri’nin sözcüsü olarak düşünmek hata olmaz.
Sakarya Savaşı’ndan sonra düşman askerleri çekilir. Köye gelen Tetkik-i Mezâlim Heyeti, yıkıntılar içinde siyahlaşmış insan kemikleri arasında bir defter bulur. Kenan yanmış yırtık bu defter, Ahmet Celâl’in bu civardaki hatıralarını ihtiva etmektedir. Roman. Ahmet Celâl’in bu hatıralarından ibarettir. Bu sebeple olaylar birinci tekil şahıs ağzından nakledilir. Yani eserde kahraman-anlatıcıya has bakış açısıyla olay, insan ve mekân anlatılmaktadır.
Birinci Dünya Savaşı'nda bir kolunu kaybeden ihtiyât zabiti Ahmet Celâl. Sodom ve Gomore’yi hatırlatan İstanbul'da yaşayamıyacağmı anlar. Eski emir eri Mehmet Ali’nin davetine uyarak onun Porsuk Çayı civarındaki köyüne gider. Kendi içine kapanmış, bakımsız ve cehaletin hüküm sürdüğü köyde yalnız kalır. Köylüler ona “ yaban” gözüyle bakarlar. Oysa Ahmet Celâl onlarla dost olmak arzusundadır. O köyde yaşayanların hayata ve kainata bakış tarzları böyle bir dostluğa engeldir. Ahmet Celâl, köylülerin cehalet ile iç içe yürüyen kurnazlıklarını gözlemler. On
79
ların hayatına hâkim olan değerlerin boşluğu karşısında şaşırır. Ahmet Celâl, eski emir erinin kardeşi İsmail’in eşi Emine’ye yakınlık duyar. Bu yakınlık aşka dönüşür. Mehmet A li’nin tekrar askere alınması Ahmet Celâl'i iyice yalnız bırakır. Köy. Millî Mücadele’ye ilgi göstermez. Yunan ordusunun bu köye girmesi, köylülere eziyet etmesi üzerine Ahmet Celâl, Emine’yi bu cehennemden kurtarmak ister. Her ikisi de yaralanırlar. Emine yürüyemez. Ahmet Celâl, bu köyle ilgili hatıralarını yazdığı defteri Emine’ye verir, saklandıkları mezarlıktan uzaklaşır.
Böylece roman, Anadolu köyüne yabancı bir aydının dikkati ile köyde sürdürülen hayatı hikâye etmektedir. Bu aydın, sözü edilen köyde kaldığı zaman içerisinde kendi yabanlığının şuuruna da varır.
Böylece de yalnız köy anlatılmaz, onu ihmâl eden aydını bekleyen tehlike de sezdirilir.
Bu Romanı yalnız başına ele almak okuyucuyu kandırır. Yakup Kadri’yi Anadolu köyünü hicveden bir yazar olarak tanıtır. Onun, daha geniş bir yapının bir parçası, olduğunu gözden uzak tutmamak gerekir, bu geniş yapı Yakup Kadri’nin romanlarının tamamıdır. Kiralık Konak. Nur Baba. Hüküm Gecesi. Sodom ve Gomore. Yaban zaman bakımından ya iç içe girmiştir veya birbirin tamamlarlar. Hepsi birden bütün kuruluşlarıyla çözülmüş, kendi İçinde çürümüş bir toplumun görünüşünü gözler önüne serer. Bu OsmanlI’nın çözülüşünün hikâyesidir; Ycikup Kadri'nin romanlarından birinin adıyla XX. yüzyıl başlarında, Osmanlı İmparatorluğu’nun panoramasıdır.
Yakup Kadri, Yaban 'dan sonra Ankara romanını yazar. (1934) Bu roman, yalnız Yaban’m değil, Yakup Kadri’nin daha önce yazdığı romanların devamı durumundadır. Onlarda gözler önüne serilen problemlere cevap arama gay
80
reti eseri angaje (güdümlü) olmaya zorlar. Bu romanda, îsLanbuI'dan Ankara’ya giden aydm zümrenin Atatürk etrafında Millî Mücadele’ye İştirak etmenin heyecanı ile nasıl bir hüviyet kazandıkları ifade edildikten sonra. Cumhuriyet’in ilânmı takip eden yıllarda ohışan yüksel, sosyete hayatının çıkmazları gözler önüne serilmek istenir; yanlış anlaşılan batılılaşmanın sebep olduğu problemler ortaya konur; bize has değerlerle, batılı zihniyetin sentezine ihtiyaç duyulduğu sezdirilir. Millî Mücadelo’yi yapan insanın yeni hayat tarzını şekillendirmekteki beceriksizliği üzerinde durulur. Romanın son bölümünde Atatürk’ün önderliğinde kurulacak hayat düzeni anlatılmaya çalışılmaktadır.
Yakup Kadri, imparatorluk döneminden millet dönemine geçişte insanımızın uğradığı değişiklikleri sergilerken milletin vücudu için gerekli anlayış ve yaşayış tarzının özelliklerini de ifadeye çalışır. Yaban’daki köyden, İstanbul'u Sodom ve Gomore'ye çeviren şehir hayatından millet dönemine geçiş kolay olmayacaktır. Aslında Yakup Kadri, bu geçişi sağlayacak insan tipini aramaktadır. Bu insan. Hakkı Celis olabilirdi. Ama o, Çanakkale’de şelıit oldu. Yakup Kadri’nin eserlerinde bile bir türlü gelişerm-di. Bu insan. Ahmet Celâl olabilirdi. Ama o, Birinci Dünya Savaşı’nda bir kolunu kaybetti, sığındığı köyde ülkesinin insanı ve şartlarına yabancılığını hissetti. Ankara romanındaki Hakkı Bey ile Murat Bey. memleketi düşman istilasından kurtardıktan sonra kendi geçmişlerine ve yaşama biçimlerine yabancılaştılar. Bu romanın sınırlan içinde Neşet Sabit, olması gerekeni gördü ama hayata hâkim olabilecek gücü bulamadı, kendi düşüncelerine kendisini inandırmakta güçlük çekti.
Böylece Yakup Kadri, romanlarıyla, Atatürk inkılâplarını yerleştirecek ve Türk toplumunu imparatorluk döneminden m illet dönemine taşıyacak elit zümrenin
81
yokluğunu sezdirir. Ankara romanı, bu bakımdan oldukça manalıdır. Yakup Kadri, romanın birinci derecedeki kahramanı Selma Hanım çevresinde İmparatorluğun son zamanlarından Cumhuriyet Dönemi’ne geçişin problemleri üzerinde durur. Bu iki dönem birbirine Millî Mücadele ile bağlanmaktadır.
Ankara romanı, Selma Hanım’m İstanbul’dan Anadolu ortasında kurulan başşehire gelişiyle başlar. Selma Hanım, İstanbul’da yetişmiştir. Tanzimat’tan beri süregelen yaşayış tarzının mahsülüdür. “ Anadolu’ya göre batılıdır” Bu hanım iyi tahsil görmüş, fikrî problemleri kavrayabilecek bir olgunluğa erişmiştir. Ancak o, memleketin içinde bulunduğu sosyal ve siyasî meselelerle ilgilenmeyi düşünmez. Kocası Nazifin memuriyeti sebebiyle Ankara’ya gelmiştir. Ayrıca işgal altındaki İstanbul’dan kurtuluş ümidi, onu bu şehre bağlar. Ama Ankaralılar ona yabancı gözüyle bakarlar. Zaten onun alışmış olduğu yaşama şekli Ankara’da sürdürülen hayata hiç benzemez. İstanbul - Ankara yolculuğu da onu son derece rahatsız etmiştir.
Romanın başlarında böyle bir hanımın dikkati ile Millî Mücadele yıllan Ankara’sı anlatılır. Selma Hanım ile ev sahipleri Ömer Efendi’nin hanımları arasındaki zıtlık denecek ölçüdeki farklılık iki ayrı şehrin sahne olduğu yaşama biçimini gözler önüne sermeye hizmet eder. Tavrı, hareketi, kıyafeti ile Selma Hanım İstanbul’u: Ömer Efendi’nin hanımları ise Ankara’yı temsil eder durumdadır. Ömer Efendi ailesini Anadolu’da özellikle de Ankara’da sürdürülen yerli yaşama biçimini dikkatlere sunan sembol olarak düşünmek romanın mesajım daha iyi kavramamıza yardımcı olur. Bu aile. Sungurlu-zâde adıyla tanınmış, zengin ve itibarlı bir ailedir. Ancak yaşama biçimi, hayat karşısındaki tavrı ile bu aile, Selma Hanım’a göre yoksul denecek tarzda yaşamaktadır. Kısacası Selma Hanım - Nazif
82
Bey ailesi İle ev sahipleri Ömer Efendl’nin ailesi hiç bir bakımdan birbirine benzemez. Bu farklılık, Yaban’daki Porsuk köylüleri ile Ahmet. Celâl arasmdaki farklılığı hatırlatmaktadır. Selma, İstanbul’dan getirdigi eşyalarla evinde İstanbul’u yaşar, Romanın birinci derecedeki bu kadın kahramanı, eşinin eski arkadaşı mebus Murat Beylerle tanıştıktan sonra Ömer Efendi ailesinden farklı bir yaşama biçimiyle karşılaşır. Murat Bey’ in ailesi ölçülüdür, sâde bir hayat sürdürür Bu yaşama biçimi, Ankara’da yeni teşekkül etmekte olan ayrı bir kesimin zevkini ve hayat anlayışını aksettirmektedir. Yakup Kadri, bu üç aile ile Millî Mücadele yılları Ankara’sının sosyal görünşünü gözler önüne sermeye çalışır.
Romanın ilk bölümünde Selma’dan başka, farklı dönemlerde Selma Hanım ile birlikte olacak üç erkekten söz edilir. Bunlardan ilki Nazif tir. Selma İstanbul’dan Ankara’ya Nazif ile evli olduğu için gelmiştir. Her ikisi de Ankara’da İstanbul hasretiyle yaşarlar. Bize Sodom ve Gomore’nin Necdet Bey’ini hatırlatan Nazif Bey, uysaldır. Büyük heyecanların adamı değildir, kendi hâlinde bir hayat sürdürür. İkinci erkek Binbaşı Hakkı Bey, üçüncüsü ise Neşet Sa- bit'tir.
Selma Hanım, Binbaşı Hakkı Bey ile Mebus Murat'ın evinde tanışır. Bu karşılaşma, İstanbul zevkiyle Kuvâ-yi Mil- lîye’nin karşılaşması olarak yorumlanabilecek cinstendir. Hakkı Bey, iradesiyle çevresindekilere hâkimdir. Destanı bir kahramana benzer, Nazif Bey’in zıddına düz bir insan değildir: tavır ve hareketlerindeki Avrupaîlik, batı medeniyetine düşman olmasına engel değildir. Hakkı Bey, hem Avrupa ile hem de koyu mutaasıplarla çarpışmanın zaruretine inanır. Selma Hanım ile Hakkı Bey arasındaki ilişki binicilik dersleriyle başlar, at talimleriyle gelişir. Mustafa Kemal Paşa’nın evini görmesi Selma’da bir değişikliğe sebep olur.
83
Millî Mücadele’yi varlığında hissetmeye başlar. Artık o, yalnız bir ev hanımı değil sosyal bir misyonu olan kadındır. İstanburiu Hanım cephede görev ister. Bu değişme manâlıdır. İstanbul’dan gelen ve Ankara’yı yadırgayan hanımefendiyi Millî Mücadele’nin heyecanı sarmıştır. Yaralı askerlerin yiğitliği, komutanların mahareti onda millî imanın, şuurlu biçimde, uyanmasma sebep olur. O. Ömer Efendi ailesinde Anadolu’da sürdürülen hayatı görmüş, Eskişehir’deki askeri hastanede Millî Mücadele’yi yapan iradeyle karşı karşıya gelmiştir. Artık İstanbullu züppe bir hanımefendi değildir. Böyle bir kadm elbetle İstanbul’u Ankara’da yaşayan Nazif ile uyuşamaz. Istanbul'lu Selma Hanım’dan ayrı bir kadm yaratır. Bu İkincisi millî varlığı nefsinde hissetmektedir. Böylece Yakup Kadri. Selma Hanım adlı kahramanı ile İstanbul'lu münevverin Müîı Mö- cadele’ye has heyecanla değişmesini, millî varlığı nefsinde yaşamaya başlamasını ifade eder. Artık Selma Hanım, Ankara sokaklarından tiksinmez, halktan insanları hor görmez. Ulaştığı millî iman, daha önce mesele hâline getirdiği ayrıntıları görmesine manidir. Zira bu iman onu halk ile kaynaştırmıştır. Selma Hanım, bu imanı ka!t)inde taşımayan Naziften ayrılır.
Bu romanın ikinci bölümünde Selma Hanım, Binbaşı Hakkı Bey iledir. Millî Mücadele'nin “ çehk iradeli” subayı Hakkı Bey, sivil hayatta o hiç sevmediği AvrupalIlar gibi yaşamaya, onlar gibi eğlenmeye heveslenir. Artık ortada Sakarya Savaşı’ndan dönen Miralay Hakkı Bey yoktur: o. bir şirketin idare meclisi başkamdir; ömrü eğlencelerde geçmektedir. Monden bir işadamı olma yolundadır. Selma, bu hayata uyum sağlamakta güçlük çekmez. Ancak ona bu yetmez. Hakkı Bey, sivil kıyafet içinde bir karikatüre dönmüştür. Böylece Yakup Kadri, Millî Mücadele’yi gerçekleş- tirenlerden bazılarının yeni kurulan sosyal hayatta millî tavırlarını sürdüremediklerini, kısacası değişikliğe uymakta
84
zorluk çektiklerini ve hatta kaybolduklarını gözler önüne serer. Yakup Kadri, idare meclisi başkanı ve iş adamı Hakkı Bey ile Cumhuriyet'ten sonra Ankara’da ortaya çıkan bazı insanların ülkenin imkânlarını kendi menfaatleri doğrultusunda kullandıklarını: bunların zevk ve anlayış bakımından da tutarlı olmadıklarını ifade eder. Bu insanlar ananeden uzak, halkın değerlerine kayıtsız, hazmedemedikleri batı kültürü ve anlayışına göre yaşama iddiasıyla komik duruma düşmüştür. Halk ile ilişkisi kesilmiş bu yeni zengin zümresi ile Ankara'da kozmopolit bir yaşama biçimi ortaya çıkar. Romanda Makkı Bey, bu yaşama biçiminin sembolü durumundadır, Söz konusu zevksizlik mimaride, ev döşemesinde, egleııece hayatında da kendisini gösterir. İdalden mahrum bu yeni zevksiz zenginler halktan kopmuştur. Zengin - yoksul farklılığı, anlayış ayrılığı ile beraber yürümeklfdiı.
Romanın üçüncü bölümü \'ukup Kadri'nin hayalî Ankara’sına ayrılmıştır. Bu bölümde Selma Hanım. Neşet Sabit ile evlenir. “ Yakup Kadri'nin fikirlerinin temsilcisi veya sözcüsü Neşet Sabit, hâiz olduğu vasıllarla bu karikatür mekân içinde, Selma Hanım'ı cczbetmeye başlar. O, halkla aralarındaki uçurumun farkındadır. Kendi bulundukları âlem, sunî âlemdir,” * Neşet Safıit. lıalkın sürdürdüğü hayatı daha tabu ve gerçek bulur, O. Millî Mücadele heyecanım Cumhuriyei ten sonra da devam ettiren biridir. Türk inkılâplarının bize has hayat tarzın ı henüz şekillendirmediği düşüncesindedir. Bu henüz tohum halindedir. Hakkı Bey ve Selma Hanım inkılâpların istediği hayat tarzını sürdürmezler. Yani Ankara yapmac'ik ve kozmopolit bir yaşama biçiminin sahnesi durumundadır. Hakkı Bey ve Selma
İnci Enginün. "Ankara Romanında batılılaşma". Yeni Türk Edebiyatı Araştırm aları, İst. 1983. s,220
85
Hanım çevresinde aşırı ferdiyetçi bir yaşama tarzının sürdürüldüğü. Neşet Sabit’in ise cemiyet mistiği olduğu ifade edilir. Böylece yeni Ankara'da mevcut olanla olması gereken karşı karşıya getirilir. Neşet Sabit olması gerekeni temsil etmektedir. O. Millî Mücadele ruhunu hayata hâkim kılmak; bir ihtiyacı karşılayacak yenilikleri benimsemek: batılılaşmaya Türk damgasmı vurmak taraftarıdır. Batılılaşma gaye değil millî bütünlük ve millî devletin vücudu için vasıta olarak kullanılmalıdır. Neşet Sabit, bu düşüncelerle arayış içinde, nefsiyle hesaplaşa hesaplaşa, halkın hayat olaylarına sahne olan yerlerle Ankara'da sürdürülen monden hayata ait çevreler arasında gider gelir. Böylece Mekân bakımından yakınlığa rağmen iki grup arasındaki uzaklık dikkatlere sunulur. Oysa millî devlet, halkla aydın zümrenin belirli prensipler etrafında bütünleşmesi sonucu ortaya çıkacaktır. Yani halka ait olanlar yüksek sosyetenin hayatında incelip gelişecek, bu iki grup arasında diyalog kopmayacak... Böylece değişmeden değil, gerçek gelişmeden söz edilecek. Ama Hakkı Bey ve Murat Bey aileleri gelişmemiş değişmiş: bu insanlar, kukla haline gelmiştir. Bu durumdan, içten içe Selma da şikayetçidir; zaman zaman kendisini aramaktadır. Neşet Sabit ile konuşmaları. bu genç adamın tavır ve hareketleri Selma’nm kendisini bulmasına yardımcı olur. Hakkı Bey’in bir yabancı kadınla ilişkisi onun hem kadınlık gururunu, hem de millî gururunu yaralar. Kocası ile Selma Hanım, artık farklı dünyaların insanıdırlar. Bu durumda ayrılmaları tabiî bir neticedir.
Selma ile birlikte Ankara kendi benliğini bulur. Romanın son bölümü Yakup Kadri’nin hayalî Türkiye’sini Selma Hanım ■ Neşet Bey çevresinde ifadeye aynimıştır. Eserin bu kısmını İnci Enginün şöyle özetleyerek değerlendirmektedir: “ Millî Mücadele devrinin garipliğinden, kimsesizliğinden sonra, onuncu yılda, ecnebiler de, dost ve hayran,
86
Gazi'nin nutkunu dinlemişlerdir. Selma, aradan geçen dört yıla rağmen, onuncu yıldönümü şenliklerini unutamamış- tır. Selma, yaşlandıkça gençleşmektedir. Onda ‘millî irade dinamizması’ . boş yere çırpındaktan sonra, ‘idrakli ve mü- teaddi bir kudret’ haline dönüşmüştür. Ankara, yine Avrupa modeline göre, fakat sıhhatli bir şekilde inşa edilmektedir. Arka sokaklar da ana caddeye açılmakta, opera, tiyatro, müzik, kültür ve spor faaliyetleri yer almaktadır. İzbe ve kovuklar, labirent mahalleler yerlerini derli toplu mahallelere bırakmışlardır.
Okuldan yetişen gençler, iş sahalarını da değiştirmekte ve geliştirmektedirler. Sungurluzâdelerin biri Ankara, biri Avrupa, biri İstanbul üniversitelerinden mezun üç oğulları, modern deri ve maroken mağazaları açmışlardır. Ankara, Selma’nın evidir; tiksinerek hatırladığı karikatür Ankara, belik de. İstanbul’a taşınmıştır.
Yeni kültür faaliyetleri yeni kurumlan getirir. Bu sıhhatli toplulukta yeri olmayan, ‘sonradan görme’, 'yeni zenginler’ Avrupa’ya kaçarlar. Selma, bunlardan Murat Bey ailesine acır. Zira o, ‘hâlis’ bir Türk ailesinin Avrupa’nın herhangi bir kasabasından çekeceği yabancılığı kolaylıkla tahmin edebilmektedir.
Neşet Sabit, sanayileşen Türkiye’de makinenin romanını- yazar. Türkiye’de devletçilik sanayide de hâkimdir, Bunu yazar, Avrupa’daki kapitalizmden üstün bulur. Kadın, artık. cemiyet hayatına tamamiyle karışmıştır, fabrikalarda çalışır.
Neşet Sabit ile Selma'nın on yıllık evlilikleri, aşklarının ateşi tükenmeden devam eder. Bunun sebebi, onların fikri arkadaşlıklarında ve millî ülkülerinde gizlidir. Bu on yıl içinde. Türkiye değişmiştir. Her bölgenin, her şehrin, kendi hususiyetlerine göre yeni bir şekil aldığı görülür.
87
Sanatın, ilmin ve büıün yaşayış tarzının millî vasıflara ve millî menfaatlere göre işlenip düzenlendiği bu yeni Ankara’da, hedefine ulaşmış inkılâbın yeni bir mânâdaki 'Millî Mücadele ruhu’ devam eder.
Bu bölümde, artık ne Nazif, ne de Hakkı Bey ve benzerleri yer alır. Roman. NcşeCle Selma'mn çevresinde döner ve onlar vasıtasıyla, değişen Türkiye anlatılır. Sadece yeni bir tip, inkılâbın getirdiği yep yeni bir genç kız tipi ortaya çıkar. Bu tiyatro sanatçısı ve sporcu Yıldız’dır. O. yerine göre giyinir, spora düşkündür. Onun kıyafeti bile, bir önceki bölümde yer alan, Selma Hanım'ın gündelik kılığı ile tam bir tezat teşkil eder. Yıldız, henüz yirmiiki. yirmiüç yaşlarındadır. Eskiyi hiç bilmez. Bu da. onu yepyeni bir neslin temsilcisi yapar. Neşet, kendi nesli ile bu yeni nesli şöyle mukayese eder: {Bu nesil) ‘artık, derini aramıyor, aldığı istikamet ve her gün biraz daha artan hızı, buna mânidir. Biz, birtakım şakuli insanlardık. Halbuki, bunlar ukfidirler. Kuşlar gibi ufkîdirler. Bunlara, arlık yürüyor denilemez. Uçuyorlar. Kanatla hiç derine gidilir mi? Kanat, daima yükseğe \ e uzağa götüren uzuvdur. Yükseğe, u/aga... Bak. şimdi. Yıldız Hanım çoktan Stadyuma vardı bile, şu dakikada, eg- zersislerini yapıyor ve bur.uia ueçirdiği iki-üç saati hiç aklından geçirmiyor, Hall-'uki biz. şu anda, karşı karşıya geçmişiz, onun nefesini \'a[)makla meş/iüjfız,'
Bu neslin en mühim \ aslj. sjhhaiJi ohjşudur. Gençler maddi ve manevî sıkmııdan, icmbelliktcn uzak ve sıhhatlidirler. Onlar “yeni ku nıt'tlm ’ iîöre teşekkül eden bu ce- mivet içinde" yetişmişlerdir. Bu sıhhatli tipler de kendileri £>ibi sıhhatli insanlarla birleşirler. Nitekim, romanda Yıldız bir kızak şampiyonu ile evlenir.
Anadolu, sadece görünüşü ile değil, fen ve ilim sayesinde İktisadî bakımdan da kalkınmaktadır.
Koman Cumhuriyel'in yirminci yıldönümü şenlikleri ile h'ilcr. St'inia, kırkbeş yaşına gelmiştir. Eski Türk tarihinden mülhem taklar, alegorik âbidelerle donanmış şehir, halkla do{)dc)Iııdur. Gazi’nin nutkunu dinleyenler arasm- da. Neşet ve Selma da vardır, Selma. artık, millî aşkla elek* irikleımıiş bn müstesna havanın içindedir. Zihninde, milletinin tarih boyunca geçirdiği maceralar: gözünün önünde, ulaştıkları hedef ve yarınm kurucuları genç izciler ve öğrenciler bulunmaktadır.” *
Yakup Kadri'nin Bir Sürgün adlı romanı, 1937 yılında, önce Ulus Gazetesi’nde tefrika edilir, daha sonra da kitap hâlinde yayınlanır. Bu roman ve Hep O Şarkı, yazarın daha önce yazdığı eserlere sağlam bir temel arama gayretinin ürünüdür. Yakup Kadri, romanlarının hemen hepsinde aydını problem olarak alır, onun hayat ve halkla ilişkisi üzerinde durur. Bu aydının tabiî muhitine ve şartlarına yabancılığım. yalnızlığını vurgular. Toplumumuzda bu aydın tipi birden bire ortaya çıkmamıştır. Tanzimat sonrası batılılaşma hareketi söz konusu tipin ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır; Bir Sürgün romanının birinci dercedeki kahramanı Doktor Hikmet XIX. yüzyılın sonlarında Türk yüksek sosyetesini oluşturan ailelerden birinin çocuğudur. Dikkatle yetiştirilmek istenmiş Hikmet, çok okuyan ve yabancılarla ilişkide bulunmaktan özel surette zevk alan biridir. Ailesi Sultan Murat taraftarı olarak bilinir. Doktor Hikmet, bu yüzden İzmir’e sürülmüştür. O. İstanbul’da da kalsaydı bir sürgün hayatı yaşamaya mahkûmdu, çünkü okuduğu eserler, ilişkide bulunduğu insanlar ve yetiştirilme tarzıyla Batı'ya. özellikle Paris'e bağlıdır. Onun Paris’e kaçışı. Fethi Naci'nin Türkiye'de Roman ve Toplumsal Değişme adlı kitabında haklı olarak ifade ettiği gibi siyasi ma-
s.224-226
89
hiyette değildir, son derece ferdidir. Kendinden kaçıştır. Avrupa'dan şikayeti de yine Paris'in ve Fransızların kötülüğüne bağlanamaz. O. olayları belli bir anlayışa göre değerlendirmez. Doktor Hikmet’te her şey ferdi fanteziye göre kıymet kazanır. Onun rahat yaşamaktan, entellektüel görünmekten başka büyük bir ideali, bir meselesi yoktur. Doktor Hikmet tipiyle Yakup Kadri geçen asrın sonu bu as- rm başlarında hayatımıza hakimolan aydının karakteristik özelliklerinden bazılarını gözler Önüne sermek ister. O. basit bir hülyanın adamıdır; Paris cennettir. Orada her türlü İnsanî değer vardır. Hürriyet mücadelesi de Paris'te yapılır. Ancak Türkiye’den giden para kesilince bu şehrin çehresi değişir. Bu aydın, hem Türkiye’yi hem de Batı'yı anlayamaz, aslında böyle bir iddiası da yoktur. O. devrin gerçekliğinden uzak, kendi hayalinde yarattığı bir dünyada yaşar. Milliyet endişesi, siyasi mücadelesi bile ferdi fantezinin ötesine geçemez. Sanki her şey şakadır. İşte Bir Sürdün adlı roman böyle bir tipin dramını gözler önüne serer.
Geçen asrın sonlarında Fransız romancılarının eserleri ve onlar çevresindeki sohbetlerle aydınlarımızın bir kısmında gerçekle pek az ilişkisi olan bir batı imajı ortaya çıkar. Bu imajın hemen yanıbaşında zindan Türkiye imajı vardır. Birinden diğerine geçişin tek yolu kaçıştır. Ancak bu insanlar batının değer hükümlerine, cemiyet düzenine göre değil, doğunun hayatı içinde zihinlerinde yarattıkları batı imajına göre yetişmişler. Bu yüzden kaçış huzur getirmeyecektir.
Doktor Hikmet, 1904 yılında tiksindiği İzmir'den Marsilya'ya giden bir gemi ile Fransa'ya kaçar. Marsilya'dan Paris'e geçer. Orada bir yıl kalır, ittihatçılarla tanışır. Onun ittihatçılarla ilişkisi, bu gruptaki insanların da Hikmet gibi olduklarını ifadeye zemin hazırlar. Bunların pek çoğu cem iyet mistiği değildir, ferdi kavgalarını sürdüren
90
insanlardır. Herbiri, biraz, ayrı bir Doktor Hikmet’tir.
Doktor Hikmet, yabancı bir çevrede iş bulmak, dost edinmek zorundadır. Hayalî batı, yerini gerçeğe bırakır. Gerçek serttir. Paris’te yaşamak Hikmet’e son derece zor gelir. Sevdiği kızın ve ailesinin kendisine gösterdikleri yakınlığın ar- kasmda menfaat endişesi vardır. O, aradığını bulamamıştır. Aslında ne aradığı da pek belli değildir.
Hikmet’te hayal ile gerçek çatışır. Türkiye’den gelen para kesilince Hikmet’in maddî durumu bozulur, sevdiği Ar- lette onu terkeder. Bu. bir yıkımdır. Doktor Hikmet vereme yakalanır, dostu Dr. Pionet bütün gayretlerine rağmen hastalığın önüne geçemez.
Bu romanda yer yer Jön Türkler den söz edilnâî -. bunlardan bir kısmının ismi zikredilmiştir. Böylece bir siyasî roman yazılmamış ama bir siyasî grubu meydana getiren bazı insanların özellikleri, edebî türün verdiği imkan ölçüsünde ifade edilmiştir.
Eseri, bütün olarak yukarıda sözünü ettiğimiz batı imajına bağlı Türk aydınının dramı şeklinde düşünmek yerinde olur. Bu aydın hem kendisine yabancı, hem de batıyı gerçek anlamda anlamaktan acizdir. Davranışlarının temelinin ne sağlam bir ideal, ne de millî endişe bulunmaktadır^ Dördüncü baskısına yazdığı “ Bir Sürgün Üzerine" başlıklı yazıda Attila özkırımlı, eseri şöyle değerlendiriyor: “ Görünürde Dr. Hikmet’in dramıdır bu. (...) Temelde bir dönemin, bir dönemde yetişen bir kuşağın öyküsüdür. Koşulları, düşünsel çabalan, arayışları ve eylemleriyle çıkış yolunu bulmaya çalışan, ama yanlış teşhis koyduğu için amaçta da yanılan ve böylece kendini olumsuzlayan bir kuşağın öyküsü.”
Bir Sürgün’den 12 sene sonra Yakup Kadri 1949 yılm-
91
da Panorama'nm birinci cildini yayınlar. Aynı romanın ikinci cildi 1952'de kitap halinde okuyuculara sunulur.
Yazar, Panorama ’da, çeşitli olaylar etrafında Atatürk inkılâpları ve Cumhuriyetle beraber gelen değişik tipleri tanıtmakta, memleketin karşı karşıya bulunduğu bazı problemleri bu tipler çevresinde anlatmaktadır. Bunlar Şapka Kanunu'nun çıkmasından İkinci Dünya Savaşı'na ve Demokrat Parti’nin iktidara gelmesine kadar olan olaylarla birlikte nakledilmektedir.
Romanda, baştan sona kadar, bir çok vaka birbirinden ayrı olarak yürür. Denilebilir ki. bu romanda Cumhuriyet’in ilk yılları Türkiye’sinden çeşitli insan manzaraları ve bu insanlarla birlikte meydana gelen birtakım olaylar edebi türün imkanları ölçüsünde sergilenir. Yazarın dikkat çektiği olaylara aşağıdaki şekildedir:
Şapka Kanunu’nun çıkmasına kendisi için yapılmış çok büyük bir haksızlık addeden Tahincizâde Hacı Emin Efendi. evine kapanır ve bir daha da dışarı çıkmaz. Bu kanun çok zoruna gitmiştir. Ona göre düşmanın memleketi işgalinden bile acıdır. Hacı Emin Efendi’nin oğlu Tahir Bey. vilayetin parti başkamdir. Bu vilayetin mebuslarından ikisi de Halil Ramiz ve Neşet Sabit’tir. Halil Ramiz Atatürkt ilkeleri ve inkilâplanna bağlı, bunlara halka benimsetmek için mücadele veren, önceleri Atatürk'ün sevgisini kazanmış bir Türk aydınıdır. Buna rağmen son zamanlarda “ şe fin etrafım kuşatanlar yüzünden eski itibarını kaybetmiştir. Neşet Sabit ise, gözü bakanlıkta olan ve kendi menfaatleri için ne gerekiyorsa yapan birisidir. Samimi değildir. Halbuki Halil Ramiz, milletvekillerine sağlanan imkanlardan bile tamamiyle yararlanmayı uygun bulmayacak derecede idealisttir. Bu arada vilayette yapılacak olan belediye başkanlığı seçiminde Cumhuriyet’in gerek yaşayış, gerekse fikir bakımından taraftan ve uygulayıcısı Namık Ahmet’i
92
destekleyen Halil Ramiz. böylece parti genel merkezi gözünde biraz daha itibar kaybına uğrar. Çünkü Neşet Sabit ve Tahincizâde ailesi, Namık Ahmet aleyhinde geniş bir kampanya başlatmışlardır. Namık Ahmet belediye başkanlığını kazanınca, genel merkez tarafından seçim iptal edilir. Ayrıca Halil Ramiz’e (...) kasabasında cereyan eden bir olay üzerine bunun tetkiki vazifesi verilir. Bu kasabada Yanyalı Fazlı Bey İsminde bir adam. Ankara’da yüksek mevki sahibi olan akraba ve hemşehrilerinden birinin nüfuzuna dayanarak haksız yere bir çok mal ve mülke el koymuş, bununla da kalmayıp kendisini Parti Başkanlığı’na getirtip halkı her yandan istediği gibi soymaya başlamıştı. Halil Ramiz, bu kasabada gerçekleri, ancak hakarete maruz kalan ve şikâyeti yapan Atikler köylüsünün tutmuş olduğu Avukat Kenan Bey’den öğrenebilir. Fakat Genel Merkez, Halil Ramiz’in hazırlamış olduğu raporu doğru bulmaz. Böylece de Yanyalı Fazlı Bey’in Atikler köylüsüne yapmış olduğu eziyet iki katma çıkar. Bu arada Genel Mer- kez’in hoşuna gitmeyen hareketler yapan Halil Ramiz’in yanında Neşet Sabit'in itibarı artmış, hatta bakanlık bile almıştır. Sonradan bakanlıktan ayrıhnca Demokrat Parti’ nin kurucuları arasına girmiştir.
Romandaki diğer olay örgüsü (...) Banka îdare Meclisi reisi Servet Bey’in ailesi, aile dostları ve Servet Bey’in işi yüzünden ortaya çıkan bazı tipler arasında cereyan eder. Yazar, Servet Bey hakkında şunları söyler: “ ... her vasfından önce soğukkanlılığı ile tanınır. Muhayyilesi dar, refleksleri kıttır. Resmî vazifesinden ve kazanç getirir bazı işlerden başka, herhangi bir hadise veya gaile üzerinde ehemmiyetle durduğu, zihin ve gönül yorduğu, hemen hiç görülmemiştir.” * Böyle bir adam, kızının tecavüze uğraması gibi acı bir olaydan bile fazlaca etkilenmemiştir. Ser
* Panorama, s. 16
93
vet Bey’in kızı Sevim, yazarın deyimiyle hoppadır; sevebileceği delikanlılar, benzemek istediği genç kızlar hep sinema yıldızlarından olmalıdır, en azından onlara benzemelidir. Bir gün, kendisini bir arkadaş toplantısından eve getiren şoför tarafından tecavüze uğrayan Sevim, bu olaydan sonra bunalıma girer. Bu hastalık, İsviçre’deki tatilde Clark Gable’e benzeyen genç delikanlı ile tanışıncaya kadar sürer. Zaten Sevim, daha sonra bu gençle kaçar. Romandaki hemen hemen tek aşk macerası Mühendis Ragıp Bey’in karşılıksız olduğunu bilerek Sevim’e duymuş olduğu aşın ilgidir. Ragıp Bey, maddi yönden de yıprandığı halde, İsviçre'de yaklaşık bir buçuk yıl Servet Bey ailesinin peşinde bir sığıntı gibi dolaşır. Çünkü. Sevim'i sevmektedir. Ayrıca bu romanda Ragıp Bey'le İsviçre'de bulunan değişik milletlere mensup yabancıların sohbetleri esnasında da İkinci Dünya Savaşı ile ilgili çeşitli görüşler ve Türkiye’nin durumu dikkatlere sunulur. Bu arada Müteahhit Sırrı Bey, samimi dostu Servet Bey’in de yüz çevirmesiyle iflas eder, en sonunda da köyüne dönmek zorunda kalır. Sırrı Bey’in vaktiyle yanında çalışmış olanlar, şimdi memleketin sayılı zenginleri arasındadır. Servet Bey’in oğlu Nedim ise bütün kızların hayranlığını kazanacak derecede yakışıklı bir gençtir. Fakat Nedim, kızlarla ilgilenmez, onun tek eğlencesi kumardır. Nedim’in de tıpkı kardeşi Sevim gibi hiçbir fikrî endişesi yoktur. Servet Bey, bir türedi zengindir. Bu adamın en son marifeti de. bir kooperatif işiyle bütün halktan para sızdırarak, yaşlı memur Muavin Niyazi Bey’in bütün feryatlarına rağmen İkinci Dünya Savaşı’nın da çıkmasıyla büyük bir servete kavuşmasıydı. Servet Bey. para için her şeyi yapabilirdi.
Romanda, Hayat ve Mektuplar başlıkları altındaki bölümlerde. felsefe ve edebiyat öğretmeni Ahmet Nazmi ile İzmir’de Dış Ticaret Ofisi Müdürü Cahit Halid arasındaki yazışmalar dikkatlere sunulur. Cahid Halid tam bir idea-
94
listtir. Memleket meseleleri konusunda ise tamamen iyim* serdir. Buna karşılık Ahmet Nazmi, kendi köşesine çekilmiş, kötümser bir gözle memleketin durumunu seyretmektedir. Memleket meseleleri konusunda yazar, bu mektuplarla, kendine has bakış açısını gözler önüne sermektedir diyebiliriz.
Romandaki vaka zincirlerinden bir diğeri şu şekildedir: önceleri zengin bir hayat süren Osman Nuri Bey, gittikçe sefalete doğru sürüklenmektedir. Karısı Seniye Hanım, kızı Selma ve oğlu Fuad ile bir sefaletin eşigindedirler. Fakat bir vezir kızı olan Seniye Hanım, gün görmüş geçirmiş biri olmakla beraber, kocasının bu konuda üzülmemesi için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Osman Nuri Bey. devlet memurluğundaki görevi sona erdirilince evini ve çocuklarını terkeder. .Osman Nuri Bey’in oğlu daha sonraları zorla da olsa Hukuk’u bitirir ve bir gazetede çevirmenlik yapmaya başlar. Bu arada aynı gazetede çalışan Sırplı bir gençle komünizmle ilgili tartışmalara girer, fikir alış-verişinde bulunur. Böylece Sırplı genci komünizmden caydırmaya uğraşır. Fuad, daha sonra polis olduğundan şüphelendiği Turgut adlı birisiyle fikir tartışmalarınâ başlar. Yakup Kadri. bu fikir tartışmaları ile kendi dünya görüşünü dikkatlere sunar denilse hata olmaz. Artık An Gazetesi yazarı olan Fuad’m kızkardeşi Semra ise, zengin, baba parası yiyen Sa- cit adlı birisiyle metres hayatı yaşamaktadır. Bu olay, ken-* dişini ve zaten hasta olan annesini çok üzer. Fuad, işte böyle üzgün olduğu gecelerden birinde daha önce felsefe doçenti iken tanıştığı ve fikir alış-verişinde bulunduğu şimdiki profesör Ahmet Nazmi (Cahid Halid ile mektuplaşan felsefe ve edebiyat öğretmeni) ile yürürken tenha bir yerde karşılaştıkları tarikatçılar tarafından taşlanarak öldürülürler.
Panorama adlı romanda bir de Komiser Hamdi Bey ve çevresindekiler arasında meydana gelen olaylar nakledilir.
95
Evlenmiş olduğu üç kaLrısım da aynı şekilde kundak oyunuyla öldüren Hamdi Bey, dördüncü karısı Nebile’de buna muvaffak olamaz ve tutuklanır. Görünüş itibariyle çok temiz bir insan olan Hamdi Bey, kadınların yalnız ayak tabanından zevk alan sapık birisidir.
Romandaki Pertev vc Ziver ile de İstanbul sokaklarm- daki sefalet anlatılmaya çalışılır. Bu iki çocuğun yaptığı hırsızlıklar, çektikleri sefaletler bir başka hayat tarzını dikkatlere sunmaya zemin hazırlar.
Yakup Kadri’nin bu romanında, ayrıca, “ Yeryüzünü Kaplayan Bir Yas” adlı bölümde Atatürk’ün ölümü ve bu ölümle bütün memleketin matemine dikkat çekilir.
Hâkim bakış açısıyla kaleme alman bu romanda, yazar, bazen bu işi Ahmet Mithat Efendi gibi bir hâle sokmaktan da çekinmez, okuyucu ile sohbete başlar; “ Okurlarımız bu hikâye boyunca Komiser Hamdi Bey’in karısından çok defa ‘genç kız’ diye bahsettiğimizin mutlaka hayretle farkına varmış olacaklardır. Ne yapalım ki, ona hâlâ bir genç kadın diyemiyoruz. Gerçi Nebile, medenî kanuna göre bir genç kadındır ama, fizyolojik bakımdan henüz bu mertebeye ermiş sayılamaz.’ " Bu gibi sohbetlere birkaç yerde daha rastlamak mümkündür.
Bu iki ciltlik romanda Yakup Kadri, Cumhuriyet’in ilânından 1952’ye kadar geçen süre içerisinde. Türk toplu- munun sosyal görünüşünü yansıtmayı gaye edinmiştir. Romanın asıl teması Cumhuriyet Türkiye’sidir. Tipler, bazı temaları dikkatlere sunmaya hizmet eden sembol durumundadır. Onları Türkiye Devleti’nin karşı karşıya bulunduğu problemlerden ayrı düşünemeyiz. Niyazi Akı'nın bu
• Psnorama, s. 237
96
roman hakkındaki şu kanaatleri son derece isabetlidir: ‘ ‘ 1949 ve 1952 yıllarında yazdığı iki ciltlik Panorama 'siyle yeni bir tekniği deneyerek cemiyete, zaman, mekân, şahıs ve entrik bakımından çok daha geniş bir zaviyeden bakar.
Yakup Kadri’nin bu tarzda bir yeni roman konstruksi- yonuna ulaşmasında da Fransız romanından gelen bir edebî nevi görgüsü rol oynar: bu hususu kendisi de itiraf eder. Muharriri, cemiyete yüzünden ziyade kesitinden bakma yolunu gösteren, ona bu çeşit roman mimarisine gidecek kültürü veren eserler arasında Roger Martin du Gard'ın Les Thibault'su İle Jules Romains’in Les Hommes de Bonne Vo- lontesi bulunduğu düşünülebilir.'
Bu romanda Yakup Kadri, seçilmiş insanlar arasındaki ilişkiden ziyade, aym memlekette ve aynı zaman dilimi içerisinde yaşamaları sebebiyle birbirini tamamlayan insanlar üzerinde durur. Böylece de memleketin bazı kesitlerini gözler önüne sermeye çalışır. O. iki ciltlik bu romanıyla Türk inkılâplarının gayesine ulaşmadığını, bu yenilikleri benimseyip geniş kitleye yayacak aydin tipinin yetiştirile- medigini, edebî türün imkanları ölçüsünde, sezdirmeye gayret sarfeder. Diğer romanlarında olduğu gibi bu eserinde de yaşanılan hayattan alınan unsurlarla kitaplardan öğrenilenlerin iç içe girdiği görülmektedir.
Yakup Kadri’nin son romanı Hep O Şarkı adını taşır. Bu romanı Kiralık Konak'tan Panorama'ya kadar birbirini takip eden zaman dizisinde ilk sıraya koyabiliriz. Yakup Kad- ri'nin romanları, konuları bakımmdan sıralanacak olursa, bu zincirin ilk halkasının Hep O Şarkı olması gerekir.
Niyazi Akı. T a k ttp K a d r i K arao8m anoğ;lıt. s. 171
97
Münire’nin doğum tarihi, bu romandaki zaman unsurundan bizi haberdar eder: "Şu gözler üç padişah devri gördü. Dördüncüsünü de yirmi joldan beri yaşamaktaymı. Dört padişah... Anneciğim söylerdi: Ben, rahmetli Sultan Abdül- mecid’in onuncu Cülüs Şenliği gecesi dünyaya gelmişim. (1849) Demek ki, o vefat ettiği ve yerine Abdülâziz Efendimiz tahta çıktığı yıl onbir oniki yaşlarında koskoca bir kızdım.” *
Romanda, anlatıcı durumunda bulunan Münire’nin hayatı bir anda gözünün önünde canlanır. Bu tıpkı daha sonra kaleme alınan Tank Buğra’nın Osmancık romanında Osman Bey’in ölüm döşeğinde gözünün önünde canlanan hayatı gibidir. Demek ki Hep O Şarkı’da, anlatma zamanı ve vaka zincirinin oluşturduğu zaman birbirinden farklı şekillerde karşımıza çıkar. Münire’nin kısa bir anda gözlerinin önüne gelen hayatı, okuyucuyla bimevi sohbet şeklinde dikkatlere sunulur: “Ah, nerede ise size romanımın sonunu açık- layıverecektim. Durun bakalım; oraya varmcaya kadar neler olmadıkı....... Şimdi biraz da kaynanamın nasıl vakit geçirdiğini anlatayım,.....Romanda, yalnızca Münire’nin görebildiği. duyabildiği, aklının ve hayâlinin yetişebildiği şeylerden haberdar olabiliriz. Kahraman anlatıcı bakış açısıyla kaleme alınan bu romanda, her şey, anlatıcının hafızasının akışıyla gözler önüne serilir.
Eserin başında roman yazmak için kaleme sarılmış olan bir kadınla karşılaşırız. Bu kadının yaşamış olduğu bir aşk hikâyesi romanın konusunu teşkil eder: Bir paşa kızı olan Münire, henüz çocuk yaşta beraber büyüdüğü konak kom-
Hep O Şarkı, s.23 Hep O Şarkı, s.58
Hep O Şarkı, s.65
98
şuları Hakkı Paşa'nın oğlu Cemil’i sevmektedir. Çevresinde uçarılığı ve çapkınlığı ile tanınan Cemil de Münire’ye ilgi duyar. Cemil, Münire’yi babasmdan istetir. Ancak Münire’ nin babası, çapkınlığıyla ün yapmış olan en yakın arkadaşının oğlu Cemil’e bu yıizden kızını vermez. Münire, babasının vermiş olduğu kararlara son derece saygılıdır. Münire, daha sonra, Nafi Molla'nm oğlu Rüknettin Bey’in karısı olur, onların konağında yaşamaya başlar. Bu konağa gelen dalkavuklar arasında Zeyrekli Fatma Hanım denilen bir kadın sayesinde Cemil ile tekrar buluşmaya başlar. Bu arada Rüknettin Bey. daha değişik bir söyleşiyle Küçük Molla Bey’in konaktaki bir Habeş kızını hamile bırakması olayı üzerine, Münire, baba evine döner. Babasının konağında Cemil’le işaretleşmeler zevkine, yalıda ise Cemil'in dışarıdan söylediği “ o şarkı”yı duymak saadetine tekrar erer. Burada da Zeyrekli Fatma Hanım’m rolünü, daha sonra Bektaşî olduğunu duyacağımız Şâhende Hanım, yani Mü- nire'nin halası üstlenir. Cemil ile Münire’nin bu yasak beraberlikleri, Cemil’in bir sultan ile evlenmeyi reddetmesi ve bu yüzden Anadolu’ya sürülmesi ile son bulur. Yirmi- beş yıl sonra çökmüş, hayatın çeşitli oyunlarından geçmiş Cemil ile karşılaşan Münire, hayâl kırıklığına uğrar, otuz- beş yıl, belki de daha fazla bir süre yaşamış olduğu aşk sona erer.
Romandaki şahıs kadrosunu meydana getiren fertlerden^ Münire ve Cemil dışındakiler ise, bu aşk hikâyesinin açıklayıcısı olmakla beraber devrin yaşayışını da dikkatlere sunmada önemli rol oynarlar. Devrin eğlence hayatını ve yüksek sosyete yaşayış tarzını sunmada Eşref Paşa ve Pakize Hanım’ın, Münire’nin halası Şâhende Hanım kadar rolü vardır. Münire’nin annesi ile kaynanası arasındaki fark ise iki ayrı kadın zihniyetini dikkatlere sunar. Biri, ailesinin ve çocuğunun saadetini düşünen, ağırbaşlı tam bir hanımefendidir. Diğeri ise, kendisinden alt seviyedeki bohçacı
99
kadınlarla dedikodu etmeyi seven, nezâketten habersiz, yalnız yemek yemekten ve konuşmaktan zevk alan bir kadındır. Bütün bunlar Nafi Molla Konağı çevresinde anlatılır. Ayrıca, bu konak ç evresinde devrin kadınlarmın nasıl yaşadıkları da edebî türün imkânları içersinde anlatılmak istenir.
Münire’nin halası Şâhende Hanım, bize Nur Baba romanındaki Ziba Hanım’ı hatırlatmaktadır. Zira, Şâhende Hanım da Ziba Hanım gibi gönül çoşkuniuğunu. eğlenceyi temsil eder: Bektaşî tekkesinin müdavimi ve gençler ara sındaki gönül ilişkilerinde aracı olmaktan zevk alan birisidir. Cemil Bey’in Boğaziçi’nde kadınlara “ o şarkı” yı söylemesi de Nur Baba’nm Nigar için söylediği şarkılara benzer.
Bu roman, bir aşk hikâyesinden ziyade, bir devrin ya- şayız tarzına ışık tutar. Hep O Şarkı daha sonra yazılmasına rağmen, mekân ile ilgili meselelerde Kiralık Konak'm. şahıs kadrosunun teşkil eden fertler arasındaki ilişkilerle de Nur Baba'nm hazırlayıcısı durumundadır.
Böylece Yakup Kadri, romanda ele aldığı zihniyet farklılığının sebep olduğu çatışmanın, Tanzimat’la birlikte aile ve toplum hayatımızda, ortaya çıktığını ifade eder.
100
YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU'NUN ESERLERİNDEN SEÇMELER
NİRVANA
“ Gece yansı. Belki daha geç bile. İç içe iki yatak odası. Sahneyi teşkil edeni kadına mahsus. Koyu kırmızı abajur- lu bir el lambasıyla nim münevver, öteki, iki kanadı açık kapılarıyla buradaki küçük lambanın ziyasından hemen hiç hissement olamıyor. Kamilen zulmet içinde: Yalnız ayna gibi, lâke karyola ve dolap gibi parlak birtakım eşya dışarıdan akseden hafif ziyaların yardımıyla mevcudiyetlerini hissettirebiliyorlar. Fakat beriki odada her şey kâfi derecede nazarı okşuyor, burası bütün zarafeti, bütün nefaseti, ziyneti, şi’riyle bir kadın -yatak- odası.”
Mihriban —(Yirmi üçlük dilber bir genç kadın. Gecelik haliyle, masasının başında kitap okur. Fakat zihnen pek meşgul, pek dalgm, pek asabî görünür. Gözleri bazen gayr*i muayyen bir noktaya dalıp kalır. Bazen telaşla ayağa kalkar, kapının aralığından dışarmm sükûnunu dinler. Sonra. yerine avdet edip “ Yok, yine gelmeyecek. Yine gelmeyecek, aman ya Rabbi!” tarzında birtakım şeyler söyleyerek dudaklarını kemirir.) (Nagehan bir ayak sadası, kadın dikkatle dinler. îçeriki odanın kapısı açılır. Oldukça büyük bir gürültü ile karanlığın içinde bir gölge dalgalanır. Bu gölge tâ ara kapmm eşiğine yaklaşır. O zaman orada yir mi beşlik, solgun benizli, derin ve yorgun nazarlı bir genç tecessüm eder: Mihriban’ın kocası: Necdet.}
m
IV
Necdet — (Kapının eşiğinde içeriye girip girmemekte mütereddit) Oo!.. Sen bu saatte uyanık?! Lâkin niçin?.. Yoksa yine beni mi bekliyordun?..
Mihriban — Hayır Necdet... seni değil, seni değil, uykuyu bekliyordum.
Necdet — Uykuyu mu?.. Ha... evet... o bazen hiç gelmez, uyku!..
Mihriban — ‘Dudaklarınm istihkara benzeyen acı bir tebessümüyle) Evet!..
Necdet — (Yaklaşarak) Uyku... hasta ruhların, humma içinde yanan, çırpınan ruhların ondan başka nesi var? Uyku, o insanı adileştirir, hayvanlaştırır. Fakat aynı zamanda teselli eder. (Bir koltuğa oturur.)
Mihriban — (Aynanm önünde saçlarmı toplayarak, arkası Necdet'e dönük) Evet!..
Necdet — İşte o bazen bizden o kadar uzaklaşır... bizden o kadar kaçar ki... Uyku!..
Mihriban — (Onu göz ucuyla tetkik eder.) Necdet odana çe* kilsen, artık... Görüyorsun ki. neredeyse sabah olacak!...
Necdet — (Dalgın) Evet!.. Vakit o kadar geç, o kadar geç ki..
Mihriban — O halde?
Necdet — ...
Mihriban — (Kocasının müphemiyet-i etvarmdan şüphelenerek) Necdet! Necdet!.. Baksana!.. (Bakışırlar) Yine içtin!.. Yine içtin değil mi?..
Necdet — (Lakayt) Evet. Mihriban!.. Yine, yine içtim..
Mihriban — (Asabî) Lâkin ben sana kaç defa söyledim. Kaç
102
defa sana bu halde eve gelme, dedim.
Necdet — Hakkm var. Mihriban!.. Fakat bu gece, bu gece yalnız kalmaktan o kadar korktum ki.. (Zevcesinin merlıa- met saçan nazarları altında) Bu gece senden, evimden uzak bulunmak beni o kadar titretti ki... Bütün bu akşam, ben. anasını kaybetmiş bir çocuk melaliyle gezdim, gezdim...
Mihriban — Peki, peki... o halde haydi yat!.. Görüyorsun ki, ben uykusuzluktan ölüyorum.
Necdet — Yok, yok, Mihriban!.. Bu akşam seninle uzun bir mükâleme zemini açmak istiyorum. Bu akşam senin ve benim istikbalimiz hakkında... senin ve benim hayatımız hakkında... bazı şeylere karar vereceğim. İstiyorum ki bu kördüğüm... hayatımız...
Mihriban — (Şakacı, fakat dalgın) Oo!.. Ooİ... Tamam vakti! Hep bunları yarına bıraksak olmaz mı?... Şimdi ne seni dinleyecek... ne sana söz yetiştirecek bir halde değilim...Fakat yarın sen ayıldıktan ve ben de sersemliğimi dağıttıktan sonra...
Necdet — Yarın!.. Oh, bu çok uzak, yann! (Mihriban çoraplarını çıkarır, yatmaya hazırlanır). (Necdet müsterihim) Rica ederim Mihriban.. beni dinle! (Ayağa kalkar ve genç kadmı elinden çekerek yanmdaki koltuğa oturtur.) (Bir müddet) Mihriban ben senin nazarında nasıl bir mahlûkum?..
Mihriban — (Gülerek) îyi!..
Necdet — Hayır Mihriban. Hayır, hiç değil!.. Ben sana çok fenalık ettim. Düşün, senin genç kızlık hülyalarını... semayı bikrü ismetinde yaldız kanatlı zarif bir sürü kelebek gibi uçuşan o hülyalar... Onları kim hırpaladı?.. Onları kim çiğnedi?.. Kim öldürdü düşün, o kelebekler ne oldu? Sevmek ve sevilmek bu senin için yegâne gaye-i hayat idi, değil mi? Bu senin için öyle cennet-iktiran bir sina-yı saadet
103
idi ki... oraya yetişebilmek için sana ne lâzımdı? Dinç ve tuvana, zarif, pûr-sevda iki kol... iki erkek kolu... seni kucaklayıp bir hamlede oraya îsal edecekti, sevecektin ve sevilecektin!
Mihriban — Sevilmek bahsini geç... Fakat sevmediğim, sevmediğim ne malûm!
Necdet — Ya. öyleyse dur!.. Sana bu akşamki kararımı söyleyeyim.
Mihriban — Ne demek istiyorsun. Necdet?..
Necdet — Bu akşamki kararımı, diyorum, Mihriban! Her şeye nihayet vermek için bu akşam böyle bir şeye karar verdim. Bu akşam... Hayır! Söylemeyeceğim!.. (Tagyir-i sada ile) kimi seviyorsun Mihriban?..
Mihriban — (Bir galeyan-ı ismetle) Ah o nasıl sual, o nasıl sual? Necdet!..
Necdet — Demincek söylememiş miydin?..
Mihriban — Neyi?
Necdet —Lâkin Mihriban sevdiğini... ve ben birden bire buna sevinmiştim, oh. demiştim, oh demiştim, artık bana ihtiyacı kalmayacak...
Mihriban— (Helecan ve ıstırapla) Oh. Necdet, Necdet!.. A llah aşkına... (ve hıçkırıkların zapt için robdöşambnnın ya- kasmı kemirir, Necdet ayağa kalkar, asabi dolaşır, dolaşır, odasma gidecek olur, fakat birden döner.)
Necdet — (Garip bir sada ile) Mihriban. Mihriban!.. Korkuyorum.. (Genç kadın ayağa kalkar, telaşla genç adamın yüzüne bakar, o sapsarıdır).
Mihriban ~ Necdet. Necdet, ne oluyorsun?..
104
Necdet — (Sahnenin ortasına kadar ilerleyerek) Korkuyorum.
Mihriban!.. Öyle zannediyorum ki, bu akşam onun gibi olacağım, babam gibi... ben de...
Mihriban — (Kocasının kolunu sarsarak) Yok. Necdet, yok... kendine gel, yetişir... (Onu kanapeye oturtur, yüzüne su serper, eter koklatır.)
Necdet — Ah. hastalık ve ölüm önünde insan birdenbire nasıl alçalıyor... Ben, ben ki -değil mi Mihriban?- düşün, hayata karşı ne kadar kindardım... Böyle olduğu halde bile!..
Mihriban — (Bir valide şefkat ve ihtimamıyla onu okşayarak) Fakat şimdi geçti, geçti artık değil mi?.. Ah bu ispirto, eminim ki hep o...
Necdet — İspirto, evet, o pek fena... o pek adi şey, fakat uyku gibi ispirto teselli eder. Hayatla, hakikat-i hayatla karşı karşıya gelindiği zaman... hayat bütün boşluklarıyla, hiçlikleriyle sizin önünüzde ve siz bu boşluğun karşısında yalnız. Jrapayalnız kaldığınız zaman etrafınızda tutunacak bir şey ararsınız, bir şey... ve ben onu ispirtoda bulurum... Bu bana babamdan geliyor, bu deva... Mihriban!..
Mihriban — Peki, peki anlaşıldı. Fakat o kadar istirahata muhtaç olduğun böyle bir zamanda... artık sussan ve yatsan Necdet...
Necdet — (İşitmiyor gibi sözünde devam eder.) Musikî... Haa bak! Musikî, hayatta o da bir şeydir. Fakat musikî., insanı aldatır. O vefasız bir kadma benzer, Musikî hain ve zalim bir âlihedir. Musikî öyle ellerdir ki sizi bulunduğunuz yerden alır, yükseltir, yükseltir... sizi bir mesti-1 suut içinde uyutarak sema-yı sanatın bütün tabakatmda gezdirir; öyle zannedersiniz ki artık bir daha arza avdet etmeyeceksiniz. o sefil arza... o kadar yükselirsiniz... Fakat o eller, sizi tutan, sizi yükselten eller, musikî elleri sizi birden
105
bırakıverirler o zaman...Mihriban — (Şakacı) O zaman semadan düşüp yerde ağlamak pek hazin olur değil mi? Hazreti Adem gibi!.. Bunların hepsi anlaşıldı, fakat yat artık Necdet!..Nccdet — ... O zaman, siz tekrar sizi yerde bekleyen mela- metlerinize kavuşursunuz... Fakat nasıl? Ne halde?.. O mühlik sükûtun ruhunuzda açtığı cef-i sergerdanî içinde evvelkinden daha zayıf, evvelkinden daha aciz olarak!.. Sonra şiir!.. Şiir, o da musikînin hemşiresidir, o da zalimdir. Şiir öyle sihrâmiz bir altın burgudur ki, sizin beyninizi tatlı tatlı oyar, deler, deşer. Orada öyle mini mini, hurdebi- nî yaldızlı uçurumlar açar ki, onlan doldurmak için...Mihriban — ...Yalnız uyku lâzımdır... Yetişir, diyorum, yetişir artık, Necdet sus!... (Yatağına doğru gider, Necdet kımıldamaz. kendi kendine söylenir g ib i).
Necdet — ...Bütün bir ebediyet kifayet etmez... Hulâsa sanat...bütün akşamında sanat... Oh. ondan nefret ederim...O Mısr-ı kadîmin bir busesini vermek için bir can alan melikesine benzer. Et^t, sanat bir Kleopatra’dır... Ben Kleo- patraların eteği dibinde, zehir şişelerinin arasında ölmek isteyenlerden değilim... Oh, bunlar hep acı ve boş şeyler, bunlar hep acı ve boş...Mihriban — (Yatağına girmek üzereyken döner. Necdet'in yanma yaklaşır, korkak bir çocuk sokulganlığıyla, onun oturduğu koltuğun kenarına ilişir ve yavaşça, ve yavaşça onun boynuna sarılarak, kulağma) Yalnız bir şey unuttun bir şey, Necdet, bütün bu acı boşluklar içinde bir şey var tatlı bir doluluk: Aşk ve buse...
Necdet — (Aynı vaziyette dalgm) Ben, ben sevdiğim zaman bir hayvan gibi manasız olurum, topal, sakat, yaralı bir hayvan gibi... Kamçı ve gem şehvetin elindedir; o vurmaktan ve ben vurulmaktan haz alırız... Yok bu çok adi şey!.. Aşk, aşk hissiyatın, istirahatın en adisi, Mihriban!.. Aşk, kelimelerin en mülevvesi: o, bütün çirkin çıplaklığıyla bizi hırpa
106
layan şehvetten, bu kelimeden daha kirlidir; çünkü Mihriban, aşk demek mürai şevhet demektir. Evet aşk., (durur) baksana, kamus-ı beşerde en ziyade, en ziyade nazarı ürperten, nazarı iğrendiren şey nedir?.. Hodgâmlık!.. Cina- yelleri, sirkatleri, tüyleri ürperten bütün haksızlıkları, ruh-i beşerin mülevvesatını kusan bu şey... işte aşk buıidan da... bundan da sefildir. Mihriban!.. Çünkü o hilekâr bir hodgâm- İlktir... İşte bu çamurdan buse doğar, aşkın piçi buse! Mihriban — Mütehayyir. mütelâşî, korkak hareketlerle ve bazen zaptedilemeyen edat-ı nidalarla, zevcinin bu mafev- kalakıl nutk-ı garibini dinler) Yok ama... yok, hiç de değil. Ne bedbinlik bu!.. Necdet bunları sen mi söylüyorsun?.. Necdet bana bak bakayım... Oh, sen hâlâ sarhoşsun!..
Mensur Şiirlerinden
ERENLERİN BAĞINDAN
I
Yıllar yârlardan, yârlar yıllardan vefasız... Kara baht bir kasırga gibi. Bu ne baş döndürücü iş? Geceler günleri, günler geceleri kovalıyor; cefalar cefaları kolluyor. Saçlarımızda aklar akları alnımızda çizgiler çizgileri doğuruyor. Tevekkül güç, isyan vahim; felek hiç rahmetmeyecek mi? Heyhat, aziz dost, onu döndüren kara bahtın kasırgası...
"Bahçeler bozuldu; yuvalar dağıldı; yollar silindi; cihan viran oldu.” Yaşlı gönül, şimdi böyle diyor; her şeyi kendine eş görüyor. Bu da bâtıl hislerden biri... Cihan ne vakit mamur idi? Bahçelerde ne vakit güller açtı? Ne vakit yuvalarda bülbüller öttü? Yollardan ne vakit yârlar geldi? Umduk. bekledik, düşündük. Hangi şey umduğumuza uygun
107
düştü? Gördüğümüz düşündüğümüze benzedi mi? Gelenler beklediğimize değdi mi? O mesul ve ulvî saatler hangi saatlerdi ki, içinde iken: “ Geçmeî dur” diye haykırdık? Hiçbiri. aziz dost, hiçbiri! Belki hepsini geçsin, gitsin diye bekliyorduk. zira onlar birbirinden çirkin, birbirinden değersiz saatlerdi. Kimi bir damla göz yaşıyle, kimi tekbir “ Eyvah" ile. kimi bir esnemeyle, kimi yalnız sükûtla dolup gitti Onlar. birer birer tekrar gelsin ister misin? Hayır, hayır, hayır: değil mi? Nasıl ki en aziz ölülerin bile döndüğünü istemiyoruz. Ademde ezici ve gaspedici bir kudret var. Hepimiz ona yönelmiş bekliyoruz, ne kadar yaratıcı ve kudretli ruhlar akıbet ona râm oldu. Dünyayı idâm mahkûmlarıyle dolu bir zindana benzeten hâkim doğru düşünmüş. Hepimiz için akıbet o meş’um şafak sökecek. İnan ki şimdiden yola çıkan kafilenin içindeyiz. Biraz ötede si- yasetgâh görünüyor. Bu siyasetgâhta yıllarca süren işkencelerle can veriliyor. Doğduğumuz gün, işte, bunun için ağladıktı. Ve “ Güldüktü de!“ diyeceksin. Evet, o gülüş henüz bıraktığımız cennetin yâdı idi. İlk vatandan o hafif ışık daima yüzümüzde kaldı. Bu hafif ışıktan da mahrum olsaydık, yolumuzun karanlığında, şimdiye dek, kaybolup giderdik: mihnetimiz dayanılmaz bir raddeye varırdı. Şükür Rabbe ki. bunun sayesinde arasıra iyilikle, güzelliği sezer gibi olduk. Bizi çok defa düşmanların tuzağından bu kurtardı; her yol dönümünde gece, onlara pusuda rastgelmez miydik?
Bir akşamüstü, gülerek oynayarak, çalarak, şen bir alay dost gibi, nasıl etrafımızı aldılardı. Bir gün de. hatırında mı? Bize, kırlarda pınar perileri şeklinde göründülerdi. Sen, onlarla el ele koşarak, oynayarak kayboldun, bana, tâ içimden o ışık haber verdi ki, pmar perileri tekin değildir ve durdum. Lâkin bir başka gün, pınar perilerinden daha tehlikeli deniz kızlarının sesine koştum. Yerimize döndüğümüz vakit sen de, ben de solgun ve yorgunduk ve kalbimiz
108
bomboştu ve vücudumuzdaki ter donmuştu. İşte bütün gençliğimiz böyle geçti. Doğduğumuz gün. yüzümüzde gülen ışık söndükçe zâlim tayflar bizi taştan taşa sürük- lüyordu.
Nedense hülyamız bize kâfi gelmedi! Bütün güzellik gibi bütün hakikat de onda değil miydi? Bize aşk için kadm. vecd için bade lâzım mıydı? Biz ki Elest bezminde sevmişler, Elest bezminde mest olmuşlarız. Bu zevahir âlemindeki her fiilimiz o ulvî sarhoşluğu bozmadan başka bir şeye yaramadı. Şimdi kalbimiz boş, başımız doludur. Ağzım ızda zehir, gözlerimizde ateş var, tatsız bir sarhoşluk içindeyiz. Ve artık yolun ortasını geçtik ve saçlarımızda aklar akları ve alınımızda çizgiler çizgileri doğuruyor. Ve ellerimiz, dizlerimiz titriyor ve önümüzdeki ufuklardan l'eria havası esiyor. Söyle gençliğini ne yaptın? Söyle gençliğimi ne yaptım? Bundan sonra hülyalara dalmak artık kabil olmayacak mı? Bu tez ve tatsız seyahatte o kadar çirkin şeyler gördükten sonra söyle, artık o sessiz, şefik, rayihalı ve şel- faf hayaletler bizim ruhumuzu ziyaret etmeyecek mi? O ruh ki barbar bir diyarın mezar taşlarında kazılı şeytan ve canavar resimlerine benzeyen biçimsiz, değersiz, kaba izlerle örtüldü, gitti.
II
Kalbin en aziz mihmanı ne? Safvet değil mi? Vah onu kaybedenlere: onlara artık felâh yok. Sevda ve gençlik beni terk etti; ümitle hülya kâh gelip kâh gidiyor. Lâkin o kaldı. Ey tek vefâlı! Ey mahzun gönlün tek şenliği! Sen bir öksüz hemşirenin ruhumusun?
Gözlerinde yaşlı tebessümler parlıyor: ağzı hayretle yarı açık duruyor: ince, uzun parmaklı beyaz elleri var. Daima bir yasemin dalı tutuyor; giydiği yensiz, yakasız bir beyaz gömlektir. Endamı, Ortaçağ ressamlarının zühdî levhalarındaki göğsü ve karnı düz, bâkir Meryem vücutları gi
109
bi. Ve sanırım, Meryem gibi acısız, ihtilâçsız doğuruyor.
Kaç defa, tâ içimden bana; “ Kardeş, kardeş!’ ' diye seslendi. İşte onu, böyle görür, böyle hissederim. Bana söz söylediği zamanlar kaç yaşımda olduğumu ve neler gördüğümü unuturum; hayatı arızasız, pâk ve aydınlık görürüm. Düşün ki, bana “ sev!” dese, tekrar seveceğim, “ Bekle! Ara! Çalış” dese tekrar bekleyeceğim, tekrar arıyacağım. tekrar çalışacağım.
Lâkin o hiç emretmiyor. Yalnız gülüyor ve ağlıyor. Ve diyor ki;“ Bahçelerde sevdalılar kol kola dolaşıyor. Mabetlerde zahitler dua ediyor. Nur yüzlü hâkimlerle kartal burunlu kahramanlar ardından şarkı söyleyerek bir fecre doğru şen kafileler halinde yürüyor. Şairin hayali hayattan, hayat şairin hayalinden güzeli Kim bilir dünyada daha ne kadar güzel ve iyi şeyler var ki gözlerimiz görmedi, kulaklarımız işitmedi.
Ah. bin gözüm, bin kulağım olsaydı da bin şaheserin lezzetini birden tatsaydım.
Tabiatla insanların ilâhî bir âhenk ve inşirah içinde iyilik ve güzelliği yaratmakla meşgul sanıyor. Gılzet. günah ve felâket ona birer kaza gibi görünüyor ve bunun için bâ- zan ağlıyor. Beyaz gömleğine yerzünden ne bir damla kan. ne bir damla çamur sıçradı. İnsanları sevk eden yegâne kanunun açlık ve şehvet olduğunu öğrenmedi. Bütün şahe- selerin yarım kaldığından haberi yok. İdeal hasretinin ne yürek yakıcı olduğunu hiç bilmedi. Bununla beraber, bütün nebilelerle, bütün kahramanları ve bütün dâhileri o doğuruyor. En güzel şiirlerle en güzel levhaların ve en beyaz mabetlerle en beyaz heykellerin anası odur.
Kabil m i ki onsuz milletleri ka lbden tutuşturan k ıv ı lc ım lar çıksın; kabil m i ki onsuz saadet ve zafer müyesser o lsun?
110
Sabah akşam dua ederim; “ Rabbim, derim; ona kuvvet ver. Ona kuvvet ver ki, nefretle şüpheyi içimden kovsun ve bana yalnız o hâkim olsun.” Ne yazık ki ince ve uzun parmaklı elleri kamçı tutmasını bilmiyor. Hayretle yarı açık ağzına tevbih hiç yakışmıyor. Şecaatin anası iken kavgadan çekiniyor. Kaç defa gülümser gözleri önünde yılan saçlı, uzun tırnaklı çılgın, merhametsiz cinler tepinip haykırdılar da o sustu, göz kapaklarını indirdi ve ağladı.
Aziz dost, aziz dost! onlar daha kuvvetli. Onların keminden kimseler kurtulmadı. Onlar Rabbin sesini taklit ederek nebileri aldattılar; onlar, en dinç kahramanları bir tel saça bağlı yerlerde sürüklediler; şairin kanatlarını onlar yoldular ve âşığın gönlüne şüpheyi onlar koydular. Şehirlere ateş, milletlere sıtma veren onlardır... Zamâneye onlar hükmediyor. Bu şimdiki medeniyet, rasathane gibi yüksek, kirli ve abus evleriyle bu şimdiki ülkeler onların eseri değil mi? Tecrübi ilim denilen şimşek gözlü canavarı onlar doğurmadı mı? Nereye gitmeli? Ne yapmalı? İçimizdeki beyaz gömlekli bâkireye en emin harem neresidir? Hangi köşede yalnız onunla, yalnız onun için yaşamak müyesser olacak?
Heyhat, aziz dost, dünyada hiçbir yer tekin değil. Hayat- çok tehlikeli. Ruha, her yaş başka bir tuzak gibi.
III
Sevda okundan kim masun kaldı? Kimin kalbinde onun yarası yok? İlâhlar bile vuruldu. Zira, onu tutan gözü bağlı bir küçük çocuktur! Dünyanın ortasında duruyor ve hedefini bilmeyerek sağa, sola. öne. arkaya durmadan atıyor. Onu. kimse cezalandıramaz, çünkü masumdur. Kimse gözünden bağı çekemez; çünkü büyülüdür. Zaten fânilere onu görmek nasip olmaz ki... O, kaza ve kader gibi ilâhı bir baba ile şeytânı bir anadan doğdu. Şerrinden kurtulmak ve civarından uzaklaşmak için adaklar, tövbeler, oruçlar dualar. tütsüler ve kurbanlar lâzım. Hepsini yap: aziz dost, hepsini!... En kıymetli malını ada. günlerce diz üstü kal;
111
aylarca oruç tut; gecelen sabahlara kadar dua et; dişinden, tırnağından tütsü yak; etinden kurban ver; tek onun zah- minden halâs olasın!...
Sana derlerse ki, sevda ateşi tatlıdır; inanma! Leylâ ve Mecnun'u hatırla; Juliette’le Romeo'yu hatırla; Abelard’Ia Heloise’i hatırla; hangisinin yüzü güldü? Hangisi bir an; “Oh!” dedi? Hasrette mi safa buldular? Vuslatta mı merama erdiler? Hayır, onlar İçin vuslat hasretten, hasret vuslattan daha acı idi; Mecnun’abiri mezar, öbürü tımarhane oldu. Julliette’çik. yâr koynunda, bülbül öterken ağlıyordu. Romeo zifaf yatağında hançerle zehiri buldu. Yıllarca Abelard Heloise’den, Heloise, Abelard'dan kaçtı.
Sevdada safa umanlar sevdayı bilmeyenlerdir.Saba melikesi yıllarca sevdiği Süleyman’a kavuşmazdan
biraz evvel acı acı neden ağladı? Neden. Pisişe aşkın en mükemmelini tatmışken bir daha sevmem diye ahdetti? Hero sevdalısı Leandro sahili görmesin de denizlerde kaybolsun, diye, karadan elinde tuttuğu meş’aleyi neden söndürdü? Neden Salome, Kenan Peygambere Yahya'nın başını kestirdi. Sevdada safa umanlar bu esrarı bilmiyorlar.
Bırdefa yanan kalbe, dünyanın, en serin suları alevlidir ve zavallı sevdalıya yeryüzünde vatan yoktur, her ev ona zindan, her yurt ona menfadır. Aziz dost, aziz dost, bana inan! Bunu çekmeyen bilmez; cinayet, bunun yanında lekesiz. beyaz bir güvercindir. Cinnet buna nisbetle hikmettir ve ölüm bundan sonra bizim için artık korkunç bir sır değildir. Kaç defa, gülerek yanından geçtik. O bize söyledi. biz ona söyledik. Dedik ki: Pençen şüphenin pençesinden daha mı kuvvetli? İhtilâçların arzunun ihtilâçlarından daha mı sürekli? Hasretten daha mı acısın? Vuslattan daha mı tehlikelisin? Bazı, yâr koynunda denizin boğucu kudretinden daha müthiş bir halet var. Bazı göz göze ballarken eridiğimizi hissederiz, bize hazırladığın son yataktaki eri
112
yiş de böyle bir eriyiş midir?“ Hayır, dedi; o benden daha kuvvetlidir. Ben onun ya
nında mahzun bakışh küçük bir mahlûkum. Ondan ürkenler bana sığınırlar. Kaç sevdalının eli benim başımı okşadı. Kaç sevdalının ateşli dudakları benim dudaklarımda serinlik aradı. Hiç sönmeyen arzu yangını içinden kaç kalb bana “ İmdat!" diye haykırdı, vuslat yatağında benim kucağıma atılanların hadd ü hesabı yok. Trajediyi doğuran ben değilim, odur. Dünyaya ben(öndan sonre geldim."
Evet, aziz dost, sevda ölümden daha zorlu ve ölümden daha yaşlıdır. Adem cennetten kovulduğu için değil, Havva'dan ayrıldım diye ağladı ve ilk kan yere sevda yüzünden aktı. Son damla kan da sevda yüzünden akacak, zaten onun yegâne maksadı kan değil mi? İnsafsız avcı, damarlardan mukaddes mayi damla damla sızdıkça güler, sarhoş olur. Ona hoş görünmek için ya cellat olacaksın, ya kurban... Nedametler, ağlamalar, yalvarmalar, kıvranmalar, kaçmalar, hiç kâr etmeyecek. Ona mutlaka, her dakika ya kendi kanından, ya sevgilinin kanından mükellef olduğun vergiyi ödeyeceksin.
Oklarla oynayan gözü bağlı küçük çocuk! Aman bana bir daha dokunma! Yaşıma hürmet et; hâlime acı! Saçlarım ağardı, alnım buruştu, dizlerim titriyor. Senin seçtiğin kahramanlara hiç benzemiyorum, insaniyet denizi, beni çoktan bir kıyıya attı. İçi boş bir kabuk gibiyim; senin için şerefli bir av sayılamam. Gerçi, bilirim, okunun değdiği yerde, bir cüceden bir dev çıkarırsın: bir kaditten en güzel endamı yaratırsın ve sönmüş gözlere yeniden fer verirsin.Bilirim, ilâhların en mucizelisi sensin. Fakat beni mâzur gör: Ben kendimi ilâhların en merhametlisine vakfettim.
IV
Arasıra, âhiretten haber gelseydi ölüm bu kadar müthiş
113
olmayacaktı. Giden gidiyor, hiç dönmüyor ve gittiği yerden hiç ses çıkmıyor. Dönmesin, kalsın. Fakat bu ağır, bu kesif, bu korkunç sükût neden?
Gidenler, arkalarından ne kadar ağladığımızı, haykırdığımızı, kalbimizde açtıkları derin boşluğu bilmiyorlar mı? Gözleri kapanmadan evvel başı ucunda hıçkırdıklarımız, vücutları soğumadan evvel ellerini sıktıklarımız ve çeneleri sarkmadan evvel dudaklarından öptüklerimiz var; bizi, hepsi de mi unuttu? Orada, dost dostu, kardeş kardeşi düşünemiyorsa, kabil mi ki analar yavrularını, sevdalılar sevgililerini hatırlamasın! Halbuki o kadar analar gitti, o kadar sevdalılar gitti ve hiçbirinden haber gelmedi. Aziz dost, bunda muhakkak dehşetli bir sır var...
İşte, bu dehşetli sır önündedir ki, bütün varlığımız titriyor.
Daha bir yıl evvel, daha bir gün evvel yanıbaşımızda kımıldıyordu, bakıyordu, konuşuyordu, ağlıyordu, gülüyor ve düşünüyordu, birdenbire yok oldu; tamamıyle bir daha dönmemek üzere yok oldu. Buna nasıl ihtimal verilebilir? Bu nasıl akla sığar? Ölenlerin erişilmez, uzak ve müphem bir diyarda hâlâ yaşadıklarım tasavvur etmek bize daha munis, daha İnsanî geliyor. Ne kefen, ne tabut, ne o karanlık çukur, ne kokan ve çürüyen et, ne çözülüp dökülen kemikler, ne kaditlerin bakışı ve gülüşü, uhrevî mıntıkanın eşiğinde gözlerimizle gördüğümüz, ellerimizle dokunduğumuz bütün bu âdem tecellileri bizden o tatlı zehabı silemiyor.
Her yasın ilk günlerinde içim bekleyişle doludur. Mevtanın mutlaka döneceğini zannederim, günlerce kapılarda, pencerelerde beklerim ve sabrım tükenmeye başlayınca gidip taze mezarını açmak ve taze ölüyü çıkarmak ve elinden tutarak yavaş yavaş evine getirmek isterim. Neden
114
sonra ölüm mefhumu tâ içimden bir uzvun kırılışı gibi bende takarrür eder de aczimden ağlamaya başlarım. Yıllardan beri kendileri için bir tek gözyaşı dökmediğim aziz ölüler var: Zira, onları hâlâ bekliyorum. Bir tanesinin yanından daha dün ayrılmış gibiyim. Alm bir küçük mermer parçasına, elleri fildişinden oyulmuş, narin ve nadir bedi- alara benziyordu, incelmiş şekillerle uzanan cesedinde en sağlam maddelerin sertliği vardı ve ağzı gülüyordu. O zamandan beri ölümü, başka türlü, daha uzun ve daha metin bir varlığın başlangıcı sanırım.
Kim bilir, belki de öyledir. Aksini zannetmek Yaradana karşı bir küfür sayılmaz mı? Yaradan deli bir sanatkâr mıdır ki, yıllarca çalışarak yaptığı eserleri bir anda mahvetsin?
Aziz dost, diyelim ki, yarım kalmış, bozulmuş, çirkin ve âdi eserleri neyse... Fakat ruha ibadeti, gönüle cuşişi öğreten vücutlar da çürüyor, içlerinde ezeli şuleden bir şey parlayan gözler de sönüyor. Her gülüşü yeni bir âlemin doğuşu kadar mucizeli ağızlar da kuruyor! Bin çeşit hayata maz- har nebiler: mermere can vermiş, söze ebediyetten raşeler koymuş, dünya içinde başka bir dünya yaratmış sanatkârlar; ateşi, suyu, bahtı, fırtınayı kendine râm etmiş kahramanlar da herhangi bir fâni gibi fena buluyor. Aspasya, Kleopatra, Yuesecia, İzabellâ neden öldü? Ulvî Sokrat, ilâhı Eflâtun, mahzun Senek neden öldü? Dünyadan daha eski Homiros ve onun yavrusu Virjil ve acı, küskün Horatius ve rabbani Dante ve hilikatten daha kuvvetli Mikel Anjelo neden öldü? MakedonyalI kara saçlı genç serdar, çelik bilekli Romalı Sezar, tek gözlü mehip Anibal ve Bizans fatihi kartal burunlu îkinci Mehmed ve Mısır fâtihi yıldırım bakışlı Selim birer dar çukura nasıl sığdılar?
Ey dost, bununla beraber, adlarını saydığım bütün bu büyük ölülerdir ki, çok zaman kalbimden ölüm korkusunu sıyırıyor. Onların gittiği yere gitmekten niçin korkayım?
115
Orası, niçin buradan daha kasvetli, daha elim ve daha korkunç olsun? Bahusus ki. hayata bir kıymet verenlerin hepsi de hayattan el çekti.
V
Şiir sâf ve hayran kalblerin sesidir. Kesif ve sakil unsurlar onunla ülfet edemez. Şeytanî ve süflî duyguları beslemiş hangi insan insanlar arasında şairlik mertebesine erdi? Her ne hâl ise. Âdem oğulları ilk günahtan beri bin türlü çirkin ve iğrenç maceralara rağmen henüz kendilerinde saklı. İlâhi vedialara hürmeti unutmuyorlar ve henüz hatırlıyorlar ki. kendilerine aşkı ve ibadeti öğreten, sözün cevherini de bahşetti ve söze sazı tev’em kıldı idi.Bunun için değil midir ki. şeytanî ve cehennemi unsurların en büyük bir vüs’atle hüküm sürdüğü bu fena devirlerde bile halk âbitlerle şairler zümresini garip, lüzumsuz ve gülünç bulmakla beraber yine saygıdan düşüremiyorlar, fıtrî bir korku. fıtrî bir hürmet onu tutuyor ve bu yüzden henüz âbit mabette ve henüz şair tabiatta güzelliği ve iyiliği devam ettiriyor.
Evet, aziz dost, insanlar hâlâ bin türlü güzel şeyler yaratıyorlar. Lâkin bütün bu güzelliklerde şeytanî bir cazibe ve şeytanî bir füsun var. Kalbe inşirah yerine ihtilâç veriyor. Bestekârın musikîsinde sayıklayan bir humma, hey- keltraşın putunda yoran bir hareket ve mimarın binasında ezen bir azamet var. Zira bu sanatkârlar o İlâhî, o iptidaî safveti kaybettiler. Son şahaserleri ya çiğnenen bir gururun öfkesi, ya çılgın bir nahvetin kaynayışlarını doğuruyor.
Şeytana mahsus olan “ benlik” , o hudutsuz kibir, sanatkârı müttaki ve âbitten ayırdı, mâbedl yapan mabuda inanmıyor, İlâhiyi besteleyenin gönlünde şüpheler hıçkırıyor. Ey dost: şiire de mâsiva karıştı. Eskiden ruha ulvî de rabbani bir sarhoşluk veren bütün o güzel şeyler şimdi kadında süslenme, erkekte hırs ve arzuyu ateşlemekten başka bir şeye yaramıyor.
116
Devrin hâkimleri diyorlar ki, bütün bediî heyecanlarımızın membaı ve hâlikten aldığımız yaratıcı kuvvet cinsiyetimizin cehennemindedir. Aziz dost, bu tüyler ürpertici hakikata inanmak ve bize sunulan kâsenin lezzetini unutmak kabil midir? O kâsenin suyu ki, tatlı ve serindi ve bir erimiş ateşe benzemiyordu. Gönlümüze ebedî gençliği o bahşetti, gönlümüze ebedî saffeti o verdi: bu suyun sarhoş- luğundandır ki, mayamızın çamurdan olduğunu unuttuk ve o demden beri, bizim için ne sevgilinin eti, ne güzelliğin şekli vardır.
Evet, ne sevgilinin eti, ne güzelliğin şekli vardır. Sevgili bir remiz ve güzellik bir sırdır. O güzelliğin visaline ve bu güzelliğin sırrına erenler oradan hayran döndüler ve ne söylediklerini bilmediler, henüz dili açılmamış çocuklar gibi maveraî bir lisanla konuştular.
Ey ezelî sevgilinin hayran aşıkları! En güzel sözler sizin ağzınızdan çıktı ve en coşkun seller sizin bağrınızdan aktı, sizi anlayanlar anladı, anlamayanlar anlamadı ve bundan sonra gelecekler sizi hiç anlamayacaklardır. Zira, her geçen asır bizi sevgilinin dolaştığı bahçeden ve güzelliğin tecellî ettiği aynadan biraz daha uzaklaştırıyor, gözler sönüyor, gönüller körleşiyor. Dünyanın bütün yolları bir gurbet diyarına akıyor. Bu gurbet diyarı çoraktır; onu biz göz yaşlarımızla sulayacağız. Tâ ki, burada da İsa’nın gölgesinde yattığı zeytin ağaçları ve pirimiz Yunus'un yemişinden yediği erik ağaçlan ve nar bahçeleri ve üzüm bağları ve güzel kokulu kekikler ve kızıl yapraklı defneler ve sular üstüne eğilmiş söğütler hâsıl olsun... Ve tâ ki, kederden dili tutulan şairin kalbine biraz ferah gelsin.
117
Hikâyelerinden
B ir Serencam *dan Y A L N IZ K A L M A K KORKUSU
Dostlarının ısrarlarına, ricalarına rağmen. Macit gitmekte inat etti:
“ Kabil değil!” diyordu. “ Sizinle ancak yirmi dakika daha bulunabilirim. Fakat bütün bir geceyi birlikte geçirmek!.. İşte bu yapamayacağım bir şey., elimde değil, bilirsiniz ki ona, Ernestine’e tabiim. Gaybubetim onu çıl- tırdır ve sonra fferda' benim için bir cehennem olur. -Âciz ve miskin ilâve ediyordu- Ne yapayım?.. Kızcağız biraz hırçın ve asabidir!..”
Ev sahibi ve Macit’in en eski dostu Şevket, dudaklarını haşin bir tebessüm-ü istihza ile burkarak:
“ Kızcağız, kızcağız!..” diye söylendi” “ ve ne kızcağız Ya- rabbim? Ne kahrı çekilecek kızcağız!..”
Sonra ötekilere dönerek:“ Bari görseniz şu kadını” dedi “ beyi böyle (esir-i hüsn-ü
füsunu eden âfet-i cihanı!** . Beyi böyle iki seneden beri, iki büyük, uzun seneden beri, eteklerine yapıştırıp sürükleyen şu hırçın ve asabi kızcağızı!.. Durgun, yosunlu sulara benziyen gözleri, yumurta şeklindeki burnu, sonra mühip ve sakil” ' ağzıyla...”
Macit biraz muğber, biraz şakacı onun sözünü kesti: “ Zemde**” çok mübalâğa... Yeter artık!” dedi.
• Yarın, gelecek.Güzellik ve büyüsünün tutsağı kılan dilberi.Korkunç ve çirkin,
•••• Kötülemede;
118
Bu söz Şevket için yeni bir parlama vesilesi oldu ve her zaman böyle âdi bir kadm meselesinden yaralanan dostluğunun bütün isyanile Macit’e döndü:
“ Yalan mı söylüyorum?..” dedi “ şendeki gençliğe, taravete, servete mukabil bu kadm sana ne verdi acaba?... Hüsün namma, letafet ve nisviyet* namma bu kadmda sen ne buldun acaba?..”
Öteki cevap vermiyor, pencereden denize bakıyordu. O devam etti:
“ Avrupa’dan ilk geldiğin gün” dedi “ onu ilk kolunda gördüğüm gün sana bütün fikrimi bir kelime ile anlatmış ve sen de bu fikrimi kabul etmiştin. Sana bu ucubeyi nereden buldun? demiştim: hatırlıyor musun? O zaman sen de aynı kelimeyi tekrar etmiştin: ‘Evet, ucube, cidden ucube?' demiştin. Demek sen de onu şayan-ı arzu, belki, hattâ şayan-ı heves bulmuyordun, sen de onun ne olduğunu biliyordun... O halde, anlat bana rica ederim, seni bu kadına bağlayan hangi çılgın, hangi aptal rabıtadır! Bütün ezalar, cefalar, bütün sefaletler önünde senin böyle muti, âciz boyun eğmene sebep nedir? Bu manasız sebep nedir? Bunu bize anlat, bunu bize izah et!.. İnsandaki akıl, insandaki mantık namına... Rica ederim.”
Şimdi odadakilerin hepsini de aynı merak istilâ etmişti. Hüseyin Nami:
“ Sahi Macit” . dedi “ bu muammayı, bu ruh muammasını bize hallet! Niçin bu kadından ayrılamıyorsun? ’
Boğaziçi’nin Anadolu sahilinde, beyaz, zarif bir yalınm denize nazır bir odasında dört genç idiler. Esmer bir tüle bürünen pembe bir gurup zamanı idi. Aşağıda denizin musikîsi ve tâ uzakta renklerin raksı vardı. Bünlar serin bir akşam rüzgârına karşı pencerelerini açmışlar ve ateşin bir yaz gününün bakiye-i rahavetile yorgun, tembel, kanape- lere, şezlonglara uzanmışlardı. Hepsinin dudakları üzerinde
Kadınlık.
119
aynı sualler dolaşıyordu:"Niçin? Neden? Bu kadında ne var?”Macit, saate baktı.
‘ ‘Daha yirmi dakika vaktim var. bunu size anlatayım” dedi “ vakıa size pek karanlık şeylerden, ruhun gecelerinden, ruhun birtakım isim verilemez hastalıklarından bahsedeceğim. Fakat, ne zarar, madem ki ısrar ediyorsunuz: mademki bu kadar mütecessissiniz, dinleyin!...”
Ve onlara ruhunun garip, esrarâmiz bir yarasını açtı: ‘ ‘Benim hayatımda iki meş’um gün vardır” diye başla
dı “ biri validemin öldüğü, diğeri de Avrupa’ya gittiğim gün... Birincisi pek çocukluğuma ait olduğu için bende ihtimal büyük bir tesir bırakmadı. Avrupa’ya gittiğim gün!.. Ah bilseniz Paris’in pürhayat ve pürvelvele* caddelerinden, Paris’in münevver, beyaz elektrikli gecelerinden bende ne muzlim, •• ne elim bir hatıra kaldı!...
‘ ‘Avrupa hakkında bu suretle beyan-ı mahsüsat edişim şüphesiz size biraz gayri tabiî gelir.. Hele size —orada bazı gençleri harap ve muzmahil eden” * — müzayekalar- dan ■ * * * , emraZ'i maddiyeden * * ’ ‘ * daima uzak kaldığımı ve zevkim, eğlencem, her türlü esbab-ı istirahatı....... temin için elimde, kâfi dereceden param bulunduğunu söylersem hayretiniz tezaut eder ......... , büsbütün şaşınrsı-
• Hayat dolu ve gürültülü,•* Karanlık:
* • • Yıkan ve çökerten, perişan eden;
• • • • Geçim sıkıntılarından;
• * • • • Maddi hastalıklardan:'• • • • • Rahatlık, rahatlama sebeplerini
Artar:
120
nız ve dersiniz ki; ‘Niçin budala, niçin Paris insanda elim bir hatıra bıraksın?..
“ İşte bu müstehzi suali, şimdiden gözlerinizde okuyorum; bu sual şimdiden dudaklarınız üstünde titriyor. Fakat onu telâffuz etmeyiniz! O suali bana böyle mütebessim ve istihfafkâr sormayınız, rica ederim.Zira bu benim o za* manki ıstıraplarımla bir nevi istihza olacak ve ben buna tahammül edemiyeceğim. Çünkü ben istirahatımı, ruhumun sızılarını, benliğimin yararlarını her ne olursa olsun muhterem tutarım, istemem ki onlara dokunulsun, onlarla eğlenilsin! İstemem ki onlar bir alay mevzuu olsun!”
Bu sözleri o kadar derin bir teessürle söyledi ki ötekilerin dudaklarında hande olmak istiyen tebessümler birer lerze-i elemle' dağıldı. Ve Şevket sesinin bütün saffet ve samimiyetiyle:
"Söyle Macit! devam et Macit! Seni dinliyoruz,” dedi. Ve Mac it devam etti:
“ Beni şu Avrupa seyahatine sevkeden esbabın fecaati zaten sizce malûm. Buradan nasıl çıktığımı, ne tehlikeler göze aldığımı, ne uçurumlar atladığımı da şüphesiz bilirsiniz. Bindiğim vapur mühip bir deniz hayvanı gibi Marmara* nın mavi sularında girdaba benzer izler bırakarak İstanbul- dan uzaklaşırken ben kamaranın penceresinden önümde gittikçe sislenen, gittikçe silik bir levha halini alan ve bazı yerleri küçülerek kaybolan kubbelerle, minarelere bakarak yetim bir çocuk melaliyle ağlıyordum.
Birer elem titreyişiyle.
121
“ Bütün bunlar, bu sislenen, bu gittikçe silik bir levha halini alan ve bazı yerleri küçülerek kaybolan şeyler, bu önümde kaçan, bu önümde uzaklaşan ve bir şüphe-i rü- yetle * artık kesif bir bulut haline giren kütle-i müphem benim bütün bir mazim, benim bütün bir benliğim idi; benim bana ait neyim varsa hepsi, hepsi orada medfundu:*' Evim, dostlarım, sevdiklerim... Hepsi... Ve ben uzaklaşıyordum. sizi temin ederim ki o gün bana bir adem” ’ hissi geldi, etrafımda bir boşluk açıldı: Derin, siyah bir boşluk... Ve ben bundan tecerrüt edemedim. Bu boşluk Avrupa’da Paris’te daha ziyade derinleşerek vahim ve müellim,'*** Er- nestine’e rastgeldigim geceye kadar beni bırakmadı.
“ Fakat zannetmeyiniz ki bu sadece bir gurbet ve iftirak” "* melaliydi...”
“ Hayır, emin olun! Eğer böyle olsaydı, ondan size hiç bahsetmezdim. Ben her şeyde olduğu gibi insanlarınevca.......ve istirahatında da bir asalet, bir necabet,'***“ *bir başkahk, bir mümtaziyet*'” ” ” ararım. Halbuki bu gurbet ve iftirak hissi, bu o kadar âdi bir şeydir ve o kadar umumidir ki. onu sahibinden ayrılan bir köpek bile duyar: Kalp burkulur, gözler yaşarır: hatırınıza evinizin bir köşe-
7* Görülen bir şüpheyle:
* * Gömülüydü:
* * * Yokluk;
* ’ * * Üzücü.:* * * * * Ayrılık;
» . . * < * Acılarında;
* * * * * • * Soy temizliği:
* • * * * * • • Seçkinlik:
122
si, artık hiç göremiyeceğiniz harim' bir köşesi gelir, odanızın her vakit içine gömülüp cıgaranızı içmek mutadınız olan bir koltuğunu, sevdiklerinizin bir tebessümünü, bir sözünü, dostane bakışını,bir giryesini’ *. bir el sıkmasını hatırlarsınız ve ağlarsınız, dersiniz ki: ‘Onları artık hiç. hiç görmiyecegim, onlardan pek uzağım!’ ve bunu düşündükçe mevcudiyetinizi acı bir daüssıla kaplar, ruhunuzu tekrar oraya dönmek, tekrar maziye avdet etmek ihtiyacı tırmalar ve siz bulunduğunuz yerde aczinizden, yeisinizden tepinerek, artık her biri sizin için ayrı birer zehir kat- resi olan hatıratmızla, hatıratınızın zehriyle yaşamaya baş- larsmız. Halbuki, ben, bunların hiçbirini duymadım: ne kalbim burkuldu, ne gözlerim yaşardı, ne hatırıma evim, kütüphanemin koltuğu, dostlarımın siması geldi. Hayır, hiçbiri... Ruhumu daüssılaya, hasrete, iftiraka benzer hiçbir şey tırmalamadı, hiç bir şey... Beni tırmalayan, benim mevcudiyet-i maneviyemi* * * istilâ eden, başımı döndüren, gözlerimi karartan bir şey vardı: Bir adem hissi, bir boşluk vardı. Öyle bir boşluk vehmi, bir adem vehmi ki, beni tâ delilik hududuna, tâ o geceye sürüklüyordu.
“ Marsilya’ya ve daha sonra Paris’e vâsıl olduğum zaman bu his —bu hastalık, bu humma, bu cinnet ne derseniz deyiniz— daha korkunç, daha derin, daha mühlik’ *” bir hal aldı: Büyükşehir önümde bir uçurum gibi açıldı. Başım dönüyor ve ben beni kaybediyordum. Bir şahıs —O kimdi bilmiyorum?— Eşyalarımı aldı, beni bir arabaya tıktı, birçok yürüdük, birçok büyük, büyük caddeler geçtik: etrafı
* Başkalarına kapalı;* * Gözyaşını.
* * * Manevi varlığım ı:• • * * öldürücü;
123
mızda birçok halk, otomobiller, elektrikli tramvaylar, otobüsler vardı. Birçok gürültüler işitiyordum. Sonra büyük bir binamn, bir otelin mermer merdivenlerini çıktım ve kendimi pencerelerinin kanatları kapanmış, yayrı karanlık bir odanın esmerliklerinde buldum.”
“ İçeriye şişman bir kadın hayali girdi. Pencerelerin perdelerini açtı ve odaya solgun bir sonbahar güneşi döküldü. Bu ziyanm odaya duhuliye* beraber ilk gördüğüm şey bir elbise dolabınm aynasındaki hayalim oldu. Ondan korktum ve başımı çevirdim. Ohdan ne için korktum? Ondan ne için başımı çevirdim? Bilmiyorum. Kadın bana zannedersem bir şey isteyip istemediğimi soruyordu: ‘Hayır, dedim hayır, beni yalnız bırakın!’
“ Ben kimdim? Burası neresiydi? Odada yapayalnız, bu garip ruh muammasının halliyle meşguldüm. Mevcudiyetim, o zamana kadar bence kâmilen meçhil, meşkûk** birtakım varlıklarla muhattı. Rüya içinde rüya görüyor gibiydim. Biraz hakikate rücu için gözümün önünden sönük, silik birer sinematograf levhaları gibi sür’atle geçen bu bilmem ne kadar zamanlık silik meşhudatı*" hayalen tekrar yaşıyordum. Bu, evvelâ, gayet kalabalık, gayet gürültülü, gözleri, kulakları, dimağı yumruklayan bir gümrüktü. Sonra yıldırım gibi bir tren; mühip bir gar, daha sonra, muhteşem, müzeyyen, yüksek birtakım binalar, geniş, temiz, şaşaadar"" caddeler... Oturan, kalkan, koşan,bağıran bir sürü halk... Ebkem...... bir insan uğultusu,mermer merdivenli, beyaz bir otel, temiz bir yatak odası... Şurada bir lavabo, burada bir etajer, köşede bir dolap tâ orada bir yatak, bir şezlong, bir kanape, ortada bir masa... Ve bütün bu eşya arasında bana şefik bir aşina nazarıyla bakan çantalarım... Ve en sonra müelevver*****' bir masa ba-
• Girişimiyle, * * kuşkulu; * * * Gözle görülen şeyleri: * * * * Parlak, gör
kemli; • • • • • Dilsiz; Yuvarlak;
124
şında maroken bir iskemle üzerinde raşedar elleri arasmda yanan bir baş tutan zayıf, solgun bir genç... Burası nere- siydi? Bu genç kimdi? Bilmiyordum, hâlâ bilmiyordum, bütün bu şeyler o kadar hayalî, o kadar görge, o kadar rüyaydı ki kendimi hâlâ, orada, Bakırköyü’ndeki evimde, kütüphanemin bir köşesinde sayıklıyor sanıyordum. Varlığımdan, sıhhat-i mevcudiyetimden* emin olmak için başımı tutuyor, göğsüme dokunuyor, kalbimi dinliyordum; sonra beni benden ayıran bütün bu yabancılıklardan kurtulmak, kendiliğime avdet etmek, belki biraz nefes almak, belki biraz güneş görmek için pencereye yaklaşıyor, semaya bakıyordum: Orada, nazarımın tevakkuf ettiği her noktada bir boşluk açılıyor ve aşağıda, yerde, büyük şehir uçurum- laşıyordu.
“ Garip bir sevk-i tab iî" ile seyahat elbiselerimi çıkarmağa başladım. ‘Garip bir sevk-i tabiî’ diyorum, çünkü ben artık evza ve harekâtımın"* âmiri, e f alimin n âzım ı"" değildim. Lâvaboya yaklaştım, ellerimi ve yüzümü yıkamak istiyordum. Birden gözlerim yine tâ önümdeki aynaya ilişti. Aynada hayalim bana bakıyordu ve ben bana diyordum ki: ‘Macit! Sen burada, Paris'te bu büyük şehrin bir otelinde, bu otelin bir aynasındasın!’ ve gülüyordum, ve sonra, bu gülüşte bir deli sesi bularak kendimden korkuyordum. Tuvaletimi nasıl bitirdim, nasıl giyindim bilmiyorum. Hemen odadan dışarı fırlamak, başka insan sesi İşitmek, başka insan yüzü görmek, biraz kendimden uzaklaşmak istiyordum: yemek dedim. Beni büyükçe bir sofra odasınagötürdüler. Orada, uzun, müstevi..... bir masanın tâ uçtarafında iki ihtiyar karı-koca, ortasında matruş.......şişman biradam, şüphesiz bir İngiliz, ve onun karşısında, gayet zayıf, mevtaî........ bir genç kız oturuyor ve hepsi
* Vücudumun sağlığından. * * içgüdüyle: * * * Davranış ve hareketle
rimin; • • • • Eylem lerim in düzenleyicisi: * • * * • Düz; * ......... Tıraşlı;
* • • • • • * Ölü gibi.
125
yemeğe muntazır görünüyordu. Hepsi de benim anladığım lisanlarla görüşüyorlardı, ve ben bütün bu simalar karşısında yine ebediyen yalnız, yine müthiş bir surette kendi kendime kalarak harap oluyordum. Çatal, bıçak tutmak, tabağıma yemek koymak için öteye beriye hareket eden ellerim. titrek ellerim: onları tanıyamıyordum.”
“ Diyordum kİ: Bu eller benim değildir! Niçin, onları ta- nıyamıyordum? Niçin ‘bu eller benim değildir* diyordum? Bilmem. Bunu bana sormayın!...”“ Yemekten sonra beni otele getiren adamla gezmeğe çıktık. Akşama kadar dolaştık, tâ geceye kadar, tâ sema kara- rıncaya kadar... Fakat otele avdetimde bütün bu gezdiğim ve gördüğüm şeylerden benim dimağımda sadece siyah bir- bulut kümesi kalmıştı... Etrafımdaki boşluk saatten saate, dakikadan dakikaya derinleşiyor, derinleşiyordu.
“ Gece, bu hal daha cinnetâver* oldu. Bu boşluğun vahşetine, o zulmetin dehşeti inzimam etti" ve ben yalnızlığımı o buhranâlut vahdeti"' ölüme daha yakın bir halde duydum: Odamdan, odamın duvarlarından, eşyalarından korkuyordum. Yatağımdan, bilhassa, ondan korkuyordum. Her şey bana isimsiz ve şüpheâver’ "'geliyordu. Tâ sabaha kadar penceremin önünde oturdum. Kalbim çarparak, beynimin içinde bir burgu çevrilerek, şakaklarım atarak tâ sabaha kadar semaya baktım: büyük şehrin gittikçe sönen velvelesini dinledim.”
“ Bu meçhul, bu ebkem velvelenin yahut şu karanlık odanın içinden bir ses, tanıdığım bir ses ismimi söyleyiverse; sadece: ‘Macit!..’ diye bağınverse, birden kendiliğime avdet edecek ve varlığımdan emin olacaktım ve birden bu etrafımdaki boşluk dağılacaktı. Halbuki bu ses gelmiyordu,
• Delilik verici:* * Katıldı;
* • * Buhranlı tekliği, yalmzlgi:• * • * kuşkulu:
126
karanlık sakit idi. Naümit, o kelimeyi, ben, kendi kendime tekrara başlıyordum, kendi kendime: ‘Macit! Macit!' diye sesleniyordum ve kendi sesim bana yabancı, korkunç geliyor, bana herasâlut’ raşeler veriyordu.
“ Sabahleyin bu kelimeyi, bu rehaâver” kelimeyi odama giren şişman bir kadının dudaklarında arıyordum.
Halbuki kadın bana sadece ‘mösyö!’ diye hitap ediyordu. sadece ‘mösyö!..’ Ve ben bu ‘mösyöl’de kendim için büyük bir fecaat buluyordum. Yavaş, yavaş daha ne oldu bilir misiniz? Yavaş yavaş bu yalnızlık korkusuna bir de deli olmak endişesi inzimam etti. Oda hizmetçisinden tutun da otelin bütün garsonlarından misafirlerine kadar herkes sanki bana garip bir nazar-ı taaccüple'” bakıyordu, sanki hepsinin dudaklarında bir hande-i haşyet'**' dolaşıyordu. Ben bütün bunlardan kaçıyor, odama çekiliyor ve muttasıl ve mütemadiyen eter, valaryant içiyor, yüzümü, başımı soğuk su ile yıkıyorum.”
“ İşte böylece üç gün, geceleri zulmetin ağır örtüsü altında bunalarak, gündüzleri ziyadan rahatsız olarak, üç gün, cehennemi bir ömür yaşadım.”
“ Bir gece yine odamda uyuyamadığım, yine yalnızlıkla, boşlukla, cinnetle didiştiğim bir gece, uzakta, bilmem hangi saat gece yarısını çalarken ben gittikçe artan bir buhran ile çılgın, dışarıya, sokağa koşmuştum. Başıboş yaralı bir hayvan gibi sersem ve serseri birçok caddelere girip, çıkıyor ve lalettayin ve gayesiz, maksatsız sürüklenircesine yürüyordum. Bazan önümde mehtaplı sema kadar lâmia- dar ve vâsi......bir meydan açılıyor ve yuvarlak lâmbalarıyla, taştan, ehram kadar yüksek binalarıyla bir müddet gözlerimi avutuyordu.”
• Hirasâlud; Korkutucu:** Kurtuluş getiren, kurtarıcı.
* * * Şaşkınlıkla:Korku gülümsemesi:
* * * * * Işıklı, parlak ve geniş.
127
“ Ben her tarafa, daima anlamıyarak bakıyordum. Ruhumda derin bir melal, siyah bir gecede ve bitmez tükenmez bir çölde yolunu kaybetmiş bedbaht bir seyyah melali vardı. Böyle ne kadar zaman dolaştım? Ne kadar yürüdüm, koştum? Bilmiyorum. Fakat otele avdet etmek lüzumunu hissedince bunun artık kabil olamıyacagmı anladım. Çünkü o kadar uzaklara, o kadar bilmediğim yerlere gelmiştim... Kaldırımın kenarında durdum. Düşünmeğe başladım. etrafımda tek tük geçenler vardı.
“ Caddede birkaç araba koşuyordu ve havada müessir bir bürudet mahsûstu.' Nagehan koluma hafif bir şeyin temasını duydum. Muhteriz” bir kadın sesi tâ kulağımın yanında bana: ‘Mösyö!..’ diye sesleniyordu.”
“ Başımı çevirdim. Bu sade, hasır şapkalı, yüzü boyalı, zayıf bir genç kadındı. Bana birden lâübali, hattâ samimî bir tebessümle: ‘Ne bekliyorsunuz burada; böyle yalnız...’ dedi. Ben cevap verecek bir kelime bulamıyordum, dedim ki; ‘otelimi kaybettim, onun için...”
“ Kadın, çılgın bir kahkaha ile güldü: ‘Otelinizi mi kaybettiniz? Ne tuhaf! Ne tuhaf!’ dedi. Sonra gözlerini, yeşil gözlerini benimkilere dikerek; ‘Sarhoş da değilsiniz. Neden otelinizi kaybettiniz? Mösyö!..’ diye sordu.
“ Ben kekeliyordum: ‘Yabancıyım da ondan... Otel de pek uzak, pek uzak!..”
“ Genç kadın ana daha ziyade yaklaştı ve bu sefer ciddî bir tavırla otelin ismini sordu ve onu öğrenir, öğrenmez ufak bir sayha-i taaccüp*** koyuverdi: ‘A, a, hakikaten çok uzak! Mutlaka bir araba lâzım’ dedi. Sonra birden o ilk çapkın ve iâübali tavrına avdetle kolumu çimdikledi: 'Budala çocuk! İster misin seni oteline kadar götüreyim,’ dedi.
“ Ben ruhumun bütün kuvvetiyle buna muvafakat ettim; ‘Peki, peki!’ diye cevap verdim ve hemen oradan geçen bir
• SogukJuk hissediyordu;• • çekingen.
• * • Şaşkınlık belirten ses.
128
arabaya atladık, tâ otele vâsıl oluncaya kadar yolda yekdi* gerimize bir kelime söylemedik. O, ince, boyalı dudakları arasından âdi, çapkın bir hava mırıldanıyor ve yavaş yavaş bana sokularak kolunu boynuma atıyordu. Vücudu gayet keskin, acı bir rayiha neşrediyordu. Ben dalgındım. Bir bulut içinde gibiydim. Arabanın parkeler üstünde kayan tekerlekleriyle, at nallarının demir seslerini dinliyordum. Birden tevakkuf ettik. Arabanın camından dışarıya baktım: Otelin önünde idik. İnmeğe hazırlanıyordum. Kadın beni kolumdan çekti: ‘E, bana baksana! Bu gece seninle beraberim değil mi?’ dedi.
“ Bunu o kadar elzem, o kadar tabiî buluyordum ki hemen: ‘Şüphesiz, şüphesiz!’ diye mırıldandım ve hattâ ona, arabadan inerken nezaketen elimi bile uzattım. Fakat kadın, birden hatırına bir şey gelmiş gibi durdu: ‘Ya kapıcı mümanaat ederse!’ dedi. Bunu hiç düşünmemiştim. Filvaki kapıcı, kadının otele girmesine mâni olmak istedi. Lâkin öteki bunda bir çare buldu. Yavaşça ağzını kulağıma yaklaştırarak: ‘Eline birkaç frank sıkıştır!’ dedi. Bu çareye tevessül eder etmez muvaffakiyet hâsıl oldu. Ben önde, o arkada yavaş yavaş merdivenleri çıktık. Bir müddet karanlıkta kaldık, odayı tenvir etmek* ikimizin de hatırına gelmemişti. Ben dalgındım. Öteki hafif hafif teganni ediyor ve zannedersem şapkasını çıkarmakla meşgul görünüyordu. Dışarıdan sokağın aydınlığı içeriye aksediyordu, ruhumda mes’ut bir devre-i rehanın** alâim-i iptidaiyesi*" vardı. Uzun bir kloroform uykusundan sonra yavaş, yavaş kendine gelen bir adama benziyordum: Artık yalnız değildim. Kadın, şapkasını çıkarır çıkarmaz yanıma yaklaştı: ‘Ey otelini kaybeden mösyö! Neye böyle aptal aptal duruyor? Neye böyle baykuş gibi karanlığı seviyor?’ dedi.
“ Elimi elektrik düğmesine götürdüm. Derhal odaya tatlı.
• Aydınlatmak;•• Kurtuluş anının, döneminin:
• • * İlk belirtileri.
129
bir ziya döküldü. Kadın tâ önümde duruyor ve davetkâr, muharrik bir nazarla bana bakıyordu. Birden: ‘İsmin nedir?’ diye sordu. ‘Macit!’ dedim. ‘Macit! Macit!’ Birkaç defa bu kelimeyi tekrar etti. Sonra garip bir heyecan ve tehalükle' boynuma atıldı: —Maddim, Maddim, diye bağırdı ve beni yüzümden, gözlerimden ve bıyıklarımdan öpmeğe başladı.
“ Bu pek âdi bir haldi!.. Fakat ne zarar, ben şifa bulmuştum; ben tekrar hayata avdet etmiştim. Ben yaşamağa; anlıyor musunuz; ben tekrar yaşamağa başlamıştım. Tekrar yaşamağa başlamak; tekrar hayata avdet etmek; bunu, siz hiç hissettiniz mi? Bu iyi dakikayı?.. Hayır, değil mi?.. Ah, işte ben bunu biliyorum. Ben bir mezarın ebedî karanlığından güneşe, hayata çıkmanın ne olduğunu biliyorum ve bunu o kadına, Ernestine’e, ona borçluyum...”
“ Ne ise size hikâyenin sonu lâzım değil mi? Hikâyemin sonu... Onu size anlatayım; Gece, alelade geçti. Tâ sabaha kadar ben, onun sinesinde yeni doğmuş bir çocuk huzu- ruyle uyudum. Sade o kadar... Sabahleyin gözlerimi açtığım vakit onu manâsız, durgun nazarlarla bana bakıyor buldum. Fakat ne olursa olsun, bu kadın bütün soğukluğu, bütün manasızlığı, hattâ bütün adiliğiyle bir gecede benim heş şeyim, her şeyim olmuştu.”
“ Yataktan çıktı. Dalgın ve belki biraz mahzun görünüyordu. Dün geceki neşvesinden bir nebze kalmamıştı, dalgın bir tavırla giyinmeğe ve tuvaletini yapmağa başlamıştı. Ben onu yatağım içinden seyrediyordum. Bazan birbirimize manâsız birkaç kelime söylüyorduk. Meselâ kadın aynada başım düzeltirken bana, dün gece neye otelimi kaybettiğimi soruyordu. Ben, ona gülerek müphem birtakım cevaplar veriyordum.”
* İstekle,
130
“ Nihayet şapkasını saçlarına iğneledikten sonra soğuk bir tavrı resmiyetle yatağın kenarına yaklaştı: ‘Gidiyorum artık, mösyö!' dedi.”
“ Bu gidiş pek tabiî olmakla beraber bana biraz nahoş göründü. Yatağımdan çıktım. Geceden kanapenin bir tarafına atılmış elbiselerime yaklaştım; yeleğimin cebinden iki lira çıkardım ve kadına uzattım. Parayı sakin bir eda ile aldı, elimi sıktı: ‘Adiyö mösyö!’ dedi ve sonra gülerek ilâve etti: ‘Sakın bundan sonra otelinizi kaybetmeyin ha!..”
“ Bu son sözleri müteakip kapıya doğru ilerledi. O dakikada bana ne oldu? Bilmiyorum. Fakat birdenbire ruhumun derinliklerinde bu giden kadına karşı galebe çalınamaz anî ve acı bir ihtiyaç, anî, acı ve şedit bir ihtiyaç uyandı. Kollarımı kapıya doğru uzattım. Bu pek teatral bir haldi. İstirhamkâr bir sesle bağırdım: ‘Gitme! Kal!..”
“ İşte o günden beri bu kadın hep benimle beraberdir!-.. Ondan kabil değil ayrılamıyorum. Her defasında, her ayrılmak istedikçe bana o meş’um yalnız kalmak korkusu geliyor ve bu beni her teşebbüsten menediyor. Zannetmeyiniz ki onu seviyorum. Hayır!.. Size yemin ederim ki değil, o kadına karşı kalbimde minimini bir aşk, ufacık bir muhabbet. bir temayül bile yok. Hattâ biraz ondan nefret bile ediyorum. Çünkü o benim gençliğimin ilâhı hırslarım, şehvetlerini, telezzüzatını* sıska kollarının arasında ölüme mahkûm etti, gömdü. Fakat ne yapayım? Hep bunlara rağmen ayrılamıyorum. Bu benden daha kuvvetli... Yalnız kalmaktan korkuyorum. Daima o...”
• Hazlarını.
131
M illi Savaş H ikâyeleri*nden
GÜVERCİN AVI
—Yoo. güvercinlerime dokunmayınız; dedi.İhtiyar çiftlik sahibinin hayatta en çok sevdiği şeylerden
birisi ve belki birincisi de güvercinleri idi. Genç yaşmdan beri ne tarlası, ne ağılı, ne ahırı, ne kümesler onu çiftlik binasının iç avlusundaki güvercinleri kadar işgal etmemiştir. Bunun için değil midir ki, onu, kasabada olsun köyde olsun, aile adının bütün şöhretine rağmen “ Kuşbaz Hüseyin Bey” demeden kimse tanımaz.
Kuş merakı, içki, kadın ve kumar iptilâsı gibi bir şeydir. Hüseyin Bey. evleri yıkan, hanumanlan dağıtan ve ya ölüm ya cinayetle neticelenen bu üç iptilâdan hiçbirini tanımadı; fakat “ Kuşbaz” lığı bunlarm hepsini bastırdı. Ömrünün öyle devreleri oldu ki, karısını, kızlarını ve en mühim işlerini bu merakı ve bu eğlencesi yoluna, âdetâ, feda etti: unuttu, kendinden geçti; bir meczup haline girdi.
Şimdi, o havalinin (ne diyorum?) belki dünyanın en güzel, en nadir ve en cins güvercinlerine o sahiptir, otuz seneden beri bu nazenin mahlûklardan, bin ihtimam ve bin itina ile kimbilir kaç nesil yetiştirdikten ve bu fende, kim- bilir, ne kadar alın teri döktükten sonra nihayet bugün en temiz bir istifaya mazhar olmuş bu zavallı asîl kuşlar ortasında hayatınm en mesut dakikalarını yaşıyordu. Herbiri- ni ayn ayrı isimleriyle çağırıyordu. Yabancı bir göz için hepsi bir renkte, bir boyda ve bir şekilde görünen bu mahlûkları bir birinden ayıran birçok gizli alâmetler yalnız ona zahir idi. Bazılarının boyunlarındaki ince mercan gerdanlıkları, bazılarının topuklarındaki altın mahmuzları, kiminin kanatlan eütmdaki yeşil benekleri veya gözlerinin içindeki kızıl yıldızları o görür, o bilirdi.
132
Avlunun içinde hepsinin derecelerine göre ayrı ayrı dâireleri vardı; Kuşbaz Hüseyin Bey, her akşam üstü, insan ruhlu bu güzel kuşların herbirinin kendi sevgilisiyle kendi odasına çekildiğini görmeden içi rahat edip yemeğini yiyemezdi. “ Acaba Dilfiraz bu gıkşam Yaşar’la niçin birleşmedir? Acaba Akkadın’lâ Süleyman Ustanm arası neden açıldo? Mutlaka küçük Serfiraz Mesud'a gönül bağladı. Fakat, ben bu ikisinin çiftleştiğini hiç istemiyorum. Ne yapsak acaba, ne yapsak...” derdi ve bu endişelerle bütün gece gözüne uyku girmezdi. Yatağının içinde sağdan sola, soldan sağa dönüp dururdu. Karısı yanı başında sinirlenirdi:
—Yahu, ne olur biraz da benimle meşgul olsan; derdi.Fakat, Kuşbaz Hüseyin Bey, bütün gönül ve cinsiyet iş
lerini yalınız güvercinlere mahsus bir şey zannederdi.Hele, hep birden uçtukları zaman neşesine pâyan olmaz
dı. Avlunun ortasında, elinde bir uzun kargı ile saatlerce başı havada, ağzı açık hayran hayran dolaşırdı.
1335 Senesinin, Nisan aylannda bir öğle sonu bütün civar köylerde olduğu gibi, onun çiftliğine de bir bölük düşman askeri girdiği gün o, işte bu vaziyette avlunun ortasında idi. Birden, etrafında adamların koşuşmağa ve içeriden karisiyle kızlarının telâşlı telaşlı konuşmağa başladığını hissetti; döndü baktı ki iki kanadı açık büyük avlu kapısından içeriye, bir hana iiıen yorgun ve sakin bir yolcu kafilesi tavriyle, bazısı atlı, bazısı yayan bir sürü düşman askeri giriyor!.. Kuşbaz Hüseyin Bey’in ömründe ilk defa olaraktır ki kuşları havada iken başı yere indi; benzi sapsan, gelenlere doğru yürüdü; henüz bir çiftlik beyi amirliğiyle;
—Ne var? Ne istiyorsunuz? diye sordu. Bunun üzerine gelenlerden biri gülerek laubali bir tavırla ona yaklaştı:
—Merhaba beyim; yabancı değiliz; dedi.Hüseyin Bey, bu sözleri söyleyerek kendisine elini uzatan genç düşman çavuşunu tanır gibi oldu; fakat, pek iyi hatırlıyamadı.
Çavuş sırnaşık bir gülüşle sordu:
133
—Tanıyamadınız mı? İspiro'yu tanıyamadınız mı? îspi* ro, İspiro?...
Hüseyin Bey birden:—Ha. evet; dedi.Bu adam, beş sene evvel Hüseyin Bey’in yanında altı ay
kadar hizmetkârlık etmişti: eli uzunca ve açıkgöz bir delikanlı idi. Gittikçe lâubalileşen bir tavırla elini ihtiyar adamın omuzuna koydu ve kulağına eğildi. Yavaşça:
—Birkaç akşam burada kalacağız; dedi. Zâbitler köy evlerinde rahat edemezler, biraz ikram lâzım...
Hüseyin Bey şaşkın bir halde:—Peki buyursunlar: dedi.İşte, bunun üzerinedir ki,düşmanlar ihtiyarın yanına gel
diler, gülüşerek, konuşarak etrafını aldılar: ve havada uçuşan güvercinlere nişan almak istediler. Hüseyin Bey, elindeki kargıyı asabiyetle sallıyarak, yan öfkeli yarı teh- ditli birsesle:
—Yo. dedi; güvercinlerime dokunmayınız!...Fakat, o bu sözünü bitirmemişti, ki, yanı başında bir si
lâh patladı. Hüseyin Bey, eteği tutuşmuş bir adam telâşiy- le ilk kurşunu atanın kolundan çekti:
—Ne yapıyorsun? Sakın ha! diye bağırdı. Lâkin, o bununla meşgul olduğu bir sırada bir diğeri silâhını havaya kaldırdı: kulağı dibinde bir ikinci kurşun daha vızladı: havadaki kuşlardan bir tanesi döne döne, yavaş yavaş aşağı düşmeğe başladı ve uçan kafilede büyük bir perişanlık alâmeti belirdi. Hüseyin Bey'in elinden kargısı düştü, bütün vücudu titriyordu, yüzünün rengiyle sakalının rengi birbirinden fark olunamıyordu. İspiro, yanına yaklaştı:
—Ne olur canım, bırak! dedi.—Bırak mı? Sen akimı mı bozdun? Söyle şunlara, valla
hi sonra fena olur.—Fena mı olur? Nasıl... Hey, kendine gel çorbacı, o gün
ler geçti.Dünkü uşağın ağzından yüzüne bir tükürük gibi fışkı
134
ran bu sözdeki nihayetsiz hakareti işitmedi, hissetmedi bile... Şimdi, bütün hassası, birbiri ardısıra havaya kalkan silâhlar, vızıldayan kurşunlar, döne döne, yavaş yavaş iri kar parçaları halinde yere düşen güvercinlerle meşguldü; çaresiz yalvarmağa başladı:
Rica ederim yeter artık, rica ederim! diyordu. Size ne isterseniz vereyim... Bunlar ne yenir, ne içilir, yahu günahtır; günahtır.
Ve ona:—Günah mı? O sizin dinde... cevabını veriyorlardı ve İspi-
ro arsız arsız gülüyordu. Nişan alan zabitlerden birisi arkasını döndü; kendi lisanında bir şeyler bağırdı, hemen hayvanlarla meşgul neferlerden bir kaçı düşen kuşları toplamağa şitap ettiler. Bunlardan bazısı avluya, bazıları çiftlik binasının damlan üstüne, bazıları dışardaki göle, bazıları bostana, bazıları epeyce uzaklarda, tarlalara düşüyorlardı. Bu beyaz güvercin yağmuru altında yaramaz bir çocuk neşesine tutulan düşman askerleri bir taraftan el çırpıyor, bir taraftan haykırıyorlar, bir taraftan da durdukları noktada tepiniyorlardı.
Zavallı Hüseyin Bey, kendinden geçti, bulunduğu yere çöküverdi. Artık hiçbir şey söylemiyor kenarlarındcın iri yaş damlaları sızan gözleriyle bu vahşî avı seyrediyordu. İspi- ro yaklaştı dedi ki:
—Neye bu kadar telâşlanıyorsun? Bırak, biraz eğlensinler, bırak biraz eğlensinler. Kaç gündür muharebe ediyoruz. Akşam bu kuşlardan âlâ mezelik olur mu? Hep beraberiz.
Hüseyin Bey, bir şey söyliyecek oldu, söyliyemedi; yutkundu kaldı. Şimdi gözyaşları dinmiş ve bakışına korkunç bir mânasızhk gelmişti.
Beyaz kuşları üst üste, demet demet avlunun ortasına yığıyorlardı. Havada kalanlar da dağılıp gitmişlerdi. Avcılara artık bir kesel gelmişti; içlerinden birisi gülerek Hüseyin Bey’e yaklaştı, gayet fena bir Türkçe ile:
135
—Nasıl iyi nişancıyız değil mi? demek istedi. İhtiyar adam hiç cevap vermiyor, başmı kaldırmış, havada bir noktaya dimdik bakıyordu. Neden sonra gözlerini yere indirdi ve avlunun ortasındaki beyaz yığına yaklaştı, eğildi: Önünde altmış yetmiş kadar güvercin vardı, hepsini birer kere kanatlarından, başlarından tutup avucunun içine aldı, kiminin gagasından öpüyor, kiminin tüylerini uzun uzun, adeta âşıkane bir nüvazişle okşuyordu. Zabitlerle konuşan İspiro. yüzünü ihtiyara doğru çevirdi. Ve o sırnaşık gülü- şiyle uzaktan bağırdı:
—Gönder onları içeriye de kızartıversinler; dedi.Kuşbaz Hüseyin Bey, yerinden kımıldanmadı, işitmedi
ve kana bulanmış ölü kuşları okşamakta, yüzüne gözüne sürmekte devam etti.
Düşman zabitlerinden birisi İspiro’ya elini başına doğru kaldırıp ihtiyarı göstererek “ Acaba deli midir?” mânasına gelen bir işaret yaptı. İspiro avlunun öbür ucundan bir daha bağırdı:
—Hey yeter artık, yeter: sana söylüyorum, sağır mısın be... içeriye gönder güvercinleri: dedi.
Kuşbaz Hüseyin Bey, gene yerinden kımıldamadı, gene başını çevirmedi; o zaman zabitlerle beraber eski çiftlik uşağı güvercin kümesinin başucunda çömelen adama yaklaştılar; biri omuzundan sarstı, diğeri sakalından çekti. Birkaçı karşısına çömeldi. Fakat, çömelmeleriyle kalkmaları bir oldu. Hepsi birden haşyetle geri geri çekildiler ve birbirlerine demincek zabitin İspiro’ya yaptığı işareti tekrar ettiler. Filvaki, ihtiyarın simasına acayip bir mehabet çökmüştü. Gözlerinde madenî bir parıltı vardı ve bakışı bir süngünün ucu gibi sâbit, dik, sert ve mütearrızdı. Lekesiz ak sakalı ise yüzüne sürdüğü kuşların al kanma boyanmıştı; sanki çenesine Türk bayrağından bir parça sarmış gibiyde.
136
Romanlarından
KİRALIK KONAK’TAN
Naim Efendiler bu yaz Kanlıca'ya taşınmadılar. Zamanlar artık eski zamanlar değil, iki sene içinde pek çok âdetler değişti. Kışın konaklarda, yazın yalılarda oturan aileler gittikçe azalmaktadır. Hele, Mısırlıların üşüşmelerinden sonra Boğaziçi’nde yalısı, köşkü olup da kiraya vermekten sakınanlara ya çok zengin, ya çok hesapsız gözüyle bakılıyor. Naim Efendi ise, ne çok zengin, ne çok hesapsızdır. Babasından kalmış bir serveti gençliğinden beri oldukça büyük bir ihtimamla idare ve muhafaza ediyor. Kendisi, İkinci Abdülhamit devri ricalinden olmakla beraber bu servete hiçbir şey ilave etmedi. İlave edebilirdi, çünkü senelerce devletin yüksek mevkilerinde bulundu. Gençliğinde babası gibi Mabeyni Humayun'a mensuptu, sonra birçok defalar valiliklerde dolaştı. Şûrayı Devlet âzası. Rüsumat Müdiri umumisi oldu ve nihayet Defterihakanî ve Efkâf nezaretlerine geçti. İnkılaptan iki sene evveldi, dolaşık bir "tevliyet” ' davası yüzünden istifasını verdi ve günden güne bulanan hükümet işlerinde tiksinerek bir köşeye çekildi.
Bununla beraber hiçbir zaman kenara atılmış bir memur haline düşmedi, devrin ricaliyle münasebette bulunur veMuayede** merasiminde hiç değilse “ defteri mahsusa.....imzasını atmaya giderdi. Memuriyet hayatında yakından gördüğü resmî ve gayrı resmi bütün pisliklere rağmen, devlete ve devlet adamlarına karşı hâlâ derin bir saygısı vardı. Naim Efendi o terbiyeli kimselerdendir ki evliya, enbiya
* Sahip olunan bir malı peşin değeri ile başkasına verme• * Bayramlaşma. * * * Özel deftere.
137
isimlerinin sonunda “ Radiyallahû anh” demeyi hiç unutmazlar ve “ Paşa” kelimesini m ed' ile telaffuz edip, mutlaka “ hazretleri” ile nihayetlendirirler. Bu gibi kimselerin başlıca fazileti, itaat ve hürmettir. Bütün terbiye ve ahlak düsturları onlar için yalnız bu iki kelimenin ifade ettiği mânadan ibarettir. Bununla beraber. Naim Efendi’nin iki esaslı fazileti daha vardı: Bir ana kadar müşfik ve bir dul kadın kadar titizdi. Fakat, titizliği asla bir huysuzluk derecesine varmazdı; bu temiz ruhunun ve temiz vücudunun maddî ve manevî pislikler önünde bir nevi tiksinmesinden gelirdi. Göğüs üstünde bir yağ lekesi, bir kaba söz, mübalâtasız” bir hareket, onu müsavi derecede kederlendiren şeylerdendir; fakat, pek içli, pek nazik bir adam olduğu için, kederlendiğinin kimse farkma varmazdı.
İstanbul’da iki devir oldu: Biri İstanbulin: diğeri redingot devri... OsmanlIlar hiçbir zaman bu İstanbulin devrindeki kadar zarif, temiz ve kibar olmadılar. Tanzimatı Hayriye’nin en büyük eseri, Îstanbulînli İstanbul Efendisi’dir. Bu kıyafet dünyaya yeni bir insan tipi çıkardı ve Türkler bu kıyafet içinde ilk defa olarak vahşi Asya ile haşin Avrupa’nın arasında gayet hususî yeni bir millet gibi göründü. Yaşayış ve giyiniş itibariyle Şimal kavimierinden daha sade ve daha düşünceli olan bu millet, duyuş ve düşünüş itibariyle Akdeniz kıyılarındaki medeniyetlerin bir hulâsası şeklinde tecelli ediyordu. Ağır kavuklu, alacalı, kesif Yeniçerilerin demir çarıklarının çiğnediği bu toprakta hangi tohum, hangi hava bu çiçeği veriyordu? Zira, bu beyaz pan- tolonlu, beyaz yelekli ve lüstrin kaloşlu Türkler, ince bir hattan ibaret endamlariyle biraz evvelki boğum boğum adamlara hiç benzemiyorlardı. Sultan Mecit devri ricalinin. Halet Efendi muasırlarının çocukları olduğuna kim ihtimal verebilir? Bunlar, boyunlarından ipekli bir mendille boğul
* Uzatarak.• * Dikkatsiz.
138
muş solgun benizleriyle onların cebir ve huşunetinden' ürkmüş kimseler gibidirler. Hepsi de umumî işlerden çekinir, hiddetlerinde ve hazlannda ölçülü, namuslu aile babaları ve kibar konak sahipleri idiler.
Bizde, Çerkeş halayıkları, harem ağalan, Boşnak bahçı- vanlarıyle büyük ev hayatı asıl bu devirden başlar. Yüksek rütbeli devlet adamlarının tesis ettikleri Osmanh kibarlığının kundağı canfes astarlı ve serapa’ 'ilikli İstanbulin idi
Sonra redingot devri geldi ve redingotu içinden yan uşak, yarı kapıkulu, riyakâr, âdi bir nesil türedi. Bu neslin en yüksek, en kibar simalarında bile bir saray hademesi hali vardı. Çoğu, İkinci Abdülhamit Han devri ricalinden olan bu adamların herbiri bir hile ile efendilerinin arabasına binmiş seyisleri andırıyorlardı. Bunların elinde İstanbul’da konak hayatı birdenbire köşk hayatına intikal edivtrdi. Ne yaşayışın, ne düşünüşün, ne giyinişin üslubu kaldı; her şey gelenek dışına çıktı; her beyni tatsız ve soysuz bir Arnuvo ve bir Rokoko merakı sardı; binalarımız, eşyalarımız, elbiselerimiz gibi ahlakımız, terbiyemiz de rokokolaştı. Abdül- mecit devrinin o ağır, zarif ve için için gelenekçi Osmanlılığından eser kalmadı. Naim Efendi, aşağı yukarı bu redingotlu nesle mensup olmakla berababer, vücudu henüz körpe iken İstanbulin içinde yetişip gelişmiş kimse lerdendi.
Maziden bize yadigâr kalmış bu gibi şahsiyetler, aramız da elân mevcuttur. Bunlar, pek eski zamanlarda bile, esk adamisırdandı. Ruhları sanki bir merhalede durmuş gibidir Nitekim Naim Efendi’nin bütün hatıraları, bütün zevkleri bütün muhabbetleri, kendisini güldüren ve ağlatan her şey mutlaka bundan kırk sene evveline aittir. Onu dinleyen ve onu yakından gören bir kimse zanneder ki, Naim Efendi ya-
* Zorbalık ve sertliklerinden.
• Baştanbaşa.
139
nm asırlık bir letarjiden’ henüz gözlerini açıyor ve şaşkın şaşkın etrafına bakınıyor. Vakıa o, yirmi beş yaşından beri dalma şaşan, tiksinen, ürken ve kaybolmuş bir ömrün hasretini çeken bir adamdır. Onu insandan kaçar ve huysuz zannedenler yanılıyorlar. Bütün çocukluğu ve bütün gençliği İstanbul’un en kalabalık bir konağında geçen Naim Efendi, eğlenceli meclisleri, ahbap arasında sohbetleri, misafirlere ziyafetleri pek severdi. Fakat öyle bir zamanda yaşadı ki, bunların hepsi yasaktı; olmasa bile, eski devrin meclislerini, sohbetlerini, ziyafetlerini, misafirlerini bulmak ne mümkündü? Naim Efendi, yeni sazdan, yeni şarkılardan zevk almak şöyle dursun, son senelerde artık yazılan ve konuşulan Türkçeyi de anlamıyordu.
Bundan on beş yıl evveldi, bir gün eline damadının okuduğu kitaplardan biri geçti; kırmızı kaplı ve üstünün yazılan beyaz bir kitap... Epeyce bir müddet parmaklarının arasında evirdi çevirdi; sonra gözlüklerini taktı, önce uzun uzun kabı muayene etti, muharririn adını, kitabın serlevhasını,” basım tarihini okudu; bu kabta her gördüğü işaret. her okuduğu yazı, muharririn ismi de dahil olmak üzere ona acayip geliyordu. Büyük bir tecessüsle cildin içini açtı, fakat okumak ne mümkün! Naim Efendi adeta yeni kıraat dersine başlamış bir çocuk gibi, kelimeleri heceliyor, bir cümleyi bin zahmetle sonuna kadar ya tamamlıyor, ya tamamlayamıyor, veya tamamladıktan sonra da okuduğu şeyin mânasını iyice kavrayamıyordu. Vakıa bu. Edebiyat-ı Cedide külliyatından bir romandı. Naim Efendi ise, bütün ömründe hiç roman okumamıştı. Bununla beraber, onun bu kitapta anlayamadığı şey. ne eserin terkibi*** mahiyeti. rife muharririn maksat ve gayesi idi, doğrudan doğruya kelimelerin mânasıdır ki ona müphem geliyor, doğrudan
• Uyanılmayan derin uyku durumu.* • Başlığım.
• • * Burada sentetik, yapm a anlammda.
140
doğruya cümlelerin teşkilindedir ki bir yabancılık, bir gariplik buluyordu. Fakat sonraları, torunları yetişip de aynı dili evin içinde konuşmaya başlayınca, onun nazarında bu kelimelerdeki müphemlik yavaş yavaş zail olmaya ve bu cümlelerdeki garabet de yavaş yavaş kalkmaya başladı.
Naim Efendi, evvela damadı, sonra torunları sayesinde daha nelere alışmıştı... Biçare adam, kızı evlendiği günden beri, aşağı yukarı yirmi senedir, hergün bir eski itiyada veda etmekten ve her gün yeni bir mecburiyete katlanmaktan başka bir şey yapmıyor. Ne Cihangir’deki konağında, ne Kanlıca’daki yalısında ihtiyar ve yorgun vücudunu dinlendirecek bir köşecik kalmıştır.
Bundan beş sene evveline kadar hiç değilse, karısı yanı- başında idi, rahatmı, huzurunu mümkün mertebe koruyordu. Zira, bu ihtiyar kadın ölünceye kadar, evinin içinde hakim ve amir kaldı. O, hayatta bulundukça ne kızının, ne damadının, ne torunlarının eve ait umurda' o kadar hüküm ve nüfuzları olmadı.
Gerçi, herbiri kendi havasına, kendi dairesine ve kendine göre bir hayat yapmıştı; fakat, gerek yalının, gerek konağın umumi nizamı bu iradeli ev kadınının elinde idi. Naim Efendi’nin haremi Nefise Hammefendi’nin bu nizamı eski usul ile töreler arasında muhafaza ve idare etmek için dışarıda bir ihtiyar uşsıktan, içeride geçkin bir kalfadan başka icraî** vasıtası olmadığı halde, evin her şeyi yine yolunda giderdi; zira, her yeni gelen hizmetçiye birkaç gün içinde istediği terbiyeyi vermek, bu kadına has fevkaladeliklerdendi. Vakıa fazla döverdi, fazla azarlardı; bunun içindir ki son zamanlarda yeni hizmetçi bulmak hususunda epeyce müşkülat çeker oldulardı. Biçare Nefise Hanımefendi, denilebilir ki, biraz da bu kahır yüzünden öldü.
• İşlerde.• * Yürütecek, yerine getirecek.
141
o öldükten sonra yerine kızı Sekine Hanım geçti; fakat Sekine Hanım, hiçbir cihetten annesine benzemiyordu. Tıpkı babası gibi, çekingen, içinden titiz, iradesiz, tembel bir kadındı; hususiyle kocasının nüfuzuna ve çocuklarının arzularına son derece uyardı.
Kocası ile kırk beş yaşında bir züppeden başka bir şey değildi. Alafranga hayat namına sabahtan akşama kadar bin türlü garebet yapan bu adam, Büyük Hanım’ın vefatını müteakip, evi kendi heveslerine göre esasından değiştirmeye kalktı; ne kadar eski eşya varsa hepsini tavan aralarma ve mahzenlere attırdı, her odayı Avrupa’dan gelmiş mobilya kataloğlarma göre ayrı bir üslupta, ayrı bir renkte Pisalti- ye döşetti.
Büyük Hanım'm yetiştirmesi ne kadar hizmetçi varsa hepsine yol verdi, evin içini Beyoğlu’ndan gelmiş beyaz önlüklü, başı topuzlu hizmetçilerle doldurdu ve bütün bunların idaresini, çocuklarına mürebbiyelik eden Lehistanlı bir kadına verdi.
Naim Efendi’nin damadı Düyunu Umumiye müfettişlerinden Servet Bey, Müslümanlıktan ve Türklükten nefret eden bir kazasker oğludur. Aldığı terbiye ile yaşadığı muhit birbirinin aksi olan her insan gibi Servet Bey’de daimî bir ihtilâç,' daimi bir isyan içinde yaşar. Pederi Sadri Mol- la’nm konağında alafrangalığı kendi odasının eşiğinden dışarı çıkmazdı. Nasılsa küçükten beri Fransızca bilmek, bir müddet Galatasaray Mektebi’nde bulunmak bir müddet Beyoğlu muhitinde tatlı su Frenkleriyle düşüp kalkmış olmak ona bir softa evinde, çıplak kadın resimlerinden, dizi dizi Fransızca kitaplarından, vazolardan, biblolardan müteşekkil bir halvet yapmak ve bu halvette yaylı bir şezlonga uzanıp, gözleri tavanda, ayakları havada, bir taraftan Hollanda “ sigar” mı emerek, diğer taraftan yabanî ve perişan bir sesle birtakım opera parçaları terennüm ederek sa-
* Çarpıntı, çırpınma.
142
atlerce vakit geçirmek hakkını vermiştir. Daima muhayyel bir Avrupa seyahati için hazırlanmış bir bavulu vardı, bu bavulun yanıbaşında bir de şapka kutusu dururdu. Bazı sı- kıntıh saatlerinde bir aynanın karşısına geçip, bu kutudan çıkardığı şapkaları birer birer tecrübe ederdi ve başını bu serpuş ile örtülü görünce adeta kendinden geçerdi. Nitekim böyle şapkalı, seyahat kostümleriyle veya suare kıyafetinde hâlâ birçok resimleri vardır. Ve bu resimler, hâlâ gençlik odasının duvarlarını süsleyen çıplak kadın resimlerinin yanında asılıdır. Türkler içinde kimse bu Servet Bey kadar ateşle, coşkunca alafrangalığa düşkün olmamıştır. Bu düşkünlükte o derece samimiydi ki, gerek babasının, gerek ka- yınbabasmın muhitinde bütün ahval ve harekâtı hürmetle değilse bile, adeta korku ve endişe ile karşılanırdı: zira, gözlerinde sarsılmaz bir imana ermiş adamların ateşi vardı. İşte bu ateşin kuvvetiyledir ki,Servet Bey, Naim Efendi konağında bütün iradesini istediği gibi yürütüyor ve hele inkılaptan beri bu konakta artık hiç Türkçe konuşulmuyordu.
Naim Efendiler bu yaz Kanlıca’ya taşınmadılar ve bundan en ziyade Servet Bey’in çocukları memnun oldular. Zira, Boğaziçi’nin bu köşesi, asri eğlencelerin hiçbirisine müsait değildi; tuhafiyeci camekânları önünde gezinmelere, her adım başında bir ahbaba tesadüflere, akşam üstü çay ziyafetlerine, bin türlü aşk ve alâka oyunlarına Kanlı- ca'da oturulan aylarda epeyce sekte geliyordu. Hususiyle, Servet Bey’in oğlu Cemil, henüz yirmi yaşında bir mektep çocuğu olmasına rağmen, Beyoglu’ndaki büyük lokantaların, gazinoların, barların, bazı eğlenceli evlerin sadık bir gediklisidir: bu yaşında bir çok tiryakilikleri, vaz geçemediği bir çok itiyatları ve ikinci bir tabat haline girmiş zevkleri, hazları vardır. Hemşiresine ara sıra delicesine sevdiği bir metresinden bahsettiği de olurdu. Bittabiî bu metresi de yaz kış Beyoğlu’nda oturanlardandı. İşte, Cemil için sayfiye hayatı, bütün bu mahzurlar yüzünden katlanılmaz bir angarya haline girmiştir. Tam Beyoğlu hayatının uyanma
143
ya başladığı bir saatte. Karaköy Köprüsü’nden koşarak vapura yetişmek, vapuru kaçırınca veya kaçırmak isteyince eve karşı vaziyetini düzeltmek, gece kaçamaklarına makul bir sebep göstermek için maddî ve manevî bir çok zahmetlere girmek, onu son derece rahatsız eden işlerdendi. Her şeyde hür fikirli olan babası da, bu geceyi dışarıda geçirişleri asla mazur göremiyordu; Servet Bey, ya ailevî ve ter- biyevî bir kanaat eseri olarak veyahut sadece babalık hissiyle bu hususta her nasılsa kaynatasıyla birleşiyor ve karısının endişelerini haklı buluyordu:
“ Ben demiyorum ki. gezmesin, eğlenmesin,’* diyordu. “ Gençtir, tamperaman sahibidir. Asrî, modern hayata göre yetişmektir. Tabiî bu hayatın her türlü safahatını görecek. Bu hayatın her türlü safahatını yaşayacak. Fakat bu yaşayış hiçbir zaman sıhhatini ihlal edecek bir dereceye varmamahdır. Ben demiyorum ki, İstanbul halkı gibi akşam gurur ile beraber evine sokulsun ve yemeğini yer yemez uyusun. Hayır, hayır... Hiç değilse gece yarısı ve kabil olmadığı takdirde sabaha karşı mutlaka evinde bulunmalı ve mutlaka yatağına girmiş olmalıdır."
Biraderinin küçük sırlarına pek yakından vakıf olan Seniha ise. babası böyle söylerken çapkın bir tebessümle bıyık altından gülerdi: zaten bu alaycı genç kız için etrafındakilerin hangi hareketi ve hangi sözü gülünç değildir! Büyükbabasının şahsiyeti, annesinin ahvali şöyle dursun, ekseriya pederi Servet Bey’in efkâr ve harekâtı’ bile ona iptidaî, sakat ve garip görünürdü. Zira, bu, Frenklerin, asır sonu diye vasıflandırdıkları bir genç kızdı; asır sonu, yeni bir nevi İçtimaî örnektir ki. haricî ve dahilî yaşayışından hâle ve maziye ait- her türlü kayıttan azade ve istikbalin henüz hazırlanan cereyanlarına tabidir. Seniha, dalma en son çıkan moda gazetelerinin resimlerine benzerdi. Körpe, ince ve çalâk vücudu, ipek böcekleri gibi daimi bir
• Düşünce ve davranışları.
144
istihale’ içindedir. Günün aydınlıklarına göre mütemadiyen rengi değişen yeşil gözleri gibi sesinin bestesi, kımıldanışlarının ahengi ve hattâ başının şekli de mütemadiyen değişirdi. İçi de tıpkı dışı gibiydi; tıpkı gözlerinin rengine benzeyen bir ruhu vardı, kâh ihtilaçlı, kederli, bulanık ve fena, kâh berrak, rakit** ve ekseriya bir havaî fişek gibi şenlikli idi. Fakat bu küçük, şeytan mevcudiyetinin hiç değişmeyen bir hususiyeti vardır ki,o da alaycılığı ve şuhluğudur. En ziyade zevk aldığı kitaplar, Gyp’in romanları, yeni tiyatro piyesleri ve Paris’in mizahi gazeteleriydi. Gyp, ana bir ikinci ona, bir ikinci mürebbiye olmuştu. Bu mu- harrin romanlarındaki serbest tavırlı, yarı oğlan, yan kadın genç kızlar, üzerlerinde ruhunu biçtiği modellerdir. Denilebilir ki,sabahtan akşama kadar her gün bütün meşguliyeti bu genç kız tiplerini hayata tatbik etmekten ibarettir.
Seniha, yağmurlu bir kış günü, elinde tuttuğu bir küçük kamçıyı sağa sola sallayarak, kapılara, duvarlara ve eşyaya vurarak, gayet sıkıntılı bir tavırla evin içinde dolaşıyor, bir aşağı iniyor, bir yukarı çıkıyor, adeta duvarlar arasında dar bir kafese hapsedilmiş büyük bir kuş gibi çırpınıp duruyordu. Tam bu esnada, karşısınla büyükbabası Naim Efendi çıkıverdi: İhtiyar adam, kürküne bürünmüş, elinde kalın ciltli bir kitap, bir odadan öbür odaya geçiyordu.
Seniha, şikârmı'*'bekleyen bir tazı gibi, Naim Fenendi’nin üzerine atıldı ve kamçısıyla kalın ciltli kitabın üstüne birkaç kuvvetli darbe indirerek:
“ Büyükbaba, siz hayat kadar bunaltıcısınız!..” dedi. Sonra bir mahalle çocuğu tavrıyle ıslık çalarak uzaklaştı, gitti.
Naim Efendi, bir müddet şaşkın şaşkın torununun arkasından baktı, içinden: “ Lâhavle, lahavle,” diyordu: “ bu kızda acayip bir hal var!”
• Biçim değiştirme, başkalaşma• • Durgun.
• • •Avım .
145
Zaten, Naim Efendi, evin içinde ne olursa daima bu “ acayip” kelimesiyle adlandırırdı. Teessürleri asla bir öfke derecesine varmazdı, zira, gördüğü ve işittiği şeylerin hiçbiri garabetlerinin derecesi itibariyle havsalasına sığacak bir mahiyette değildi. Kızmak veya gücenebilmek için mutlaka biraz anlamak lazımdır. Naim Efendi ise ne damadının, ne torunlarının yaşayış tarzlarındaki mânayı anla- yamıyordu. Alafranga, asrın icabatı... Bu kelimeler konağın içindeki yeni vaziyeti onun nazarında kâfi derecede aydm- latamıyordu. Ekseriya kızıyle, bazen damadıyle aralarında hafif münakaşalar olurdu. Naim Efendi, kızına derdi ki:
“ Yavrum, çocuklarının ahval ve harekâtını hiç beğenmiyorum. Bu Lehli kadın zannederim ki, bunlara yanlış bir. terbiye verdi. Seniha on sekizine bastı, fakat hâlâ sekiz yaşında bir çocuk gibi hoppa ve yaramazdır. Cemil daha.yirmisine girmedi. Fakat otuz yaşında bir gencin hayatını sürüyor. O yemekten sonra sizin önünüzde ayak ayak üstüne atıp sigara içmeler nedir? O eve istediği saatte girip çıkmalar nedir? Ne babasını dinliyor, ne seni... Ben ise, doğrusu her şeyi görmezlikten geliyorum. Ne kıza, ne oğlana ağzımı açıp bir kelime söylemiyorum: mazallah, bana karşı da bir itaatsizlik ederler, bir ters cevap verirler diye korkuyorum...”
NUR BABAMDAN
Kam ilen Muhabbete M evkuf *
İstanbul’un kış mevsimi, sevişenler için ayrılık ve hasret zamanıdır. Tevekkeli, güfteyi söyliyen: “ Kış geldi firâk açmadadır sineme yâre” dememiş. Fakat tamamen İstanbullu olan bu mısra zannetmem ki İstanbullu olmayan se-
• Sevginin tutsağı, tutuklusu
146
vişenlere büyük bir şey ifade etsin. Çünkü onlar, nasıl olsa, herhangi bir mevsimde buluşup sevişebilirler. Hele medenî payitahtlar halkı için muhabbet mevsimi ziyafetler, ra- kıslar, cemiyetler ve çay sohbetlerile beraber bilhassa kışın gelir. Kalın kadife perdelerle gölgelenen ve geniş dallı yapma çiçeklerle örtülen salon köşeleri ilk buselerin doğduğu yerler değil midir? Sevişenlerin buluşmalara gitmek için intihap ettikleri günler ise bilhassa kışın yağmurlu, fırtınalı ve pek soğuk günleridir. Zira böyle günlerde camlan, perdeleri sıkı sıkıya örtülü bir arabanın caddelerden süratle ge* çip gidişi hiç kimsenin nazarı dikkatini celbetmez ve geçen sevdalı tenha bekâr apartımanında, neşeli bir surette çıtır- dıyan bir ocak başında uzun kanepesine yaslanarak buluşma zamanını emniyetle bekliyebilir.
İstanbul’da ise âşıkların ekserisi millî ve iklimî bir çok sebeplerle hâlâ çoban muaşakalarını* tasvir eden destanlardaki gibi tabiatın sinesinde sevişir. Buranın muhabbet ehlinde biraz da rüstaîlık*’ var. Onlar bilhassa kuytu korucuklarda, tenha tepelerde, geceleri mehtaplı denizlerdedir k i, kendilerine sığınılacak ve buluşacak yerlerin en eminini bulurlar. Bir taraftan, pek çoğunun mutadı da şarkı ve gazellerle sırlarını bildirmek olduğu*için ekseriye dilsiz karanlıklarda sahillere inerler, tâ ki sesleri hava dalgaları üstünde istenen kulağa çarptıktan sonra boşluk ve karanlıkta titriye titriye dağılsın gitsin diye... Denilebilir ki .onlar indinde tabiatın böyle ılık mevsimlere mahsus havasile aşkın sıcak tecellileri yekdiğerini tamamlıyan, beraber başlayıp beraber biten tek cevherli iki hayat unsurudur. Hicrein deminde ağîıyan herhangi bir bedbaht âşıkm kalbinde yârin iştirakile, geçmiş bir yazın hasretini birbirine karışmış bulursunuz. Bizde her aşk hikâyesi az çok bir “ yazın tarihidir.”
Sevişme: • * Köylülük.
147
Nitekim Nur Baba ile Nigâr Hanım da bütün bir yaz seviştiler. Çamlıca tepeleri, Boğaziçi koruları, Marmara sahilleri, bütün bir yaz bu sevdalı çiftin sözlerile, buselerile, kahkahalarile, âhüvahlarile doldu. Onlar ilk âşıklar gibi hep bu yerlerde badeyle, şarkı ile, açık sineler ve açık başlarla elele vererek, yanyana oturarak başı boş dolaştılar... Hiçbir şeyden çekinmediler. Tepeleri o kadar tenha koruları emin sahilleri o kadar sırdaş buldular. Gerçi Nasip Hanım gibi sevdalılarını daima yanında taşıyan hanımlarla, nefsine mevdu • yârini bir türlü bulamıyan muhibbelerin hazan onlara refakat ettiği oldu. Onlar bu şartlar altında kendilerini daha çok emin, daha çok masum ve hür buldular. Yanlarmdakilerini muhabbetlerinin bekçileri sandılar. Fakat, ne çare! Nefsini kâmilen muhabbete veren Nigâr Hanım, gittikçe susayan Nur Baba için bütün mânasile bir olmuş meyve haline geldiği zaman kışın ilk yağmurlan düşmeğe başladı. Nur Baba, her sene olduğu gibi bu kış da dergâhını kapayıp Üsküdar’daki kışlağına indi. Nigâr Hanım da zevcinin Nişantaşı’ndaki konağına nakletti. Bu göçler her İki taraf için de mevsim ve mesafeden doğan müşküller şöyle dursun, önlenmesi hayli büyük fedakârlıkları; hayli mühim meşakkatleri istilzam eden” daha bir çok mâniler ve zahmetler doğurdu.
Nigâr Hanım: Nişantaşı’nda, zevcinin akraba ve taallû- katile çevrili, dar ve sıkıcı bir çember içinde gibidir. Her hareketin zımnî bir murakabeye,*** her sözünü sessiz bir tenkide ve her teşebbüsünü nereden çıktığı bilinmiyen bir mânaya maruz zannederdi. O izdivacının ilk gününden beri, gerek zevcinin ve gerek ona mensup olanların yanında bir an için olsun ne kalbinin istirahatini, ne vücudunun hürriyetini. hatta, ne de irade-i cüz’iyesini’ ***bulabildi. Genç kadın, onlarla ve onların muhitinde, kendini büsbütün baş
• Vadolunmuş: * * Gerektiren. * • • G izli bir denetlemeye.
• • • • İnsanın elinde oian irâde anlamında kullanılır.
148
ka bir yerde kayıp, garip, menfi ve mahbus hissediyor.Safa Efendi’nin torunu bu hissinde yanılmıyor. Kendi ba-
basınm on beş yirmi sene süren o kapah, renksiz ve sessiz devrine rağmen havasında, hâlâ Safa Efendi ile kızı ZibaHa- nım zamanına ait o aşifte şarkılardan, cuşişli* seslerden bir şey saklıyan Kanlıca'daki yalı İle Madrit Sefiri Eşref Pa* şa’nın bir sefarethaneden daha resmî ve daha muntazam konağı, İstanbul’da, birbirine zıd iki âlemin kutuplarını teşkil eder, bu âlemin birinde hiç bir şeyin hududu yoktur, diğerinde her şey geçilmez bir çizgi içine alınmıştır. Burada yaşıyanların sözleri biçilmiş, sesleri ölçülmüş, vaziyetleri, tavırları aynalar karşısında son kararını almıştır, kımıldanışları dakika ve saatlerin yürüşüne bağlıdır. Hayatta her şeyin fazlasını ariyan IVigâr Hanım, bunlar arasında tabiîdir ki,her hareketini fazla buluyor: onun İçin hayatı güzel, kolay ve lezzetli yapan şeyler, gizli ve sıcak konuşmalardan, bazı geceleri sabahlara kadar gülüşmelerden, musikînin bir faslında gözyaşı dökmelerden, çoşkun anlarda ruhunu çırılçıplak ortaya atıvermelerden hülâsa, gelişigüzel, açık ve aydınlık yaşamadan ibaret iken, diğerlerinin bütün bunları alenen değilse bile zımnen çirkin, kaba ve bayağı telâkki edişi ondan bir nevi şaşkınlık doğuruyordu: Meselâ filân saatte nasıl bir kıyafete girmek lâzımdır, filân söze nasıl bir tavırla cevap vermek icap eder, sokağa nasıl ve ne vakit çıkılır, eve ne vakit gelinir? Bunları bile unutuyor; Nur Baba’mn iradesiz ve nermin kalbll muhibbesi o kadar bunalmış ve çeresiz bir haldedir.
Nur Baba da diğer taraftan daha iyi bir halde değildir. Onun Üsküdar’daki kışlığı bir aşk mahpesi*' gibidir. O civarda, Nakip Paşa haremi denilmekle maruf bir dul kadın muhabbet mürşidini her kış büyük çini sobalarla ısınmış.
* Çoşkulu.
•• Hapishane,
149
geniş sofalı bir konakta sırf kendi nefsine hasrediyor. Bu Nur Baba için üç senedir böyle yalnız kış mevsimlerine mahsus bir acayip münasebettir. îlk zamanlar bu münasebet az çok herkesi meşgul etti idi. Celile Bacı başta olmak ve Ziba Hanımefendi de işin içinde dahil bulunmak sureti- le Nur Baba ile sair muhibbelerden ziyade samimî alâkaları olanların hepsi birden bu hale karşı isyan ettiler.
En kalender muhibbeler içinde bile genç mürşidin bu ân- laşilmıyan hareketine itiraz edenler oldu. Filvaki bu mesele her cihetten isyan ve itirazı celbeden bir şeydi; evvelâ insanlık bakımından isyanı dâvet ediyordu: Çünkü bu kışlık sevgili yetmişini bulmuş, yerinden kımıldıygmaz bir hale girmiş, buruşuk bir acuzedir. Bu kadın Nur Baba’ya zahiren bir evlât muamelesi yapmakla beraber hakikatte, Celile Bacı’mn kavlince* onu vahşi, kıskanç ve hod- endiş** bir ihtiras ile seviyormuş. Zaten bunun böyle oluşuna genç mürşidin, her kış bütün müritlerce görülmez, bilinmez, bulunmaz bir hale girişi kâfi bir deUl değil mi? bir mürşidin kışın vazifelerini tatil ettiğini kim görmüş? Başını okutmak istiyenler, bir adağı olanlar, yazın nasip almağa vakit bulamıyanlar, uzun gecelerin âyin ve muhabbet teşneleri, cemai ve didar müştaıkları**' kime, nereye başvursunlar? Vakıâ İstanbul’da başka dergâh yok değil, fakat herkes bilir ki bir dergâhın malı olanlar diğerlerinde âdeta bir sığıntı haline girerler. Hele Nur Baba evlâtlarının diğer babalarla —her nedense— başları hoş değildir. Onlar Bektaşilik içinde diğer bir Bektaşîliğin mümessilleri, ayrı bir sınıf tarikat ehli gibidirler. Hele Sütlüce postuna oturan bir ihtiyar mürşid Nur Baba’ya âdeta bir mülhit’ *’ * nazari- le bakıyor ve onun evlâtlarına her yerde her tesadüfte tür-
• Deyişiyle; • ‘ Bencil; *** Uzun gecelerin âyin ve muhabbetine susa-
yanylar, tanrısal güzelliği ve yüzünü özleyenler (burada tasavvufı an
lamda kullanılıyor): Dinsiz.
150
İÜ türlü hakaretler etmekten kendini alamıyordu. Doğrusu Nur Baba’nm (bütün bunları bildiği halde) sürüsünü velev bir mevsim için olsun böyle çobansız ve perişan bırakışı ihmal ve kayıtsızlıktan başka bir şey, âdeta bir zulümdü.
HÜKÜM GECESİ*NDEN
İttih a t ve Terakk i Devrinde B ir Muhalif Gazete Yazarın ın Günü
Bir akşam üstü evine dönerken şarkı ile karışık piyano sesini duyduğu andan beri köşebaşmdaki konağın önünden her geçişinde birkaç saniye duraklayıp içeriyi dinlemek Ahmet Kerim’in hayatında dayanılmaz bir alışkanlık yerine geçmişti. Onun içindir ki, bu sabah yanında Hasip Bey var diye oradan geçerken bu alışkanlığı yerine getirememiş olmak Amet Kerim’de iç sıkıcı bir tesir uyandırdı ve kendisi ile tanıştı tanışalı ağzından Edmond Desmoulains’in sosyal nazariyeleri dışında bir tek keliîne işitmediği Hasip Bey’in yine aynı bahsi açtığını görünce bu iç sıkıntısı onda güç tutulur bir öfkeye çevrildi.
Tıpkı sabah kahvesini içmeden sokağa çıkmış bir tiryaki gibi idi. Halbuki, Ahmet Kerim’de bir alışkanlık haline geldiğini söylediğimiz bu köşebaşmdaki evi dinlemek hareketinde hattâ bir sabah kahvesinin kıymet ve lezzeti bile yoktu. Bunun böyle olduğunu kendisi biliyordu. Fakat derisi altında sert ve ekşi bir sıvı gibi dolaşan bu öfkeyi bir türlü yenemiyordu. Uykudan yeni kalkmış kart bir adam sesiyle dedi ki:
“ Azizim Hasip Bey, bahsedip durduğunuz bu Edmond Demoulains hayvanın biridir. Hiçbir yazar budalalık ve cehaleti bunun kadar ileriye götürmemiştir.”
151
Zavallı Hasip Bey sanki saçağı altında yürüdüğü çatıl- nn birinden başına bir kiremit düşmüş gibi oldu. Sarsılarak durdu. Gözleri yere dikildi. Bir müddet böyle kaldı ve sonra, başını Ahmet Kerim'e çevirip:
“ Aman efendim rica ederim,” dedi .“ Bu sözünüzü kimseler duymasın. Edmond Demoulains hayvan! Edmond De- moulains budala! Rica ederim, bunu bir daha tekrar etmeyiniz.”
Ve şimdi de bu nasihat ve merhamet edasıyla Demoulains faslının tekrar başladığım hisseden Ahmet Kerim biricik kurtuluş çaresini artık büsbütün başka şeylere dalıp gitmekte buldu. Meselâ o gün gazeteye yazacağı makaleyi düşündü. Ona bu günlük gazetecilik mesleklerin en gücü, en bayağısı, en şerefsizi gibi geliyordu. Gerçi aslında halkı eğlendirmekten veya kendisini halka beğendirmekten başka bir mânası olmayan bu mesleğin güzel ve asii tarafı yalnız sıkıntılarında ve tehlikelerine idi. Fakat, yaz kış, her gece, bir sokağın belli bir yerinde, boyanarak, süslenerek ve tıpkı bir gazeteci gibi kendisini halka beğendirmek için bin türlü yalancı işveler yaparak saatlerce bir aşağı bir yukarı dolaşan bir kaldırım yosmasının hayatı da o kadar sıkıntıyla dolu ve o kadar tehlikelerle karşı karşıya değil midir? Siyasî gazete yazarı için dayak, kurşun, hapishane veya ip varsa bu zavallı kadın için de her an bir sarhoşun yumruğu, bir katilin bıçağı, bir firengilinin mikrobu vardır ve bir gazeteci okuyuculannın sayısını artırmak yolunda bedenî ve fikrî ne kadar gayret harcarsa, beş olan müşterisini ona çıkarmak için çalışan bir fahişenin harcadığı gayret de hemen aynı nisbettedir.
Ahmet Kerim kendi kendine; “ Günlük bir gazete yazarıyla bir kaldırım fahişesi arasındaki benzerlikler yalnız bundan ibaret değil,” dedi. “ Bunun da, onun da biricik sermayesi halkın budalalığıdır. Amme efkârı bunların birinde hakikat ihtiyacını, ötekinde aşk ihtiyacını tatmin ettiğine inanır. Halbuki fahişenin verdiği aşk ne derece samimî ise
152
gazetecinin söylediği hakikat de o derece doğrudur.”“ Nidayı Hakikat” başyazarı düşüncelerinin burasına ge
lince kendisinden iğrenir gibi oldu ve ruhunu, yaptıkları şeylerin dürüstlüğünden şüpheye düşen kişilere mahsus, derin bir keder kapladı. Fakat, genç varlığında her düşünceden daha kuvvetli olan bencilliği birden başını kaldırdı: “ Hayır! Ben.yalnız ben,bu cins hakikat bezirganlarından değilim” dedi. “ Her yazım kuvvetle inandığım, kuvvetle hak bildiğim bir fikrin ifadesidir.”
Gerçekten, nefsini her türlü zevk ve refahtan yoksul kılarak, ve her gün bir ölüm tehdidi ile karşılaşarak yarım bir sefalet içinde sürdüğü bu ateşli mücadele hayatını bazı küçük yalanlara dayanan düzmece bir şey saymak için çok insafsız olmak lâzım gelirdi. Ahmet Kerim, bu mücadelenin ne kadar umutsuzca ve menfaat gözetmeden yapıldığını pek iyi biliyordu. Kendi safında olanların günün birinde İktidar mevkiine geçebileceklerine hiç inanamıyordu. İnsana ikbal, saadet ve servet sağlayan kuvvetlerin hepsi de öbür tarafta idi. Ve hep öbür tarafta kalacaktı. Çünkü İttihat ve Terakki bütün o kaba ve vahşî sertliğine karşı memlekette tek kudreti temsil ediyordu. Muhalefet ise olumsuz ve inkarcı anlayışların hastalıklı bir görünüşünden ibaretti. Ahmet Kerim, her dakika bu acı gerçekle yan yana yaşıyor ve İttihat ve Terakki ile, hiçbir ümide kapıl- maksızın, hattâ bir uzak zafere bile ihtimal vermeyerek feragat içinde çarpışıyordu. Bu müthiş kudretle böylece yalnız başına çarpışmakta sonsuz bir zevk vardı. Yalnız başına mı? Evet! 31 Mart İhtilâli’nden sonra, iktidara gelen radikal devrimciler hükümetinin dehşetle kapadığı tenkit ve tartışma kapısı ilk defa olarak “ Nidayı Hakikat” gazetesinin kuruluşuyla açılmıştı. Ve bu gazetede, kendi imzasıyla yazı yazan iki yazardan biri de Ahmet Kerim'di. Herkesin sustuğu o yıldırma devrinde, gerçeği söyleyen bu
153
iki yazarın sesi, bir za.manla.r çölün içinden Orşilim beldesine haykıran Yahya Nebi’nin sesi gibi memleketin en ıssız köşelerine kadar yayılıyor ve kimini kızdırıyor, kimini ürkütüyordu. Tevrat geleneklerine göre Yahya Peygamber’- in iman yaydığı çölde, biricik gıdası yaban balı ile çekirge imiş. Türkiye’nin muhalefet basını, Ahmet Kerim’e bu çeşitten bir gıda bile sağlamıyordu. Annesinin, babasından kalma bir emekli maaşı ile idare etmeğe çalıştığı; Teşvikiye ’deki küçücük ev de olmasaydı, zavallı genç, sözün bütün mânasıyla bir kaldırım serserisi haline girecekti.
Hasip Bey:“ İşte geldik!” der demez. Ahmet Kerim bir kâbustan uya
nır gibi silkindi. Nişantaşı’nda, sessiz bir konak bahçesinin yarı açık kapısı önünde idiler. Hasip Bey, alışık bir tavırla bu kapıyı itti. Üç defa ses veren bir küçük çanın altından bahçeye girdiler. Güz mevsiminin ilk kuru yaprak yığınları ile yıllardan beri terkedilmiş bir yer hali alan bu bahçede Abdülhamid devrinin dillere destan olan ihtişamını hatırlatır hiç birşey yoktu. Hafif bir iki devrim soluğu bu eski sadnazam konağının bahçesini hemen birkaç yıl içinde İstanbul’un en bakımsız tekke ve türbe bostanlarına çevirmişti.
Kapı açılırken sallanan çanın sesi içeride hiçbir hareket uyandırmadı. İki ziyaretçi evin bir köşesini teşkil eden bir camlıkta son bulan mermer merdivenlerden çıktılar. Hasip Bey biraz önce kapıyı nasıl ittiyse bu camlığın ziline de öyle bastı. İçeriden bir uşak bunlara doğru yürüdü. Bu uşak traşı uzamış, ceketsiz bir adamdı. Hasip Bey, dostça ve aynı zamanda koruyucu bir tavırla gülümseyerek:
“ Nasılsın bakalım, Osman Ağa?” dedi.Osman Ağa yerden temennalar ederek gür, uzun bıyık
larının altından “Allah ömürler versin!” diye mırıldanıyordu. Fakat, bunu yapışında ve bunu söyleyişinde o kadar samimiyetsiz, o kadar yılışık bir lâubalilik vardı ki, Ahmet Kerim, Hasip Bey hesabına buna kızmaktan kendini ala
154
madı. Hele Hasip Bey’in “Beyefendi daha uyanmadı mı yoksa?” sorusuna karşı: “ Hayır efendim, fakat şimdi gider, uyandırırım." cevabını vermesi lâzım gelirken, manalı bir yüz ekşitmesiyle efendisinin her zamanki gibi henüz uykuda olduğunu hissettirmesi onu iki kat sinirlendirdi. Hasip Bey’in gittikçe pısırıklaşan bir hali vardı.Pek belli idi ki. bu eve, hep bir sığıntı gibi girip çıkmış ve on beş yıllık bir arkadaşlığa rağmen hâlâ kendisinde eski Sadnazam Halil Paşa'nm oğlu Ömer Beyefendi’nin’ uşağına emretmek yetkisini bulamamıştı.
Ahmet Kerim;“ Hasip Bey. bu ne acayip karşılayış!" dedi. “ Bizi bugün
on birde beklemeyecek mi idi.’ ’“ Evet öyle... Öyle ama. dün gece anlaşılan yine geç yat
mışlar. Değil mi Osman Ağa? Kaçta yattılar söyle bakayım ?"
Uşak sırıtarak, parmaklarıyla on sayısını işaret ettiHasip Bey;“ Onda, alaturka saat onda! Yani sabaha karşı! Gördü
nüz mü?" dedi.
Bunu yeter bir mazeret, saymak için bu konağın hiç değilse Hasip Bey gibi gedikli misafirlerinden biri olmak lâzım gelirdi. Halbuki Ahmet Kerim, buraya Ömer Bey’in daveti üzerine ilk defa olarak ayak basıyordu ve ev sahibini, ilk defa olarak bugün tanıyacaktı. Gerçi, bu davete ve bu tanışmaya aracılık eden Hasip Bey’di. Fakat, doğrudan doğruya bu nezaketsizlikten incinecek onur onun onuru değildi. Şu halde. Ahmet Kerim camlı kapıyı pos bıyıklı uşağın burnuna çarparak ters yüzü çıkıp gitmeyi düşündü. Lâkin, tam bu anda, zavallı Hasip Bey o derece gülünç ve acıklı bil tavırla yanına sokuldu ve o kadar yalvarıcı bir sesle özürler diledi ki. genç adamın bütün kızgınlığı birden dağılıverdi.
155
Hasip Bey’e göre. Ömer Bey'de irsî bir noktambulizm varmış. Tâ çocukluğundan beri şafak sökmeden yatağma girdiği ya da girse bile, uyuduğu görülmemişmiş. Hattâ kendisi de bu kusurunu bildiği için, Ahmet Kerim'i önce akşam yemeğine çağırmayı düşünmüş, fakat Hasip Bey’- in araya girmesi üzerine bir “ ilk ziyaret” için daha uygun olan bu saat tayin edilmişti.
Ahmet Kerim, yine Hasip Bey’i işitmemeye başladı. Tekrar köşebaşındaki evin önünde durup içeriyi dinlemediği hatırına geldi ve kalbini büyük bir fırsat kaybetmişlere veya bir sevgiliyle buluşmaya gidememiş olanlara mahsus yakıcı bir his kapladı. Ah, o ses... O sesi bir kere daha işitmek kabil olacak mıydı? Ahmet Kerim bu sesin sahibini, bu sesin sahibi olan kızı —Çünki, o mutlaka bir kızdı, taze ve güzel bir kızdı!— görmeyi, tanımayı hayalinden bile geçirmiyordu. O, belki bir peri idi. belki billürdan bir put idi: belki de yerde yaşayan yaratıkların hiç bilmediği, hiç görmediği semavî bir musikî âleti idi. Öyle olmasa, Ahmet Kerim’in yüreği o sesi duyduğu günden beri titreyip durur- muydu? Dünyada hangi ahenk vardır ki kulağa aksettiği dakikadan beri bütün sinirlerimizde dinmeyen böyle bir titreyiş halinde günlerce devam edip giderdi? Ahmet Kerim’in vücudu baştan başa bir saz teli gibi idi ve o ses bu telin üstünde bir kemanın yayı gibi bayıltıcı bir direnme ile hep aynı ezgiyi tekrar ederek gidip geliyordu. Bu, hattâ belli bir ezgi bile değildi. Bu başı ve sonu olmayan tek, bütün, uzun ve derin bir ünlemeydi. Bu, bize ulaşmak isteyen başka bir cinsiyetin kendi karanlıklgınndan bizi yardıma, bizi kavuşmaya çağırışı gibiydi. Bunda, o hem yanık, hem acı, hem de okşayıcı ünlemede dişinin bütün sırları da açığa vuruyordu. Onun içindir ki, Ahmet Kerim kim olduğu bilinmeyen şarkıcıyı tanımak isteğine kapılmıyordu. Çünki, o kadın her kim ise, sarıcı sesiyle kendisini ona vermiş, çırılçıplak onun koynuna girmiş, ve vücudunun en duygulu noktalarım ona açmış oluyordu. Ahmet Kerim o sesi ilk işit-
156
tigi an gerçekten, böyle bir halin bütün ürperişlerini hissetmişti.
Uşak bir gümüş tepsi içinde iki kahve getirdi.
Şu dakikada Ahmet Kerim için hiçbir şey, ne milletler arasmdaki kanlı anlaşmazlıklar, ne siyasî partilerin sinsi ve mânsız didişmeleri, ne tarih, ne ilim: hiçbir şey. hiç bir şey. bu, hemen hemen bir “ vu s la f’a benzeyen hal kadar mühim değildi. O kadın veya o kız her kim ise, şimdi ona bir haber gönderecek olsaydı, ona “ Gel; senin için piyanomda bir şarkı daha söyleyeyim. İstersen her gün, her saat senin için çalıp, senin için söyleyeceğim! Fakat bir şartla: Seni uğraştıran bütün işleri, gazeteni, yazılarını bir yana atacaksın!” deseydi, Ahmet Kerim bir saniye tereddüde düşmeksizin hemen bu çağrıya koşacaktı ve belki de bu yaratığın ileri süreceği daha başka şartları da gözü bağlı kabul edecekti.
Genç adam bu gerçeği kendi kendisine itiraf ederken insan alınyazısının ne kadar zayıf temeller üzerine dayandığın ı gözleriy le görür gib i oldu* ve düşündü ki, kahramanlarla evliyalardan başka hiç kimse milletlerin başına geçmeğe lâyık değildir; şu halde aleyhinde bulunduğu İttihat ve Terakki’yi herhangi bir partiden çok iktidar mevkiine lâyık saymak lâzım geliyordu. Çünki, yer yüzünde hiç bir siyasî kuruluş kendi bağrından bu kadar çok evliya ve kahraman çıkarmamıştır. “ Merkezi Umumî" feragatin örneği olan kişilerle dolu idi. Hükümet hep fedakâr inkılâp erlerinden meydana gelmişti. Gerçi. Enver ve Niyazi gibi adlar şimdiden masallara karışmış, her biri- bir köşede duruyordu.” Fakat, yeni Türkiye’nin üstünde hâkim olan yine onların ruhu idi. Şu halde?..
Ahmet Kerim birdenbire sendeledi. Lâkin yine aynı hızla
157
kendini topladı. “ Öyle ama, bunların hepsi düzme, hepsi düzmeci!” dedi. İktidara geçer geçmez hepsinin foyası meydana çıkıyor: İşte Talât Bey! İşte Mahmut Şevket Paşa! bunlardan biri, daha düne kadar, alçak gönüllü ve fedakâr bir hak adamı idi. Nazır olur olmaz hemen değişti. Siyah kadife yeleğinin üstüne bir altın kordon geçirdi ve her tarafı çamlı bir otomobile kurulup sokak kalabalığına bir bayram çocuğu gibi sırıtıyor. Öbürü Hareket Ordusu’nun başında ne şanlı, ne heybetli idi! Sanki destan kişilerinden biri gibiydi. Şimdi, bilinmez bir elin oynattığı bir korkuluk kadar kaba, gülünç ve hor görülmektedir. Bu zavallı adama hattâ zorbalık bile yaraşmıyor.
Ahmet Kerim düşüncelerinin burasına gelince, Hasip Bey’in kendisine hâlâ bir şeyler anlatmakta olduğunu far- ketti. Hasip BeyEdmond Desmoulains'in bütün eserlerini hulasa etmiş, şimdi de.aynı yazarın “İktidara Geçmekte Fayda Var Mıdır?" adlı eserine gelmişti. Ahmet Kerim,Ha- sip Bey’in yüzüne baktı. t>akü da kendi kendine dedi ki: “Lâkin İttihat ve Terakki’nin en cahil, en kör üyeleri bile aksiyon alanında mutlaka bu adamdan daha değerlidir. Ne yazık, biz sanki bunlarla mı bir hükümet kuracağız?’ '
Çünki, muhalifler arasmda Hasip Bey’e gelecekteki nazırlardan biri gözüyle bakılıyordu. Uzun süre elçilik müs- taşarlıklarında bulunmuş olması, sakalının kısa ve sivri kesilişi, tek gözlüğü, Edmond Desmoulains bahsindeki derin ve rekabet kabul etmez malumatı onu, dostlar gözünde bir nazırlık sandalyesine en yakışır kişilerden biri haline sokmuştu. Hasip Bey bt lli başlı muhalefet adamlarının kendi hakkındaki bu yakın sevgi ve ilgisini gurur ve iftihar ile sezmekteydi. Hattâ şimdiden, hiç değilse bir nazır namzedi tavrı takınmış ve herkesten buna göre bir muamele bekliyordu. Onun içindir ki bir muhalif gazete başyazarından, hem de Ahmet Kerim gibi herkesin, beğendiği bir yazar
158
tarafından lâzım geldiği kadar itibar görmemek, daha doğrusu kendisini böyle bir gence beğendirmemek Hasip Bey’i son derecede üzüyordu. “ Hepsini kazandım, mutlaka bunu da kazanmalıyım. Bilhassa bunu kazanmahyım. Çünki, bunun kalemi benim “ porte - voix” ' m olacaktır." diyordu.
Tam bu sırada, sofadan, ev sahibinin uyandığını ve gelmek üzere olduğunu sezdirir birtakım hareketler ve seslerk İşitilmeye başlandı.
İşte Hasip Bey, Ahmet Kerim’in yakınlık ve sevgisini kendi üzerine çekmek kaygısıyladır ki, onu, bugün evinden alıp Ömer Beyefendi'nin konağına kadar getirmek nezaketinde bulunmuştu. Hasip Bey’ii) bu halinde sanki, eski lalaları hatırlatan bir şey vardı. Onda bu lalalık tavrı doğuştan bir şey olsa gerektir. Çünki kendisinin Ömer Beyefen- d l’nin adam larından birinin oğlü olduğu gizlice söylenmektedir. Nitekim Osman Ağa’nın biraz önceki muamelesi, Hasip Bey’in kendisinin buraya girerken aldığı o alışkın ve yatkın tavır, Ahmet Kerim’in gözünde bu söylentiyi kuvvetle doğrulamıştı.
Hasip Bey:“ Sanırsam nihayet geliyorlar.” dedi.Gerçekten Ömer Beyefendi nihayet,geldiler. Fakat, tam
bir saat sonra... Odadan içeriye birtakım kesik ve zincirleme aksırık sesleriyle sarsılan bir adam girdi. Ne! Eski Sadrazam Halil Paşazade Ömer Beyefendi bu muydu? Hani şu İkinci Abdülhamid devrinde adı fısıltılarla bir kulaktan öbür kulağa geçen ve her kulakta az bulunur, acayip ve değerli bir küpe gibi takılı kalan: hani şu, ikide bir Mabeyni Hü- mayun’a dalıp da devlete ait —çok mühim işler için— bütün o heybetli sarayı mukavvadan bir oyuncak yapı gibi avucunun içinde zıplatan: hani şu Cerlec d’Orient’in “ al-
* Ses taşıyıcı.* ♦ Türkçe anlamı. Şark Cephesi Döneminin ünlü bir özel klübünün
adı. Günümüzde “ Büyük Klüp" adıyla varlığını sürdürüyor,
159
tın bülbülü: hani şu. İstanbul’un biricik Mecena’sı;sesli aydın. yüksek, hürriyetçi ve kibar gençliğin tek incisi, hani bugün herbiri meşrutiyet devrinin yüksek makamlarına kurulmuş kimseleri bir zaman sofrasmda yedirip içiren ve kütüphanesinde okutup öğreten ve bu eski nüfuzuna dayanarak İttihat ve Terakki’nin ilk taşkmlıkla- rını bunlarm kişiliğinde kötülemek cüretini gösteren medeni cesaret sembolü Ömer Beyefendi bu küçük, aksırıklı mahluk muydu?
Ömer Bey alafranga bir selâm çalımı ile kendisine doğru uzanan Hasip Bey’in başına hafif ve okşayıcı bir şamar vurarak Ahmet Kerim’e yaklaştı: Üstünkörü traş olmuş esmer, mahmur bir yüzün ortasında diş ve parmak uçlarıyla durmadan didiklenmiş bıyıkların yarıya kadar ancak örtebildiği geniş, boş, harap bir gülümseme... Ahmet Kerim yalnız bunu gördü ve derhal nasıl bir insanla karşı karşıya bulunduğunu anladı. Bu gülümseme, bir karekterin tarifi idi. bu gülümseme mufassal bir biyografi idi.
“ Sizi beklettim, sizi beklettim. A f buyurun. Dün gece Necip Molla Bey, Neşet Paşa, Saim Efendi hazretleri filân geç vakte kadar hep burada idiler. Aramızda uzun bir bahis açıldı. Onlar gittikten sonra bu bahsin mevzuunu teşkil eden meseleye dair bütün dosyalarımı karıştırmak mecburiyetinde kaldım. İyi ki karıştırdım. Bunlar arasında sizin için öyle enteresan vesikalar buldum ki... Göreceksiniz... Herbiri gazetecilik bakımından milyonlar değer. Yemekten son
ra vaktiniz müsaitse birlikte tasnif ederiz. İçinden beğendiklerinizin kopyasını alabilirsiniz. İsterseniz asılla- rınl da veririm.”
Hasîp Bey’e dönerek ilâve etti:“ Ne yazık ki Ahmet Kerim Beyefendi ile şimdiye kadar
müşerref olamadık. Yoksa açtıkları polemikte kendilerine yardımım dokunurdu. Malûmu âliniz; hücumlar birtakım vesikalara dayanılarak yapılacak olursa daha çok kuvvet
160
kazanır. Tesirleri daha ‘mortel” ' olur. Bu bakımdan iddia edebilirim ki, sözüm yabana Meşrutiyet Nazırlarından bir çoğunun canı benim elimdedir. Öyle değil mi Hasip Bey, ne dersiniz? Meselâ muhterem Maliye Nazırı’mn Meşrutiyetten iki yıl önce âcizlerine yazdığı ‘arizayı’ Nidayı Haki- kat’te bir neşredecek olsak, ha-ne dersiniz, bir neşredecek olsak?”
Nidayı Hakikat adını işitir İşitmez Ahmet Kerim ’in yüreği hopladı. Eyvah, bugün ne yazacağını hâlâ bilmiyordu. Acaba şu sözü edilen vesikalardan bir başyazı mevzuu çıkarmak mümkün olabilecek miydi? Ömer Bey tam onun düşüncesine cevap verir gibi:
“ Lâkin ne yazık ki şimdi bunların sözünü etmek doğru değildir.” dedi. “ Bunlar, muhalefetin son ve kati darbelerini teşkil edecektir.”
Hasip Bey kıskıs gülüyordu:“ Ama efendim, hep zamanı gelmediğinden bahis buyu
rursunuz;” dedi. “ Bunların zamanı ne vakit gelecek bilmem ki, devlet ve memleketi büsbütün harap ve ‘türap’ etmeleri mi beklenecek?”
Çünki, bir an önce iktidar ve mevkiine geçmek için can atıyordu. Artık daha fazla beklemeğe tahartımülü kalmamıştı.
Borçları gırtlağını aşmıştı ve herkesi “ bugün yarın” diye avutmaktan bıkmıştı. Onun içindir ki, Ömer Beyefendi bu son “ darbe” lerden bahsettikçe telâştan yüreği çar pıyordu;
“ Bu yaptığın ız hepim ize sanki bir ‘Suplice de Tantale” *‘ dır. dedi.
Bu “ hepimize” deyimi Ahmet Kerim’in en duygulu bir noktasına saplandı ve sert çizgilerle buruşan yüzünü Hasip Bey’e çevirerek:
• ölüm cül.• * ö lü ler dünyasında suyun ve m eyvalann yanında aç ve susuz kal
ma cezasma çarptırılmış efsanevi Tantalus kastediliyor. Türkçesi “'Tan
tale eziyeti”
161
“ Lütfen bu ‘hepimizden’ beni ayrı tutun" diye mırıldandı.
Ahmet Kerlm’in kendi kendisine hiç halledemediği meselelerden biri de bu idi: Memlekette muhalefet adı altında ;oplanan ve herbiri, her parçası ayrı bir kusurun, ayrı bir maksadın gölgesini taşıyan bu alaca kümenin içinde kendi siması acaba nasıl görünüyordu? O da, gerçekten, bu kümeden miydi? O da, gerçekten, bu yamalı bohçayı meydana getiren parçalardan biri miydi? O da, gerçekten, şu Ömer. Beyefendiler, şu Hasip Beyler, şu Necip Mollalar, Neşet Paşalar ve Saim Hocalar sırasında bir muhalif tipi miydi? Eğer öyle ise. hangi iplikler bunu onlara dikmişti? Gerçi, onların birbirlerine ne cins ipliklerle yamanmış olduklarını bilmekte güçlük çekmiyordu. Hasip Bey. ne olursa olsun bir an önce bir Nezaret koltuğuna yerleşmek istiyordu. Nacip Molla’nın dilediği de bu idi. Neşet Paşa da bunu istiyordu. Saim Hocaların, Mebus Tahsinlerin ve daha başkalarının, dilek ve gayeleri de kendilerine göre bir ikbale erişmekten başka bir şey değildi. Lâkin Ahmet Kerim, kendi etinde bu çeşitten bir ihtirasın iğnelerini hiç duymamıştı. Zaten, herhangi bir makam için henüz çok genç olduğunu biliyordu. Bundan başka, resmî şereflerin hiçbiri onu çekmiyordu, bu şimdiki durumda bile, iktidar mevkiinde bulunanların hepsinden daha kuvvetli, daha itibarlı, daha nüfuzlu değil miydi? Her gün masasının üstü memleketin dört bir köşesinden yağan yüzlerce takdir, teşvik ve sevgi mektuplarıyla dolup boşalıyordu. Gerçi, bunların arasında birçok da imzasız tehdit mektubu vardı. Fakat öbürlerini ne kadar övünmeye değer bulursa, bunlar da o kadar koltuklarını kabartırdı. Çünki. o takdir ve tebrik mektupları onu bir genç kahraman derecesine çıkarırken, bu tehdit mektupları da ona cesur bir mücahit olma zevkini verirdi: Ahmet Kerim’e göre, bu sıfatların her ikisi de hayatta erişilebilecek mertebelerin en büyüğü idi. Ahmet Kerim, gerçi, hayatta bundan başka daha birçok mutluluk kaynakları bulunduğunu bilecek
162
kadar duygulu, genç ve sanatkârdır. Güzel döşenmiş bir odadan, iyi giyinmiş bir kadına, iyi giyinmiş bir kadından mermer bir heykele ve bundan meselâ Mozart'ın bir müzik cümlesine kadar insanlığın estetik görünüşleri ile bir hayatın nasıl bir peri masalı haline gireceğini pek iyi tasarlardı. Çoğu zaman, bu duygu onda, yalnız bir düşünce olarak kalmıyor, bütün güzel şeylere karşı bir onulmaz hasretin yarası kanıyordu. İşte o zaman, herkes gibi Ahmet Kerim ’de de derinden derine yakıcı bir kudret ve zenginlik ihtirası tutuşmaya başlardı. Zira ne yazık ki. bu dünyada bir dilim ekmek gibi bir sanat ve şiir parçasının da ancak para ile alındığını bilirdi.
Ömer Bey’le Hasip Bey arasında uzun ve yorucu bir konuşmadan sonra nihayet sofraya oturmuştular. Ahmet Kerim. zihni bin türlü düşünce ile yüklü gözlerini henüz boş duran tabağa dikip dalmıştı. Tam bu sırada Hasip Bey:
“ Tabağınıza öyle şüpheli bakmayınız. Hakiki “Sevres’- dir dedi.
Ahmet Kerim, birdenbire bu sözden bir şey anlamadı ve bir cevap vermiş olmak için;
“ Ya, öyle mi?“ diye mırıldanmakla yetindi.Ömer Beyefendi memnunlukla Hasip Bey’in yüzüne ba
kıyordu:“ Beyefendi, ‘connaisseur'* müdürler?”“ Connaisseur' olup olmadıklarını bilmiyorum, fakat ken
dilerinde ne kadar olsa bir sanatçı gözü var. Güzel bir ob- je t ’yi derhal sezmeleri lâzım gelir.’ ’
“ Güzel ‘objet’ merakı bana merhum pederimden kalmıştır. Onun başladığı koleksiyonlara devam etmeyi dini bir vazife bilirim. Zaten devlet makamlarından çekildiğim günden beri hemen hemen bundan başka ‘meşgale’m yok gibidir. İstanbul'da köşe bucak dolaşırım, nerede tarihi ve
Tanıyıcı.
163
estetik değeri olan bir şey bulursam, sanki eski bir tanıdığa rasgelmişim gibi yüreğim çarpmaya başlar, ne yapar ya* par onu elde etmeye çalışırm.”
Biraz durdu:"N e yazık ki. İstanbul’da bu çeşit ‘aşari nefise’ gittikçe
azalmaktadır. Bir zamanlar Avrupa’nın en zengin müzele* ri ile rekabet eden çarşı için tamamiyle boşalmıştır. Burada. beş on yıldan beri yabancılara, seyyahlara satılmakta olan şeylerin gerçekte hiçbir değeri yoktur. Çoğu taklittir. Hattâ bazıları basbayağı Avrupa manifaktürüdür. Değerli ve estetik eşya; efendim, bu bulunsa bulunsa şimdi ancak bir kaç eski ailede bulunabihr. Eski aile...”
Ömer Beyefendi monoloğunun burasında birdenbire, dramatik bir tavır aldı:
“ Eski aile... Yazıklar olsun... Bunların da birer birer ocaklarına incir dikiliyor!” diye bağırdı.
Ahmet Kerim, kendi kendisine "Acaba o köşebaşmdaki evden sesini işittiğim kız da bu eski ailelerden birinin çocuğu mudur?” dedi. Tıpkı “ Her neye baksam. her kimi görsem. karşımda sensin” kantosundaki âşık gibi Ahmet Kerim de, kaç günden beri her sözde, her yerde, her şeyde durmadan o bilinmeyen sevgiliyi düşünüyor ve duyuyordu. Meselâ demin, Hasip Bey’in' "hakiki Sevres’dir” sözü üzerine gözlerini dikkatle tabağına diktiği zaman bu tabağın ortasındaki ve kenarlarındaki lüle saçlı, sarışın kadın resimlerini görür görmez bilmem neden, zihni yine o şarkı söyleyen kıza gitmişti. Acaba, o da, saçları taze üzüm salkımlarını ve dudakleirı ıslak kirazları andıran bu menekşe gözlü, bu krema tenli mahluklardan biri miydi; diye düşünmüştü.
Ömer Beyefendi:"Meselâ şu duvarda asılı duran yeşil Çin tabaklarına ba
kınız, dedi; bunların eşlerini şimdi ancak Hazine Hassa’da bulabilirsiniz. Hazine Hassa’da diyorum, belki orada da
164
yoktur. Zira, malûmuâliniz, Yıldız yağmasından’ sonra, hâzinede ne kadar kıymetli eşya varsa Brüksel’de haraç mezat satıldı idi.”
Bir süre mahzun mahzun duvarlara baktı:“ Şu yeşile dikkat ediyor musunuz? Hangi ressam yeşi
lin bu nüansını bulabilir? Işık bunun içinde yumuşak ve elle tutulur bir madde halini alıyor. Tıpkı bir ham zümrüdün kenarlarında görülen ışıltılar gibi... Bazan da koyu bir gölge altında, yeşil kadifeden bir yastık sanılır.Sert toprağa bu souplesse’i'** verebilmek sanatın üstünde bir şey. bir büyü değil de nedir? Bunlardan bizde, bütün bir takım vardı. Küçük birer tencere büyüklüğünde çorba ve aşure kâselerinden tutun da çeşmi bülbül biçiminde macun hokkalarına kadar en az yirmi, yirmi beş parçadan meydana gelmiş gayet zengin bir Çin kârî işi koleksiyon. Çoğu bizim Süleymaniye’deki konakla birlikte yandı gitti. Kurtulabilenler ancak şu birkaç parçadan ibarettir. Ah, beyefendi, bütün bu gördüğümüz eşya bir yangının ‘bakiyesi’dir.”
Ve Ömer Beyefendi kollarını İki kanat gibi açıp bütün evi kucaklayan bir geniş hareketle ilâve etti:
"Evet, bir yangının ‘bakiyesi’ ...”
HBP O ŞARKI’DAN
IVafi M olla Konağı
Ah, nerede ise size romanımın sonunu açıklayıverecek- tim. durun bakalım: oraya varıncaya kadar neler olmadı ki. Biz, daha Nafi Molla konağındayız: Burada, yemekten içmekten, yatıp uyumaktan, başka birşey yok. Harem dairesi, bir türlü rahatinde, işittiğime göre, selâmlık bir türlü. Zaten, konağın bu iki kısmı iki ayrı ev gibi. Şehislâm Efendi Hazretleri tevabiiyle öbür tarafta vakit geçirir. Yemeklerini orada yer. Namazlarını orada kılar ve hareme ancak
165
yassılardan sonra girer. Beri tarafta. Hanımefendi, hiç yerinden kımıldamaksızın hep aynı odada aynı minderin üstünde oturur. Bütün gün, ardı arkası kesilm iyen misafirlerini bu halde kabul eder. Herbirini karşısındaki yer şiltelerine dizer, onları söyletir, kendisi susar, gülümser veya uyuklardi. Kaynanam, yemeklerini de burada yerdi. Bir kalfa hanımla üç hizmetçi kızın dört yanından tutmakla ancak taşıyabildiği bir yuvarlsık tepsi -Bu. evvelâ som gümüşten olduğu ve en az yirmi, otuz kapaklı gümüş sahanlarla yüklü bulunduğu için, çok ağırdı- evet, bir debdebeli yuvarlak tepsi, minderinin önüne getirilir, konulurdu.
Hanımefendi, işte o zaman harekete gelir gibi olurdu. Burun kanatları, hafif hafif kımıldanmağa başlar, bakışları canlanır ve tombul kollarını sahanların üstüne doğru uzatırdı. Önce, bunların, bir bir kapaklarını açar, içlerindeki yemeklere iştah ve tecessüsle bakardı. Aşçıbaşının yüzünü hiç görmemiştir ayvazlar ve tablakârlarla hiç temasa gelmemiştir amma, bütün mutfak işlerini sevkü idare eden: Efendi Hazretleri için bugün şu tuzlular, kendisi için bu tatlılar yapılsın emrini veren ve ayrıca ince kilerin bütün mevsimlik reçellerini pişiren turşularını, salamuralarını kuran, taze zeytinlerini yağlayıp sirkeleyip kavanozlara istif eden de ondan başka biri değildi. Ev kadınlığının bütün mes’u- liyetini, o yalnız bu hususta yüklenmiş bulunuyordu ve işte sanırım, bütün bu zahmetlerinin acısını çıkarmak içindir ki, alabildiğine can besliyordu. Bazen öylesine yiyor, öylesine tıkınıp tıkıştırıyordu ki âdeta yorgun düşüp sofra başında uyuyakahyordu.
Bu gibi vaziyetlerde kalfalar, yavaşça yanma sokulup sabunlu suya batırılmış tülbentlerle ellerini, ağzını, çenesini silip temizlerler ve arkasına, başının altına yastıklar koyarak onu yarı oturur, yarı yatar bir halde minderi üstüne yığıp çekilirlerdi. Kaynanam bir baygınlığı andıran bu vakitsiz uykularına da bir yemek adı takar, “ şekerleme” derdi.
166
Kocam, Rüknettin -nâmı diğer Küçük Molla-Bey’in buna ne dediğini bilmiyorum. (Zira, oburlukta annesinden farksızdı. Amma, böyle ince lâflara pek dili dönmezdi). Lâkin, onun da sofra başında, hele akşam yemeklerinden sonra uyuyakaldığmı hatırlarım. O zaman, bu, asıl benim için bir şekerleme olurdu, kalfalardan öğrendiğim usûl üzere onun elini, yüzünü sildikten sonra kafasını bir yastığa dayar dayamaz hemen elime bir roman alıp okumağa koyulur ve hiç değilse yarım saat nerede olduğumu, kimin yanında bulunduğumu unutur, bu konaktan, bu yerlerden uzaklaşır giderdim. Küçük Molla Bey. arada bir. gözünün bir tanesini açıp yüzüme diker:
“ — Yassı ezanı okundu mu?” diye sorardı.Ben okunduğunu işitmiş olsam bile:“ —Hayır,” derdim.Onun gözü tekrar kapanır ve beni bir müddetçik daha
kendi halime, kendi hayalâtıma bırakırdı. Bir müddetçik... Fakat, bu müddetçik içinde neler olmazdı. Büyük Frenk romancılarının önüme serdiği uçsuz bucaksız âlemlerde öyle uzun, öyle uzun seyahatlere çıkardım ki, artık geriye dönebileceğimi tahmin edemezdim. Hem bu seyahatlerde ben yalnız da değilimdi. Cemil Bey hep yanıbaşımda idi. Onunla kâh çocuklar gibi elele vererek, kâh sevdalılar gibi kolkola girerek diyar diyar dolaşırdık. O, beni bazen belimden tutardı. Ben, başımı onun omuzuna dayardım. Arada bir durup bakardı. Cemil Bey:
Bu hangi şehir?” diye sorardı.Ben:“ —Paris,” derdim.“ —Ya şu geniş caddenin ta ucundaki koruluk?”“ —Bolonya ormanı.”“ —Bizim Mihrabat’dan daha mı güzel?”“ —Daha güzel. Çünkü, burada sevişen çiftler yanyana
oturabilir. Çimenler üstüne yanyana uzanabilir.” “ —Kimse karışmaz mı onlara?”
167
“ —Kimse kanşcimaz onlara. Hattâ anaları, babaları bile.” “ —Sen bütün bunları nereden biliyorsun?”
Alexandre Dumas’dan, Alphonse Karr’dan ve daha bunlar gibi birçok Fransız romancısından öğrendim.” derdim.
Sonra gülüşürdük. Sebepsiz, uzun uzadıya gülüşürdük. Derken bir horultu veyahut bir hi hi hi. Hemen kendi
me gelirdim. Bir de bakardım ki, ne Cemil Bey’den eser var, ne Bolonya Ormanından.' Roman kitabı dizlerim üstünde açılmış duruyor ve ben gözlerimi tavana dikilmiş düşünüyorum. Küçük Molla Bey, eğer horuldamakta ise dizlerim üstündeki kocaman kalın ciltli kitabı pat diye yere düşürerek onu uyandırırdım. Çünkü zamanla, sabırla onun her halini hoş görüp geçmişimdir amma, bu horultusuna asla alişamamışımdır. Küçük Molla Bey, silkinerek uyanırdı:
” —Yassı ezanı okundu mu?”Bu sefer:‘ ‘—Okundu, derdim. Hem epeyce oluyor. Tezelden na
mazınızı kılınız.”Küçük Molla Bey tembel tembel gerinerek:
Abdestimi tazelemek lâzım amma, ne dersin? Abdestim bozulacak kadar uyudum mu?”
Ben, o andaki halime göre: ya evet, ya hayır derdim. Küçük Molla Bey, uflaya puflaya ağır ağır kalkar. Kâh abdest- li, kâh abdestsiz namaza dururdu. Beş dakika, on dakika tekrar romanıma dalardım.
Lâkin, o, hi hi’leriyle bana bakmakta ise tavana dikilmiş gözlerimi kapatır, kendimi uyuklar gibi yapardım. Bunun üzerine, Küçük Molla Bey, beni en çok sinirlendiren, tatsız şakalarından birini tekrar ederdi: dizimden kitabı alıp yüksek sesle okumağa başlardı. Okuma, amma, ne okuma, Yarabbi! O güzelim sözlerden, o canım ibarelerden bir mâna çıkarmak şöyle dursun, bunlar Arapça mıdır, Farisice midir. Türkçe midir; hattâ çocukluğumuzda, oyun olsun diye uydurup söylediğimiz kuş dili midir? Hiç anlaşılmazdı.
168
M«selâ;Küçük Molla Bey’in ağzında, hele Frenkçeden tercüme romanlardaki birçok sözlerin şu acayip şekillere girdiği olurdu: "Madem -vazel Mari* garet ebi * ve yenni tarafmdan sünnet antev - an minna - seteresine kapatıldığı yum - meş - eveminden beru kendisine yine aşıkınm hi- yalinden başka ya * ve fekkâri bulamıyordu.”
“ Tarafından” “kapatıldığı” , “ kendisine” , “yine” gibi ancak dört kelimesini anlıyabildiğiniz bu ibarenin aslı ise şöy- leydi: “ M admazel M argarit ebeveyn i tarafından Sent-Antuvan manastırına kapatıldığı yevmi meş’umdan beri kendisine yine âşıkınm hayalinden başka yârivefakâr bulamıyordu.”
Asıl tuhafı, Küçük Molla Bey de okuduğunun mânasına eremeyip:
“ —Amma da zırva şeyler yaşıyor bu masal kitabı!” derdi. “ dur bakalım kim yazmış bunu?”
Ve muharririn adını, önce, bilmem neden kitabın ta nihayetinde arayıp taradıktan sonra nihayet baş tarafta kabının üstünde bulurdu ve heceliye heceliye okurdu. Lâkin, bunun karşısında bir de mütercimin adını görünce şaşırır kalır:
“ —Fesübhanallah, iki kişi birlik yazmış bunu!” diye söylenirdi. Çünki, bir müellif ile bir mütercim arasındaki farkı bilmezdi.
Bu roman okumağa özentilerinde Küçük Molla Bey’in daha gülünç şeyler yaptığım hatırlarım. Meselâ her cümlenin sonundaki noktalan, her mükâleme başındaki iki noktayı ve bazı sualii konuşmaların sorgu işaretlerini metinde belli başlı birer kelime imiş gibi yüksek sesle behrtirdi: Nokta, iki nokta, noktalı çengel: derdi.
Ben, Rüknettin Molla Bey’in bu cahilliklerini, bu haylâz mektep çocuğu hallerini şimdi tuhaf bulmaktayım. Fakat o zamanlar, beni en ziyade çileden çıkaran hallerinden biriydi bu. Sabrım, tahammülüm o kadar taşardı ki, nerede ise kitabı elinden alıp kafasına çarpacak gibi olurdum ve
169
bunu yapamadığım için elim ayağım öfkeden tir tir titreyerek fırlar, yatak odasına gider, kendimi yüzükoyun yatağın üstüne atar, dişlerimle yastığımı kemirir ve onun arkamdan yetişip hi hi hi diye gülüşlerini işitmemek için parmaklarımla kulaklarımı tıkardım.
Meğer ne kadar toymuşum! Herşeye ne mübalâğalı bir ehemmiyet verirmişim o zamanlar! Küçük Molla Beyi alay alacağım, onunla bir fil yavrusu gibi eğlenip avunacağım yerde kendimi böyle boş yere üzüp harebetmişim. Bahusus ki, o ilk facialı gecenin üstünden beş, altı ay geçmeden küçük Molla Bey beni yatağımda artık fazla rahatsız etmez de olmuştu. Bir yıla varmadan, eski âdeti üzre, bana, bir reçel kâsesine, bir mahallebi tabağına bakar gibi bakmaktan da vazgeçmişti. Hattâ, bazı geceler, benden kaçıyor, yavaşça yataktan kalkarak ve oda kapısını hiç ses çıkarmadan açarak, o mahut gecelik hali ile yalın ayak başı kabak sıvışıp gidiyordu. Nereye?
İlk zamanlar bunu bile düşünmezdim. Gitsin de nereye giderse gitsin derdim ve kendimi derin uykuya dalmış göstermek suretiyle onun bu sıvışmalarını kolaylaştırırdım. Kaldı ki. bence Küçük Molla Bey'in, gece yanlarında tatlı uykusunu bırakıp da gideceği yer kilerden başka neresi olabilirdi? Fakat, sımsıkı kilitli olduğunu bildiğim kilerin anahtarını nereden buluyordu? Annesinin veya Şehnaz kalfanın koynundan mı çalıyordu? Ve bu ihtimali düşünürken beni bir gülme alırdı; tıpkı çocukluğumda Orta Oyunlarını seyrederken tutturduğum sürekli gülmelerden biri.
Gerçi, Orta Oyunlarındaki Kavuklu ile Pişekâr'ın en tuhaf hareketleri bile Küçük Molla Bey’in, yorganının altından sıyrılarak parmaklarının ucuna basa basa ve her adımda bir başını döndürerek arkasına baka baka oda kapısından çıkıp sıvışmaları kadar komik olamazdı. Hele, idare kandilinin ışığında, yüz misli büyüyen gölgesinin duvardaki titreyişleri yok mu. sanki dev şekline sokulmuş bir Karagöz, Asasbaşı tarafından falakaya yatırılıp taban
170
larına kırk bir değneği yedikten sonra, sekerek, topalhya- rak, kıvrılıp bükülerek evinin kapısına doğru yürüyor gibi gelirdi bana. Yatağımda, her zaman, arkam Rüknettin Bey'e ve yüzüm oda kapısına çevrik bir vaziyette yattığım için kirpiklerimin arasından şu acayip hayal oyununu rahatça seyredebilirdim: bu seyir beni bir çocuk gibi eğlendirmeğe kâfi gelirdi ve bir müddet kıs kıs güldükten sonra sabaha kadar uyuya kalırdım. Küçük Molla Bey’in ne vakit döndüğünden haberim bile olmazdı.
Lâkin o gecelerden bir gece, hangi şeytan içimi kurcaladı, nasıl bir merak ve tecessüse kapıldım, bilmiyorum. “ Haydi, şunun peşine düşeyim. Daha ne maskaralıklar yapıyor göreyim.” dedim. O çıkar çıkmaz yavaşça yataktan kalktım. Arkama sabahlığımı ve ayaklarıma terliklerimi geçirip sessizce kapıya yaklaştım. Birkaç saniye, kulağımı anahtar deliğine koyarak dışarıyı dinledim. Sonra kapıyı araladım, sofaya bir göz gezdirdim. Merdiven başındaki fanusun ışığında, bizim fil yavrusunun durmakta ve benim gibi etrafı dinlemekte olduğunu gördüm. Küçük Molla Bey. bir sağına bir soluna, bir de ardına baktıktan sonra, ağır ağır basamaklardan inmeğe başladı. Ben, geniş sofayı, bir hayalet gibi süzülüp geçerek merdivenin üst sahanlığına varıp da tepeden aşağıya baktığımda o, henüz alt kata inmemiş bulunuyordu ve basamaklar ağır adımları altında birtakım bozuk klavsen sesleri çıkarıyordu. Ya ben inerken de bu sesler çıkarsa, diye korktum. Tersyüzü geri dönmek üzereydim. Fakat, bir de baktım ki. Küçük Molla Bey alt katta sanki demir kafesinden fırlamış bir vahşi hayvan gibi birdenbire hızla yürüyerek uzaklaştı. Bu hal içerimde bir kovalama hırsı uyandırdı. Küçükken pek çok sevdiğim bir cambazlık oyununu hatırlıyarak. hemen yüzünkoyun trab- zana abanıp aşağıya kayıverdim. Bu sırada terliklerimden biri ayağımdan fırlayıvermesin mi? Bereket ki son basamağın kenarına düşmüş, pek de yumuşak olduğu için çıt demeden yuvarlanmıştı. Eğilip elime aldım ve telâşımdan
İ71
giymeğe vakit bulamıyarak bir ayağım çıplak, uzun ve ışıksız bir dehlizin karanlığına gömülüp giden adamın arkasından seyirttim.
Tahmin ettiğim gibi o, kiler tarafına yönelmişti. Karanlığa ahşan gözlerim, kırk, elli adım uzaktan gecelik donunun beyazlığını görüyor. îşte bu beyazlık kilerin önünde durdu. Hayır: bir saniye ya durdu ya durmadı, ileriye doğru kımıldadı. Yavaş yavaş bir dirseği döndü. Buradan beş, on basamak dar bir merdivenle kalfaların ve hizmetçi kızların bölüğüne inilir.
Küçük Molla Bey alışkın adımlarla bu merdivenden indi. İçimden: “ Hah. dedim. İşte, tam tahmin ettiğim gibi baş kalfadan kilerin anahtarlarını almağa gidiyor.” Kendi kendimle bir bahse tutuşmuş da kazanmışım gibi çocukça bir sevince kapılarak merdivenin son basamağından başımı uzatıp bir duvar kandiliyle yarı aydınlık dar ve uzun sofaya baktım. Benim, hizmetçiler bölüğünü, bu, ikinci görü- şümdü. İlk defa Şehnaz kalfaya hastalığ;ı dolayısıyle geçmiş olsun demek için: şimdi de küçük Molla Bey’in aynı odaya hırsızlama girişini görmek için. Lâkin, heyhat; bütün tahminlerim boşa çıkmıştı. Ben bana karşı deminki bahsi kaybetmiştim. Zira. Küçük Molla Bey, Şehnaz kalfanın odasına girmek şöyle dursun, kapısı önünde bir saniye duralama- mıştı bile. Ya ne yapmıştı. Şimdi hâlâ onyedi yaşımdaymışım gibi şu satırları yazarken yüzümün kızardığını hissediyorum: Küçük Molla Bey, bir kaç kapı ötede, ikisi Çerkeş, biri Habeşi üç genç kızın yattığı odaya dalıvermiş- ti. Bugünkü tecrübem olsaydı Rüknettin Bey’in yaptığı bu iş karşısında, o zamanki Münire’nin düştüğü hayrete asla düşmezdim ve kahkahalarımı güçlükle zaptederek ters yüzü koşar yatağıma girer, orada başımı yorganın altına sokup bol bol gülerdim.
Fakat, o zamanki Münire, o toy ve mâsum Münire’cik, hayatın bu en tabii, en basit sahnesi önünde donakalmış- tı. Küçük Molla Bey’in bu hareketi ona tahammül vakit, de
172
recede iğrenç görünüyordu döndüğü kafası artık işlemez haldeydi. Hiçbir şey düşünemiyor, yalnız tiksiniyor, yalnız tiksiniyordu. Öyle ki, kocası, tâyin edemediği bir müddet sonra tekrar gelip yatağına girince sanki yanıbaşında kokmağa başlamış bir leş uzanıyor gibi sabaha kadar gönül bulantısından çekmediği kalmamıştı.
173
sonrsoz
Geçen yüzyılın sonlarında Mısır’da dünyaya gelen Ya- kup Kadri, imparatorluk döneminden millet dönemine geçişin getirdiği siyasî ve sosyal problemlerin iç içe girdiği yıllarda, çocukluk ve gençlik yıllarını yaşamıştır. Bir gazeteci ve yazar olarak bu problemlerin merkezinde bulunmuş, sosyal hayatımızdaki değişiklikleri yakından müşahede etme imkânı bulmuş, edebî değişikliklerin içinde yaşamıştır: II. Meşrutiyet yıllarında yazı hayatına giren Yakup Kadri. Balkan Harbi ve Birinci Dünya Harbi sırasında, daha önce kitaplar vasıtasıyla tanıdığı Avrupa’yı bir başka yönüyle tanıma imkânı bulur. Yaşadığı ve gördüğü olaylar onun sosyal muhtevalı eserler yazmasına, millî devlet idealine bağlanmasına zemin hazırlar. Böylece kalemiyle Millî Mücadele’ye katılır. O, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk dönem milletvekillerindendir. Türk İnkılâplarının benimsenip yerleşmesine yazılarıyla hizmet eden Yakup Kadri, dış temsilciliklerimizde de görev alır.
Çocukluk yıllarında annesinin kendisine okuduğu Monte Cristo. Ekmekçi Kadın gibi kitaplarla muhayyilesi yoğrulan Yakup Kadri, İzmir İdadisl'nde öğrenimini sürdürürken Abdullah Rahmi adlı birinin aracılığıyla Servet-i Fünûn yazarlarının eserlerini okur, bunlardan sonra da Fransız edebiyatını yakından takip etmeye başlar.
II. Meşrutiyeti takip eden yıllar içersinde yazı yazmaya başlayan Yakup Kadri, bu dönemlerde îbsen ve Maupas- sant gibi bedbin natüralist yazarların. Nietzsche ve Scho-
174
penhauer gibi bedbin filozofların tesiri altındadır. Bütün bunlar Yakup Kadri'nin ilk eserlerinde birtakım ruhi bunalımların dikkatlere sunulmasına zemin hazırlamıştır diyebiliriz. Nitekim yazmış olduğu ilk eserlerden Nirvana ve Veda. İbsen’in tesiriyle kaleme alınmıştır. Bunu kendisi de kabul eder.
Yakup Kadri, bir yandan okuduğu batı edebiyatına ait eserlerin, diğer taraftan Servet-i Fününculann tesirinde kalır. O zamanlar moda olan mensur şiir sahasında cidden güzel yazılar kaleme alır. Bu yazılar, genç Yakup Kadri’nin yokladığı kaynakları ve hassasiyetini ortaya koymaktadır. Bu yıllar, Yakup Kadri son derece ferdiyetçi bir yazardır. Onun ferdiyetçiliği üzerinde Maurice Barres’nin rolü inkâr edilemez.
Ancak Kurtuluş Savaşı yıllarında îkdâm Gazetesi başyazarı olan Yakup Kadri, burada yaymladıgı yazılarla Millî Mücadele’ye faydalı olmak ister. İşte Yakup Kadri'nin sosyal hayata yönelmesi böylece baslar.
Yakup Kadri'nin romanlarının hazırlayıcısı hikâyeleridir. Bu hikâyeler için Yakup Kadri’nin seçtiği model hikayeci Maupassantdır. İlk yıllarda ferdi problemleri (Bir Serencam), daha sonraki yıllarda Türk insanının yaşadığı acıları {Rahmet. Millî Savaş Hikâyeleri] hikâyelerinde ele almıştır.
Yakup Kadri’nin romanları için örnek aldığı yazar Gus- tave Flaubert’dir. Madame Bovary’deki Emma Anicara'da Selma, Kiralık Konak’ta. Seniha, Nur Baha'da Nigâr olarak karşımıza çıkar, realist romana has yapı ve anlatma tarzlarım kendi meselelerimize ve insanımıza tatbik eden yazar, Panorama'ya kadar bu roman tekniğini sürdürür. Yine Fransız edebiyatından gelen bir tesirle kaleme alınan Panorama'da. cemiyeti bütünüyle ele alma endişesi görülür.
175
Gördüğü, okuduğu, beğendiği her şeyin çabuçak tesiri altına giren bir mizacın adamı Yakup Kadri, ne bir filozof, ne bir sosyolog, ne de tam bir politikacıdır. O, edebiyatımızda mensur şiir, hikâye, tiyatro, roman, hatıra, biyografi, makale gibi çeşitli nevilerde verdiği eserlerle yaşayacak olan bir Türk büyüğüdür.
176
b ib l iy o g r a f y a
Akı, Dr. Niyazi: Yakup Kadri Karaosmanoglu, İnsan-Eser-Fikir>Üslûp, İstanbul 1960
Akıncı, Gündüz; Türk Romanında Köye Doğru, 1961 Aktaş. Doç. Dr.Şerif: “ Kiralık Konak Üzerine bir Tahlil
Üzerine **Fikir ve Sanatta Hareket,Mart 1982, s.51-55
Aktaş, Doç.Dr.Şerif; “ Nur Baba Romanı Üzerine **Doğuş„ Ekim 1983 s. 10-12.
Banarlı, N.Sami; Resimli Tiirk Edebiyatı Tarihi, 16.fasikül
Haydar, Mustafa: Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar,İst. 1960.
Englnün, İkinci; Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları,İstanbul 1983
Ertaylan, İ.Hikmet: Türk Edebiyatı Tarihi, c.3, Bakü 1926.
Günyol, Vedat: Dile Gelseler, 1966 Kudret, Cevdet: türk Edebiyatında hikâye ve Roman, C.2,
1970Nayır, Yaşar Nabi; Edebiyatçılarımız Konuşuyor,
Varlık Yayınları, İstanbul 1976 Tanpmar, A.Hamdi; Edebiyat Üzerine Makaleler, İstanbul
1969Toker, Şevket; “ Edebiyatımızda Nev-Yunanîlik Akımı” .
Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, İzmir 1982, s.135-163.
Yakar, Dr. Aytekin Türk Romanında M illi Mücadele,Ankara 1973
Yücel, Basan Ali; Edebiyat Tarihimizden, Ankara 1957
177
I. Tiyatroları:N irvana (1909)Veda (1909)Sağanak (Neşredilm eyen bu eserin elle yaz ılı orjinal nüshası İstanbul Şehir tiyatrosu Kütüphanesindedir.)
Mağara (1934)II. Mensur Şiirleri;
Erenlerin Bağından (1922)Okun UCundan (1940)
III. H ikâyeleri:Bir Serencam (1913)Rahm et (1923)M illî Savaş H ikâyeleri (1947)
IV. Romanları:K iralık Konak (1922)Nur Baba (1922)Hüküm Gecesi (1927)Sodom ve Gomore (1928)Yaban (1923)Ankara (1934)Bir Sürgün (1937)Panorama (İki c ilt 1953 I 954)Hep O Şarkı (1956)
V. Monografileri:Ahm et Haşim (1934)Atatürk (1946)
VI. Çeşitli Makaleleri:İzm ir’den Bursa’ya (H.Edip, F.füfkı, M.Asım ile 1022) Kadınlık ve K ad ın larım ız (1923)Seçme Yazılar (F.Rıfk)ı, Ruşen Eşref ile 1928) Ergenekon (2 cilt 1929)Alp Dağlarından ve Miss Chalfrin ’in Albümünden (1942)
VII. Hatıra kitaplan:Zoraki D iplom at (1955)Vatan Yolunda (1957)Anam ın Kitabı (1957)Poliüka’da 45 Yü (1968)Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (1969)
YAKUP KADRİNİN ESERLERİNİN LİSTESİ
178
87. 06. y . 0001 -816
M "09023
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, II. Meşrutiyet’i takip eden yıllarda yazı hayatına giren-, kalemi, düşünceleri v.e siyasî faaliyetleri Cumhuriyetin ilanına ve Türk inkılâplarınm benimsenmesine hizmet eden İnsanlardan biridir. O. her- şeyden önce tiyatro, hikâye ve roman yazarıdır. Mensur şiirlerinde ferdî arayışlarını ve iç dünyasında kopan fırtınaları ifâde eden yazaı, Maupassant tarzında kaleme aldığı hikâyelerle Türk Edebiyatı’nın İstanbul dışına çıkmasına. Anadolu ’ya açılmasına hizmet eder. O, Refik Hâlid ile birlikte Türk hikâyeciliğinin gelişmesinde dikkate değer bir çizgidir. Flaubert tarzında kaleme aldığı romanları, edebiyatımıza bu türün yerleşmesinde ve sosyal problem lerim izin bu türde yazılmış eserlerde işlenmesinde önemli bir merhâle teşkil eder. Ayrıca onun romanları, edebî türün verdiği imkân ölçüsünde, son yüzyıldaki Türk sosyal hayatını gözler önüne serer. Fikrî yazıları ve hatıraları XX. yüzyılın ilk yarısında Türk kamuoyunu ve edebiyat çevrelerini meşgul eden problemlerden büyük bir kısmını dikkatlere sunması bakımından önemlidir
Bu kitapta. yaAup Kadri nin hayat hikâyesi anlatılmış: yazarın Türk Edebiyatı ve kültüründeki yeri ve değeri belirtilmiştir.
ISBN 975-7-0018-3550 Tl .