yönetimde sistem düşüncesi
TRANSCRIPT
5. DİSİPLİN
Öğrenen Organizasyon Sanatı ve Uygulaması
Peter M. SENGE
Sistem Düşüncesi Büyük Değişimi Gerçekleştirebilecek mi?
Aslıhan ÜNAL
DÜZCE ÜNİVERSİTESİ
Yüksek Lisans Öğrencisi
Ağustos, 2014
Düzce
ÖZET
Birçoğumuz farkındayız, bir şeyler ters gidiyor, bir yerde yanlış yapıyoruz ve bunu
hepimiz birden yapıyoruz..Tek fark; kimilerimiz rutin hayatını bozmamak, sorun
yaşamamak, rahatını bozmamak adına kendilerine başkaları tarafından çizilen rotada
ilerlemekten rahatsızlık duymuyor; kimimiz az çok farkında ama bu düzen değişmez
diyor, boyun eğiyor; kimimiz de fark ettiği anda harekete geçmek için adeta çırpınıyor.
Tek engel, nereden başlayacağını bilememek belki de. Hemen sonuç alamayınca
umutsuzluğa kapılmak ya da bütünü görememek, parçalarda takılıp kalmak..
Peter Senge 5. Disiplin ile işte tam da bu noktada, ‘sistem düşüncesi’ ile kafası karışık
olanlara ışık tutuyor, kimilerini de uyandırıyor. Bu yöntemi kendisinin keşfettiğini de
ileri sürmüyor. Bu zaten var olanı görebilmekle ilgili. Çok eski kültürlerin farkında
olduğu ve yararlandığı, henüz birer yetişkin olmayan çocukların uyguladığı bir yöntem.
Ta ki büyüyüp kalıplara girene kadar... Büyüdükçe; görmeyi, sorgulamayı, özümüzü
unutuyoruz ve önümüze sunulanlarla yetiniyoruz, düşünmüyoruz. Dünya var
olduğundan, hayat var olduğundan beri sorgulayan insan giderek bu özelliğini yitirmiş
gibi görünüyor.
Bu çalışmanın amacı; Peter Senge’nin 5. Disiplin adlı kitabında uygulamalarla sunmuş
olduğu ‘sistem düşüncesi’ incelemek, Senge’nin düşünüş tarzını ve arka planını,
kendisini farkındalığa yönelten etkenleri keşfedebilmek ve bu yöntem ile değişimin
gerçekleştirilebilmesinin olabilirliğini tartışmaktır. Değişim, kolay bir olgu değildir ama
bir yerden başlamak gerekir..
GİRİŞ
Geleneksel yönetim sistemi geniş kapsamlı bir değişime gidebilecek midir? Bu
sorunun cevabı Peter Senge’nin 5. Disiplin kitabında gün ışığına çıkmış görünüyor.
Aslında; içinde bulunduğumuz, özümüzde olan bir kavram sistem düşüncesi.
Öğrenmenin gerçek anlamını öğrenebildiğimiz ve hayatımızda işler hale
getirebildiğimiz zaman, öğrenen örgütlerin devrine de geçiş yapabileceğiz. Senge;
öğrenen organizasyonların disiplinlerini aktarırken aynı zamanda bireylerin kişisel
gelişimlerinin ve farkındalıklarının bu yeni sistemde ne kadar önemli rol oynadığına
özellikle değiniyor. 5. Disiplin sadece iş dünyası ve organizasyonlar üzerine yazılmış
bir kitap olmaktan öte; içinde yaşadığımız tüm ekosistemi de içine alan, bireyi aşıp
birlik olmanın, parçalara odaklanmayı bırakıp bütünü görebilmenin, gerçekten farkında
olabilmenin, bütüne hizmet etmeyi kabullenmenin gerekliliğinin vurgulandığı bir kişisel
gelişim kitabı özelliğini de taşıyor.
Yönetimde sistem düşüncesi; biyoloji, felsefe, psikoloji, mühendislik,
antropoloji gibi birçok bilim dalının iç içe geçtiği, tam da özünde yatan felsefeye uygun
olarak; bütünü gören ve yaşadığımız sistemde var olan her şeyden bir miktar barındıran
bir disiplin olma özelliği sergiliyor. Temelleri evrenin var olmasıyla atılan sistem
düşüncesin; günümüzün yönetmeye ve yönetilmeye odaklı insanları tarafından korkuyla
karşılanan bir sistem olduğunu söyleyebiliriz. Büyük değişimi isteyenler için ise
heyecan verici bir kavram. Hiyerarşiye dayalı yönetim sistemini beyinlerden bir anda
söküp atmak elbette ki kolay bir şey değil. Değişim uzun bir süreçtir ve meyvelerini
hemen vermez. Umutsuzluk ve sabırsızlık ise bu yolculukta önümüze çıkan engellerdir.
Evren kusursuz işleyen devasa bir sistemdir ve bizim ondan öğrenmemiz gereken çok
şey var ama öncelikle ‘öğrenmeyi öğrenmemiz’ gerekiyor.
PETER M. SENGE HAKKINDA
Massachusetts Institute of Technology (MIT)’ de üst düzey bir öğretim görevlisi
olan Senge, Organizasyonel Öğrenme Topluluğu (SoL)’ unda başkanıdır. Stanford,
California’da 1947 yılında doğmuştur. Lisans eğitimini; Stanford Üniversitesi’nde
Havacılık ve Uzay Mühendisliği üzerine yapmıştır. Master eğitimini MIT’ de Sosyal
Sistem Modellemeleri üzerine, doktora eğitimini ise yine MIT’ de Yönetim alanında
tamamlamıştır.
Senge’nin eğitim aşamaları incelendiğinde, lisans derecesini Havacılık ve Uzay
Mühendisliği üzerinde yapmış olması, sonrasında ise yönetim alanına geçiş yapması ilgi
çeken bir durumdur. Senge bu duruma kitabının son bölümünde açıklık getirmiştir.
Gençken hayalinin astronot olmak olduğunu fakat daha sonra sistem teorisine takılıp
kaldığını belirterek, uzayda olma deneyiminin hala etkisi altında olduğunu da
eklemiştir. Aynı bölümde; 1969 yılında Apollo 9 ile uçan bir astronot olan Rusty
Schweickart’ın hislerine ve gözlemlerine de yer vermektedir. Uzaya çıkma deneyimini
yaşayan Rusty, düşünme sisteminin ilk ilkesini keşfetmişti. ‘Bizim de dahil olduğumuz
doğa; bütünler içerisindeki parçalardan değil, bütünlerin içindeki bütünlerden
oluşuyordu’. Rusty bu deneyim sayesinde Gaia Kuramı’nı1 ‘öğrenmişti’ ve kendisine
uzayda hissettikleri sorulduğunda verdiği cevap şu olmuştu: “Bir bebeğin doğuşunu
görmek gibiydi.” Rusty uzayda tek parmağıyla dünyayı kapattığı anda aslında her şeyin;
tarih, müzik, şiir, sanat, savaş, ölüm, sevinç tüm duygular, tüm kavramların aslında bir
bütün olduğunu görebilmişti ve artık eskisi gibi düşünmesi mümkün değildi ve bu bakış
açısını bambaşka bir perspektiften, dünyaya dışarıdan bakarak kazanmıştı. Bu bir
ayrıcalıktı, fakat bizler dünya’nın içerisindeyken bu perspektifi yakalamaya
çalışmalıyız.
Senge’nin Rusty’ nin deneyimlerinden etkilenmiş olduğu ilgili bölüm
okunduğunda açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Rusty, uzay deneyimini ilk kez 1974
yılında ‘gezegensel kültür’ üzerine bir toplantıda söze dökebilme yetkinliğine erişmiştir.
Senge’nin Sosyal Sistem Modellemeleri üzerine aldığı Master derecesi ise 1972 yılını
göstermektedir. Lisans eğitimini Havacılık ve Uzay mühendisliği üzerine yapan ve
1 Gaia Kuramı: Biyosferin, dünyadaki tüm yaşamın kendisinin yaşayan bir organizma olduğu kuramı.
astronot olmayı hayal eden bir insanın o dönemlerde Apollo 9 ve uzay deneyimi
yaşayan astronotlar ile ilgili gelişmeleri takip etmesi olası ve Senge’nin de bizzat dile
getirdiği bir durumdur. Senge eğitimine Yönetim alanında devam etmiştir ancak
görüşleri bir astronotunla özünde aynıdır. İkisi de bütünden, uyanıştan, farkındalıktan,
özünü keşfetmekten bahsetmektedir. Aslında bilim dalları da birbirinden ayrı değildir ve
bir bütün olarak değerlendirilebildiklerinde şifreler teker teker çözülmektedir.
Kategorileştirmekten, bütününün bütünlerden oluştuğu felsefesini algılayabilmeye
doğru yapılan sonu olmayan bir yolculuktur bu. Öğrenmenin de sonunun olamayacağı
gibi...
Senge; 5. Disiplin kitabında, sistem dinamiğinin öncüsü olan Jay Forrester’ ın
çalışmalarından etkilenerek bu alana yöneldiğinden de bahsediyor. Forrester ve
Senge’nin lisans eğitimlerini mühendislik dallarında yaptıkları görülmektedir. MIT’ de
Sistem Dinamikleri alanında Yönetim Profesörü olan Forrester; Elektrik Mühendisliği
eğitimi almış ve askeri ekipmanların geri bildirim kontrol sistemleri üzerine öncül
araştırmalar yapmıştır. II. Dünya Savaşı sonrasında ise ABD Donanması için uçak uçuş
simülatörü oluşturulmasına yönelik çalışmalarda bulunmuştur. Devamında; MIT
bünyesinde kurulan ve yöneticiliğini üstlendiği, savaş bilgi sistemleri için dijital
bilgisayarların ne ölçüde etkin fayda sağladığını test edebilmek amacıyla yürütülen
WIRLWIND I Projesinin yöneticiliğini yapmıştır. Bu projelerde yöneticilik yapan
Forrester; süreç boyunca yaşadığı endüstriyel problemlerin, mühendislik bölümünden
değil yönetim bölümünden kaynaklandığı sonucuna ulaşmıştır ve bu durumu sosyal
sistemlerin, fiziksel sistemlerden daha zor anlaşılır ve daha zor kontrol edilebilir
olmasına bağlamıştır. 1956 yılında, henüz yeni kurulmuş olan MIT Yönetim Okulu’nda
profesör olarak göreve başladığında öncelikli amacı; bilim ve mühendislik birikimini,
şirketlerin başarı veya başarısızlıklarını belirleyen temel konular ile nasıl yararlı bir
şekilde birleştirebileceğini belirlemek olmuştur.2 Yönetimde sistem düşüncesinin
temelleri bu şekilde atılmıştır. Senge’ de 5. Disiplin kitabında, ‘öğrenen organizasyon’
kavramını tanımlarken, mühendislik bilimi ile karşılaştırmalara başvurmuştur.
Mühendislik alanında yapılan buluşların bileşenlerini teknolojiler oluştururken; öğrenen
örgütler, sosyal bilimler alanında bir buluştur, bileşenleri ise disiplinlerdir.
2 http://www.systemdynamics.org/DL-IntroSysDyn/origin.htm
5. Disiplin’in 16. Baskısı için yazdığı önsözde Senge; kitabın 1. baskısı için
yorum yazmasını istediği kişinin; dünyada kalite yönetimi devriminin öncüsü olan
ABD’li İstatistikçi Dr. W. Edwards Deming olduğunu belirtmiştir. Deming’in sözleri;
90 yaşına yaklaşmış, hayatının son dönemlerini yaşayan bir insanın açıklığını ve
doğrudanlığını yansıtmaktadır:
“Mevcut yönetim sistemimiz insanlarımızı mahvetti. İnsanlar içsel bir
motivasyon, kendine saygı, gurur, öğrenme merakı ve öğrenme hazzına
sahip olarak doğarlar. Yıkım çocuklukta –en iyi cadılar bayramı kostümü
ödülü, okulda alınan dereceler, yıldızlı pekiyiler- başlar ve üniversite
döneminde devam eder. İşyerinde insanlar, takımlar, departmanlar
derecelendirilir, iyi olanlar ödüllendirilirken, kötü olanlar cezalandırılır.
Departmanların hepsinin bir arada fakat ayrı ayrı uyguladıkları Hedeflerle
Yönetim, kota, teşvik ödemeleri, iş planları bilinmeyen, bilinmesi
mümkün olmayan kayıplara yol açar.”
Senge’nin dikkatini çeken diğer önemli bir noktada; Deming’in keşfetmiş
olduğu, mevcut yönetim sisteminin tohumlarının mevcut eğitim sistemi sürecinde
atılması durumudur. Yönetici ile çalışan ilişkisi, öğretmen ve öğrenci ilişkisinin
aynısıdır. Dolayısıyla yeni bir yönetim sistemini geliştirebilmek için yeni bir eğitim
sistemi gereklidir. Deming’in ‘”mevcut yönetim sisteminin dönüşümü” olarak
isimlendirdiği teori ‘temel bilgi’ kavramı üzerine şekillenmektedir ve bu kavramın dört
unsurundan üç tanesi 5 Disiplin ile doğrudan örtüşmektedir. Bu unsurlar; “bir sistemi
anlamak”, “bilginin teorisi” (zihinsel modeller) ve “psikoloji” (özellikle içsel
motivasyon) dir. Senge; Deming’in ölümünden sonra onun düşünme şeklinden mevcut
yönetim sisteminin nelerden oluştuğu üzerine düşündüğünü, meslektaşlarıyla tartıştığını
ve çıkarsamalar yaptığını da belirtmiştir. Senge’nin saptadığı 8 unsur şu şekildedir; 1)
Ölçümlemeyle yönetim, 2) Uygunluğa önem veren kültür(korkuya dayalı yönetim ve
günü kurtarma düşüncesi), 3) Sonuçları yönetmek (yönetimin belirlediği hedeflerden
çalışanların sorumlu tutulması) 4) Doğru yanıtlar ve yanlış yanıtlar (sorunları sadece
teknik olarak ele alma, sistemsel sorunların görmezden gelinmesi) 5) Birlik
(homojenlik, karşıtlığın bastırılması), 6)Tahmin ve kontrol edilebilirlik (kutsal üçlü;
planlama, örgütleme ve denetim), 7)Aşırı rekabet ve güven yoksunluğu, 8) Bütünü
yitirmek.
Senge’nin saptadığı bu 8 kriter günümüzde hala birçok organizasyon tarafından
uygulanmaktadır. Bu yönetim şekli insanların benliklerine işlemiştir ve bunları
değiştirilmesi de birden gerçekleşebilecek bir durum değildir, belki bir nesil geçmesi
gerekir belki daha kısa, belki de daha uzun ama gerçekleşebilir olmasını düşünmek bile
umut verici.
Senge ayrıca kitabında; 5 disiplini icat etme iddiasında da bulunmamakta ve bu
5 disiplinin yüzlerce insanın deneyim, araştırma, yazı ve buluşlarını temsil ettiğini de
belirtmektedir. Öğrenen organizasyonlar oluşturma alanının hala keşfedilmeyi bekleyen
bir alan olduğunu, şekillenmiş kalıplaşmış bir modelleme olmadığını da özellikle ifade
etmektedir. Bu ifadesi, aynı zamanda gerçek ‘öğrenme’ durumuyla da uyuşmaktadır.
Öğrenme de hiç bitmeyen bir olgudur ve insan sürekli yeni şeyler keşfetmektedir.
Teoriler, modellemeler çürütülebilir kavramlardır; sistem düşüncesi ise sorgulamaya
açık, belirli sınırları olmayan, kurallarla kısıtlandırılmayan bir düşünce biçimi olarak,
kendisini savunma ihtiyacı duymamaktadır. Senge; başarıya ulaşmanın tek yolu bu
kurallardır dememektedir. İnsanları öncelikle kendi özlerini keşfetmelerine teşvik
etmekte disiplinlerin ucunu ise açık bırakmaktadır, bu hep birlikte keşfedeceğimiz,
birlikte başaracağımız bir süreçtir.
YÖNETİMDE SİSTEM DÜŞÜNCESİ
Hedef yok, nihai aşama yok, hayat boyu süren bir yolculuk... Böyle ifade ediyor
Senge yeni yönetim sistemini. ‘Öğrenen Örgütler’... Korkunun yerini sevgi, doğru
yanıtlarda ısrarcı olmanın yerini merak, kontrol etmenin yerini öğrenme alıyor... Sadece
organizasyonlarla ilgili değil bu değişim, bizim içimizde de bazı şeylerin değişmesi
gerekiyor. Bu yeni sistemi anlayabilmek için; öncelikle yapmamız gereken, öğrenmeyi
‘gerçek’ anlamda hayatımıza geçirebilmek..
Öğrenmek
Öğrenmek nedir? Benim doktora derslerinde öğrendiğim bir kavram. Senge çok
güzel ifade etmiş: “Gerçek öğrenme; insan olmanın anlamını ta yüreğinde kavrar. Yeni
bir ben oluşturmak, hiçbir zaman yapmadığımız bir şeyi yapmaya muktedir hale
geliriz”. Öğrendiğimiz her ne ise, onu hayatımızda uygulayamıyorsak bir anlamı yok
demektir. Mevcut eğitim sistemimizde; öğretmek “bilgi vermek”, öğrenmek “bilgi
almak” şeklinde oturduğu için, sorgulama yeteneğimizi kaybetme noktasına kadar
gelmiş durumdayız. Bir düşünürün fikirlerini mutlak doğrular olarak bilgi haznemize
işlemek ne yazık ki bizlere bir fayda sağlamamaktadır. Gerçek öğrenme ‘farkındalığı’
gerektiriyor. Bilgiyi hazır almak çok daha kolay; sorgulamak, sindirmek ve hayata
geçirebilmek ise göremeyen gözler için zor görünmektedir.
Batı kültüründe, öğrenen örgütleri tanımlayan en doğru kelimenin METANOIA
olduğunu belirtiyor Senge. Kelimenin kökeni Yunanca’ dır ve ‘zihinde temel bir kayma,
değişiklik, aşkınlık’ olarak tanımlanmaktadır. Yani; ‘zihniyet değişikliği’.. Senge,
Metanoia teriminin ilk Hıristiyan geleneğinde özel bir anlam kazandığını “Paylaşılan
esinin uyanışı ve Tanrı’nın doğrudan bilinişi” şeklinde anlamlandırıldığını
belirtmektedir. İlk Hıristiyanlar için büyük öneme sahip olan bu terimin giderek Katolik
külliyatında ‘pişmanlık duyma’ şeklinde çevrildiğinin de altını çizmektedir.
Metanoia’nın anlamını kavramak; öğrenmenin daha derin anlamını
kavrayabilmektir.
Öğrenen Örgütler
Öğrenen örgütler; geleceğini oluşturma kapasitesini durmadan genişleten bir
organizasyondur.
Öğrenen Uyum Sağlamayı + Üretici (yaratma kapasitemizi Organizasyon Öğrenme Öğrenme artıran öğrenme)
Yapılan araştırmalar; bir şirketin ömrünün, insan yaşam ömrünün yarısı kadar
olduğunu göstermektedir. Şirketler doğmakta, gelişmekte ve ölmektedir. Varlığını
sürdürebilme yetkinliğine sahip olabilen şirket sayısı çok azdır. Mevcut yönetim sistemi
şirketleri belirli bir noktaya kadar yaşatmakta, zamanı geldiğinde ise ölmeye mahkum
etmektedir. Bunun en büyük sebebi ise öğrenme yetersizliğidir. Çalışanlar
öğrenmemekte, örgüt de öğrenmemektedir. Senge; öncelikle öğrenme yetersizliklerinin
teşhis edilmesi gerektiğini belirtmiş ve bu yetersizlikleri 7 başlık altında toplamıştır.
1) Pozisyonum neyse ben oyum: Çalışanlar sorumluluklarını sadece
pozisyonlarıyla sınırlamakta ve meydana gelen sorunların başka bölümlerden
kaynaklandığını düşünmektedirler.
2) Düşman Dışarıda: İşler kötü gittiğinde dışarıdan bir kabahatli aramak.
Organizasyonun içini ve dışını birbirinde ayrı işleyen sistemler olarak düşünmek.
3) Sorumluluk üstlenme yanılsaması: Dışarıdaki düşmanla mücadele ederken,
saldırgan ve tepkisel bir davranış sergilenmesi. Bu yaklaşımın pan zehiri ise önceden
etkin olmaktır. Kendi sorunlarımıza nasıl katkıda bulunduğumuzu görebilmek ile
ilgilidir.
4) Olaylara takılıp kalma: Olayları neden-sonuç zinciri içerisinde ele almak, her
olaya bir neden aramak, kısa dönemli olaylara yoğunlaşarak, uzun dönemli örüntüleri ve
bunların nedenlerini anlamaktan uzaklaşmak.
5) Haşlanmış kurbağa modeli: Kurbağanın kaynar bir suya atıldığında, kendisini
hemen dışarı atması gibi, değişikliklere ani tepkiler veririz. Oysa kurbağa soğuk bir
suya koyulduğunda ve su yavaş yavaş ısıtıldığında; artırılan sıcaklık derecesini fark
edemeyerek dışarı çıkmak istemeyecektir ve ölecektir. Şirketler de yavaş hissettirmeden
ilerleyen sorunların farkına varamadıklarında sonları kurbağa gibi olmaktadır.
6) Tecrübeyle öğrenme hayali: En güçlü öğrenme tecrübeyle öğrenmektir. Fakat
sonucunu doğrudan yaşayamadığımız, çok önemli kararlarımız da vardır. Ancak, uzun
vadede sonucu alınabilen kararlar, deneme yoluyla öğrenilmesi mümkün olmayan
kararlardır.
7) Yönetici takım miti: Organizasyonun farklı işlevlerini ve uzmanlık alanlarını
temsil eden sağduyulu ve tecrübeli yöneticilerin bir araya gelmesi ile oluşturulan
yönetici takım; öğrenme konusunda yersizse, sorunların çözümünde kendilerini kişisel
olarak sevimsiz gösterecek şeylerden kaçınmakta ve kendilerine ait söz geçirecek alan
için mücadele etmektedirler. Şirketlerde görüşlerinde inat etmeyen, araştırıp,
sorgulamayan çalışanların ödüllendirilmesinin temeli; okullarda öğrencilerin, cevabı
bilmediğinizde asla bunu itiraf etmemesi gerektiği şeklinde şartlandırılmalarıyla
yakından ilgilidir. Birçoğumuz bu şekilde yetiştirilmişizdir. Anneye, babaya cevap
verilmez, öğretmenin her söylediği doğrudur. Sorgulamak, asilikle bağdaştırılır hale
gelmiştir. Bu şekilde eğitilen çocuklar ileride yönetici mevkilere geldiklerinde,
karşılarında boyun eğen çalışanlar görmek isteyeceklerdir.
Senge’nin de değindiği gibi, herkes kendi özünü keşfedebilirse, öğrenen örgütler
de hayata geçebilecektir. İşler yolunda gitmediğinde, yönetimin her düzeyinde
sorgulayabilen ve bunu dile getirebilen insanlara ihtiyaç vardır. İnsanlar geleneksel iş
yapma şeklinden vazgeçmeye istekli görünmemektedirler. Rahatını bozup, rutin dışına
çıkmak emek ve çaba isteyen bir iştir ve kolaya kaçmaya alışkın olan insanlar için
değişim, görmezden gelinmesi gereken bir süreçtir.
İnsanlar işler yolunda gitmediğinde, sürekli suçlayacak bir şey ararlar. Bu suçlu
kimi zaman rakipler, diğer departman, müşteriler ya da daha geniş bir tabirle ‘sistem’
dir. Çevremize baktığımızda ‘sistem’ böyle diyerek sistemi suçlayan çok sayıda insan
görürüz, kendimizde bunu yaparız. En can alıcı noktada burada yatmaktadır. Sistem ve
ben diye ayrıştırdığımız zaman, kendimizi bu sistemden ayırmış olmaktayız. Oysaki
hepimiz sistemin parçalarıyızdır. Ortada bir sorun varsa eğer bu sisteme dahil olan
herkes farkında olmasa da sorumludur. Kendimizi soyutlayıp görmezden gelmek,
sorunların daha da büyümesine yardımcı olmaktan başka bir şey değildir.
Öğrenen organizasyonlar alanı hala keşfedilmeyi bekleyen bir alandır. Öğrenme
bitmedikçe, keşfetmek de bitmeyecek ve her yeni keşfedilenle yeni bir ilerleme
sağlanmış olunacaktır.
Sistem Bakışı ve Sistematik Yapı
Sistem bakışı; önemli sorunları kavrayabilmek için, hataların ve kötü talihin,
kişilerin ve olayların ötesine bakabilmeyi gerektirir. Sistematik yapı ise; zaman
içerisinde davranışı etkileyen kilit değişkenler arasındaki karşılıklı ilişkidir. Yapılar,
belirli davranış biçimlerini doğururlar. Kişi davranışının altında yatan yapısal nedenini
keşfedebilme yetkinliğine sahip olmalıdır. Bu yetkinlik, aynı zamanda sorunların altında
yatan yapıları da görebilme becerisini de geliştirecektir.
Senge, bir başka dönemin sistem düşünürü olarak, Leo Tolstoy örneğini
vermiştir. Tolstoy; bahsetmiş olduğumuz sorunları çözümleyebilmek için keşfedilmesi
gereken sistematik yapılarla eşanlamlı olarak, temelde yatan tarih yasalarını kavramaya
çalışmayı ifade eder. Bununla kastedilen; kralları, liderleri, bakanları bir kenara
bırakarak, kitleleri peşinden sürükleyen ‘homojen’ unsurları incelemektir. Sadece
liderleri inceleyerek hata yapıyoruz belki de, asıl güç kitlelerde ve toplu hareketi aynı
yöne doğru birlikte yürümeye yönlendiren duygu ve inançlarda saklı görünmektedir.
Projektörü lidere değil halka odaklamak gereklidir.
Bireysel başarı önemli değildir, gerçek başarı diğerleriyle birlikte başarıya
ulaşabilmektedir.
5. Disiplin’in Yasaları
1) Bugünün sorunları dünün çözümlerinden kaynaklanır: Geleneksel çözüm
bulma yöntemlerinden en belirgin olanı, sorunların yerini kaydırmaktır. Anlık çözümler,
halledildiği sanılan problemin sistemin başka bir yerinde ortaya çıkmasından başka bir
şey değildir. Halın üzerinde beliren bir tümsek gibi, tümsek olan yeri bastırırız ve
tümsek başka bir yere kayar, oradan başka bir yere..Halıyı kaldırıp baktığımızda ise
bunun aslında bir yılan olduğunu görürüz. Tek yapmamamız gereken halıyı
kaldırmaktır, sorunun kaynağına inebilmek. Bugün karşılaştığımız sorunlarda, önceki
sorunlara bulduğumuz çözümlerden kaynaklanır. Asıl sorunu tespit edebilmek, kalıcı bir
çözüm getirebilecektir.
2) Ne kadar sıkı yüklenirseniz, sistemde o sıkılıkla geriye tepecektir: Sistem
düşüncesi bu olguyu ‘telafi edici (ödünleyici) geri bildirim olarak adlandırmaktadır.
İşleri düzeltmek için harcanan çaba oranında sistem yararı sıfırlayıcı tepkiler verecektir.
Sadece sıkı çalışmakla bütün engellerin aşılması söz konusu değildir. Çocuğunun okul
arkadaşları arasında başarılı olmasını isteyen bir annenin, çocuğunun tüm sorunlarını
çözmeye çalışması gibi iyi niyetli bir müdahalenin, ileride çocuğun kendi sorunlarını
kendi başına çözemeyeceği gerçeği gib,i organizasyonlarda da iyi niyetle yapılan aşırı
müdahaleler olumsuzlukla sonuçlanabilmektedir. Telafi etmek ya da ödün vermek uzun
vadede içinden çıkılamaz sorunları beraberinde getirmektedir.
3) Davranış Kötü Sonuçlardan Önce İyi Sonuçlar Doğurur: İyi sinyali kötüden
önce alınır ve bu durum zarar vericidir. Telafi edici geri bildirimler aracılığıyla elde
edilen kısa vadeli yararlar, doğru yolda olunduğu izlenimini vermekte fakat uzun
dönemde zararla sonuçlanmaktadır.
4) Bir sorundan kolay çıkış, normal olarak o soruna tekrar götürür: Bildik
çözümlerde diretmek, kolay olanı seçmektir ve anlık çözümler yaratır. Sürekli yaşanan
sorunlar, zamanında sorunun yapısı algılanmadan alışıldık yöntemlerle çözüm giderme
yöntemi nedeniyle ortaya çıkmaktadırlar.
5) Tedavi hastalıktan kötü olabilir: Kısa dönemli iyileştirmeler uzun dönemde
bağımlılıklara yol açma potansiyeline sahiptir ve sistemi yardıma muhtaç hale
getirebilir. Sistem düşüncesinde bu durum ‘işin yükünü müdahaleciye kaydırma’ olarak
adlandırılmıştır. Sorunları yardımcılara kaydırma, kolaycılığa kaçmaktır ve bağımlılık
yaratıcıdır. Basit matematik işlemlerini hesap makinesine yaptırmak, geniş ailelerden
vazgeçerek, yaşlıların bakımını bakım evlerine bırakmak gibi. Sistem kendi sorunlarını
kendi çözmeyi öğrenmelidir.
6) Daha hızlı daha yavaştır: Tüm ekolojik sistemlerin optimum bir büyüme hızı
vardır ve bu optimum hız, mümkün olan büyüme oranının çok altındadır. Aşırı büyüme,
kanser hücrelerinde olduğu gibi, sistem kendini yavaşlatmaya çalışacak belki de
organizasyonun hayatını tehlikeye atacaktır.
7) Neden ve sonuç, zaman ve uzamda birbirleriyle ilintili değildir: Nedenle
sonuç sanıldığı gibi zaman ve uzamda her zaman yakın değildirler. Sorunların nedeni
meydana geldiği birim içinde aranır çoğu kez. Her sonuç için bir neden veya suçlu
aramak yerine, sorunların aslında ‘biz’ olduğumuzu görmemiz gerekir.
8)Küçük değişkenler büyük sonuçlar üretebilir ancak en yüksek kaldıraç gücüne
sahip olanlar çoğu kez en az göze görünür olanlardır: Kaldırabileceğimizden daha ağır
bir yükü kaldırmak istediğimiz zaman kaldıraç kullanırız. Önemli olan en az gücü sarf
edeceğimiz doğru dayanak noktasını bulabilmektir. Bu nokta öyle hemen bulanabilecek
bir noktada olmayabilir. Sistem düşüncesine “Yeni Kasvetli Bilim” denmesinin sebebi
de budur. Çünkü en görünür ve en kolay çözümlerin işe yaramadığını öğretmektedir.
Sorunun dayandığı noktayı bulabilmek için sistem düşüncesini özümsemiş olmak
gerekmektedir. Gemi, dümen ve denkleme ucu arasındaki ilişki gibi. Geminin
kontrolünün dümen sayesinde olduğu bilinen bir durumdur. Dümenin üzerinde bulunan
denkleme ucu ise geminin dönmesi için kaldıraç görevi gören çok küçük bir aygıttır..
Okyanusta hızla yüzen bir tankeri sola döndürmek hiç de kolay bir durum değildir. Bu
geminin ön tarafının hareketiyle başarılabilecek bir iş değildir. Geminin sola
dönebilmesi için, gemi arka tarafından sağa döndürülmelidir. Denkleme ucunun sağa
döndürülmesi, dümenin çevresindeki suyun sıkıştırılmasını sağlayarak basınç farkı
yaratır, gemi anafora girer ve bu basınçla dümen istenilen yere döner. Gemilerde sistem
bu şekilde işler ve bu sistemin çalışmasını anlayabilmek için hidrodinamik gücü nü
bilmek gereklidir. Koskoca gemiyi dümenin üzerindeki küçücük bir alet
gerçekleştirmektedir ve sistem mükemmel işlemektedir. Olayların yerine temeldeki
yapıları görebilmek de kişisel bir yetkinlik gerektirmektedir
9) Hem pastanız olur hem de onu yiyebilirsiniz, ama aynı anda değil: Zaman
içerisindeki değişimi bilinçli olarak fark edebilirsek eğer, en çözülmez ikilemlerin bile
çözülmesini sağlayabiliriz. Tak yapmamız gereken, anlık resme değil sürece
odaklanmaktır.
10) Bir fili ikiye bölmekle iki küçük fil elde edilemez: Üç tane körün, bir fille
karşılaştığını ve her birinin filin başka bir uzvunu tuttuğunu düşünün. Bu insanlar
ömürlerinde hiç fil görmemişlerdir ve fili sadece dokundukları kısmın özellikleri ile
özdeşleştireceklerdir. Hortumu tutan, fili boru şeklinde hayal edecek, kulağını tutan ise
filin yassı bir varlık olduğunu düşünecektir. Organizasyonlarda da katı iç
bölümlendirmeler nedeniyle, birimlerin birbirleri ile olan etkileşimlerinin
görülememesidir. Filin nasıl bir canlı olduğunun tamamıyla algılanabilmesi için, nasıl
file bir bütün olarak bakılması gerekliyse; organizasyondaki sorunların çözümünü de
birimler içerisinde değil ‘tüm’ organizasyonda aramalıyız.
11) Kabahat yükleme diye bir şey yoktur: Sistem düşüncesi bize ‘dışımız’ diye
bir şeyin olmadığını gösterir. Sistemin içerisinde yaşıyoruz ve sistem çalışırken
sorunları çözmeye çalışıyoruz. Sorunun çözümü düşmanınızla olan ilişkinizdedir.
Bütün
İngilizce’ de ‘bütün’ ve ‘sağlık’ sözcükleri aynı kökten gelmektedir. Buradan
yola çıkarak; içinde yaşadığımız dünyanın sağlıksız oluşunun, onu bir bütün olarak
göremememizle ilgili olduğunu anlayabiliriz. Sistem düşüncesi ise bir bütünü görme
disiplinidir. Geleneksel yöntemden sistem düşüncesine geçiş süreci aşağıda
gösterilmiştir
Geleneksel Hiyerarşik Yönetim Sistem düşüncesi
Parçaları görmek Bütünü görmek
Çaresiz tepkiciler Aktif katılımcılar
Bugüne tepki göstermek Yarını yaratmak
İçinde bulunduğumuz çağ birbirine bağımlılık çağıdır ve sistemizdede çökmeler
baş göstermektedir. Küresel ısınma, buzulların erimesi, uyuşturucu ticaretinin artması,
finansal krizler... Bunlara daha birçok örnek verilebilir. Sistem sendelemektedir, işler
daha da karmaşık bir hal almaktadır. Bu karmaşıklıktan doğan umutsuzluğun panzehiri
ise ‘sistem düşüncesi’ dir, karmaşık durumların altındaki yapıları görebilmek için
geliştirilmiştir. İlk adım, düz çizgilerden çok döngüleri görebilmeyi becerebilmektir.
Kabahat ve suç doğrusal bakış açısının ürünleridir. Ortaya çıkan bir sorunu tek
bir kişiye veya olaya bağlamak bir suçlu aramaktır ve işin kolayına kaçmaktır. Ortada
bir sorun varsa, bu sorunun altında yatan asıl nedenleri, yapıtaşlarını bulabilmek derin
bir bakış açısını ve kişisel gelişimi gerektirir.
Sistem düşüncesinde her etki; hem sebep hem de sonuçtur ve bu bir aksiyom (ilk
sav) olarak kabul edilir. Karşılıklı ‘etkileşim’ söz konusudur. Döngüden kastedilen
budur. Meydana gelen her şey birbiriyle ilintilidir. Sorunların sorumluluğu birlikte
paylaşılır. Başarı da başarısızlık da ortaktır. Bir suçlu bularak bütün sorunu onun
üzerine yüklemek, sistemin bir başka yerinde belki de daha büyük bir problem olarak
ortaya çıkacaktır.
Geri bildirim
Sistem düşüncesinin pratiği; ‘geri bildirim’ kavramının nasıl işlediğini
anlamakla başlar. İşin sırrı; sürekli tekrarlanan yapıları görebilmektedir. Gerçeklik
döngülerden oluşur ama biz düz çizgileri görürüz. Bu durum eğitim sistemimizde
yatmaktadır, doğrusal düşünce yöntemiyle eğitiliriz, geleneksel okullarda verilen eğitim
bu yöndedir. Yapbozları birleştirerek büyüyen bizler bütünü görmekte tabii ki
zorlanıyoruz, Senge’nin verdiği üç kör ve fil hikayesinde olduğu gibi..Filin neresini
tutuyorsak, bütününü de o şekilde algılıyoruz. Sorunlar içi bir günah keçisi arıyoruz ve
suçlu bulunduğunda sorunun ortadan kalktığını düşünüyoruz. Oysaki suç, birbirini
izleyen ve artık bir ısır döngüye dönüşen olaylar sonucunda oluşmaktadır. Bize düşen;
bu işleyişin artında yatan yapıyı görebilme yetkinliğini kazanabilmektir. Temelde yatan
işleyiş hatası keşfedildiğinde, kısır döngü kırılacak ve sorun; bir daha tekrarlanmamak
üzere ortadan kalkacaktır.
Geri bildirim perspektifi, Antroposantrizm (kendimizi eylemlerin merkezi olarak
görmek) fikrini de altüst etmektedir. İnsanoğlu, doğadan kendini ayrı görmekte ve
sürekli almak istemektedir. İnsan doğanın bir parçasıdır ve onunda doğaya karşı
sorumlulukları vardır. İnsanların sahip olduğu en zarar verici duygulardan biri de
egoizm’dir. Dünyadaki büyük felsefi sistemlerin birçoğu bu bilinç değişimini
desteklemektedir. Ben olmaktan çıkıp biz olabilmek...
Sistem Yapıtaşları
Sistem düşüncesinin yapıtaşlarını Pekiştirici Geri Bildirim, Dengeleyici Geri
bildirim ve Gecikmeler oluşturur. Bunlar sistem düşüncesinin doğru kabul ettiği temel
önermelerdir (aksiyom). Pekiştirici geri bildirim söz konusu olduğunda; küçük
eylemlerin iyi ya da kötü büyük sonuçlar yaratabileceği fark edilemeyebilmektedir.
Küçük bir eylem çığ etkisi yaratır. Nasıl bir hareket ortaya çıkarsa çıksın, aynı yönde
şiddetlenmeye, giderek etkisini artırmaya başlar. Bu etki ‘pygmalion etkisi’ olarak da
bilinmektedir. Bu sisim George Bernard Shaw’ ın bir oyunundan esinlenilerek
verilmiştir. Pygmalion bir Roma mitolojisi karakteridir ve yaptığı heykelin güzelliğine o
kadar inanmıştır ki, sonunda heykel canlanmıştır.
Pekiştirici geribildirim; hem kötü yönde hem de iyi yönde ilerleyebilir. Örneğin;
aile ortamında huzursuzluk yaşayan bir çocuk, bu etkilenmeyi okulda sessiz kalma
şeklinde yansıtabilir. Öğrencinin sessizliği, öğretmen tarafından öğrenmeye isteksizlik
şeklinde algılanırsa, öğretmen ilgisini diğer başarılı öğrencilere yöneltecek, bu durumda
çocuk daha fazla içine kapanacak ve derse olan ilgisini tamamen yitirecektir, zayıf
notlar almaya başlayacaktır ve son aşama olarak öğretmenler tarafından, tembel,
uyumsuz, sorunlu damgası yiyecektir. Öğretmen eğer en başında çocuğun sessizliğin
altında yatan nedenleri görebilmeyi başarabilseydi olaylar çok daha farklı yönde
ilerleyebilirdir.
Ağızdan Ağıza Pazarlama ise olumlu pekiştirici geribildirime bir örnektir.
Müşteriler memnun kaldıkları bir ürün veya hizmet hakkındaki düşüncelerini diğer
insanlara anlatmakta ve bu insanlarda başka insanlara anlatmaktadırlar. Böylece, ürün
hakkındaki olumlu düşünceler bir kartopunun yuvarlanması gibi büyümektedir ve
firmalar bundan yararlanmaktadırlar.
Doğada bir denge söz konusudur, insani karar alıcılar bu dengeye aykırı
davranırlarsa bunun bedelini ödemek zorundadırlar. İnsan doğasına aykırı davranışlar da
bir şekilde tepkisini verecektir. Sistem düşüncesinin özü budur, dengeleri sarsmadan
dengeyi bozan sorunları tespit edebilmek ve çözümleyebilmek. İnsan doğasına uygun
olan budur. Yönetmek, emretmek, kendini üstün görmek, egoist olmak ve benzeri
davranışlar sistem tarafından özümsenememekte ve çeşitli sorunlar şeklinde
belirivermektedir.
Dengeleyici geri bildirim süreçleri her yerde vardır. Bu süreçler; bir sistemde
amaca veya hedefe doğru yol alırken kendi kendini düzeltme mekanizmaları şeklinde
işlemektedirler. İnsan vücudu göz önüne getirildiğinde bu dengeleyici süreçler
gözlemlenebilir. Vücut ısısının korunması, gözbebeklerinin ışığa göre büyüyüp
görülmesi, vücuttaki toksinlerin atılması vb. vücut sisteminin dengeleyicileridir.
Şirketlerden örnek vermek gerekirse, üretim ve malzeme sipariş etme sürecinin
müşterilerin talebine göre dengelenmesi gösterilebilir. Organizasyonlarda dengeleme
sürecinde sık sık sorunlarla karşılaşılmaktadır. Bunun sebebi amacın açık değil örtülü
olması ve çalışanların dengeleme sürecinden haberdar olmamalarıdır.
Değişime karşı gösterilen direnç; örtük bir sistem amacını korumaya çalışan
sistemin bir tepkisidir. Bu amaç tespit edilene kadar, değişme çabaları başarısız
olacaktır. Bu direnç; geleneksel normlara veya iş yapma yollarına yöneltilen
tehditlerden doğar. Değişime direnirler, çünkü norm dışına çıkmaktan, tepki görmekten,
işsiz kalmaktan, dışlanmaktan korkarlar; içinde bulundukları rutinin bozulmasını
istemezler çünkü bu duruma alışmışlardır, kolaylarına gelmektedir, genel olarak
insanlar rahatlarını bozup bu yeni ve değişik fikri kabullenmek istemezler. Normlara
uymak daha kolaydır ve normlar lider tarafından belirlenir. Çalışanlar lideri model
almaktadırlar. Lider değişimi gerçekleştirmek isterse ya alışkanlarını değiştirmek ya da
yeni ve farklı modeller geliştirmek durumundadır. Oturmuş güç ilişkilerinde kurallar ve
görevler bellidir. Kurnaz liderler; değişime karşı direnci kırarak aşmak yerine direncin
kaynağını sezmeye çalışırlar. Direncin kaynağında örtülü amaç vardır. Çalışanlar bunu
bilmezler, sadece kendilerine verilen görevleri yaparlar. İşlerini yapıp paralarını alırlar.
Böyle bir ortamda sorgulayıcı insanlara ihtiyaç olmadığı oldukça açıktır.
Organizasyonun çıkarı değil, güç ilişkilerinin amacı söz konusudur. Bunu değiştirmeye
yönelik girişimler tehdit olarak algılanacaktır.
Sistem düşüncesinin temel önermelerinden bir tanesi de gecikmelerdir. Sistem
içerisinde eylemler ile elde edilen sonuçlar arsında gecikmeler yaşanabilmektedir.
Teşhis edilemeyen gecikmeler hedeften sapmalara, uzun dönemde istikrarsızlığa ve
çöküşe sebep olurlar. Bütün geri bildirim süreçlerinde bir gecikme yer alır. Örneğin
yemek yemeyi bitirmemiz gereken an ile doygunluk hissi arasında belirli bir zaman
vardır. Eğer durmamız gereken yerde durmayıp doygunluk hissine kadar yemeye devam
etmemiz şişkinlik hissetmemize sebep olur. Bir mala olan talebin artması durumunda
sipariş verme ve siparişi teslim alma zamanları arasında yaşanan gecikmeler de bir diğer
örnektir. Sipariş zamanında teslim alınamadıkça çare, verilen sipariş miktarının
artırılmasında bulunur. Giderek daha çok sipariş verilmeye başlanır bu durumda
perakendeci, toptancı ve üretici arasında zincirleme bir etkileşim söz konusu olur.
Gecikme süresi arttıkça çöküşe doğru yaklaşılır.
Gecikme söz konusu olduğunda davranışlarınızda ne kadar saldırgan olursanız
uygun duruma ulaşmanız o kadar uzun sürecektir. Sükûnet içinde beklemek böyle
durumlarda işleri daha da çabuklaştıracaktır. Durmak düşünmek ve gecikmenin
nedenini anlamaya çalışmak yapılması gereken en doğru davranıştır. Sabırsızlık sonucu
geciktirebilir hatta sonuca ulaşılmasına da engel olabilir ama işimizi
kolaylaştırmamaktadır. Öfkeyle kalkan zararla oturur.
Sistem İlkörnekleri (jenerik yapılar)
Pekiştirici ve Dengeleyici Geribildirim ile gecikmeler sistem düşüncesinin isim
ve fiili gibi iseler, sistem İlkörnekleri de temel cümleler veya tekrar tekrar tekrarlanan
küçük hikayeler gibi düşünülmelidirler. Sistem İlkörnekleri, yönetim sorunlarının
karmaşıklığı altında yatan örüntülerdir. Bu örüntüler, kaldıracın dayanak noktalarıdır.
Kendilerini tekrarlarlar. Çok ince ve karmaşık oldukları için sistem içerisinde fark
edilebilmeleri zordur ve özel bir bakış açısı gerektirir. Bazen o an yaşadığımız bir olayı
çok daha önce yaşamış olduğumuz hissine kapılırız. Deja vu duygusu... “Bunu daha
önce yaşamıştım. İşte yine karşıma çıktı.” Tecrübeli yöneticiler İlkörnekleri sezgileriyle
bulabilseler bile, buna açıklama getirmekte zorlanırlar.
Sistem ilkörneklerine hâkim olabilmek bir organizasyon için sistem düşüncesini
uygulamaya geçirebilmek için atılan ilk adımdır. Yöneticilerin sistem düşüncesiyle
düşünebilme yetisine sahip olmaları gerekir. Bu algının değişmesidir, olaylara başka bir
gözle bakabilmektir.
En sık tekrarlanan, diğer İlkörneklerin ve daha karmaşık durumların
kavranmasında basamak görevi gören iki ilkörnek; Büyüme Sınırları ve Sıkıntıyı Başka
Tarafa Kaydırmak’ tır.
İlkörnek 1: Büyüme Sınırları
İstenilen bir sonucu alabilmek için harekete geçirilen pekiştirici süreç sırasında
ortaya çıkan ikincil etkiler büyüme sürecini yavaşlatır. Organizasyonlar belirli bir süre
büyür sonra bu büyüme durur, insanlar belirli bir süre için düzelirler, sonra bu düzelme
durur. İyi niyetli düzelme çabaları büyüme sınırlarına gelince durmak zorunda kalırlar.
Örneğin; çevresindeki insanları eleştirmeyi alışkanlık haline getiren bir kişi, bu huyunda
kurtulmak için eleştiri yapmayı bırakma çabası içine girer. Eleştiri dozunu azalttıkça
giderek insanlardan olumlu tepkiler almaya başlar ve daha çok sevilip desteklendiğini
hisseder. Bu durum, daha az eleştiri daha iyi hissetme şeklinde ilerleyen pekiştirici bir
süreçtir. Fakat kişi bir noktadan sonra kararlılığını kaybetmeye başlar. Etrafındaki
insanların hoşuna gitmeyen davranışları kendisini rahatsızlık vermeye başlamıştır. Bu
durum, birkaç küçük şeyi görmezden gelmekten farklı bir durumdur. Eleştiri
yöneltmediği insanlar, kendilerinden memnun hale gelmişler ve kendilerine yöneltilen
tepkici eleştirilere aldırmamaya başlamışlardır. Kişide memnuniyetsizlik hali baş
göstermeye başladıktan sonra yavaş yavaş tekrar eski alışkanlığına dönmeye başlar.
Büyümeyi sınırlandırma yapıları çoğu kez, başlangıçta iyi giden organizasyonel
değişimlerin önünü keser, büyük umutlarla girişim çabası birçok değişim çabası bu
engele takılabilir. Örneğin, amaçlanan değişiklikler uygulanmaya başladığında, sorun
çözme yeteneği gelişir ve olumlu sonuçlar elde edilmeye başlanır, bu durum amaca olan
bağlılığı artırır. Fakat burada bekleyen bir engel vardır. Değişim başarı getirdikçe ve
değişime verilen destek arttıkça bu artık bir tehdit unsuru haline gelir. Bu durumdan
rahatsız lan ve engellemeye çalışacak olanlar kimlerdir? Mevcut yönetimin güç
ilşkileri... İstemeyeceklerdir... Değişim başarıyı, mutluluğu, huzuru da getirse
istemeyeceklerdir. İşte bu noktada dengeleyici sistem devreye gider ve değişim
sürecinin altı oyulur, sabote edilir... Değişim yanlıları amaçladıkları değişimi
gerçekleştirmeyi ne kadar şiddetli savunurlarsa, diğerleri kendilerini o kadar tehdit
altında hissedecek ve direnç artacaktır. Sakin olmak gereklidir. Sinirlerine hakim olmak
gereklidir.
İlkörnek 2: Sıkıntıyı Başka Tarafa Kaydırma
Temelde yatan sorunlar, karanlıkta olduğu için ya da yüzleşilmesi maliyetli
olduğu için kişiler sorunun temelini ortadan kaldırmak yerine başka bir yere kaydırmayı
tercih ederler. Bu çözümler hem daha kolaydır hem de kısa dönem için verimli gözükür.
Bu bulgusal bir çözümdür, temel sorun olduğu yerde durmaktadır. Bulguların kısa süreli
iyileşme göstermesi yanıltıcı olmakla birlikte, temelde yatan sorunları çözümleyebilme
yeteneğinin de kaybolmasına neden olur. Örneğin; insanların yeteneklerini aşan işler
üstlenmeleri durumunda sosyal yaşamlarında, özel hayatlarında kısıtlamaya giderler ve
bu durum kişide strese ve sıkıntıya sebep olur. Burada temel sorun aşırı iş yüküdür ve
kişi iş yükünü azaltma yoluna giderek kendi sosyal hayatına yeterli zamanı ayırabilir
fakat bu durumda primlerden, ikramiyelerden, daha iyi ücretli bir iş teklifinden
vazgeçmesi gerekmektedir. Sorunun asıl çözümü fedakârlık gerektirmektedir. Böyle
durumlarda kişiler, sıkıntılarından uzaklaşabilmek için alkol, uyuşturucu kullanımı veya
meditasyon gibi yollara başvururlar. Alkol veya uyuşturucu kişilerin sorunlarını
çözemediği gibi uzun dönemde alışkanlığa dönüşerek daha zararlı sonuçlara neden
olmaktadır.
Aynı şekilde sıkıntıyı başka tarafa kaydırmaya durumu iş dünyasında da sık
karşılaşılan bir durumdur. Yöneticiler işleri astlarına yaptırmanın faydasına inanmakla
birlikte, bir sorun baş gösterdiğinde müdahale etme yoluna giderler. Bu durum
yöneticinin kendi yeteneklerine olan aşırı güveniyle ilgilidir fakat böyle davranarak
önemli bir gelişmeyi göz ardı ederler, astlar işi layıkıyla yapabilme tecrübesine hiçbir
zaman ulaşamayacaklardır.
Şirket kadroları ile yöneticiler arasındaki etkileşimler sıkıntıyı başka tarafa
kaydırma yapılarıyla yüklüdür. İşi başından aşkın yöneticiler; personelle ilgili
sorunların çözülmesi için insan kaynakları uzmanlarını işin içine sokma
eğilimindedirler. Uzman, personelle ilgili sorunları giderir. Aldığı başarılı sonuçlar
uzmana olan güveni artırır. Personelle ilgili diğer sorunlar baş gösterdiğinde, tekrar
uzmanın yardımına başvurulur. Uzan giderek kadroyu tanımaya ve duruma hâkim
olmaya başlar ve her sıkıntıda uzmana başvurulur. Bu durum personel giderlerinin
artmasına ve yöneticinin kendisini geliştirmesine sebep olur. Giderek yöneticiye olan
güven ve saygı azalır. Uzamanı yönetici olarak görmeye başlarlar. Oysaki uzmanın
görevi; yönetmek değil, yöneticinin kişisel becerilerini geliştirmesine yardımcı
olmaktır.
ÇEKİRDEK DİSİPLİNLER
Öğrenen Organizasyonların Kurulması
Kişisel Ustalık
Öğrenen bir organizasyonun kurulabilmesi için öğrenen bireylere ihtiyaç vardır.
Hannover sigortanın başkanı Bill O’Brien; geleneksel hiyerarşik yönetim şeklinin
insanların yüksek düzeydeki gereksinimleri olan öz saygı ve kendini gerçekleştirme
ihtiyaçlarını karşılamak için kurulduğunu, insan doğasına uygun olmadığını belirtmiştir.
Buna katılıyorum. Etrafımızdaki pek çok yöneticiye ve yönetici olma içerisindeki
insanlar gözlemlendiğinde; bulundukları konumu, toplum içerisinde saygınlık
kazanmak, bir unvan kazanabilmek, yönetici ayrıcalıklarından faydalanabilmek,
insanlara nüfuz edebilme duygusunu yaşayabilme istekleri kolayca fark
edilebilmektedir. Makam arabasına binebilmek, korumalarla gezmek, hazırola geçen
insanlar, sorgulamayan bir topluluk, orantısız güç, ben ne dersem o olacak zihniyeti
bana eski çağlarda yaşayan kralları, padişahları, derebeylerini, imparatorları hatırlatıyor
ama artık orta çağda yaşamıyoruz. Hiyerarşik düzen neden hala devam ediyor
anlayabilmiş değilim. Bence değişmeli. Öğrenen organizasyonlar çok daha iyi bir fikir.
Eski yönetim şekillerinin günümüzde uygulanabileceğini düşünmüyorum çünkü
günümüz insanı çok daha bilinçli. Bilinçli insanları da eski yöntemlerle
yönlendiremezsiniz. Bu sistem içerisinde sıkıntılar doğurur, mutsuz insanlarla dolu bir
toplum.
Öğrenen örgütlerin işleyebilmesi için kişisel ustalık seviyesine erişmiş insanlara
ihtiyaç vardır. Bu bir çeşit zihniyet değişimidir. Eskinin itaatkar, önüne her sunulanı
kabul etme kültürüyle yetişmiş, parçalarda kaybolmuş insanından; bilinçli, sorgulayan,
farkındalığı olan, etrafını gözlemleyen, bütünü görebilen insanına geçiş süreci. Heyecan
verici. Ortak bir vizyonu sahiplenebilmek, bu yolda hep birlikte yürüyebilmek,
bireyselliği bir kenara bırakabilmek, başarıya da başarısızlığa da ait olduğunu
hissetmek, sorunu dışarıda değil kendinde aramak. Bütün bunlar iyi insanların
özellikleri değil mi? Aslında olması gerekenler..İyi insanların çağına giriyoruz gibi
görünüyor.
Kişisel ustalık disiplinin işleyebilmesi için, liderlerin ortak vizyon ve ortak
zihinsel modeller inşa edebilme kabiliyetine sahip olması gerekmektedir.
Amaç, vizyon, kişisel vizyon ve ortak vizyon
Amaç; soyut bir kavramdır, insanları ileriye doğru çeker, bir yöneliştir,
mükemmelliktir. Vizyon ise; somuttur arzulanan geleceğin resmidir. Yüksek kişisel
ustalık düzeyine sahip kişileri diğerinden ayıran en önemli özellik, vizyonu için tavır
alma cesaretidir. Vizyonun belirlenebilmesi kolaydır, zor olan mevcut gerçeklerle
yüzleşebilmektir. Fedakarlık ister, emek ister, bağlılık ister, cesaret ister, farkındalık
ister..
Kişisel vizyon insanın içinden gelir. İstememiz ‘gereken’ şeyler değil,
yapmaktan mutlu olduğumuz şeylerin ileride bizi götüreceği noktadır. Eğer bir
organizasyonun vizyonu, çalışanların kişisel vizyonlarını da içine alacak şekle
oluşturulursa ortaya çıkan sinerji, bağlılık önüne geçilmesi mümkün olmayan bir itici
güç oluşturacaktır. Kişisel vizyonlar ortak vizyonda birleşir, çalışanlar organizasyonu
sahiplenirler, işlerini yaparlarken mutludurlar, organizasyon artık tüm çalışanlara aittir
onun başarılı olması için el birliğiyle çalışırlar.
Bir diğer önemli nokta da; kişilerin kişisel ustalıklarını geliştirebilmeleri için
zorlanamayacağıdır. Örneğin; işyerlerinde verilen kişisel gelişim eğitimleri, kişilerin
kendilerini geliştirmeleri için yapılan iyi niyetli baskılardır. Kişisel ustalığı teşvik
edebilmek için sürekli ve kesintisiz bir çaba ve destekleyici bir ortam gereklidir.
Zihinsel Modeller
En iyi fikirlerin büyük çoğunluğu uygulamaya konulamadan kaybolur gider.
Fikirlerin eyleme dönüşememesinin temelinde yatan sorun, irade bocalaması veya
isteğin azalması ya da sistematik olmayan yönetim anlayışı değil, ‘zihinsel modellerdir’.
İçgörülerin pratiğe geçirilememesinin sebebi; dünyanın işleyişi üzerine sahip olunan
derinde yatan iç imgelerle (imaj) çatışmalarıdır. Bu imgeler bizi bilinen düşünce ve
davranış kalıplarından ayrılmamaya yöneltir. Zihinsel modelleri yönetme yeteneği,
dünyanın işleyişi üzerine iç imgelerimizi açığa çıkartarak sınama ve düzeltme imkânı
sağlar. Bu da öğrenen organizasyonların kurulmasında önemli bir atılımdır.
Düşünce yapımıza yerleşmiş kalıplar vardır, bu kalıpların doğru olduğunu
varsayarız ve davranışlarımızı da onlara göre ayarlarız. Örneğin; çevrenizde bulunan bir
kişiyi gözünüzün önüne getirin. Bu kişi ile ilgili o zamana kadar gözlemlemiş
olduğunuz durumlara göre, o kişinin karakteri hakkında zihninizde bir imge oluşur ve
artık o kişiye olan davranışlarınızı o imge üzerinden düzenlersiniz. Fakat o kişinin o
anki davranışlarının altında yatan gerçek sebepleri hiç düşünmezsiniz.
Zihinsel modellerini yönetebilme kabiliyetini elde edebilmede kolaylaştırıcı
etkenler şu şekilde sıralanabilir
- Kişisel farkındalık
- Düşünceye dayalı becerileri teşvik eden araçlar
- Zihinsel modellerin düzenli kullanımını kurumsallaştırmaya çalışan ‘altyapılar’
- Düşünce şeklimize alternatifler üretebilmeyi öne çıkaran bir kültür
Öğrenen organizasyonlar kurabilmek için; bulundukları seviyeden bağımsız
olarak, dışsal etkenler onlara bunu yapmayı mecbur bırakmadan zihinsel modellerini
yüzeye çıkarıp, sorgulayan insanlara ihtiyaç vardır. Bu ‘yaratıcı düşünme’ biçimidir.
Eylem içerisindeyken düşünebilmek, genellemeleri su yüzüne çıkarıp sınayabilmek...
Günlük yaşamımız olsun iş yaşamımız olsun; karşılıklı konuşmalarda,
toplantılarda kullandığımız bir dil vardır. Bu dili kullanırken, asıl içimizden geçen
düşünceleri değil de karşımızdakilerin duymayı istedikleri şeyleri söylemeye
eğilimliyizdir. Akademik dil, bürokratik dil, diplomatik dil, formel dil... Bunlar belirli
kalıplar üzerinden konuşulması gereken dillerdir. Doğrudan kafanızdan geçenleri,
gerçek düşüncelerinizi söyleyemezsiniz. Belirli şablonlar, kriptolar vardır. Bunların
dışına çıkarsanız çok büyük bir hata yapmış olursunuz ve sert tepkiler alırsınız.
İnsanlarla diyalogumuzda da, konuştuğumuz kişi ile ilgili gizli varsayımlarımızı açığa
çıkarmaktan kaçınırız. Sorunları direk dile getirmek yerine, etrafında dolaşmayı tercih
ederiz. Bunun en büyük sebebi, karşımızdakinden alacağımız tepkiden çekinmemizdir.
Fakat, tepki almadan düşüncelerimizi olduğu gibi getirebilmenin de yolları varıdır.
Varsayımlarımızı dile getirmek. Şu verilere dayanarak, bu olay hakkında böyle
düşünüyorum. Şu davranışlarını gözlemlediğim için kafamda sana karşı şöyle bir
izlenim oldu. Böyle yapmak, karşıdaki kişinin de kendi verilerini dile getirmesini
sağlayarak, konu hakkında verdiğimiz yanlış veya doğru hükümleri sınayabilmemize
olanak verir. Tabi ki konuşmanıza fırsat bile verilmiyorsa yapacak bir şey yoktur.
Kalıplaşmış hiyerarşik yönetim sistemlerinde böyle bir şansa sahip olunabileceğine pek
ihtimal vermiyorum, istisnalar haricinde... Öğrenen organizasyonlar ise bu yöntemin
uygulanmasına ihtiyaç duymaktadır. Samimiyet çok önemli bir kavramdır. Formel dil
ne yazık ki bu samimiyeti ortadan kaldırmakta, yapay ve kalıplara dayalı, sonuç
üretemeyen bir iletişime insanları mahkûm bırakmaktadır. Samimiyet kavramıyla ifade
edilmek istenen, kişilerin gizli varsayımlarını dile getirebilme, gerçekten aklından
geçeni ifade edebilme özgürlüğüdür.
Genel Otoriter Organizasyonlardan Öğrenen Organizasyonlara Geçiş
Otoriter Organizasyonlar Öğrenen Organizasyonlar
-Yöneten -Vizyon
-Örgütleyen -Değerler
-Denetleyen -Zihinsel Modeller
Yönetmek, örgütlemek ve denetlemek; geleneksel organizasyonların
dogmalarıdır. Yönetimin fonksiyonları denildiğinde hemen bunları sıralarız. Bu
yönetim şekli insan doğasıyla uyuşmamaktadır. Sadece ‘uymayı’ gerektirir. Yazılı bir
vizyon vardır fakat çalışanlar bu vizyondan pek de haberdar değildirler. Bilseler bile
vizyonun oluşturulmasında katkıda bulunmamışlardır ya da kendilerini o vizyonun
içerisinde görmezler. Sadece kendilerinden isteneni yaparlar. Vizyonun
gerçekleştirilmesinde bir sorumluluk hissetmezler. Öğrenen organizasyonlar ise vizyon,
değerler ve zihinsel modeller üzerine kuruludur. Ortak vizyon beraberinde bağlılığı
getirir. Bağlılıkla kastedilen vizyonun gerçekleşmesinde sorumlu hissetmektir. Bu
duygu büyük bir enerjiyi açığa çıkarır. Çoğu geleneksel yöneticinin korkusu,
bağlanmayla ortaya çıkan bu yüksek enerjiyi kontrol edemeyebilecekleri düşüncesidir.
Öğrenen organizasyonların yönlendirici fikirleri; vizyon ve çekirdek değerlerdir.
Vizyon; Ne? Sorusunun cevabıdır. Ne istiyoruz? Amaç (misyon) ise, Niçin? Sorusunun
cevabıdır. Niçin varız? Çekirdek değerler ise, Nasıl? Sorusunun cevabını verir.
Misyonumuzla tutarlı olarak, vizyonumuza ulaşmak için çıktığımız yolda nasıl
davranmak istiyoruz? Çekirdek değerler; insanlara günlük karar verme süreçlerinde
yardımcı olabilmek için gereklidirler.
Vizyon oluşturulurken, olumsuz vizyonlardan kaçınılmalıdır. Olumsuz
vizyonlar; yeni bir şey oluşturmaya yönelen enerjimizin, olmasını istemediğimiz bir
şeyi önlemeye saptıracaktır. Güçsüzlük mesajı taşırlar ve tehdit ortamlarında doğarlar.
Kısa sürelidirler ve tehdit ortadan kalktığında motivasyonda ortadan kalkar. Örnek
olarak ‘Kadına şiddete hayır!’ ‘Savaşa hayır!’. Bunlar hep olumsuz vizyona örnektir.
Olaylar son raddeye gelmeden insanlar tepki vermezler. Olay sıcaklığını koruduğu
sürece tepki devam eder, daha sonra ortadan kayboluverir. Vizyonun sürdürülebilir
olması gerekir ve ulvi olmalıdır, sadece yapılan işle ilgili değil, çevresel, ailesel,
kültürel değerlere sağlanacak faydalarda göz önünde bulundurulmalıdır. Bir bütün
olmak böyle bir şeydir.
Takım halinde öğrenme
Bireysellikten çıkıp takım olabilmek. Takım halinde öğrenmeyi öğrenebilmek,
birbirlerinin uzmanlıklarını tamamlayabilmek. Takım oyunları göz önüne getirildiğinde,
bireysel oyuncu başarısının bir noktaya kadar etkili olabilmektedir. Sürekliliği
sağlayabilmek için ise takım olmayı başarabilmek gerekir. Takım içerisindeki
oyuncuların farklı kabiliyetleri vardır, bunları birleştirebilmek mükemmel bir uyumu
beraberinde getirir. ‘Bir gurup insanın bir bütün olarak işlev kazanması’... İşte anahtar
budur. Zamanla oyuncular arasında gizli bir iletişim gelişir. Ortak bir amaç, paylaşılan
bir vizyon ve birbirlerinin çabasını tamamlamaya yönelik bir anlayış, paylaşılan
vizyonun, kendi kişisel vizyonlarının bir uzantısı haline gelmesi. Bu durum,
‘hizalandırma’ olarak adlandırılmaktadır. Caz müzisyenlerinde de bu durum gözlenir.
Grubun tek bir kişi gibi çalması... İş dünyasında da; bu performansı sergileyen takımın
üyesi olmuş yöneticiler, uzun süren fakat akıp geçen toplantılarda, aslında ne
konuşulduğunu bile net olarak hatırlamadıkları fakat ortak ve paylaşılan bir amaca
ulaşabilmeyi başardıklarını söylerler. Yetenekli takımlar yetenekli bireylerden oluşur.
Kişisel ustalık seviyesine erişmiş bireylerin, ortak bir vizyona ulaşmak için bir arada
çalışabilmeleridir ‘takım’ olmak. Takım olarak öğrenme disiplini; birçok zihnin tek bir
zihinden daha zeki olabilme potansiyeline dayanır, takım üyelerinin birbirlerini
eylemlerini tamamlayabileceklerine yönelik bir güven vardır. Bir öğrenen takım,
organizasyon içerisindeki diğer takımları da etkileyecektir. Bu, kolektif ve etkileşim
içerisinde olan bir disiplindir. ‘Diyalog’ ve ‘tartışma’ takım halinde öğrenme
disiplininde çok önemli kavramlardır.
Antik yunanlılar da önem verilen diyalog kavramı, Amerikan yerlileri gibi ‘ilkel’
olarak nitelendirilen birçok toplum tarafından uygulanan eski bir fikirdir. İlkel
toplumların böylesine önemli bir kavramı uygulamış olmaları aslında hiç de ilkel
olmadıklarının bir göstergesidir bence. Asıl ilkel olan; diyalog kuramayıp, tartışmayı
beceremeyen günümüz modern (!) toplumu olmasın?
Önde gelen kuantum Fizikçisi David Bohm; 1965 yılında yayınlanan
Göreceliliğin Özel Kuramı adlı kitabında, sistem perspektifi ile zihinsel modeller
arasındaki bağlantıyı açık bir şekilde ifade etmiştir. Bilimin amacının ‘bilgi birikimi’
olmadığına dikkat çeken Bohm; asıl önemli olanın algı ve eylemlerimizi yönlendiren
‘zihinsel haritaların’ oluşturulması olduğunu özellikle belirtmiştir. Bütün bilimsel
teoriler bir gün çürütülebilir, zihinsel haritaların oluşturulmasıyla doğa ile bilinç
arasında sürekli bir katılım sağlanabilecektir. Bohm’ un takım halinde çalışma
disiplinine en büyük katkısı; düşünceyi büyük ölçüde kolektif bir olgu olarak
görmesidir. Elektronların bulundukları sistem içerisindeki hareketleri ile düşüncemizin
işleyiş biçimi arasındaki analoji3 ile ilgilenmiş ve bu benzerlikten; düşüncenin tutarsız
olduğu ve sonuçlarının istenilenin karşıtı sonuçlar doğurabileceği, bunun da dünyanın
sorunlarının temelinde yatan neden olduğu sonucuna ulaşmıştır. Düşünce kolektif bir
olgu olması nedeniyle bireysel olarak düzeltilebilmesi mümkün değildir. Nasıl
elektronları birbirleriyle etkileşim içerisinde bir sistem olarak görüyorsak, düşünceyi de
birbirimizle nasıl etkileşime girdiğimiz ve nasıl söyleştiğimizden ortaya çıkan bir olgu
olarak görmeliyiz. Söyleşinin iki birincil türü vardır: Diyalog ve tartışma.
Diyalog ve Tartşma
3 Analoji: İki nesne arasındaki benzerliklerden hareket edilerek, birinci için söylenenlerin ikincisi için de geçerli olduğunu ileri sürmek.
Diyalog kelimesi Yunanca “dialogos” kelimesinden gelmektedir. Dia;
‘arasından’, logos ise ‘sözcük, anlam’ manalarına gelir. Yani; diyalog “Anlamın,
insanlar arasında serbestçe akmasıdır”. Diyalogdaki amaç; herhangi bir bireyin
anlayışının ötesine geçmektir. Amaç bireyin diyalogdan galip çıkması değildir, bireyler
değil herkes kazanır. İnsanlar muhalefet veya etkileşim içerisinde değildir, tek başına
ulaşmaları mümkün olan kavrayışlara ulaşabilmektir önemli olan, kendi düşüncenin
gözlemcisi olabilmektir. Bohm, Diyalog için üç temel koşula dikkat edilmesi gerektiğini
belirtmektedir:
-Tüm katılımcılar varsayımlarının farkında olmalı ve sınanmaya açık hale
getirmelidir.
-Tüm katılımcılar birbirini çalışma arkadaşı olarak görmeli, unvanlar dışarıda
bırakılmalıdır.
-Diyalogun bağlamını bir arada tutan “hareketi kolaylaştırıcı” bir öğe
(moderatör) bulunmalıdır.
Hiyerarşi diyaloga karşıt bir durumdadır, korku, hüküm ve rütbenin getirdiği
ayrıcalıklar söz konusudur. Böyle bir ortamda sağlıklı bir diyalogun olamayacağı
gerçektir. Diyalog sanatçılığı; anlam akışını gözleyerek, söylenmesi gereken şeyi görüp
zamanında söyleyebilmekle ilgilidir. Katılımcılar kendi beceri ve kavrayışlarını
geliştirdikçe diyalog ‘lidersiz’ bir grupta da ortaya çıkabilir. Örneğin Amerikan yerli
kabileleri diyalog oluşturabilmek için formel bir kolaylaştırıcıya (moderatöre) ihtiyaç
duymazlardı. İlkel insanların bazı şeyleri bizden daha iyi kavramış oldukları bir gerçek.
Doğayla iç içe yaşıyor olmaları buna büyük bir etken olmalı. Sanayileşme ile birlikte
insan şehir yaşamına geçince bazı şeylerin ters gitmeye başladığı çok net görünüyor.
Takım halinde öğrenmede diyalogun karşıtı tartışma dır. Bohm; ‘Tartışma’
(discussion) kelimesinin, ‘çarpışma, vurma’ (percussion) ve ‘sarsılma’ (concussion)
sözcükleriyle aynı kökten geldiğine işaret etmektedir. Bir tartışmada farklı görüşler
sunulur, savunulur ve kararlar alınır. Eğer bir takım, fikir birliğine ulaşmak ve karar
alınmak isteniyorsa biraz tartışmaya ihtiyaç vardır. Diyalog ile tartışma arasındaki
farklılıklar aşağıda gösterildiği gibidir.
Tartışma Diyalog
- Farklı görüşler sunulur ve - Farklı görüşler, yeni bir görüş
savunulur. keşfedebilmek için sunulur.
- Kararlar alınır - Karmaşık konular araştırılır.
- Belli bir sonuca yönelir - Birbirinden ayrılan görüşler
doğurucudur.
- Amaç Fikir birliğine varabilmektir. - Karmaşık sorunların daha zengin
bir şekilde kavranabilmesi amaçlanır.
Öğrenen bir takım, diyalogla tartışma arasında gidip gelmeyi başarabilen bir
takımdır. Görüşünü savunma ihtiyacı hissettiğinde; bunu yumuşakça, tatlılıkla
savunmak daha geniş anlayışların çıkmasına neden olur. Saldırgan bir tavır karşı tarafın
kendisini tehdit altında hissetmesine ve onun da kendi fikrini şiddetle savunmasına
neden olur. Hükmedici bir tavır ise insanları fikirlerini ifade etmemeye yöneltir. Çoğu
kişi, insanların onda yanlışlar bulmasından korktuğu için savunmacı bir muhakeme
izler. Yaşamın ilk dönemlerinde edinilen bir deneyimdir bu. Derste doğru cevabı
verememe korkusu..
Öğrenen takımların aynı görüş etrafında toplandığı düşünülmemelidir. Bir
çatışma vardır, farklı görüşler vardır. Fakat bunları savunma biçimleri önemlidir. Ön
yargıların açığa çıkarıldığı, sorgulanabildiği, düşüncelerin grup içerisinde dolaşarak,
görünmez bir filtre ile süzülerek bir havuzda toparlanabilmesi. Savunmacılığın kilidi
açılabilirse; içerisinde hapsolan iç görü ve enerji ortaya çıkacaktır ve ortak bir anlayış
oluşturulabilecektir. Kolektif öğrenme becerileri birlikte pratik yapılarak geliştirilebilir.
Pratik; disiplinlerin uygulamaya geçirilmesidir. Diyalog pratikleri, öğrenme
laboratuarları ve mikrokozmosların oluşturulması pratik yapmayı öğrenme konusunda
önemli gelişmelerdir. Diyalog oturumları, bir takımın diyalog becerilerini
geliştirebilmesi için önemli bir fırsattır. Kurallarının baştan belirlendiği, ince karmaşık
ve çatışmalı konuların gündeme getirildiği oturumlardır. Katılımcılar, baştan belirlenen
bir kuralın (varsayımların askıya alınması gibi) ihmal edilmesi durumunda artık onun
bir diyalog değil tartışma olduğunun bilincindedirler. Bu oturumlar, takım becerilerinin
geliştirilmesine yönelik pratiklerdir.
Organizasyon içerisinde oluşturulan mikrokozmoslar, öğrenme pratiğinin
geliştirilebilmesi için oluşturulan gruplardır. Evreni makrokozmos olarak
düşündüğümüzde; insan da bu sistemin içerisinde bir mikrokozmos olması gibi, öğrenen
örgütlerin mikrokozmosları da öğrenme labarotuarları ve öğrenme gruplarıdır.
Uygulamaya geçirilmek istenen yenilikler üzerine bu mikrokozmoslarda pratikler
yapılabilir, prototipler geliştirilebilir.
SONUÇ
Senge 5. Disiplin kitabında; sistem düşüncesi ile işleyen öğrenen
organizasyonların oluşturulabilmesi ve sürdürülebilmesi için gereken zihniyet yapısını,
yapıtaşlarını, araçları, pratik şekillerini, diğer bilim dalları ile olan ilişkilerini; örnekler,
benzetmeler, doğadan esinlenmeler ve karşılaştırmalar yardımıyla gözler önüne
sermiştir. Öğrenen örgütler günümüz için radikal bir düşünüş gibi görünebilir fakat
bence bu dönüşüm için tam da zamanıdır. Her yeni fikir de olduğu gibi, belirli bir kısım
tabii ki direnç gösterecektir, bu beklenen bir durumdur.
Bu yeni sistem organizasyonlarda odak noktası ‘insan’ ve ‘insan doğası’ dır.
Dolayısıyla; bu dönüşümün gerçekleşebilmesi için, öncelikle insan özünü keşfetmelidir.
Bu bakımdan 5. disiplin aynı zamanda bir kişisel gelişim kitabı olma özelliği de
taşımaktadır. Fakat Senge’ de bir modelleme ve dikte etme davranışı gözlenmemektedir.
Teoriyi kendisine mal etmemekte, ortak bir oluşum olarak tanımlamaktadır.
Astronot olmayı planlayan bir insanın sistem düşünürü olması ilk bakışta
yadırganabilir ancak, uzaya çıkma deneyimi yaşamış bir astronotla bir sistem
düşünürünün birbirine çok paralel düşündüğü bir gerçektir. Sadece; biri bu düşünce
yapısına dünyaya dışarıdan bakabilme deneyimi sayesinde, diğeri ise dünyanın
içerisindeki diğer sistemleri inceleyerek sahip olmuştur. Her sistem kendi içerisinde bir
sistemi barındırır. Hepsi birbirinin alt kümesidir. Bir tek insan, kendisini bu sistemden
ayrı olarak düşünmüştür ve doğayı hesaba katmayan eylemlerde bulunmuştur. Şuan bu
durumun dezavantajlarını yaşamaktayız. Doğa, insanoğlunun başına buyruk
eylemlerinin cevabını veriyor. Sistem düşüncesi bizi kurtarabilir. Eğer uygulayabilirsek,
sistemle barışabiliriz.... İnsanlığın yeniden doğuşu olabilir...Evrendeki tüm varlıklar, en
küçük parçacıklar bunu başarabilirken insanoğlunun bunu becerememesi ne kadar ilginç
değil mi?