İÇindekİlerdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari/tezler...3 anlamında...
Post on 29-Dec-2019
4 Views
Preview:
TRANSCRIPT
-
I
İÇINDEKİLER
KISALTMALAR................................................................................................................... III
ÖNSÖZ....................................................................................................................................IVGİRİŞ
KAVRAMLAR
1. İsmet Kavramı ...................................................................................................................... 21.1. İsmetin Lugat Anlamı ................................................................................................ 21.2. İsmetin Mahiyeti ........................................................................................................ 31.3. İsmetin Kapsamı ve Sınırları ..................................................................................... 5
2. Günah .................................................................................................................................... 8
3. Hata ..................................................................................................................................... 11
4. Zelle ..................................................................................................................................... 12
5. İtab kavramı ....................................................................................................................... 135.1. Lügatte İtab .............................................................................................................. 135.2. Istılahta İtab ............................................................................................................. 145.3. İtabla İlgili Görüşler................................................................................................. 14
6. Hz. Peygamberin Uyarılması ............................................................................................ 17
7. Bazı Şi’a Müfessirlerin İtab Ayetlerine Bakışı ................................................................ 20BİRİNCİ BÖLÜM
TABERSÎ'NİN HAYATI VE İLMÎ KİŞİLİĞİ
1. Tabersî’nin Yaşadığı Çağda Fikri ve Siyasi Durum. ...................................................... 23
2. Tabersî’nin Hayatı ............................................................................................................. 252.1. İsmi ve Nisbeti ......................................................................................................... 252.2. Tahsil Hayatı............................................................................................................ 26
3. İlmi Şahsiyeti ...................................................................................................................... 283.1. Kuran Metni Konusunda Bazı Şiilerden Farklı Olması........................................... 283.2. Şi’a İçinde Mevkii ................................................................................................... 293.3. Mutezile ile Münasebeti........................................................................................... 35
4. Ailesi .................................................................................................................................... 36
5. Hocaları ............................................................................................................................... 37
6. Öğrencileri .......................................................................................................................... 37
7. Eserleri ................................................................................................................................ 38
8. Tabersî Hakkında Bazı Âlimlerin Sözleri ........................................................................ 41İKİNCİ BÖLÜM
TABERSÎ'NİN İTAB AYETLERİNİ YORUMLAYIŞI
1. Tabersî’nin İkaz Ayetlerine Bakışı ................................................................................... 44
-
II
1.1. Peygamberlere Yönelik İkaz Ayetlerine Bakışı....................................................... 441.2. Peygamberimize Yönelik İkaz Ayetlerine Bakışı.................................................... 56
1.2.1. Allah’a Karşı Görevleri Bakımından İtaba Muhatab Oluşu.......................... 571.2.1.1. İnşallah Dememesi.............................................................................. 581.2.1.2. Vahiyden Uzaklaşma İhtimali ............................................................ 601.2.1.3. Günah ve İstiğfar ................................................................................ 631.2.1.4. Emrolunduğu Gibi Dosdoğru Olması ............................................... 681.2.1.5. Allah (c.c.) Hakkında Yanlış Zanda Bulunmaması ............................ 691.2.1.6. Müşriklerden Olmaması .................................................................... 701.2.1.7. Duha Suresindeki Dalâletin Manası .................................................. 711.2.1.8. Asıl Hidâyet Verenin Allah (c.c.) Olduğu .......................................... 741.2.1.9. Kafirlerin İnkar Etmelerine Üzülmemesi ........................................... 771.2.1.10. Müşriklere Dua Etmemesi ................................................................ 80
1. 2. 2. İnsanlarla İlişkileri Bakımından İtab Edilişi ............................................... 821.2.2.1. Mü’minlerle İlişkileri Bakımından İtab.............................................. 83
1.2.2.1.1. Tahrim Meselesi......................................................................... 831.2.2.1.2. Zeyd Zeyneb Meselesi ............................................................... 881.2.2.1.3. Müminlere Karşı Yüzünü Asmaması......................................... 931.2.2.1.4. Fakirleri Yanından Uzaklaştırmaması ....................................... 961.2.2.1.5. Dünyanın Süsünü İsteyerek Müminlerden Ayrılmaması........... 991.2.2.1.6. Müminlere Yumuşak Söz Söylemesi ....................................... 1021.2.2.1.7. İnfakta Ölçülü Olması ............................................................. 103
1.2.2.2. Münâfıklarla İlişkileri Bakımından İtab ........................................... 1041.2.2 2.1. Münâfıklara İzin Verme Meselesi............................................ 1051.2.2.2.2. Muhâkemede Dikkatli Olması ................................................. 1081.2.2.2.3. Münâfıkların Cenaze Namazlarını Kılmaması ........................ 1121.2.2.2.4. Münâfıklar İçin Mağfiret Dilememesi ..................................... 114
1.2.2.3. Ehl-i Kitapla Münasebetlerinde İtab................................................. 1151.2.2.4. Kâfirlerle Münasebetinde İtab .......................................................... 116
1.2.2.4.1. Bedr Esirleri ............................................................................. 1181.2.2.4.2. Kafilerin Malları ve Evlatlarına İmrenmemesi ........................ 1211.2.2.4.3. Kafirlerin İmkanlarına Gözünü dikmemesi ............................. 122
SONUÇ.................................................................................................................................. 123
KAYNAKÇA ........................................................................................................................ 125
-
III
KISALTMALAR
a.g.e. : Adı geçen eser
a.g.m. : Adı geçen makale
a.s. : Aleyhisselam
bkz. : Bakınız
c. : Cilt
D.İ.B. : Diyanet İşleri Başkanlığı
h. : Hicri
Hz. : Hazreti
Nşr. : Neşriyat
Ö. : Ölümü
s. : Sayfa
s.a.v. : Sallallahu Aleyhi ve Sellem
trc. : Tercüme eden, tercüme
ts. : Tarihsiz.
v.b. : Ve benzerleri
v.s. : Ve saire
Yay. : Yayın Evi
y.y. : Yayınevi yok.
-
IV
ÖNSÖZ
Peygamberlere yönelik itab ayetlerini yorumlamada Şiiler farklı çizgi izlemişlerdir.
Şiilerin itab ayetlerine farklı yorumlar getirdiklerine, Şi’a içinde önemli bir yere sahip olan
Tabersi’nin bir örnek olabileceği düşüncesiyle onun Tefsirini inceledik. Gerçekten Şi’a
camiasında Tabersi’nin önemli bir yeri olduğu gibi mezhebinin kelami, fıkhı gibi konularını
savunmada önemli yeri işgal eder. Çünkü Tabersi birçok alanda; fıkıh, hadis, tarih, özelikle
sarf, nahiv, belagat gibi konularda söz sahibi olmuş ve mezhebini savunmada bu ilimlerden
istifade etmiştir.
Tabersî’nin tefsirinde itab ayetleri incelenirken onun iyi bir ilme vakıf olmasının
yanısıra güçlü bir mantığının olduğu görülmektedir. Ama bununla birlikte mezhep
taassubkeşliği bazen onun bu özelliğini örtebilmektedir.
İtab ayetlerini müfessirimizin nasıl yorumladığına bakmakla birlikte diğer Şi’a
müfessirlerinin bu konuda farklı yorum yapıp yapmadıkları da incelenmiştir. Netice etibariyle
İatab ayetlerini diğer Şi’a müfessirleri de çoğunlukla Tabersî gibi kendi mezheplerinin
görüşleri doğrultusunda yorumlamışlardır.
Tezimiz, giriş ve iki bölümden oluşmaktadır. Giriş kısmında ismet, itab, günah,
zelle gibi bazı kavramlar işlenmiştir.
Birinci bölümde de, Tabersi’nin hayatı, ailesi, Şi’a içinde mevkii ve yaşadığı çağda
fikri ve siyasi durum gibi konular işlendi.
İkinci bölümde ise Tabersi’nin itaba konu olan ayetleri tefsirinde nasıl
yorumladığını bilgilerinize sunmaya gayret ettik.
Bütün bunların yanında Mut’a, imamet, imamların masumiyeti gibi konularda
Tabersi’nin hangi düşünceye sahip olduğunu da vermeye çalıştık.
Bu önemli konunun araştırılması esnasında yardımını esirgemeyen muhterem
danışmanım Prof. Dr. Suat Yıldırım’a çok teşekkür eder, tezi hazırlama aşamasında maddî-
mânevî istifade ettiğim İLAM’a ve onun değerli idarecilerine minnettarlıklarımı arz ederim.
-
V
Başarı Allah`tandır.
Ramiz MEMMEDOV
İstanbul 2006
-
1
GIRIŞ
KAVRAMLAR
-
2
Bu bölümde tezimizin daha iyi anlaşılması açısından; İsmet, Günah, Hata, Zelle ve İtab
gibi bazı kavramların lügat ve istilahi manalarının üzerinde durmakla beraber, mevzumuzun
esas konusunu teşkil eden İtab’la ilgili bazı görüşlere yer verilecektir.
1. İsmet Kavramı
Peygamberler nübüvvetle görevlendirildikleri gibi, bunun tebliği hususunda Allah
(c.c.) tarafından korunma altına alınmışlardır. Bu korunmanın alanı, indirilen ayetlerin harfi
harfine değiştirilmeden tebliğ edilişinden, o ayetleri hayatlarına tatbik etmede günahlardan
korunmalarına kadar olabilmektedir. Ama şunu da vurgulamak gerekir ki, peygamberler suç
işlemede değil, işledikleri suçu davam etme konusunda korunma altına alınmışlardır.
1.1. İsmetin Lugat Anlamı
“’A-s-m” kökü lügatte, “imsak (tutmak), tutunmak, bir şeye sıkı sıkı yapışmak,
sığınmak, dayanmak, güvenmek, ip, bağ, nikah akdi, bilezik, bilek, gerdanlık, çalışıp
kazanmak, kâr elde etmek, iffet, namus, dokunulacak tutamak veya kulp” gibi anlamlara
gelmektedir.1
“İsmet” kelimesi ise, “a-s-m” fiilinin masdarı olup, “engel olmak, tutmak, gelmesi
muhtemel olan zararları defedip korumak, men etmek” manalarını ihtiva eder.2
Kur’ân-ı Kerim’de “a-s-m” kökünden müştak olan “i’tesame-ya’tesimu” fiilleri
“yapışmak, sarılmak, tutunmak” anlamında beş yerde3, “korunabilen, kurulabilen”
manalarında ism-i meful/edilgen ortaç olarak “aasım” kelimesi üç yerde4, “korumak”
anlamındaki “ya’simu” fiili üç yerde5, “iffetinden, masumiyetinden dolayı çekinmek”
1
İbn Fâris, Mekâyısi’l-Luga, Beyrut: nşr.y. 1991, c. 4, s. 331-334; İbn Manzur, Lisanu’l
Arab, Beyrut: Daru’s-Sadr Matbaası, h. 1300, c. 12, s. 403-408; el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu’l
Muhît, Lübnan: Daru İhyâi’t-Turasi’l-Arabiyy, 2003. c. 4, s.152-153.2 İbn Manzur, a.g.e., c. 12, s. 403, 404; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., c. 4 , s.152.3 Âl-i İmrân, 3/101, 103; Nisâ, 4/146, 175; Hacc, 22/78.4 Yunus, 10/27; Hûd, 11/43; Mü’min, 40/33.5 Maide, 5/67; Hûd, 11/43; Ahzab, 33/17.
-
3
anlamında “ista’same” bir yerde6 ve “nikah bağı” anlamında “asame” kelimesi de bir yerde7
geçmektedir.
1.2. İsmetin Mahiyeti
“A-s-m” harflerinden müteşekkil olan “ismet” kelimesinin kök anlamı “korumak”
olduğuna göre; “korumak” iki taraflıdır. Bir tarafta “koruyan”, diğer tarafta ise “korunan”
vardır. “İsmet” kelimesi sözkonusu olduğunda, “koruyan” Allah’tır, “korunan(lar)” ise
peygamber(ler)dir.8 Şayet Allah’ın böyle bir koruması olmamış olsaydı, onlar da her insanın
malul olduğu birtakım illetlerle ma’lul olurlardı.9
İsmet, Allah tarafından korunmuşluk anlamında peygamberler için kullanılan
özelliklerden biridir. Çok çeşitli tarifleri yapılmıştır:
“İsmet, peygamberlerin güçleri yetmekle beraber, günahlardan uzak kalma
melekeleridir.”10
“Peygamberlerin gerek sözlerinde, gerek fiillerinde kendilerini lekeleyecek ve kadr u
kıymetten düşürecek hatalardan korunmuş olmalarıdır.”11
er-Râgıb el-İsfehânî de kelimenin “hıfz” anlamını öne çıkaracak şekilde ismeti şöyle
tarif etmiştir:
“Allah tarafından sadece peygamberlerine tahsis edilen özel bir hususiyet olup,
Allah’ın peygamberlerine cismî bir üstünlük vermesi, bizâtihî kendi yardımıyla onların
6 Yusuf, 12/32.7 Mümtehine, 60/10.8
Gezgin, Ali Galip, Kur’an’da Hz. Peygambere Yapılan Uyarılr, İsparta: Fakülte Kitabevi, 2003.
s. 102.9 Gezgin, a.g.e., s. 105.10
el-Cürcânî, Ta’rîfât, Beyrut: Darü’l-Kutubi’l-İlmiyy, 1983.“el-İsme” md.11
es-Sâbûnî, el-Bidâye, trc. Bekir Topaloğlu, Ankara: D.İ.İBN 1979. s.53.
-
4
ayaklarını sabit tutması, onların kalplerine sekînet (iç huzuru) indirmesi ve nihayet onları her
türlü kötü meyillerden tevfîkiyle korumasıdır.”12
Ebû Mansur Mâturîdî, “ismetin, külfeti kaldırmadığını” belirtmekte ve şöyle
demektedir:
“Peygamberlerin günahtan korunmuş olması (ismet), onu taate zorlamadığı gibi, günah
işlemekten de âciz bırakmaz. Ne var ki, ismet Allah’ın bir lütfu olup peygamberi hayır
yapmaya sevkeder, kötülükten de alıkoyar. Fakat ilâhî imtihanın gerçekleşmesi için onlarda
yine de irâde mevcuttur.”13
Bu iradenin peygamberlerde bulunmasının sebebi, onların beşer oluşlarının isbatıdır.
Aksi halde peygamberler beşer değil, melek olurlardı.14
Mâturîdî’nin “ismet” kelimesiyle ilgili olarak yapmış olduğu bu açıklamalardan
hareketle “ismet” kelimesinin kök anlamına uygun olan semantik tanımını şu şekilde
yapabiliriz:
“İsmet, peygamberlere mahsus bir sıfat olup, günah işleme gücü kendilerinden
alınmadığı halde Allah tarafından günahlardan, halkın gözünde değerlerini düşürecek
şeylerden korunmuş olmaları, ilâhî korunma altına alınmış bulunmaları hâlidir.”15
Netice itibariyle “ismet”, “hiç yanılmama veya hata yapmama” anlamına
gelmemektedir. Zira bu özellik, Allah’ın peygamberlerini, onları hata yapma veya yapmama
konusunda hür bırakıp, şayet bir hata yapmışlar ise onları uyararak (itâb ederek) bu
hatalarından dönmesini sağlamaktadır.
12 er-Râgıb el-İsfehânî, el-Müfredât, Beyrut: Daru’l-Marife, 2001. “a-s-m”,s. 570.13 es-Sabûnî, a.g.e., s. 122-123.14 Bulut, Ehl-Sünnet ve Şi’a’da İsmet İnancı, İstanbul: Risale Yay. 1991, s. 160; Gezgin, a.g.e., s. 102.15 Gezgin, a.g.e., s.102-103.
-
5
1.3. İsmetin Kapsamı ve Sınırları
Kur’ân, öncelikle peygamberlerin de diğer insanlar gibi beşer16 olduklarını kabul
etmekte, kendilerinin de başkalarına tebliğ ettiklerinden sorumlu olacakları17 ancak Allah
Teâlâ’nın onları hidayete erdirerek18 peygamberlik görevine seçtiğini19 belirtmektedir.
Peygamberlerin “tümüyle korunmuş olmaları” onların beşer oluşlarına ters düşerken;
“vahyin dışında hiçbir alanda korunmamış olmaları” iddiası da tebliğ, inandırıcılık ve takdim
ettikleri dinin yaşanmasında “örnek teşkil etme” fonksiyonları açısından tutarsızdır. Öyleyse
burada üzerinde düşünülmesi gereken şey ismetin, “varlığı”ndan çok “sınırları ve
kapsamı”dır.
1.3.1. Nübüvvetten Önce
Kur’an’da peygamberlerin nübüvvet görevi verilmeden önce korunmuş olduklarını
doğrudan ifade eden kısımlara rastlanmamakla beraber, nübüvvet öncesi hallerini tasvir eden
birtakım bilgiler mevcuttur.
Peygamberlerin görevlerine seçilmeleri, kendilerine “hidayet-in nasib olması”20 ile
ifade edilmiştir. Onlar bu görevlerine seçilmekle bir anlamda doğru yola iletilmişler, önceki
hallerinden farklı bir konuma geçmişlerdir.21 Şüphe yok ki, peygamberler
vazifelendirilmelerinden itibaren, önceki hallerine nispetle hidayete erdirilmişlerdir, ancak bu
geçmişlerinin isyan, şirk ve sapık fikirlerle dolu olduğu anlamına gelmez. Önceki hayatlarına
nisbetle daha aydınlık bir döneme girdiklerini tasvir eder.
Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Musâ’nın nübüvvetten önce, kasıtsız bir adamı öldürmesi
anlatılmaktadır.22 Bunun yanısıra Hz. Musa hakkında Şuayb’ın kızları da:
16 İsra, 17/94-95; Enbiyâ, 21/8; Hac 22/75; Furkan, 25/20.17 A’raf, 7/6-7; Ahzab, 33/7-8.18 En’am, 6/90; Meryem, 19/58.19 Al-i İmran, 3/74; En’am, 6/88; İbrahim, 14/11; Nahl, 16/2.20 En’am, 6/84.21 Yusuf, 12/3; Şûrâ, 42/52.22 Şuara, 26/18-21; Kasas, 28/15.
-
6
“Kızlardan biri: “Babacığım!” dedi, “bunu işçi olarak tut! Zira senin
çalıştıracağın en iyi adam, böyle kuvvetli ve güvenli biri olmalıdır.”23 şeklinde
kanaatlerini bildirmişlerdir. Bu da, onun insanlar nazarındaki iffet ve dürüstlüğüne işaret eder.
Hz. Salih nübüvvetle vazifelendirilip, kavminin yanına gidince, onlar:
“-Ey Salih! Bundan önce aramızda kendisinden iyilik beklenen bir kimseydin;
şimdi babalarımızın taptıklarına tapmaktan bizi men mi ediyorsun?”24 demişler ve
peygamberlikten önceki hayatındaki iyi hasletleri dillendirmişlerdir.
Peygamberimiz de önceki hayatını, müşriklere delil olarak sunmuştur.25 Zira,
Peygamber Efendimizin, çocukluğunda, gençliğinde ve kendisine vahiy gelmeden önceki
dönemlerde putlara tapmadığına, onlar adına takdim edilen yiyeceklerden yemediğine dair bir
çok rivayet vardır.
Peygamberimizin halk arasında “emîn” lakabını nübuvvetten evvel alması da, onun
daha önce de insanlar arasında ne kadar güvenilir olduğunun delilidir.
Kur’an’da peygamberlerin Allah Teâlâ’nın varlığına ve birliğine iman ettikleri, hiçbir
şekilde küfre ve şirke düşmedikleri bildirilmiştir.26
Kur’an’da Peygamberlerin bazı hatalarının dışında, bi’setlerinden önce de yüksek
ahlak sahibi, iffetli, dürüst, topluma güven telkin eden, saygın insanlar oldukları, ileride tebliğ
faaliyetlerini zora sokacak tarzda nefret uyandıracak, güvenilirliklerini zedeleyecek kötü
huylarının bulunmadığı görülmektedir.
23 Kasas, 28/26.24 Hûd, 11/62.25 Yûnus, 10/16.26 Zümer, 39/65; Enbiya, 21/25.
-
7
1.3.2. Nübüvvetten Sonra
Kur’ân-ı Kerîm’de peygamberler için çok sık olmasa da kasıtsız adam öldürmek27, dış
görünüşüyle yalan kabul edilebilecek ifadelerde bulunmak28, Allah’ın iradesine uygun
düşmeyen bazı küçük tasarruflarda bulunmak gibi hususlardan da söz edilmiştir.29
Ehl-i Sünnetin çoğunluğuna göre peygamberlerin ismeti, bi’setten itibaren başlar.
Dolayısıyla onların nübüvvetten önce günah işlemeleri caizdir. Hatta bunun büyük günah
olması dahî aklen muhal değildir, bu konuda naklî bir delil de yoktur.30
Öte yandan bütün âlimler peygamberin nübüvvetten sonra kasten büyük günah
işlemekten korunmuş olduğu hususunda ittifak halindedir. İslam âlimlerinin çoğu,
peygamberin yanılarak da olsa, bi’setten sonra büyük günah işlemelerini caiz görmemiştir.
Küçük günahlara gelince, bunlar nefret edilen (bir anlamda yüz kızartıcı) ve
edilmeyen günahlar olmak üzere ikiye ayrılmıştır.
Ehl-i Sünnet âlimleri, nübüvvetten önce ve sonra, peygamberlerin kasten veya
sehven nefret uyandıran küçük günahlardan da korunmuş olduklarında görüş birliği içindedir.
Zira bu tür günahlar, peygamberlerin tebliğlerini, toplum içindeki güvenilirliklerini ve
saygınlıklarını zedeleyerek onların faaliyetlerini güçleştirecektir.
Diğer küçük günahlara gelince, peygamberlerin bunları kasten işlemeleri caiz
görülmemiş, sadece unutarak veya yanılarak işlemeleri caiz görülmüştür.31
27 Şuara, 26/18-21; Kasas, 28/15.28 Hz. İbrahim’in Allah’tan ölüleri nasıl dirilttiğini göstermesini istemesi (Bakara, 2/260); putları kendisi kırdığı
halde onların büyük put tarafından kırıldığını söylemesi (Enbiyâ, 21/57, 62-63); bir bayram günü eğlenceye
davet eden kavmine, “hastayım” diye cevap vermesi (Saffât, 37/88-90) ve hadis-i şeriflerde geçtiği üzere, şehre
gittiğinde zâlim kralın azabından korkarak eşi Sare’yi, “kız kardeşim” diyerek takdim etmesi (Buhârî, el-Enbiyâ
8, Nikâh 12; Ahmed İbn Hanbel, Müsned, II, 403)…29 Bakara, 2/35-37; Kasas, 28/15-16; Enbiya, 21/63, 87-88; Enfal, 8/67-68.30 Sinanoğlu, Mustafa, Kitab-ı Mukaddes ve Kur’an-ı Kerim’de Nübüvvet, Doktora tezi, M.Ü.Sos.Bil.Ens.
1995, s. 311.31 Sinanoğlu, a.g.e., s. 311-335.
-
8
Nübüvvet ve risaletin zarureti ise, peygamberin, kendisine vahy edileni tebliğde
hatadan, tebdil ve tahriften korunmuş olmasını gerektirir.
Peygamberlerden sâdır olduğu kabul edilen hata ve günahlar hakkında özetle şu
görüşler ileri sürülmüştür:
1. Bi’setten önceki durum söz konusudur.
2. Daha uygun olanı terk (terk-i evlâ) vardır.
3. Yanılarak küçük günah işlemiştir.
4. Kerih bir şey işlemişse, ümmete bunun câiz olduğunu ve bu takdirde kendilerine
Allah’ın kolaylık gösterdiğini açıklamak gayesi bulunur. O zaman bile onlar, mübah olan bir
şeyi yapmışlar gibi ecir kazanırlar.
5. Günah işlemekle ilgili şartlı sîgalar, meselâ “lein eşrakte: Eğer şirk koşarsan…”32
şarta konu olanın mutlaka gerçekleşmesini gerektirmez.
6. Hitaba muhatab olan peygamber olsa da kastedilen ümmettir; yani “kızım sana
söylüyorun, gelinim sen işit” nüktesi melhuzdur.33
2. Günah
Aslında Farsça bir kelime olan “günâh” ve bu kelimeye Arapçada en yakın kelime
olarak kullanılan34 ve Kur’an-ı Kerim’de yirmi beş yerde geçen35 “cunâh” kelimesi,
Arapçada “c-n-h” kökünden türeyerek, “bir şeye eğilim göstermek, meyletmek, yönelmek”
anlamlarına gelmektedir. 36
32 Zümer 39/65.33 Sadık Kılıç, Kur’an’da Günah Kavramı, Konya: Hibaş yay. 1984, s. 306-307.34 Ama Arapça “cunâh” kelimesi, Farsça “günah” kelimesinin anlamını tam olarak karşılamamaktadır. (Kılıç,
a.g.e. s. 25.)35 Bakara, 2/158, 198, 229, 230, 232, 233, 234, 235, 236, 240, 282; Nisâ, 4/23, 24, 101, 102, 128; Mâide, 5/93;
Nûr, 24/29, 58, 60, 61; Ahzâb, 33/5, 51, 55; Mümtehine, 60/10.36 er-Râgıb el-İsfehânî, a.g.e., s. 107.
-
9
Râgıb el-İsfehânî, “Cunâh”ın, insanın Hak’tan başka yöne eğilimini gösteren “el-
ism” olduğunu belirtmekte ve her “ism”in “cunâh” olarak isimlendirildiğini zikretmektedir.37
“Günah”la yakın anlamda kullanılan kelimeler:
Zenb: zenb “ısm” (günah) anlamına gelir.38 Neticesi kötü olan her fiil zenbdir. Bu
sebeple “zenb”, netice olarak isimlendirildi. Zenbin cemi “zünûb”dur. Allah (c.c.) Kur’an-ı
Kerim’de şöyle buyuruyor: فاخذھم اهللا بذنوبھم 39 (Allah onları günahları sebebiyle
yakalayıverdi) Başka bir ayet-i kerimede, 40 فكال اخذنا بذنبھ (Hepsini günahları sebebiyle
yakaladık) Başka bir ayet-i kerimede yine, 41 ومن یغفر الذنوب إال اهللا ( Allah’tan başka
günahları kim affeder?) buyrulmaktadır. Görüldüğü gibi vermiş olduğumuz örneklerin
hepsinde “zenb” kelimesi günah anlamında kullanılmıştır. Bunlardan başka, günah manasında
Kur’an’da “zenb” kelimesi otuz altı yerde geçmektedir.42
İsm: “el-ism” sevap konusunda ağırdan almak anlamına gelip, cemi آثام “âsâm”
olarak okunur.43 “Kezib”(yalan), “günah” kapsamına girdiğinden “ism” olarak
isimlendirilmiştir. Bunun gibi günahın neticesinde azap olduğu için azap da, “ism” olarak
isimlendirilmiştir.44 “ism” aynı zamanda “zenb” demektir. “İsm”, “zenb” ile yakın anlamlı
olarak kullanılmakla birlikte, bu iki kelime arasında da ince bir fark sözkonusudur. Zenb,
bilerek veya bilmeyerek yapılan, ya da kasıtlı veya kasıtsız olarak işlenen günahları
gösterirken, “ism” kelimesi, sadece bilinçli bir şekilde kasden ve taammüden işlenen
günahları içine alan bir kelimedir.45
37 er-Râgıb el-İsfehânî, a.g.e., s. 107.38 Fîruzabadi, a.g.e., s. 85.39 Al-ı İmran, 3/1140 Ankebut, 29/4041 Al-i İmran, 3/135.42 Şuara, 26/14; Ğafir, 40/3,11,21,55; Tekvir, 81/9; Yusuf, 12/29,97; Muhammed, 47/19; Feth, 48/2; Rahman,
55/39; Mülk, 67/11; Şems, 91/14; İsra, 17/17; Furkan, 25/58; Zümer, 39/53; Al-i İmran, 3/16,31,135,147,193;
Maide, 5/18,49; İbrahim, 14/10; Ahzab, 33/71; Ahkaf, 46/31; Saf 61/12; Nuh, 71/4; En’am, 6/6; A’raf, 7/100;
Enfal, 8/52,54; Tövbe, 9/102; Kasas, 28/78; Zariyat, 51/59.43 er-Râgıb el-İsfahânî, a.g.e., s. 1944 er-Râgıb el-İsfahânî, a.g.e., s. 19.45 Kılıç, a.g.e., s. 126; Gezgin, a.g.e., s, 150.
-
10
Bu iki kelime arasındaki bir başka farkı da Seyyid Şerif el-Cürcânî şöyle nakleder:
“Zenb”, kişiyi Allah’tan perdeleyen her şeydir. “İsm” ise şer’an ve tab’an
sakınılması gereken şeydir.”46
Yine “ism” Kumar, içki gibi yapılması helal olmayan şeydir.47 Kur’an-ı Kerim’de
“ism” kelimesi günah anlamında kırk beş ayet-i kerimede geçmektedir. 48
Ma’siye: İtaat etmenin zıddıdır.49 Bu kelime de Kur’an-ı Kerim’de otuz iki yerde
geçmektedir.50
Curm: “zenb”(günah) anlamındadır. Cemi “curûm”dur.51 Kur’an-ı Kerim’de şöyle
buyrulmaktadır: ِلُیِحقَّ اْلَحقَّ َوُیْبِطَل اْلَباِطَل َوَلْو َكِرَه اْلُمْجِرُموَن “Günahkarlar, istemeseler de hak
yerini bulacak, batıl da zail olacak”52 Yine başka bir ayet-i kerimede bu anlamda şöyle
buyrulmaktadır: َفاْسَتْكَبُروْا َوَكاُنوْا َقْوًما مُّْجِرِمیَن “Onlar kibirlendiler ve günahkar bir kavim
oldular.”53
Fısk: Allah (c.c.)’ ın emrini tekretmek, isyan etmek, hak yoldan çıkmak anlamlarına
gelip “fücûr” anlamındadır.54 Bu anlamda Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde geçmektedir. Allah
(c.c.) Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: َواتَُّقوا الّلَھ َواْسَمُعوْا َوالّلُھ َال َیْھِدي اْلَقْوَم اْلَفاِسِقیَن “Ve
46 el-Cürcânî, a.g.e., s. 119.47 Fîruzâbâdi, a.g.e., s. 1074.48 Bakara, 2/85,173,181,182,188,203,206,219,276,283; Maide, 5/2,3,29,62,63,106,107; En’am, 6/120; A’raf,
7/33; Nur, 26/11; Şûrâ, 42/37; Hucurat, 49/12; Necm, 53/32; Mucadile, 58/8,9; Al-i İmran, 3/178; Nisa,
4/20,48,50,107,111,112; İnsan, 76/24; Furkan, 25/68; Şu’ara, 26/222; Duhan, 44/44; Casiye, 45/7; Kalem, 68/12;
Mutaffifin, 83/12; Tur, 52/23; Vakia’, 56/25.49 Fîruzâbâdi, a.g.e., 1312. 50 Tâhâ, 20/93,121; Müzzemmil, 73/16; Nâziat, 79/21; İbrâhim, 14/36; Bakara, 2/61,93; Âl-i İmrân, 3/112;
4/14,42,46; Mâide, 5/78; Hûd, 11/59,63; Hâkka, 69/10; Şuara, 26/216; Nûh, 71/21; En’âm, 6/15; Yûnus,
10/15,91; Zümer, 39/13; Kehf, 18/69; Ahzâb, 33/36; Cin, 72/23; Tahrîm, 66/6; Mümtehine, 60/12; Meryem,
19/14,44; Hucurat, 49/7; Mücâdile, 58/8,9.51 Fîruzâbâdi, a.g.e., 1087.52 Enfal, 8/8.53 A’raf, 7/13354 Fîruzâbâdi, a.g.e., s. 918.
-
11
Allah’tan sakının ve dinleyin. Allah yoldan çıkmış kimselere yol göstermez.”55 Yene Nur
suresinde şöyle buyrulmaktadır: َوَمن َكَفَر َبْعَد َذِلَك َفُأْوَلِئَك ُھُم اْلَفاِسُقوَن “Kim bundan sonra inkar
ederse, işte onlar, artık yoldan çıkanlardır.”56 Örneklerden de anlaşıldığı gibi “fısk”
kelimesi günah gibi hak yoldan çıkmak, Allah’a isyan etmek, Allah’a itaat etmemek, onun
buyruklarına muhalif olmak anlamlarına gelmektedir.
Fücur: “fecera” fiilinden gelip fısk işlemek, yalan konuşmak anlamındadır.57
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: نَساُن ِلَیْفُجَر َأَماَمُھ ُیِریُد اْلِإ Fakat insan suç“ َبْل
işleyip durmak için önündeki kıyameti inkar etmek isterde,…”58 Yine Kur’an-ı Kerim’de
şöyle buyrulmaktadır: اْلُفجَّاَر َلِفي َجِحیٍم َوإن “Yoldan sapan kafirler ise ateştedirler.”59 Bu
örneklerden de anlaşılacacağı gibi fücur, pis iş görmek, günah işlemek, inkar etmek
anlamlarına gelmektedir.
Kabih: اْلًقْبًح güzelliğin zıddı olup çirkin anlamındadır.60 Kur’an-ı Kerim’de şöyle
buyrulmaktadır: َوَیْوَم اْلِقَیاَمِة ُھم مَِّن اْلَمْقُبوِحیَن “Kıyamet’te onlar en çok nefret edilenlerden
olacaklardır.” 61
Arapşa yukarıda verilen kavramlar, “günah”la yakın anlamda kullanılmaktadır.62
3. Hata
“Hata”nın lügat manası, bir şeyi geçip ondan uzaklaşmaktır. Adıma da, bu sebeple خطوة
(hatve) denir. 63
Doğruluktan uzaklaşan birine “ hata ettin” denir. “hata” kelimesi, “zenb”(günah)
manasına da gelmektedir.64
55 Maide, 5/10856 Nur, 24/5557 Fîruzâbâdi, a.g.e., s. 454.58 Kiyame, 75/559 İnfitar, 82/1460 Fîruzâbâdi, a.g.e., s. 235.61 Kasas, 28/4262 Gezgin, a.g.e., s. 149.63 İbn Faris, a.g.e., c. 2, s. 198.
-
12
Öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki, her bir işte hata yapılabilir. Yani hataen yasak
olan şeylerin hepsini işlemek mümkündür. Ama işlenen suç bilerek, kasıtlı olarak yapılmışsa
bu hata değil, günah olur. İşte aynı iş yapıldığı halde hükmün değişik olması, hata ile günah
kavramını ortaya çıkarıyor.
Günahın başlıca vasfı, günah hükmü altındaki fiile beşeri istek, irade, arzu, bilgi gibi,
sorumluluğa medar teşkil eden şeylerin katılmasıdır.65
Hata, günah hükmü olan bir fiili yaparken, beşeri istek ve arzu olsa bile bilgisizce
yapılan iştir. İşte bu da yapılan söz konusu fiili, günah hükmünden çıkarmaktadır. Böyle
yapılan bir davranış, suçlu bir davranış sayılayacak, ama olmaması daha iyi addolunacaktır.
Bu, ister fili, ister kavli, isterse tefekkürü olsun, böyledir. Hataya düşen insan, istemeyerek
hataya düşmüştür. Bu, yetersiz bilgiden ileri gelecektir, zira yetersiz bir seçim, yetersiz bir
bilginin sonucudur.66
4. Zelle
“Zelle” ayak sürçmesi, ayak kayması manasına gelir.67 Bunun içindir ki, الزلة “ez-
zelletu” , “kaygan yer” anlamına gelmektedir. Kasıtsız olarak işlenen günaha da, ayak
sürçmesi nedeniyle zelle denir.68
“Zelle”, “efdal (en üstün) olanı terkedip, fadıl (üstün) olanı yapmaktır” şeklinde de izah
edilir.69
Bunun için bazı müfessirlere göre, peygamberlerin bazen yaptıkları hataların, bir hata
olmayıp, sadece olarak en iyiyi terk edip iyiyi tercih etmeleridir.
64 İbn Faris, a.g.e., c. 2, .198.65 Kılıç, a.g.e., s. 37.66 Kılıç, a.g.e., s. 39.67 Fîruzâbâdî, a.g.e., “z-l-l”mad. s. 133568 El-Müfredat, s. 214.69
en-NesefÎ, Medariku’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl, Beyrut: Daru’l-Kitabi’l-Arabiyy,
ts. c.4, s.365.
-
13
Peygamberler aslında günah işlemezler. Onlar “ismet” sıfatına sahiptirler. Ancak,
istemeden bazı kusurlar işlemeleri de mümkündür. Şu kadar var ki, böyle bir hata işleyen
peygamber, hatasına devam etmez. Allah (c.c.) onu derhal uyararak hatadan uzaklaştırır,
yanlışını düzeltir.70
5. İtab kavramı
Peygamberler de birer insan olmaları hasebiyle bazen hata yapmışlardır. Bu durum
onların beşer olmalarının bir delilidir. Ama bununla beraber her bir peygamberin insanlara
örnek olma durumları vardır. Bu sebepledir ki, hiç bir peygamber yaptıkları hata üzere israr
etmemişler Allah (c.c.) tarafından uyarılarak yapmış oldukları hatadan döndürülmüşlerdir. Bu
da Allah (c.c.)’ın peygamberlere özel bir lütfudur. İşte bir hata sebebiyle peygamberlerin
Allah (c.c) tarafından uyarılmasına itab denilmektedir. İtab kelimesinin açıklanmasıyla
peygamberlerin hata yapmaları ve onların uyarılmalarının mahiyetini daha iyi anlaşılması
açısından itab kelimesinin lügat ver terim olarak hangi manalara geldiğine bakalım.
5.1. Lügatte İtab
İtab kelimesi, “kapısından içeri adımını atmak”, “işaret parmağı ile orta parmak
arası”, “ağırdan almak, oyalanmak”, “kapı eşiği”, “eşikten kinâye olarak kadın”,
“basamak”, “zorluk”…71 manalarına gelen “a-t-b” kökünden türetilmiş bir masdar olarak
“azarlamak72, gazapla hitab etmek73, incinecek yerlerinden zikretmek”74 anlamında
kullanılmaktadır.
“a-t-b” kökü, “alâ” harfi ceriyle kullanıldığında “bir kimseyi, bir şeyden dolayı
uyarmak, sitem etmek, ayıbını yüzüne vurmak”; istif’âl bâbında (isti’tâb) ise “yapılan bir 70
en-Nedvî, Ebu’l-Hasan, Peygamberlik ve Peygamberler (Kur’an Işığında), trc. Ahmet
Lütfi Kazancı, Konya: İslam Neşriyat, 1974. s. 98. 71 Geniş bilgi için bakınız: İbn Manzur, Ebu’l-Fazl Cemaleddin Muhammed İbn Mukerrem el-Mısrî, Lisânu’l-
Arab, Daru Sadır matbaası, Beyrut, h. 1300, “a-t-b” md.; el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsu’l-Muhît, Mısır, 1371/1952,
“a-t-b” md.; er-Râgıb el-İsfehânî, a.g.e., “a-t-b” md.72 İbn Manzur, a.g.e., “a-t-b” mad. 73 Ahterî, Mustafa İbn Şemsüddin Karahisârî, Ahter-i Kebîr, İstanbul: Matbaa-i Âmire, h.
1310. c. 2, s.28.74Ahterî, a.g.e., c.2, s.28.
-
14
hatayı telafi etmek, düzeltmek, o hatadan dolayı özür dilemek, kusur işleyenin bunu telafi
etmek ve muhatabının rızasını kazanmak için yaptığı davranış veya işlenmiş bir kusurdan
dolayı özür dilemesi yahut mazeret beyan etmesi” manalarına gelmektedir.75
İtaba, muhataba bir şeyde delâlet etmek ve var olan bir şeyi ona hatırlatmak manası da
verilmiştir.76
İtabı, konumuzla ilgili olarak kısaca, bir kimseyi yaptığı bir işten dolayı kınamak diye
tarif edebiliriz.
5.2. Istılahta İtab
Istılahî olarak ise “itab”, Allah’ın, bir mahlûkunu, yapmış olduğu hatası sebebiyle
azarlaması ve hatasını yüzüne vurmasıdır.
Allah Teâlâ’nın, Peygamber Efendimize yönelik itabının manası ise; içtihatte
bulunurken yapmış olduğu hatasını kendisine hatırlatması, onu murâd-ı ilâhîye en uygun
olana yönlendirmesi ve Peygamberimizin gönderilişi ile matlup olan mükemmelliğe
ulaştırılmasıdır.77
5.3. İtabla İlgili Görüşler
Arap Dili üzerine çalışma yapan dilbilimcilerin araştırmalarına bakınca, konuşan
kimsenin muhatabına bir şey ifade etmek üzere farklı yolları kullandığını görmekteyiz. Bunlar
bazen bir nazım çerçevesinde farklı üsluplarla duygu ve düşünceleri beyan etmek, bazen
muktezây-ı hâle ve muhatabın idrâk ve anlayışına göre sözü sarfetmektir.
75 el-Ferâhîdî, Ebû Abdurrahman Halil İbn Ahmed, Kitâbu’l-Ayn, Thk: Mehdî el-Mahzûmî, İbrahim es-
Sammârî, , Beyrut: Müessesetu’l-Âlemî li’l-Matbûât 1408/1998, c.2, s.75; el-Cevherî, İsmail İbn Hammad, es-
Sıhah Tâcu’l-Luga ve Sıhahu’l-Arabiyye, Thk: Ahmed Abdulgafur Atar, Beyrut: Dâru’l-İlm, 4. Baskı,
1404/1984, c.1, s. 176-177; İbn Manzûr, a.g.e., c.1, s. 576-580; el-Fîrûzâbâdî, a.g.e., c.1, s. 104.76 el-Mukrî, Ahmed İbn Muhammed, el-Misbâhu’l-Munîr fî Garîbi’ş-Şerhi’l-Kebîr li’r-Râfiî, Mısır, h. 1369,
“‘a-t-b” md.77
el-Mutrafî, Uveyd İbn Ayed, Âyâtu İtabi’l-Mustafa fi Da’vi’l-İsmeti ve’l-İctihad, Kahire:
Daru’l-Fikri’l-Arabi, ts.. s. 104.
-
15
İlmî bir gerçeğin ifade ediliş şekliyle edebî bir mananın söylenişi bir olmadığı gibi,
taabbudî hakikatleri ifade ile tergîb ve terhîbe dair ibareler de farklılık gösterir. Aynı şekilde
kızgınlık ve iki şahıs arasındaki mesafe sebebiyle yapılan kınamalar da birbirinden ayrıdır.
İşte bunun gibi, her makâma aid başka bir söz vardır. Bu ise belağatın gereğidir.78
Kur’ân-ı Kerîm’de de bu kâideye uyulmuş ve çeşitli makam ve mevzulara uygun farklı
üsluplar benimsenmiştir. Mekkî âyetlerin muhatabları ile mevzuları farklı olduğu gibi,
Medenî âyetlerin muhatab ve mevzuları da farklıdır. Ve bu fark, üsluba bile tesir etmiştir.
Mekkî âyetlerde edebî zevki gelişmiş Mekkeli müşriklere yönelik, sert, kısa ve vurucu bir
üslupla imânî hakîkatler işlenmişken, Medenî âyetlerde fesahat kaybedilmeden tafsîlatla şer’î,
içtimâî ahkam ve âdâb vaz edilmiştir.79
Biz bu üslup farklılıklarını, ilâhî terbiye maksadını güden Peygamber Efendimize
yönelik itab âyetlerinin üslubunda da görmekteyiz. Mekke döneminde nâzil olan bu tip
âyetlerde, küfrün inadına, şirk ve putçuluğun saldırılarına karşı Peygamber Efendimize güç ve
kuvvet veren, onu tesellî edip, ruhunu takviye eden, sert ve tavizsiz bir üslup kullanılmışken,
Medenî âyetlerde lütuf ve ihsanın ağır bastığını gösteren, nisbeten daha yumuşak bir üslup
tercih edilmiştir.80
O halde itab, ikab’ın aksine sevgi ve merhametten kaynaklanmaktadır. Çünkü ikâb,
düşmandan zuhûr eden ve istenmeyen bir fiil üzerine, onun ayıplarını ortaya koymak, o
düşman kimseye, bu yaptığından dolayı acı vermektir. Tıpkı bu dünyada yaptıklarından
dolayı, kâfirlere azab olarak âhirette ebediyen cehennem ateşiyle mukâbele edilmesinde
olduğu gibi. Halbuki itab “Te’dîbu’ş-Şefkat”tir. Yani sevilen kimsenin yapmış olduğu bir
hatayı düzeltmek, onu eğitmek ve terbiye etmek üzere şefkatle uyarmaktır.81
İbn Fâris, “itâb” ile “hubb: sevgi” arasındaki ilgiyi göstermek üzere, ismini vermediği
bir şairden şu beyti nakleder:
78 el-Mutrafî, a.g.e., s. 101.79 el-Mutrafî, a.g.e., s. 101-102.80 el-Mutrafî, a.g.e., s. 102-103.81 Gezgin, a.g.e., s. 88.
-
16
“İzâ zehebe’l-itâbu feleyse hubbun
Ve yebkâ’l-hubbu mâ bakiye’l-itabu”
“Şâyet itab giderse, sevgi yoktur ve sevgi, itab devam ettiği müddetçe bâkî kalır.”82
Daha açık bir ifadeyle sevginin olduğu yerde, itab da vardır. Demek ki, itab sözkonusu
olduğunda, tamamen terbiye ve eğitime dayalı, daha iyiye ve mükemmele doğru kişinin
yüksek değerlerle donanmasını sağlamak amacıyla, şefkat ve sevgi gibi iki temel muharrikin
sebebiyet verdiği bir davranış anlaşılmalıdır. Tıpkı ebeveynin, kendi çocuklarına hem sevgi
ve şefkatle muamele etmeleri, hem de yeri geldikçe, çocuğun yapmış olduğu hatanın
derecesine göre, aynı nisbette uyarmaları, neticede, çocuğun işlemiş olduğu kabahat veya
suçun gerektirdiği cezayı vermelerinde olduğu gibi.83
Demek ki, itabtan maksat her ne kadar terbiye, eğitim, sevgi, şefkat gibi vasıflar olsa
da, bu, ortada bir suçun olmaması anlamına gelmemelidir. Ortada bir suç, bir hata var ama, bu
hatada israr edilmemesi için bir sevginin, bir merhametin gereği olarak, Allah tarafından
uyarılmakta, ikaz edilmektedir. Bu durum zaman zaman yumuşak olduğu gibi, zaman zaman
da sert olabilmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de, Hz. Peygambere yapılan itablara da bu gözle bakınca bu üslubu
görmek mümkündür. Meselâ Abese sûresinde mevkî açısından büyük birisine hitap eder gibi,
muhatab sîgasından çok, gâib sîgası kullanılmıştır. Bu da Allah Teâlâ’nın Peygamber
Efendimize karşı kullanmış olduğu üslubun nezâketini, yumuşaklığını ve yine ona karşı
duyduğu merhamet ve şefkati gösterir. Böylelikle Hz. Peygamber, hatasını anlamış ve
düzeltmiş; bundan sonra bu konuda Allah’ın murâdına uygun bir şekilde davranarak hatasında
ısrar etmemiştir.84
82 İbn Fâris, Mekâyısi’l-Luga, c.4, s. 227.83 Gezgin, a.g.e., s. 89.84 Gezgin, a.g.e., s. 89-90; el-Mutrafî, a.g.e., s. 104.
-
17
Bazı âyetlerde ise yapılan hatanın neticeleri göz önünde bulundurularak, daha sert
itablar da vukû bulmuştur. Peygamberimizin, Tebük savaşı için münâfıklara izin vermesi
üzerine inen âyetler gibi.
6. Hz. Peygamberin Uyarılması
Peygamberimizi uyarı mahiyetteki ayetlere itab ayetleri denilmektedir. İtab, lügatte bir
kimseyi yaptıği bir işten dolayı kınamaktır. Istılah olarak ise, Allah’ın, bir mahlûkunu, yapmış
olduğu hatası sebebiyle azarlaması ve hatasını yüzüne vurmasıdır.
Kuran’da geçen itab ayetlerinin manası ise şudur: Allah (c.c.)’ın Peygamber
Efendimizin yapmış olduğu içtihadında yanıldığını hatırlatması, onu murad-ı ilahiye en uygun
olana yönlendirmesi ve Peygamberimizin gönderilişi ile matlub olan mükemmeliğe
ulaştırmasıdır.85
Hz. Peygamber (s.a.v.) insanlık âlemi için en büyük örnektir. O’nun Allah (c.c.)
tarafından itaba tabi tutulması hususunda Zerkani “Menahil” isimli eserinde şöyle diyor: Hz.
Peygamber insanlık âlemi için en büyük örnektir. Onun Allah (c.c.) tarafından itaba tâbi
tutulması hususunda üç esası göz önünde bulundurmak gerekir:
1. Hz. Peygamber (s.a.v)’in itaba sebep olan zellesi açık olan ilahi bir emre muhalefet
etmek veya çirkin fiilerden birin işlemek gibi sefil ruhlu insanların işledikleri hatalar
cinsinden değildir. O’nun işlediği zelle, açık nassın olmadığı hususlarda olmuştur. O, açık
nass olmayan bazı hususlarda kendi re’yiyle karar vermiştir. İşte bu kendi düşünceciyle
vardığı bazı kararlar vardır ki, isabet etmemiştir.
2. Allah (c.c.) hiçbir zaman Peygamberinin zelle üzere devam etmesini dilememiştir.
Çünkü Allah,(c.c.) bütün söylediklerinde ve yaptıklarında Peygambere uymayı insanlara
emretmiştir. Eğer Allah, (c.c.) Peygamberin zelle üzere devam etmesini dileseydi, o zaman
hak ile batıl karışmış olurdu ki, bu durum, insanları içinden çıkılmaz bir meseleye getirip
çıkrırdı.
3. Hz. Peygamber (s.a.v.) hiçbir aşağılık duygusuna kapılmadan Rabbinin kendisine
85 el-Mutrafî, a.g.e., s. 104.
-
18
yönelttiği itabı ihtiva eden ilahi vahyi almış ve gizlememştir.86
Aslında peygamberlerin yukarıda verilen şıklar çerçevesinde yanlış karar vermeleri
normaldir. Çünkü bir peygamber her ne kadar Allah (c.c.) tarafından daima kontrol altında
tutulsa da, ilahi azaba düçar olmayacak bazı yanlışlıkları yapması mümkündür. Bunu
yapmasında da Allah (c.c.) tarafından bir esneklik tanınması, onun peygamberliğine bir halel
getirmemelidir. Onların da bizler gibi birer insan olduklarını bildirme açısından,
Peygamberlerin küçük hatalar yapmalarına müsaade edilmiştir. Bu konuda bunun gibi birçok
hikmetin olduğu bilinmelidir. Eğer peygamberler hiç hata yapmamış olsalardı, onlarda hâşâ
ilahlık olduğu görüşü, bazı cahil insanların akıllarına gelebilirdi. Nitekim biz bunu İslam
dininde görmesek de başka dinlerde görmekteyiz. Bunun içindir ki, peygamberlerin küçük
hata yapmalarını kabul etmek gerekir. Bunda şaşılacak bir durum yoktur. Asıl peygamerler
hata yapmamış olslardı hayret edilirdi. Sonuçta onlar da birer insan değiller miydi? Önemli
olan Peygamberlerin yüz kızartıcı bir suçu işlememeleri ve yapmış oldukları hatada israr
etmemeleridir.
Ama şunu tekrar söylemek gerekir ki, peygamberler tebliğde günahsız oldukları,
nübüvvetten önce bile onlardan küfür nevinden bir günah sadır olmadığı bilinmektedir.87
Verdikleri kararlarda yanlış yapmış olsalar dahi, aynı yanlış üzerinde devam
ettirilmemişlerdir. İşte bu da, peygamberlerin insanlara örnek olmalarını sağlamaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de de peygamberlerin karar vermelerinde hataya düşdüklerini görmek
mümkündür. Bir örnekle konuyu kapatmak istiyorum. Vereceğim örnek
meşhur Bedir savaşında esir düşmüş Kureyişlilerin fidye karşılığında serbest bırakılmaları
yönünde verilen kararın neticesinde inzal buyrulan Enfal suresinin 67-69. ayet-i kerimeleridir.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“Bir Peygamberin, dünyada zafer kazanıp küfrü zelil kılmadıkça,
esirler edinip onları fidye karşılığında serbest bırakması uygun düşmez.
86 ez-Zerkânî, Muhammed Abdulazim, Menâhili’l-İrfan fî Ulûmi’l-Kur’an, Beyrut: Daru’l
Kitabi’l-Arabiyy, 1996.c.2, s. 392.87 Şerafettin Gölcük, Süleyman Toprak, Kelam, s. 340
-
19
Siz dünya metâını istiyorsunuz.88 Allah ise âhireti kazanmanızı istiyor.
Allah azizdir, hakîmdir (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibidir).”
“Eğer Allah’ın Levh-i Mahfuzda yazdığı daha önceki bir hüküm89 olmasaydı,
aldığınız fidyeden dolayı size büyük bir azap dokunurdu.”
“(Ama bundan böyle fidyeyi ve ganimeti size mübah kıldım) artık aldığınız
ganimetleri helâl ve hoş olarak yeğin. Allah’a karşı gelmekten sakının! Gerçekten Allah
gafurdur, rahîmdir (affı, merhamet ve ihsanı boldur)”90.
Bu ayetlerin tefsiri için bir kaç müfessirden örnek vermek gerekirse şunları vermek
mümkündür:
Zemahşerî bu ayet hakkında şöyle diyor: “Peygamberin bedir esirleriyle ilgili vermiş
olduğu karar bir içtihadının neticesiydi. Bu da Allah (c.c.) tarafından hatalı bulundu.91
Nesefî bu ayeti tefsir ederken Peygambere itab edildiğin açıkça söylemese de واهللا عزیز
ayet-i kerimesini açıklarken, ince üslupla, kapalı bir şekilde bunu ifade ettiğini görmek حكیم
mümkündür. Şöyleki, Nesefî, “aziz” kelimesinin Allah’ın düşmanlarını kahreden sıfatı
olduğu, “hakim”in de, dostlarını itab eden bir sıfatı olduğunu söylemektedir.92
Ayet-i kerimede geçen hâdisede; müşriklerin yenildiğini, Müslümanların zafer
kazanmasının yanı sıra, esirlerle ilgili yanlış bir karar vediklerini düşünürsek, bu hâdiseni
88
“Siz dünya metâını istiyorsunuz” hitabı, ashab’ı kiramadır. Bedir gazvesine kadar ganimet,
peygamberler için helal değildi. Hz. Peygamber (a.s.) ashabı ile yaptığı istişare sonucunda onların ekserisinin
görüşüne uyarak ve müsamaha tarafını tercih ederek, fidye almak suretiyle esirleri salıverdi. Bu âyet-i kerime,
önce içtihat’taki isabetsizliğe işaret ettikten sonra, Hz. Peygamberin yüce makamını belirtmek üzere, bundan
böyle onun bu içtihadını esas kural haline getirmiştir.” (Suat Yıldırım, Kur’an-ı Kerim ve açıklamalı Mealı)89 Levh-i Mahfuzda yazılı olan hüküm hakkında Beyzavi üç görüş ileri sürüyor: a) İçtihatta hata edene itab
edilemeyecği, b) Bir nehyin ihlali açıklanmadan önce olarsa cezalandırılmaması, c) Bedr ehline azab
edilemeyeceği (Beyzavi, c. 3, s. 57); Ebu’s-Suut da aynı görüştedir. (Tefsiri Ebi’s-Suud, c. 4, s. 37)90 Enfal, 8/67-69.91 Zemahşerî, el-Keşşaf, Beyrut: 1947, c.2, s. 176.92 Nesefî, a.g.e., c. 2, s. 111; Enfal, 8/67.
-
20
ihtiva eden ayet-i kerimenin son kelimeleri olan “aziz” ve “hakim”i, “düşmanları kahreden”
ve “dostlarını itab eden” olarak tefsir etmekle Nesefî’nin ne demek istediği açıkça anlaşılır.
Yani Allah, (c.c.) düşmanları yenilmekle nasıl kahrettiyse, esirler hakkında yanlış karar için
de, dostlarını (bu hitap Müslümanları olduğu gibi Peygamberimizi de ihtiva etmektedir.) da
itab etmiştir.
Ebu’s-Suud’un tefsirinde, تریدون عرض الدنیا (Siz dünya metaını istiyorsunuz.) ayet-i, itab
için bir başlangıç cümlesi olarak tefsir edilmektedir.93
Görüldüğü gibi peygamber efendimiz bir meselede içtihat etmiş ve yanılmıştır. Bunun
üzerine de, Allah (c.c.) tarafından kendisi uyarılmıştır. Bu da onu gösteriyor ki, peygamberler
içtihat ettikleri gibi, bu içtihatlarında yanılma ihtimalleri de vardır. Ancak onlar, vermiş
oldukları hatalı karar üzerinde devam ettirilmemişlerdir. Bu da, onların ismet sıfatlarının bir
gereğidir.94
7. Bazı Şi’a Müfessirlerin İtab Ayetlerine Bakışı
1. Molla Muhsin el-Kâşî (öl. 1090/1679): Bu zat, İtab ayetlerini zahire göre tefsir
yapmayıp tevile gider. Mesela Abese suresinin ilk ayetleirni tefsir ederken, bu itabın Hz.
Osman (r.a.)’a tevcih edildiğini iddia eder. Zira, ona göre bu gibi itablar Hz. Peygamber’in
makamına layık değildir.95
2. Seyyid Abdulah el-Levî: Bu şahıs da itab ayetlerini kabul etmiyor. Hz. Peygamber’e
itab olmaz diyor. Ona göre itab ayetleri Hz. Peygamber’in makamına uygun düşmemektedir.
Mesela “Abese” suresinin ilk ayetlerindeki itabın Beni Ümeyye’den birine yöneltildiğini iddia
eder.96
93
Ebi’s-Suud, Tefsîri Ebi’s-Suud, Beyrut: Daru İhyau’t-Turasu’l-Arabiyy, ts. c. 4, s. 35.94
Beyzavî, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vil, Beyrut: Müessesetü Şa’bân, ts.
c.2, s.190.95 Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, y.y.1976, c. 2, s. 167, Kahire, 1961.96 Zehebî, a.g.e., c. 2, s. 161.
-
21
3. Sultan Muhammed el-Horasânî: Bu zaat da itabın Hz. Peygamber’e layık olmadığını
söyler. Ona göre “Abese” suresindeki itab, velevki Hz. Peygamber’e de olsa, bu, tariz yoluyla
başkasınadır. Yani gerçekte hitab ve itab Hz. Peygamber’e değil de başkasınadır.97
4. Muhammed Hüseyn et-Tabatabaî (1401/1981): Bu zaat da diğer âlimler gibi
Peygambere itabı kabul etmediğini Abese suresini tefsir ederken görüyoruz. Abese suresinde
bahis mevzusu olan ayet-i kerimeyi şöyle tefsir ediyor: “Ehl-i Sünnet müfessirlerine göre itab,
Hz. Peygamberedir. Bazı Şi’a rivayetlerine göre ise, itab Ümeyye oğullarından birine tevcih
edilmiştir. Keyfiyet ne olursa olsun, bu surenin gayesi, zenginleri fakirlere tercih edenleri itab
etmektir.” Tabatabai bu konudaki rivayetleri aktardıktan sonra şöyle devam ediyor: “Abese
suresinin ilk ayetlerinde kastedilen kişinin Hz. Peygamber olduğu hususu açık değildir.
Bilakis, bu ayetlerde murad olan şahsın başkası olduğu daha açıktır. Zira yüz çevirmek, yüz
ekşitmek Resulullah’ın vasıflarından değildir. İrşad olmak isteyen müminlere şöyle dursun,
düşmanlarından bile yüz çevirmesi, Hz. Peygamber’in güzel ahlakına uygun düşmez. Zira
Allah,(c.c.) Kalem suresinde Hz. Peygamber’in ahlakını yüceltmiştir.98 Bu sure Alak
suresinden sonra nazil olmuştur. Şimdi, Allah (c.c.) bi’setinin başlangıcında Hz. Peygamberi
överken, nasıl olur da sonradan bundan vaz geçer ve onu azarlar? Bunu akıl kabul eder mi?”99
Görüldüğü gibi Şi’a müfessirleri Allah (c.c.)’ın Peygamber efendimize hitab eden itab
ayetlerini kesinlikle reddediyorlar.
97 Zehebî, a.g.e., c. 2, s. 227.98 Kalem, 68/4.99
Muhammed Hüseyn, et-Tabatabai, el-Mizan fi Tefsiri’Kur’an, trc. Vahdettin İnce,
İstanbul: Kevser Yay. 1998, c.19, s.330.
-
22
BİRİNCİ BÖLÜM
TABERSÎ`NİN HAYATI VE İLMÎ KİŞİLİĞİ
-
23
1. Tabersî’nin Yaşadığı Çağda Fikrî ve Siyâsî Durum.
Tabersî hicri beşinci asrın sonu, altıncı asrın evvellerinde yaşamıştır. Bu dönem
Selçuklular dönemidir. H. 5. 6. asırda ilimlerin tedvin edilmesi, fırkaların çoğalması, Yunan
düşüncesinin yayılma neticesinde, özelde Kelam ilminde, genelde ise bütün İslami ilimlerde
yeni metotlar, yöntemler ortaya çıkmıştır. Bu durumdan elbette ki, tefsir bilimi de
etkilenmiştir. Kısaca bu asır, İslami ilim faaliyetlerinin zirvede olduğu zamanlardan biridir.
Bunun için bu dönemde ilmi ve kültürel durumun hangi durumda olduğunun bilinmesi
gerekliliğine binaen bu konuda tarihçilerin vermiş oldukları bilgileri aktarmakta yarar
görüyoruz.
Selçuklular döneminde İslam dünyasında siyasi alanda mezhep ayırımcılığı ve
çekişmeler etkin bir durumdadır. Bu dönemde Abbasi halifesi Kâîm İbn biemrilleh (423-
468/1031-1075), ruhani reis olarak kalmayı kabul etmiş, dünyevi hak ve salahiyetlerini bir
anlaşma ile Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey’e devretmiştir.100
Selçuklular Döneminde düzenli eğitim kurumları olan Nizamiye medreselerinin
kurulmuş olması, diğer etkenlerle birlikte mezhep taassubu sonucu ortaya çıkan tartışma
ortamı ve benzeri şartlar, İslami ilimler alanında daha sonraki dönemi de etkileyecek
gelişmelerin yaşanmasına vesile olmuştur.101
Bu dönem Ulumu’l-Kuran ve tefsir ilimleri için Şi’a tarihinde de siyasi ve ictimai
yönden en parlak devir olmuştur.102 Bir de Büveyhi’lerin desteğinin yanısıra Büyük
Selçuklular döneminin ilk yıllarında Vezirin Mutezili olması103 bu dönemde, Şi’a fırkasını
ister tefsirde olsun isterse de başka sahâlârda, geliştirmiş ve güçleştirmiştir.
Tefsir ilmini geliştiren temel amillerden biri de, kaynak ile muhataplar arasında dil ve
kültür farklılıkların olmasıdır. Fetihler sonrasında İslam toplumunun yapısının değişmesi,
100 İshak Özgel, “Büyük Selçuklular Döneminde Tefsir İlmi ve Müfessirler”, Dilbiilmleri Akademik
Araştırma Dergisi V (2005) Sayı: 2, s.33.101 A.g.m., s. 34102Akîkî, Bahşeyeşi, Tabakât-ı Müfessirâni’ş-Şi’a, Kum: Defter-i Neşr-i Novid-i İslami, 1371 c. 1, s. 108-109.103 Tuğrul Bey’in Vezir’i olan bu şahıs Amidülmülk el-Kunduridir. Daha geniş bilgi için bkz. İshak Özgel,
a.g.m., s. 33.
-
24
farklı coğrafyalarda yaşayan, muhtelif dilleri konuşan fertlerin ve toplumların İslam dinini
benimsemeleri üzerine tefsirde lügat ağırlıklı çalışmalar özellikle belirmeye başlamıştır.104
Yukarıda da izah edildiği gibi h. 6. asırda mezheplerin bir birleriyle fazla tartıştığı,
dolayısıyla mantık, felsefe, lügat, sarf, nahiv, meani gibi ilimlerden daha fazla istifade etme
ihtiyacı duyulduğundan bu ilimlerin hepsi zirvede olmuştur. Bunun için bu dönemde dil ve
belagat yönü ağır basan müfessirler yetişmiştir. Mesela, el-Cürcâni’nin (470-471/1078-1079)
“Dürcü’d-Dürer fi Tefsiri’l-Ây ve’s-Süver” isimli tefsirini terkip ve nazmın icazını ön planda
tutarak yazmıştır.105 Yine Zemahşerî (538(1144), bu dönemin edebî ve lügavî tefsir ekolünün
önemli şahsiyetlerindendir.
Er-Ragib el-İsfahânî (502/1109) de, bu dönemin yetiştirdiği en büyük âlimlerdendir.
Onun yazmış olduğu “el-Müfredât” isimli eseri kendinden sonraki birçok müfessiri tesiri
altına almıştır.
Yukarıda bahsettiklerimizden başka o dönemin yetiştirdiği birkaç âlimin adlarını
zikredersek şunları söylemek mümkündür: Mesela, Ebu’l-Hasan Saîd İbn Hibetullah
Kutbüddîn er-Ravendî (573/1187), Sa’lebî (427/1035), Sa’lebî’nin talebesi olan Ebu Hasan
Ali İbn Ahmet el-Vâhidî (468/1076), Beyhakî, Abdulkerim İbn Hevâzin el-Kuşeyrî
(465/1072), Muhammed el-Gazzâlî (505/1111), Fahruddin er-Râzî (606/1209), Ebu’l-Kasım
Şerif Murtaza (436/1044), Ebu Ca’fer et-Tûsî (460/1067), v.s
Görüldüğü gibi bu dönem, edebî ve lügavî alanda olmakla birlikte diğer alanlarda da
çok büyük gelişmelere şahit olmuştur.106
İşte bu dönemde yaşayan müfessirlerden biri de Tabersî’dir. Tabersî, bu dönemin
verimliliğinden nasibini almış ki, sarf, nahiv, lügat, meani gibi ilimlerde söz sahibi olmuştur.
Tefsirinde de bunu müşahede etmek mümkündür.
104 Ayrıntılı bilgi için bkz. İsmayıl Cerrahoğlu, Kur’an Tefsirinin Doğuşu ve Buna Hız Veren Amiller,
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara 1968, s. 47.105 İshak Özel, a.g.m., S. 39.106 Daha geniş bilgi için bkz. İshak Özgel, a.g.m.
-
25
2. Tabersî’nin Hayatı
2.1. İsmi ve Nisbeti
İsmi, Fadl İbn Hasan İbn Fadl et-Tabersî olup, künyesi Ebu Ali’dir. Emînü’d-din,
Emînü’l-İslam olarak da bilinmektedir.107 Doğduğu yer olan -bugün “Tefriş” olarak bilinen-
Tabres’e nisbet edilmek suretiyle Tabresi108, Taberistan’a -İran’ın Mazendaran olarak bilinen
ostanı (bölgesi)109- nisbet edilerek Tabersî110 denildiği gibi, defnedildiği yere nisbetle de
Meşhedî isimleriyle tanınmıştır. Biraz bunun üzerinde durmak istiyoruz.
Bilindiği gibi ( الطبرسي ) kelimesi, şekil itibariyle Tabresî okunabileceği gibi Tabersî
olarak da okumak mümkündür. Tabresî olarak okuyanlar bugün Tefriş111 olarak bilinen
Tabres’e nisbet etmişlerdir. Tabersî olarak okuyanlar ise Taberistan’a nisbet ederek
görüşlerini mudafa etmişlerdir. “Tabakat” müellifi Hansârî, bu kelimenin Taberistan’a nisbeti
ifade ettiğini kabul eder.112 Zehebî de aynı görüşü benimsemektedir. “Târîhu’l-ulemâ abra’l-
usûri’l-muhtelife”nin sahibi Hatip Şeyh Muhammed Rıza el-Hakîmî de bu görüşü
savunmaktadır.113 Başka kaynaklarda da müellifimiz Tabersî olarak okunmaktadır.114
Böylelikle müellifimizi Taberistan’a nisbet ederek Tabersî olarak okumuşlardır.115 Biz de, her
ne kadar müellifimizin doğduğu yer Tabres olsa da, yukarıda vermiş olduğumuz görüşleri
nazari itibara alıp, aynı zamanda ilk ilim tahsilini Taberistan’da aldığını, dolayısıyla
müfessirimizin büyük ihtimalle bu yere nisbet edildiğini düşünerek, müelilfimizi tezimizde
107 Sabuh Hammud eş-Şâtî, Adabu’r-Rafidin, c. XIII, s. 97-140, 1981 (Musul); Kays Âli Kays, el-İraniyyûn
ve’l-Edebu’l-Arabiyy, c. 3, s.279; Zerkani, et-Tefsir ve’l-Müfessirun, ez-Zehebi, a.g.e., c. 2, s. 72108 Kays Âli Kays, a.g.e., c. 3, s. 279; 109 İslam Ansiklopedisi, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, 1970, c. 11, s.598.110 MAW SOOAT ALMAWRID c. 9, s. 158; ez-Zehebî, et-Tefsir ve’l-Müfessirun, c. 2, s. 72.111 Kays Âli Kays, a.g.e., c. 3, s. 279.112 Ravdâtü’l-Cennât, 5. 364.113 El-Hatip eş-Şeyh Muhammed Rıza el-Hakîmî, Târîhu’l-Ulemâ Abra’l-Usuru’l-Muhtelife, s.434, Beyrut-
Lübnan, 114
Adil Lüveyhid, Mu’cemu’l-Müfessirin, Beyrut: Müesesetu Nuveyhizi’s-Sakafiy, 1983. c.
1, s. 123.115 Onun doğup büyüdüğü Tefriş şehri dahil İran’da müellifimiz “Tabersî” olarak ifade edilmektedir.
-
26
Taberistan’a nisbetle Tabersî olarak ifade edeceğiz. Şunu da ifade etmek istiyorum ki,
müellifimiz, vatanı olan İran’da da Tabersî olarak bilinmektedir.
2.2. Tahsil Hayatı
Tabersî’nin doğduğu tarih ihtilaflı olmakla birlikte h. 470 senesinde doğduğu
söylenilir.116 Hayatının ilk yıllarını Taberistan’da geçirmiştir. Din, edebiyat, luğat alanındaki
ilimleri orada tahsil etmiş ve bu ilimlerde derinleşmiştir. Daha sonra Horasan’a giderek uzun
süre orada kalmıştır. H. 523 senesinde de Sebzevar’a giderek hayatını ilmi araştırmalar, telif
ve tedrisle geçirmiştir.117
Yukarıda da izah edildiği gibi Tabersî birçok ilim dallarında söz sahibi idi.118 Özellikle
dil bilimine vukufiyyeti dikkat çekicidir. Bu durum “Mecmeu’l-Beyan” isimli tefsir kitabında
açıkça görülmektedir.
Tabersî h. 548 senesinde Sebzevar’da vefat etmiştir.119 Oradan da cenazesi mukaddes
Meşhed’e götürülüp orada defnedilmiştir. Kabri, kendi adının verildiği “Tabersî” caddesinde
olup, bu gün hâlâ ziyaret edilmektedir.120
“Riyâdu’l-Ulemâ” müellifi Mirza Abdullah el-İsbahanî, Taberistan hakkında şöyle
diyor: Taberistan, Mazenderan ülkesidir. “Taber” lafzı, Farsça “balta” veya odunu yaran, ona
benzer herhangi bir alet adıdır. “istan” ise yer, bölge demektir. Böylece Taberistan’ın anlamı
“balta yeri”, veya ona benzer “aletler bölgesi” anlamında olduğu anlaşılır.121
116 Ravdatü’l-Cennat, c.5, s.359; Sabih Hammud eş-Şati, Adabu’r-Rafidin, Musul: 1981,c. 13, s. 99,117
eş-Şati, a.g.e., c.13, s. 99.
118Kays Âli Kays, el-İraniyyûn ve’l-Edebu’l-Arabiyy, Tahran: Müessesetu’l-Buhûs ve’l
Tahkîkâtu’s-Sekafiyye, 1991. c. 3, s.279.119
Allâme Şeyh Muhammed Hüseyin el-A’lamî, Dâiratu’l-Me’ârif eş-Şîatu’l-Âmme, Beyrut:
Müessesetü’l-Alemi li’l-Matbuat, 1993, c. 4, s.160; eş-Şati, a.g.e., c. 13, s. 97; Kays Âli Kays, a.g.e., c. 3, s.
282.120 Kays Âli Kays, a.g.e., c. 3, s. 280; eş-Şati, a.g.e., s. 100.121
el-Hakimî, Muhammed Rıza, Târîhu’l-Ulemâ Abra’l-Usûli’l-Muhtelife, Beyrut: Müessesetü’l-Alemi
li’l-Matbuat, 1983, s. 435.
-
27
“Mu’cemu’l-Buldan” müellifi bu beldeye bu ismin verilme sebebini şöyle açıklıyor:
Bu dağ cemaatının çoğu savaşta olduklarından, silahlarının da çoğu, hatta tamamı baltalardan
oluştuğundan bu beldeye “Taberistan” adı verilmiştir.122
Tabers’nin başından çok garip bir olay geçtiği anlatılmaktadır. Şöyle ki: Tabersî’nin
bir gün cemaat tarafından öldüğü zannediliyor. Bunun üzerine Tabersî yıkanıyor, kefenleniyor
ve defnediliyor. Halk bu büyük zatı defnedip geri döndükten sonra ustat kabirde kendine
geliyor. Kendine gelmesine geliyor ama kabirden çıkamıyor. Bunun için, bir şekilde bu
kabirden çıkarsa bir tefsir yazacağını nezir ediyor. Bu arada gece kefen soyanlar Tabersî’nin
de kefenin soymak için kabri açıyorlar. Kefen soyanlar Tabersî’nin yaşadığını görünce
dehşete kapılıyorlar. Bunun üzerine Tabersî, korkmayın ben ölmedim, benim öldüğümü
zannederek beni defnetmişler diyor. Tabersî böylece kabirden çıkartılarak tekrar hayata
döndürülüyor. Tekrar hayata dönünce de nezir etmiş olduğu tefsiri yazıyor. İşte bu tefsir
“Mecmau’l-Beyân” isimli tefsirdir.
Başka bir rivayete göre ise müellif bu olaydan kurtulduktan sonra “Menheci’s-
Sâdıkîn” isimli eseri telif etmiştir.123
Müellif, başına bu olay geldikten sonra otuz yıl civarında bir ömür daha Kuran tefsiri
sancağını ayakta tutmak için kendisini bu yolda hizmete adamıştır.124
Tebersî bir müfessir olmasının yanısıra aynı zamanda da fakih, tarihçi, muhaddis,
meânî, beyân, cebr, hendese ve luğat gibi ilim dallarında önemli yeri vardır.125
Yukarıda saydığımız birçok ilim dallarında bilgi sahibi olmakla birlikte onun en çok
önem verdiği alan dil bilimi idi. Bu alanda da en fazla lafızların üzerinde dururdu. Bu
lafızların iştikaklarını, nezâirlerini, zıdlarını, kalp olanlarını araştırırdı. Her halde dile çok
meraklı olmasının sonucudur ki, Zemahşerî’nin tefsirini görünce bu esere hayran olmuş ve
122
Tabersî, Abu Fadl İbn Fadl, İ’lâmü’l-Verâ bi A’lâmi’l-Hüdâ, Beyrut: Daru’l
Mektebeti’l-Hayat, 1985. s. 7.123 Kays Âli Kays, a.g.e., s. 281124 el-Hakîmî, a.g.e., s. 434.125 Kays Âli Kays, a.g.e., s. 279.
-
28
daha sonraki alimlerin her zaman başvurdukları126 Mecmau’l-Beyan gibi bir tefsir yazmış
olduğu halde, tekrar bir tefsir yazma ihtiyacı hissetmiştir.
Müellif, tefsir yazarken nasıl bir metot kullandığına bakarsak onun yine dile ne kadar
önem verdiği anlaşılacaktır.
Müellif tefsirinde lafızları açıklarkan metodu şu şekilde olmuştur.
1. Lafızların kökleri, türemelerı (iştikakları) ve bunlarla isimlendirilmelerinin
sebepleri.
2. Dil tezahürlerini içeren lafızlar.
3. Arap lehcelerini içeren lafızlar.
4. Sâdır olan lafızlar.
5. Lafızlar ve meânî.
6. Lafızların tevsîkî127
3. İlmî Şahsiyeti
3.1. Kur’an Metni Konusunda Bazı Şiilerden Farklı Olması
Bilindiği gibi bazı şiiler Kur’an’da eksikliğin olduğunu söylemektedirler. Bunun için bu
konuda müfessirimizin görüşü önem arzetmektedir. Çünkü Tabersî, Şi’a içinde önemli bir
mevkii sahibidir.
Bu konuda kendisi tefsirinin mukaddimesinde şöyle diyor: İmamiyye’den veya
Haşeviyye’den Kur’an’da eksiklik veya fazlalık olduğunu söyleyenleri kabul etmek mümkün
değildir.128
126 Kays Âli Kays, a.g.e., s. 280127 eş-Şâtî, a.g.e., s. 100128 eş-Şâtî, a.g.e., C. 1, s. 17-19.
-
29
Yukarıdaki ifade câlibi dikkattir. Bu konuda Tabersî’nin görüldüğü üzere görüşü tam
farklıdır. Eğer Kur’an’da eksiklik ya da fazlalık olarsa Kuran’ın batıl olacağını129 söyleyerek
bunun imkânsızlığını katiyyetle dile getirmiştir.
3.2. Şi’a İçinde Mevkii
Tabersî, Şi’a tarihinde önemli bir âlim olarak bilinmektedir.130 O, İmamiyye Şi’a’sının
büyüklerinden olup,131 bu gün hâlâ Şi’a camiasında önemli bir mevkiye sahiptir. Tabersî’nin
doğduğu Tefriş şehrini görmek aynı zamanda, O’nun hayatı, hocaları, öğrencileriyle ilgili
daha geniş kaynağa ulaşmak ümidiyle İran’a gittiğimde Tabersî’nin Şi’a camiasında ne kadar
önemli bir alim olduğuna yakınen şahit oldum. Tabersî sadece okumuşlar tarafından değil,
neredeyse her kes tarafından tanınmaktadır. Halk arasında Tabersî’nin hâlâ bu kadar yakından
tanınması, O’nun Şi’a camiasında ne kadar önemli bir yere sahip olduğunun göstergesidir.
Tabersî, sahabeler konusunda ağır dil kullanmamakla mutedil bir müfessir olarak
bilinmektedir. Ama bunun yanında Tabersî, kendi mezhebinin birçok kelâmî ve fıkhî
görüşlerini savunmak için çok çaba sarfettiği görülür. Hadis, fıkıh, dil, ve tefsir gibi ilimlerde
bir derinliği olması hasebiyle onun görüşleri fıkıh, tefsir, kelam gibi konularda Şi’a tarihinde
önemli bir yeri işgal eder.132 “Riyâdu’l-Ulemâ” sahibi, Tabersî’nin müctehid alimlerin
büyüklerinden olduğunu ve ondan kelam ve fıkıh konularında nakiller yapıldığını
söylemektedir.133 Tabersî’nin, mensubu olduğu mezhebinin kabul ettiği ve kendisinin de bu
konuda deliller getirerek savunduğu birkaç önemli konuyu bilgilerinize sunmakta yarar
görüyorum.
3.2.1. Hilafet meselesi 129 Tabersî, Mecm’au’l-Beyan, c. 1, s. 17-19.130 Adil Lüveyhid, a.g.e., c. 1. s. 133; Şerafeddin, Gölcük, Kelam Tarihi, Konya: Kitap Dünyası Yay. 4. Baskı,
2000, s. 48.131 eş-Şâtî, a.g.e., c. 13, s. 120.132 Kays Âli Kays, a.g.e., c. 3, s. 279.133
el-İsbahânî, Mirza Abdullah Efendi, Riyâzu’l-Ulemâ ve Hîyâzü’l-Fudelâ, Kum:
Mektebetu Ayetillahi’l-Uzma el-Maraşi en-Necefi, 1980, c. 4, s. 340.
-
30
Bilindiği gibi Şi’a’nın çok üzerinde durduğu konulardan birisi de hilafet konusudur.
Onlara göre hilafet, çözümü halka bırakılabilecek âmme işlerinden olmayıp, oruç, zekat, hac
gibi dinin rükünlerindendir. Binaenaleyh Hz. Peygamber, kendisinden sonra gelecek imamı,
ismini söyleyerek veya vasıflarını anlatarak, belirtmştir. Her iki halde de bu zat Hz. Ali’dir.
Ondan sonra da onun oğulları ve torunlarıdır.134
Tabersî de diğer Şiiler gibi Hz. Peygamberden sonra halifelik hakkının Hz. Ali’nin
olduğunu savunuyor. Maide suresinin 67. ayetini tefsir ederken bu düşüncesini açıkça ifade
etmektedir. Ayet hakkında müfessirlerin söyledikleri iki görüşe kısaca yer verdikten sonra
kendisinin de savunduğu üçüncü görüşü şöyle açıklıyor:
“Ayyaş tefsirinde İbn Ebi Umeyr, o da İbn Üzeyne, o da Kelbi’den, o da Ebi
Salih’den, o da İbn Abbas ve Cabir İbn Abdulah’ın şöyle söylediklerini rivayet ediyor; Allah,
Muhammet (s.a.v.)’e Hz. Ali’ni insanların başına geçirmesini ve kendisinin valisi olduğunu
onlara haber vermesini emretti. Ancak Hz. Peygamber, insanların kendisi hakkında,
tarafgirlik yapıyor deyeceklerini ve bu konuda onu kınayacaklarından korktu. Bunun üzerine
Allah söz konusu ayeti vahyetti. Bundan sonra Rasulullah “Ğadiri hum” günü Hz. Alin’nin
kendisinin valisi olduğunu bildirdi. Bu haberin aynısını es-Seyyid Ebi’l-Hamd, o da el-Hakim
Ebi’l-Kasım el-Huskanî, “Şevâhidu’t-Tenzîl li kava’idi’t-tefdîl ve’t-Te’vil” isimli kitapta Ebi
Umeyre’ye isnatla, aynı şekilde Hayyan İbn Ali el-Ulv,i o da Ebi Salih, o da İbn Abbas’tan
merfu isnatla şöyle buyuruyor: Bu ayet Ali (as) hakkında inmiştir. Bunun üzerine Rasulullah
Hz. Ali’nin elini tuttu ve şöyle dedi: Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır. Allahm!
Onun dostunu dost, düşmanını düşman edin!
Yene bu haberin aynısını Ebu İshak Ahmet İbn Muhammed İbn İbrahim es-Sa’lebî,
tefsirinde İbn Abbas’a merfu isnatla şöyle dedi: Bu ayet Ali (as) hakkında nazil oldu.
Peygambere bu meselenin tebliğ etmesi emredildi. Peygamber de Ali (as)’ın elini tutup şöyle
dedi: Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır. Allahım, onun dostunu dost, düşmanını
düşman edin!
134
Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, İstanbul: Damla Yay. 1996. s. 192.
-
31
Ebi Ca’fer ve Ebi Abdullah (as)’dan bu riveyet meşhur oldu. Allah, Nebisine (s.a.v.)
Hz. Ali (as)’ı kendisine halef kılmasını vahyetti. Peygamber de Ashabından bir cemaatın
zoruna gideceğinden korktu. Bunun üzerine Allah (c.c.) kendisini emrolunanı tebliğ etme
yönünde cesaretlendirdi. Yani: Eğer Allah’ın sana indirdiğini terk eder ya da onu gizlersen
Ukûbetin gerçekleşmesi konusunda Allah’ın risaletini tebliğ etmemiş olursun. İbn Abbas dedi
ki: Bunun anlamı, Allah’ın sana indirdğinden bir ayeti gizlersen onun risaletini tebliğ
etmemiş olursun. Yani emrin hepsini ulaştırmamış olursun demektir.”135
Görüldüğü gibi müellifimiz, bu ayeti sırf Hz. Ali’nin peygamberden sonra halife
olacağına delalet ettiği yönde yorumlamaktadır.
Hz. Ali’den sonra da hilafeti devralacak şahısların, onun torunları olması gerektiğini
savunan müellifimiz, Nisa suresinin 58. ayet-i kerimesini şöyle tefsir etmektedir:
Allah size emanetleri layık olan ehlne“ ان اهللا یامركم ان تؤدوا االمنت الى اھلھا vermenizi emreder.”136
“Allah’ın ‘emanetleri ehline verin’ buyurmasının birkaç manası vardır. Birincisi,
Allah (c.c.)’ın insanlara verdiği emir ve nehiy gibi emanetle, insanların mal vs. gibi şeyleri
bir birlerine buraktıkları emanetlerdir ki, bu herkese ait olan emirdir. İkincisi de yönetimin
devredilmesidir ki, yönetimi devreden ve devralan Hz. Ali’nin çocuklarıdır. Böylelikle onlar
da halkı dinin vecibelerini yapmağa yönelteceklerdir. Ebi Ca’fer el-Bâkır ve Ebu Abdullah
es-Sâdık şöyle buyurdular: ‘Allah her bir imama yönetimi kendinden sonrakine devretmesini
emrettiği gibi, Halkdan da bu imamlara itaat etmelerini emretti.’ Onlardan gelen başka bir
135 و قیل غیر ذلك ، وروى العیاش فى تفسیره باسناده عن ابن أبى عمیر عن ابن أذینة عن الكبى عن أبى صالح عن ابن عباس وجابر بن
ناس فیخبرھم بوالیاتھ فتخوف رسول اهللا صلى اهللا علیھ أمر اهللا محمدا صلى اهللا علیھ وآلھ وسلم أن ینصب علیا علیھ السالم لل: عبداهللا فاال حابى ابن عمھ ، وأیطعنوا فى ذلك علیھ ، فأوحى اهللا إلیھ ھذه اآلیة ، فقام بوالیاتھ یوم غدیرخم ، وھذ الخبر بعینھ قد حدثناه : وسلم أن یقولوا
و فیھ أیضا با ) شواھد التنزیل لقواعد التفصیل والتأویل: (تابالسید أبو الحمد عن الحاكم أبى القاسم الحسكانى بإسناده عن أبى عمیر فى كنزلت ھذه اآلیة فى على علیھ السالم فا خذ رسو ل اهللا صلى اهللا : إلسناد المرفوع إلى حیان ابن على العلوى عن أبى صالح عن ابن عباس قال
وقد أورد ھذالخبر بعینھ أبو إسحاق " وال من وااله و عاد من عاداهمن كنت مواله فعلى مواله ، اللھم: " علیھ السالم بیده علیھ السالم فقالنزلت ھذه اآلیة فى على علیھ السالم ، أمر النبى صلى اهللا : أحمد بن محمد بن إبراھیم الثعلبى فى تفسیره بإسناده مرفوعا إلى ابن عباس قال
من كنت مواله فعلى مواله ، اللھم وال من وااله و : " على علیھ السالم فقالعلیھ وسلم أن یبلغ فیھ ، فأخذ رسول اهللا صلى اهللا علیھ وسلم بیده إن اهللا أوحى إلى نبیھ صلى اهللا علیھ وسلم أن یستخلف علیا : وقد اشتھرت الروایات عن أبى جعفر وابى عبد اهللا علیھما السالم" عاد من عاداه
: ، فأ نزل اهللا تعالى ھذه اآلیة تشجیعا لھ على القیام بما أمر اهللا بأدائھ ، والمعنىعلیھ السالم ، فكان یخاف أن یشق ذلك على جماعة من أصحابھمعناه إن كتمت آیة بما : إن تركت تبلیغ ما أنزل الیك و كتمتھ كنت كأنك لم تبلغ شیئا من رساالت ربك فى استحقاق العقوبة ، وقا ل ابن عباس
بجمیع األمرأنزل الیك فما بلغت رسالتھ ، أى لم تكن ممتثال136 Nisa 4/58.
-
32
rivayette de şöyle buyuruyorlar: ‘ ان اهللا یامركم ان تؤدوا االمنت الى اھلھا ayet-i kerimesi bize, أیھا یا
وأطیعو ا الرسول وأولي األمر منكم اهللا الذین آمنوا أطیع ayet-i kerimesi de size aittir.
Üçüncüsü de, Kabe’nin anahtarını Osman İbn Talha’ya vermek için peygambere
hitab edilmiştir. Bununla beraber doğru olan ikinci görüştür. Üçüncü görüş sahih olsa bile,
bunu hususileştirmek caiz değildir. Aksine umume şamil etmek gerekir.”137
Görüldüğü üzere müfessirimiz yukarıdaki ayetle ilgili üç görüşü verdikten sonra
doğru görüşün ikincisi olduğunu vurgulamaktadır.
3.2.2. İmamların Masumiyeti Meselesi
Şi’a, hilafetin imamlara devredilmesini gerekli gördükleri gibi, söz konusu
imamların aynı zamanda masum, yani onların günahsız olduklarını savunmaktadırlar.138
Onlara göre imamlar masum oldukları için yönetimin onlara verilmesi lazımdır. Masum
olmayanlara da yönetimin verilmesi doğru değildir.
Tabersî de kendi mezhebinin savunduğu, imamların masum olduğu görüşündedir.
Tabersî bu görüşünü Nisa suresinin 59. ayet-i kerimesini tefsir ederken ifade etmektedir. Bu
ayette geçen ulu’l-emr hakkında farklı görüşleri söyledikten sonra şöyle diyor:
“Bizim mezhebin görüşüne gelince onlar, Bâkır ve Sâdık’tan şöyle rivayet ediyorlar;
ulu’l-emr’den maksadın, Muhammed (s.a.v)’in ailesinden olan imamlardır. Allah, nasıl
kendisine ve Rasulune itaatı farz kıldıysa, bunun gibi, mutlak olarak onlara da itaatı farz
kılmıştır. Allah da, ismet sahibi dışında kimseye mutlak olarak itaat etmeyi farz kılmaz.”139140
Görüldüğü gibi müellif, ulu’l-emr’den maksadın Peygamber’imizin ailesi olan
imamlar olduğunu söylemekle beraber, aynı zamanda onların masum olduklarını da
savunuyor. Daha sonra yukarıdaki görüşünü biraz da açıklamak mahiyetinde şöyle diyor:
137 Tabersî, Mecmau’l-Beyan, Nisa, 4/59, c. 3, s. 85-86.138 Bekir Topaloğlu, a.g.e., s. 192. 139 Tabersî, a.g.e., Nisa, 4/59, c. 3, s. 86.140 اوجب اهللا طاعتھم با الطالق كما اوجب ان اولى االمر ھم االئمة من ال محمد: واما اصحابنا فانھم رووا عن الباقر والصادق علیھما السالمطاعتھ و طاعة رسولھ وال یجوز ان یوجب اهللا طاعة احد على االطالق اال من ثبت عصمتھ
-
33
“Allah, imamların içleriyle dışlarının bir olduğunu bildi ve yine onlardan hata ve kötü
iş meydana gelmesinden emin oldu. Diğer emir ve imamlarda ise durum böyle değildir. O
zaman Allah isyan edene, fiil ve sözü çelişki arz edene itaat etmeyi nasıl farz kılabilir? Çünkü
söz ve fiildeki ihtilafı nasıl cem etmek muhalse, bunlara itaat etmek de muhaldir. Ayrıca Allah
(c.c.), Resulüne itaati kendisine itaatle yan yana kullandığı gibi, resulüne itaatle de ulu’l-
emre itaati yan yana niye kullansın? Ona göre ki, Peygamber bütün mahlûkattan üstün
kılındığı gibi, ulu’l-emr de bütün mahlûkattan üstün kılınmıştır. Bu sıfata sahip olanlar
imametleri ve masumiyetleri sabit olan, Peygamberin ehlidir. Bütün ümmet de onların
rütbelerinin yüksek olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.141
Görüldüğü üzere Tabersî, Peygamberimizin neslinden gelenlerin hem imam
olmalarının gerekli olduğunu, hem de onların masum oldukları görüşünü savunuyor.142
Tabersî daha sonra, insanlar arasında bir problem çıkarsa, bu problemi yine imamlara
götürülmesi gerektiğini şu ayeti kerimeyi tefsir ederken ifade ediyor: تنازعتم فى شئ فردوه "فان
“bir işte anlaşamazsanız ona götürün” Peygamber hayattayken işlerinizde ihtilafa
düştüğünüzde, nasıl o problemi halletmek için O’na götürüyorduysanız, onun ölümünden
sonra da, onun yerinde olan imamlara götürülmelidir.” 143
Müellifimizin ayeti bu şekilde yorumlamasında temel etken görüldüğü gibi İmamların
masum olma inancıdır. Dolayısıyla en doğru kararı yalnız imamlar verebileceği için,
halledilmesi gereken bir problem varsa onlara götürülmesi en uygun olanıdır.
Burada da Tabersî’nin mezhep taassubkeşliğinden kurtulamadığı görülmektedir.
3.2.3. Mut’a
Mut’a nikâhı konusunda Tabersî, mensup olduğu mezhebin görüşünü, yani mut’anın
caiz olduğunu kabul etmekte ve bunu tefsirinde açıkça savunmaktadır. Konuyla ilgili ayeti
tefsir ederken, “Femestemte’tum bihî minhunne fe âtûhunne ucûrahunne”da geçen
“istimta’a” kelimesi hakkında farklı görüşleri sardettikten sonra kendi görüşüne muvafık olan
141 Tabersî, a.g.e., Nisa, 4/59, c. 3, s. 87. 142 Tabersî, a.g.e., Nisâ, 4/59, c. 3, s. 86.143 Tabersî, a.g.e., Nisâ, 4/59, c. 3, s. 87.
-
34
görüşü şöyle açıklıyor: “Bu kelime hakkındaki diğer bir görüş de, bu kelimenin mut’a
nikâhına delalet ettiği görüşüdür. Yani belli bir mehir karşılığında muayyen bir vakte kadar
olan nikâh akdi. İbn Abbas, es-Süddî ve tabiinden bir grup bu görüşü savunmaktadır. Bu
görüş bize göre doğru olan görüştür.”
Daha sonra Tabersî kendi mezhebinin de bu görüşü savunduğunu vurguladıktan sonra,
mezkur ayet-i kerimeden kastedilenin açıkça “Mut’a” olduğunu söylemektedir. Çünkü diyor:
“istemta’a ve temettu’” kelimeleri her ne kadar faydalanma manasına gelse de, şeriatla bu
kelimeler muayyen akitle tahsis edilmiştir. Bunun da manası, mut’a olarak isimlenen bu özel
akti yaptığınızda, o kadınlara ecirlerini verindir.144
Tabersî, bu ayetten maksadın “mut’a nikâhı” olduğunu daha da pekiştirmek için delil
olarak aşağıdaki rivayetleri aktarmaktadır:
“Ubey İbn Ka’b, Abdullah İbn Abbas, Abdullah İbn Mes’ud gibi bir grup sahabe bu
ayeti şöyle okumuşlardır: “ Buradan da açıkça ” فآتوھن أجورھنإلى أجل مسمىما استمتعتم بھ منھن ف
anlaşılıyor ki, bu ayetten maksat mut’adır. İbn Abbas, bu ayetin üç defa indirildiğini
söylüyor.”
Daha sonra müellif, “Hz. Ali’nin, “eğer Ömer bu ayet-i yasaklamasaydı şâkiler dışında
kimse zina etmezdi”.145 buyurduğunu söylemektedir. Bunun gibi birçok rivayetleri verdikten
sonra استمتع (istemte’a) kelimesinin “yararlanma”, “cima” anlamına gelemeyeceğini şöyle
açıklıyor: “Eğer bu kelime cima anlamına gelirse, o zaman kadından faydalanmadan
boşanan kişi, kadına mihrden hiçbir şey vermemelidir. Ama biz biliyoruz ki, kadınla cinsi
münasebette bulunmadan boşanan erkek, mihrin yarısını kadına vermesi gerekir. Ve yine bu
ayetten murad edilen şey, daimi nikâh olsaydı, o zaman ayetin hükmü mucibince nikâh aktı
anında, mehrin tamamı kadının olması gerekirdi. Çünkü ayette, فآتوھن أجورھن yani onlara
mehirlerini verin buyrulmaktadır. Ama kadınlara mihrin akit anında verilmesinin vacip
olmadığı bilinmektedir. Mut’a nikâhında ise, akit anında ecrin tamamı veriliyor.146
144 Tabersî, a.g.e., Nisâ, 4/24, c. 4, s. 69.145 Tabersî, a.g.e., Nisâ, 4/24, c. 3, s. 69.146 Tabersî, a.g.e., Nisâ, 4/24, c. 3, s. 70.
-
35
Bütün bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi Tabersî, mut’a konusunda mezhebinin
benimsediği görüşte olmakla beraber, bu görüşün doğru olduğunu isbat etme gayretindedir.
3.3. Mutezile ile Münasebeti
Tabersî’nin tefsirini incelerken birçok konuda Mutezileyle aynı görüşte olduğu
görülmekt
top related