kapak layout 1aydinlikgazete.com/images/dosyalarim/kitapeki/2014/sayi130.pdf‘cadı kazanı’ b...

14
22 Ağustos 2014 Cuma Yıl: 3 Sayı: 130 Aydınlık Avrupa, radikal aydınlanmacıları neden terk etti 4 5 10 14 ÜLKÜ TAMER: Seçme özgürlüğüne de saygı duyalım MECİT ÜNAL: Zweig ve yıldızın parladığı anlar KAYA ÖZSEZGİN: ‘Çizgilerle Lenin’ ve yakın tarih TAYLAN KARA: Stanislaw Lem’i tanıyor musunuz Philipp Blom’dan ‘Cadı Kazanı’

Upload: others

Post on 14-Feb-2020

11 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

22 Ağustos 2014 Cuma Yıl: 3 Sayı: 130

Aydınlık

Avrupa, radikal aydınlanmacıları neden terk etti

45

1014

ÜLKÜ TAMER: Seçme özgürlüğüne de saygı duyalımMECİT ÜNAL: Zweig ve yıldızın parladığı anlar

KAYA ÖZSEZGİN: ‘Çizgilerle Lenin’ ve yakın tarihTAYLAN KARA: Stanislaw Lem’i tanıyor musunuz

Philipp Blom’dan‘Cadı Kazanı’

Bildiği, içinde olduğu bir dünyanın, 'uyuşma'nın eleş-tirisini konferanslarından oluşturduğu "Yapma Cen-netler" kitabında kurarken Baudelaire, alt başlığını "Şa-rap ve Esrar Üstüne - Bireyselliği çoğaltma araçla-

rı olarak bir karşılaştırma” koyuyordu.Narkotiği dilimizde uyuşturucu ile karşılıyoruz. Uyuşmak

fiilinden. İşlevleri uyutmak, uyuşturmak olan ve kullanıcısını baş-

larda parlak görmelere, renklere boğan, sanrılar içinde ger-çekliği yitirten kaçış kimyasalları. Esrar gibi, ki “ot” diye kul-lanımda daha çok, kullanıcısı için bir tükenmişlik, kişilik aşın-ması yaratırken, beyni de dumura uğratan maddelerin ba-ğımlısı. Müptezel, keş gibi aşağılanma içeren karşılıklarla anı-lırlardı bir zamanlar, şimdi “junkie” deniyor.

Tütünden daha az zararlı olduğuna dair yaygın 'aleni ille-gal propaganda' kampanyaları, büyük kitlesel söylenti rek-lamlarıyla ve apaçıktır ki gizli servisler ve dünyanın her ya-nında polis marifetiyle tükettirilmektedir. Başta gençler ol-mak üzere muazzam bir kitle eroin, kokain, lsd, son zaman-ların belası bonzai vb. kimyasallar kullanımıyla gerçeklikten,dolayısıyla yaşamı kavramaktan ve müdahil olma kudretindenyoksun kılınıyorlar.

Kaynağında da şeriatçı, bölücü örgütler, mafyalar; kara parabaronları ve en kirli devletlerin en kirli birimleri bulunur. Kâronlara gider.

Kullanıcıların özellikle entelektüel bölümü ve kendilerinimuhalif olarak adlandıran ve “muhalif, alternatif yaşam bi-çimi” ürettiklerini düşünen iyi eğitimli nice genç de; ki onlartam da bu “Bireyselliği çoğaltma araçları”nın tüketicileri, as-lında bu örgütlerin bağımlı hale getirdiği tortular, cesetler ola-rak bizlere kalır.

Emperyalist-kapitalist dizgedeki hiçbir devlet bununlagerçekten mücadele etmez; yer yer ve zaman zaman edergörünür sadece. Çok önemli gelir kalemlerinden biridir. Dahada mühimi, kitlesinin en önemli ve aslında en uyanık ol-maya yatkın kesimini uyuşturmakta elbetteki nice yarar gö-rür.

“Aklı başında bir devlet, varlığını asla esrar alışkanlığıylabirlikte yürütemez. Esrar insanı ne savaşçı yapar, ne de yurt-taş. Gerçekten de, sonunda düşünsel ölüme ve ahlak bo-zukluğuna varacak olan, var oluşun temel koşullarını bozmakve yetilerinin çevreyle kurmuş olduğu dengeyi yıkmak eylemi,insanoğluna yasaklanmıştır. Yönetilenleri yozlaştırmakta çı-kar uman bir yönetim olsaydı, esrar bağımlılığını destekler-di elbet” kanısındadır Baudelaire.

Emperyalist devlet ise Baudelaire'yi açığa düşürerek, Hol-landa ve benzeri yerlerde yasal; serbest bırakarak, diğer pekçok yerde ise görmezden gelerek, el altından teşvik ederekinsanı “savaşçı”lığından, “yurttaş”lığından çıkararak döküntü

haline getirir.Ahlaki zaaf, itiraz, isyan ve adalet düşüncesinin yitimiyle

başlar. Her çağda yaygındı belki. Tiryak afyon anlamına geldiği-

ne göre Tiryaki Hasan Paşa’dan IV. Murad’a kadar en üst dü-zeyde de karşılık buluyordu bizde ve her yerde. En önce yö-netici sınıf çürür, balık baştan kokar ve taaffün aşama aşa-ma alta yayılır.

Tarihin en aşağılık savaşıOysa Baudelaire'nin “Aklı başında bir devlet, varlığını asla

esrar alışkanlığıyla birlikte yürütemez” derken işaret ettiği Av-rupa devletleri dünyanın en ahlaksız devlet-leri olarak ve dünyanın gelmiş geçmiş en iğ-renç gerekçeli savaşını o dönemde Çin'e aç-mışlardı.

XIX. yüzyıl sonlarında Çin’in dünyanın enbüyük dışsatımcısı olduğu ifade edilir. BaştaSanayi Devrimi’nin İngiltere'si olmak üzere Av-rupa’ya porselen, ipekli, çay, değerli maden-ler, baharat vs. satıyor ama karşılığında hiç-bir şey almıyordu.

İngiltere, bütçe açığını kapatmak için tekçare olarak Çin halkını afyona alıştırma çö-zümünü buldu. Sömürgelerinde üretilenafyonu sömürgeleştirmek istediği Çin'e sa-tacaktı. Bir taşla kaç kuş... Sömürge halkla-rı onların çıkarı için afyon yetiştirecek, ye-tiştirdikleri afyonla uyuşacak, sömürge yö-netimi daha az belayla karşılacak ve yö-netmek kolay hale gelecek, onların yetiş-tirdiği afyonla Çinliler bağımlı hale getirile-cek, uyuşacak ve dünyanın serveti altın İn-giliz Krallığı'nın hazinesine akacaktı.

İngiltere Kraliçesi Victoria sevimsiziFransa’yı da yanına çekerek Çin'e savaş açtı,Çin'in afyon satın alması için.

Çin yenildi, halkı keş durumuna düşürüldüve Batı kazandı.

HHH1848 Devrimi’ne katılan Baudelaire, kendi zihninin sö-

mürgeci, oryantalist barikatlarını yıkamamıştı. Öyle ki, Türk-lerin, Mısırlıların, Çinlilerin vd.nin uyuşmaya yatkınlığından ve“özellikle Türkler’deki alıklaşma”dan bahsedebiliyordu.

Bunu yaparken de “... afyonun bir İngiliz beyninin yetile-rini uyuşturmaya elverişli olup olmadığını okuyucunun an-layabilmesi için...” cümleler kurabilecekti.

Dahası; her nasılsa bir Malezyalı'ya hizmetçi olmuş İngi-liz'i, ki ezici çoğunlukta örneğin tam tersidir, karşılaştırırkenve anlıyoruz ki bu tersinleme niyet açısından elzemdir; söy-lenenlere bakar mısınız: “Birbirine bakan bu iki insanın yüz-lerindeki zıtlık, çok ilginç ve eğlenceli bir şeydi. Birinde, kişi-nin gururu okunuyordu (yani hizmetçide); öbüründe ise As-yalı uşaklık; biri pembe ve taze idi, öbürü, sarı ve asabi...”

1848 Devrimi’ne katılmış mış da filan... Avrupa merkez-ci bakış, daha o zamandan, sonradan faşizmi 'müjdeleyecek'ırkçılık, pek çok ilericisinde bile bu denli açık seçikti.

Oryantalizm, Avrupa merkezcilik; az sonra emperyalizmin‘aşağı halklar ve milletler’ hakkındaki genel bakışını oluştu-rurken, elbetteki bu kibirden çatlayan, esrarla uyuşmuş, fren-

giyle yozlaşıp çürümüş beyinlerin, faşizmi ya-ratmasını da gerektirecekti. Kendilerini ken-dilerinden temizleyerek.

Öte yandan, sözüm ona esrarın etkilerineve insandaki tahribatına karşı verilmiş bu kon-feranslar, kitapta da görüleceği üzre nasıl birözendirmeye, kullanmayı teşviğe dönüşüyor,bakar mısınız:

“... aslında şiirin en doğal ve en temel bi-çimlerinden biri olan allegori, o çok ruhani tür,esrikliğin aydınlattığı bir anlayış içinde, yasal ege-menliğini yeniden kazanır. O zaman, esrar, bü-yülü bir cila gibi, tüm yaşama yayılır; onu gör-kemli bir biçimde renklendirir ve bütün derin-liğini aydınlatır.”

“...Esrarın sık sık aşk işleri ile meşgul bir im-gelemde, acı ve dert ile adeta yeni bir parıltı bilekazanan, tatlı anıları canlandırdığı da tartışmagötürmeyen bir gerçektir.”

HHHBuradan gelinir.Sonra çocuklarımız 'esrikliğin aydınlattığı bir an-

layış', belki hiç sahip olmadıkları 'yeni bir parıltı bilekazanan, tatlı anılar' edinmek için sokaklarda çığ-lık çığlığa krizlere girerler, altın vuruşlarla damar da-mar ömürlerini çürütürler ve dünyanın kara para

baronlarının devletlerine canları bedeli servetler kazandırırlar.İnsanlıktan çıkar, uyuşurlar.Ama işte zavallı Baudelaire'in anlaşılıyor ki çok da algıla-

yamadan katıldığı 1848 Devrimi’nde aynı zamanda dünya-nın en güzel çağrısı, yine dünyanın en güzel ezgilerinden bi-riyle uyuşturulmaya çalışan büyük insanlığa bir silkinme da-veti olarak sunuluyordu:

“Uyan artık uykundan,Uyan esirler dünyası”.

BAUDELAIRE, 'YAPMA CENNETLER', SÖMÜRGECİLİK VE BİR ÇAĞRI:

Uyan artık uykundan uyan esirler dünyası

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul

Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22

Baskı: Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. Tic. A.ŞOruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34

Sahibi Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. Genel Müdür Celal Demirel

Genel Yayın Yönetmeni Mustafa İlker Yücel

Sorumlu Müdür Murat Şimşek Tüzel Kişi Temsilcisi Metin Aktaş

Reklam Müdürü Kamile Karakadılar [email protected]

Reklam Gurup Başkanı Saynur Okuroğlu [email protected]

[email protected]

Reklam Servisi

Yayın Yönetmeni Haldun Çubukç[email protected]

Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı[email protected]

Sayfa Sekreteri Hakan UğurluayKatkı sunanlar İrem Halıç, Elif Korkut, Deniz Toprak

Görsel Tasarım Hakan Uğurluay, Şener Soysal

AydınlıkAydınlıkAydınlık

HALDUN ÇUBUKÇU [email protected]

322 Ağustos 2014 CumaAydınlık

Yapma Cennetler

Charles BaudelaireÇev: Yakup Şahan,

Telos, 236 sf.

İki örnek vereyim önce: Ülkemizde de çok sa-tılan Tavuk Suyuna Çorba kitabını hazırlayanMark Victor Hansen ile Jack Ganfield, yapıt-larını bir yayıncıya kabul ettirinceye kadar akla

karayı seçmişlerdi.Kitap 33 yayınevi tarafından geri çevrildi. So-

nunda Health Communications yayınevinin sa-hibi Peter Verno yapıtı yayımlamayı kabul etti. “20bin satarım” diye düşünüyordu. 1993 yazında ya-yımlanan Tavuk Suyuna Çorba, bir ay içinde “ençok satan kitaplar” listelerine girdi. Bugüne ka-dar da 35 milyonun üstünde satış yaptı.

İkinci örnek ise “has edebiyat”tan. James Joy-ce’un öykü kitabı, Dublinliler (Dubliners) “edebi-yat değeri taşımadığı” gerekçesiyle, 22 yayıncı-nın masasından dönmüştü. Yazarın başvurduğu23. yayınevi, Grant Richards, gönülsüzce deolsa, kitabı yayımladı.

Joyce’un değerini neredeyse herkes kabulle-niyor bugün. Dublinliler ise 20. yüzyılın en önem-li öykü kitaplarından biri olarak tanımlanıyor.

HHHEdebiyat değerlendirmesinde nasıl nesnel

olunur, benim aklım ermiyor. Çok kişi kendi öl-çüsünü kuyumcu terazisi sanıyor, onun doğrulu-ğuna, kesinliğine inanıyor. Tarihe bakın, yaşadığıdönemde göklere çıkarılmış bazı yazarların bugünadlarını bile hatırlayan yok. Ya da kıyıda köşedekalmış, küçümsenmiş, hor görülmüş, gülünüp ge-çilmiş bir şairin şiirleri şimdi dilden dile dolaşmakta.

İnsanlara göre ölçüler değişiyor. Bu bir yana,insanların kendi ölçüleri bile değişebiliyor. Bugünbeğenmediğiniz bir yapıt, bir de bakıyorsunuz ya-rın başucu kitabınız olmuş.

Bir sanatçı dilediğini, dilediği gibi yazar. Kim-se kalkıp ona “Niye böyle yazdın?” diye hesap so-ramaz. Buna hakkı yoktur. Beğenmemek, sev-memek, eleştirmek hakkı elbette vardır. Ama ken-di adına konuşur. O yapıtı varsaydığı ortak ölçüleregöre değerlendiremez.

HHH

Gündemden hiçbir za-man inmeyen bir eğilimvar. Antolojilere yöneltileneleştiriler sürüp gidiyor. Bueleştirilerin bazıları saldı-rı boyutuna ulaşıyor.

Benzer saldırılar dahaönce de neredeyse herantolojiye yöneltilmişti.Özellikle Memet Fuat’ınantolojisi kimileri tara-fından yerden yere vu-rulmuştu.

Şiir antolojisi hazır-lamak, şiir yazmaktanbile çetin bir iş... Hele ül-kemizde!

Başka antolojilerden ma-

kaslanmış “parça”larla bir çırpıda yeni antoloji-ler hazırlayanlardan söz etmiyorum. Vazgeçilmezşiirler elbet olacak. Sözgelimi, bir Türk şiiri an-tolojisinde Yahya Kemal’in Erenköyü’nde Bahar’ı,Dranas’ın Olvido’su, Nâzım’ın Karlı Kayın Orma-nında’sı gibi...

Ama sadece ve sadece o “vazgeçilmez”ler-le “doldurulmuş” antolojiler kitaplık raflarını “fu-zulî işgal”den başka ne işe yarıyor?

HHHAntolojileri ikiye ayırıyorum ben. Memet Fu-

at’ınki, Mehmet H. Doğan’ınki, Refik Durbaş’la Ab-dullah Özkan’ınki, Asım Bezirci’yle Kemal Özer’in-ki, Ataol Behramoğlu’nunki gibi ciddi bir çalış-manın, bir emeğin ürünü olanlar... Bir de, elde ma-kas, başka antolojilerden ayaküstü derlemeler...

İkinciler beni ilgilendirmiyor. Ama ötekilerin ki-taplığımda her zaman yeri var. Hazırlayanın se-çimine katılırım ya da katılmam, o benim ken-di kişisel görüşüm, özel değerlendirmem olur. Bir-takım sözde “nesnel ölçüler”le onları yadsıma-ya kalkarsam, savunduğum “düşünce özgürlü-ğü”nü de yadsımış olurum.

HHH

Bir antoloji hazırlıyorsunuz. Nesnel olacaksı-nız. Peki ama nasıl? Hangi ölçülere göre? Genelkanıya göre mi? Bunu nasıl saptayacaksınız? Ab-dülhak Hâmit bir zamanların “şair-i âzam”ıydı.Şimdi mizah dergilerine konu oluyor.

Şairin, şiirin değerini ölçecek bir araç var mı?Yaygınlık mı bu ölçü? Okunur olmak mı? Ece Ay-han’ı tek şiirle geçiştirirken Yılmaz Erdoğan’a otuzsayfa mı ayıracaksınız?

Bu yüzden, belirli bir çaba sonucu hazırlandığıbelli olan antolojilere yönelik eleştirilere (somutyanlışlar ya da dedikodulardan kaynaklanan bil-gilendirmeler dışında) katılmıyorum. Derleme-yi yapan, gönlüne göre antoloji hazırlayabilir diyedüşünüyorum. Seçimi kendi kişiliğini elbetteyansıtacaktır. Beğenirsiniz, beğenmezsiniz, ora-sı size kalmış.

HHH

Antolojiyi hazırlayan da, herkes gibi, dilediği se-çimi yapma hakkına sahiptir. Kimilerinin sevdi-ği şairleri sevmek ya da hiç beğenmediği şair-leri beğenmemek zorunda değildir. Özgürdür. Biz

de onun seçiminibeğenip beğenme-mekte özgürüz.Ama bu özgürlüğü-müz onun özgürlü-ğüne saldırı hakkınıbize vermez. Hele“Antolojide neden şuşairler var da şu şa-irler yok?” diye sormahakkını hiç vermez.

Böyle bir seçimyapılırken elde ger-çekten nesnel bir ölçüolsaydı, zaten tek an-tolojiyle sorun çözülür,herkes de mutlu olur-du.

Tarihe bakın, yaşadığı dönemdegöklere çıkarılmış

bazı yazarların bugün adlarını bile

hatırlayan yok. Ya da kıyıda köşede

kalmış, küçümsenmiş,hor görülmüş,

gülünüp geçilmiş bir şairin şiirleri şimdi

dilden dile dolaşmakta

4ÜLKÜ TAMER

Aydınlık22 Ağustos 2014 Cuma

“Ne söyledin?”İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ezra Pound, faşist-lerle işbirliği ettiği için tutuklanmış, önce cezaevine, son-ra da bir akıl hastanesine kapatılmıştı.ABD’li sanatçılar, Pound’un salıverilmesi için bir kam-panya başlattılar; Başsavcıyla görüşmesi için şair Ro-bert Frost’u Washington’a gönderdiler.Kısa süre sonra Pound serbest bırakıldı.Arkadaşları, “Washington’da ne dedin de sağladınbunu?” diye sordular Frost’a.

“Ne diyeceğim?” diye güldü Frost. “İçerideyken her-kesin onunla ilgilendiğini söyledim. ‘Bırakırsanız gün-demden düşer, kimse yüzüne bile bakmaz, unutulur gi-der’ dedim.”

TEBESSÜM MOLASI

Seçme özgürlüğüne de saygı duyalımJean-Jacques, Henner

Bir Politikacının Portresi elime geçtiğinde ru-tin hale gelmiş “ag”lerden (açlık grevi) bi-rindeydik. Siyasi tutukluların iç yazışma-larında sık kullandıkları kısaltmalardan

biri olan “ag” de geçmeyen zamanı bir yana bı-rakmanın yollarından biriydi o zamanlar okumak.Öyle ki, uyku ve okumanın en yoğun olduğu gün-lerdir. Uyuyanlarla okuyanların sessizliğini bozan,sadece, uzaklardan, derinlerdeki bir yerlerden ge-len gürültüyle açılıp kapanan kapı sesleridir.

Romandan ziyade, yeme-içmeyi büsbütünunutturan biyografi kitaplarını tercih etmekle ken-di kendisini sindirmeye çalışan mide ve bağırsaksistemimizi de koruyor olmalıydık... Zweig’in usta-lıklı anlatımı yanında Fouche’nin okuyanın mide-sine oturan portresi, kitabı hep aklımda tutmamısağlayan duruma aykırı bir örnektir. Fouche, BüyükFransız Devrimi’nin en önemli karakterlerinden biri,bir fırsatçı ve entrikacı olarak sonraki her devrin ege-menlerine en yarayışlı adamıdır; karşı-devrim,tüm geriye kazanımını büyük ölçüde bu figüre borç-ludur. Benzerlerine sık rastladığım Fouche, Zweig’ide hep aklımda tutmama ve onun hümanizmin-den etkilenip esinlenmeme de neden olmuştur bü-yük ölçüde.

Hümanizmin canlı örneğiStefan Zweig 1881’de Viyana'da doğdu. Hayli var-

lıklı, burjuva bir aileye mensuptu. Babası zengin birsanayici… Viyana ve Berlin'de eğitim gören Zwe-ig, gençliğinde Avrupa’da birçok ülkeyi dolaştı. Bi-rinci Dünya Savaşı’nda savaşa katılmayı, silah ta-şımayı reddedip savunma bakanlığı arşivinde ça-lışmaya başladıysa da daha sonra bu görevi de red-dedecek, savaşın sonuna kadar Zürih’te yaşayacakve savaş karşıtı eylemler içinde olacaktır. Çok sa-yıda deneme, öykü, uzun öykü ve roman dışında,daha çok biyografi türündeki eserleriyle bilinen Zwe-ig, ölümünün üzerinden yıllar geçtikten sonra “hü-manizmin tecessüm etmiş hali, canlı örneği” (Cli-ve James) olarak nitelenecektir.

Edebiyat dünyamızda daha çok “Amok Koşu-cusu”, “Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski”,“Kendileri ile Savaşanlar: Kleist, Nietzsche, Hölderlin”,“Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Kazanova, Stend-hal, Tolstoy” gibi biyografik eserleriyle tanınanStefan Zweig, neyi, kimi, nasıl anlatırsa anlatsın, tümruhunu kaplayan, kişiliğini oluşturan hümanizmi, birorkestra parçasındaki bas vurgu gibi sürekli duy-duğumuz müstesna yazarlardan biridir. Yalnız buvurgu yumuşak, içli ve bazen büyük bir umutla güç-lense de yer yer umutsuzlukla doludur. Zweig şu ne-denle de müstesna; Birinci Dünya Savaşı’nı yaşa-yan, Almanya’da faşizmin iktidara gelişine tanık olan,kitapları yakılan yahudi asıllı Zweig, İkinci Dünya Sa-vaşı’yla dünyanın içine yuvarlandığı uçuruma dahafazla dayanamayıp, 22 Şubat 1942'de Rio de Ja-neiro'da eşi Lotte ile birlikte intihar edecektir.

Gemiler karadan yürümeseZweig’i şimdi –durup dururken değil- hatırlamam

Deniz Banoğlu’nun çevirerek yayımladığı “YıldızınParladığı Tarihsel Anlar” (Yordam Kitap) adlı ese-rinin vesile olduğu ilinti kurmama yol açan şeyler.

“Yıldızın Parladığı Tarihsel Anlar”da on dört

yaşanmış gerçek öykü bulunuyor. Zweig, çok baş-ka bir mercekten bakarak anlattığı bu on dört ger-çek öyküdeki sanatçı, siyasetçi ya da maceracı olankahramanlar, olayda davrandıkları gibi davran-masalar ne olurdu sorusunun cevabını bulmaya ça-lışırken, bir yandan da, bize, o tarihsel karar veriş yada veremeyiş anının sanat-edebiyat ya da dünya-insanlık tarihindeki önemini vurgulamaya, hisset-tirmeye çalışmaktadır:

Fatih, 29 Mayıs 1453 gecesi gemileri karadanyürütmeye karar vermese Konstantinopol İstan-bul olur muydu? Geçirdiği felç beynine dayananHandel, Aachen’deki kaplıcalarda, dehşete düşendoktorlarının gözü önünde günde dokuz saat sıcaksuya girmese, yeniden müziğe dönüp o unutulmazeserleri yaratabilir miydi?

Kendisinden defalarca küçük, torunu yaşında-ki genç kıza aşık “Genç Werter’in Acıları” yazarı, bü-yük şair Goethe, 5 Eylül 1823’te başladığı Karlsbad-Weimar arasındaki bir haftalık yolculuk sırasındabu aşkı şiire döktüğü “Marienbad Ağıtları”nı yazmasaFaust’a ulaşabilir miydi?

Dostoyevski ve arkadaşlarını kurşuna dizilerekölüme mahkum eden mahkeme kararı, tam infa-zın gerçekleştirileceği an, yani mermiler namluyasürülmüş, parmaklar tetikte ateş emrini beklerkençarın talimatıyla affedilmese dünya edebiyatı“Ecinniler”, “Suç ve Ceza”, “Karamazov Kardeşler”olmaksızın kimbilir ne denli eksik kalırdı.

Ya da Lenin, aleyhte oluşacak her türlü propa-gandaya karşın o kurşun mühürlü vagona binmesedünyanın yarıya yakın bir bölümü uzun yıllar sos-yalizmi yaşayabilir miydi?

Kitapta “yıldızın parladığı an”ı kaçıran kahra-manların da minyatürleri var.

İngilizler izin vermeseBiz bu tür bir soruya kendi uzak ve yakın tari-

himizden de “yıldızın parladığı” sayısız anlar bula-rak cevaplar arayabiliriz. Örneğin İngiliz İşgal Ko-mutanlığı Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarınınAnadolu’ya geçişine izin veren mührü basmasa neolurdu sorusuna verecek pek çok cevap bulabilsek

de, içlerinden hangisinin ötekilere göre daha ger-çek olacağına hiçbir koşulda karar veremeyiz.Üstelik bu soruyu kurtuluş mücadelesinin sayısızanı için de sorabilir ve olası cevaplar bulabiliriz.

Gelecekte anlaşılabilecek cevapZweig’in “Yıldızın Parladığı Tarihsel Anlar”daki “on

dört tarihsel minyatür”den esinle, ben hali hazırdabizim için çok daha güncel bir “yıldızın parladığı” yada “söndüğü an”a ilişkin cevap arayacağımız bir so-ruya kafa yormamız gerekeceği kanısındayım.

O soru şudur: Acaba geçtiğimiz Cumhurbaş-kanlığı Seçimleri’nde kimin yıldızı parladı ve yaka-ladı da, kim aslında yıldızı parladığı halde göre-meyerek büyük bir tarihsel anı kaçırdı?

Buna kesin, matematik bir cevap belki yıllar ve yıl-lar sonra verilebilir ancak. Bugünden kesin olan sa-dece şudur; bir projenin parçası, o projeye karşıt/al-ternatif olamaz! Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylı-ğı projenin en önemli ayağı idi ve bunu göremeyipo değirmene su taşıyanların şimdi içine düştükleri ha-yal kırıklığından da büyük bir utanç içinde olmalarıbeklenir. Örgütlü ya da kendiliğinden, projeye kök-ten ve kısmen karşı çıkanlar ise, bu büyük sorunundoğruluğu yine ancak gelecekte anlaşılabilecek enönemli ve tek doğru cevabıdır. Yıldızlarının fazla par-lak olmaması, ayın on dördünde bulunmasına kar-şın, gökyüzünün en kapalı günlerini yaşamasından. 

Zweig’in “YıldızınParladığı TarihselAnlar”daki “on dörttarihsel minyatür”denesinle, ben hali hazırdabizim için çok dahagüncel bir “yıldızınparladığı” ya da“söndüğü an”a ilişkincevap arayacağımızsoruya kafa yormamızgerekeceğikanısındayım. O soru da şudur: Acaba geçtiğimizCumhurbaşkanlığıSeçimleri’nde kiminyıldızı parladı veyakaladı da, kim aslındayıldızı parladığı haldegöremeyerek büyük birtarihsel anı kaçırdı?

Yıldızın ParladığıTarihsel Anlar

(14 Tarihsel Minyatür)

ZWEIG, YILDIZIN PARLADIĞI ANLAR VE EN KAPALI GÜNLERİNİ YAŞAYAN GÖKYÜZÜ

Cevabı gelecekte anlaşılabilecek soru

MECİT ÜNAL522 Ağustos 2014 CumaAydınlık

GÜLDEN TERAZİ

Stefan ZweigÇev: Deniz Banoğlu

Yordam Kitap, 320 s.

“Bir kez daha aynı yoldan gitmeyeceksen, dö-nüp de arkana bakma.”

Henry David Thoreau

Avusturya-Macaristan Arşidükü FranzFerdinand 1914 yılında Sırbistan'ın baş-kenti Belgrad'ı ziyaret eder. Bu ziyaretisırasında pek çok suikast girişiminden

yara almadan kurtulur. 28 Haziran 1914 günüy-se arabasıyla Saraybosna sokaklarında ilerler-ken, Sırp suikastçı Gavrilo Princip'in saldırısıylaölür. Bunun üzerine Avusturya-Macaristan sal-dırıdan sorumlu tuttuğu Sırbistan'a savaş aça-rak I. Dünya Savaşı'nın çıkmasına neden olur. IanThornton'un kurgu romanı “Johan Thoms'un Fe-laketlerle Dolu Muhteşem Hikayesi”, suikastın ger-çekleştiği gün Franz Ferdinand'ın aracını sürenkurgu karakter Johan Thoms'u konu alır. Sa-raybosna'da dünyaya gelen Thoms, önceki ço-cukları ölen bir ailede mucize çocuk olarakdünyaya gelir. Zeki ve gelecek vadeden bir öğ-rencidir. Küçük yaşta satrançta ustalaşır. Yazılı ede-biyatın içinde keşiflere ve okuma serüvenlerineçıkar. Gelgelelim bir arabayı geri geri sürecek ka-biliyettense yoksundur. Johan Thoms, Ferdi-nand'ın aracını sürmektedir ve suikastın ger-çekleştiği gün, hatalı bir dönüş yaparak Ferdinand'ıve hamile eşini suikastçının önüne çıkarır. Bir do-mino etkisine sahip olaylar zincirinin başında bu-lunan bu hatalı dönüş, Thoms'un bilincine işler.Artık her ölümden kendini sorumlu tutacak vepişmanlıkla kavrulacaktır. Thornton’un öyküsü ikialanda okuyucuyu yakalamaya muktedirdir. İlkolarak geçmişe yönelik pişmanlıklar evrenseldirve geçmiş olayları ikinci kez gözden geçirmek herokurun kendisiyle bağdaştırabileceği bir şeydir.Okura yönelik ikinci başarıysa, ana karakterThoms’un yaratımıyla ilintilidir. Herkesçe sevi-lebilecek, Kemal Sunal filmlerinin saflık ve na-iflikle kıvranan genel karakter tiplemesiyle, kibar,gelecek vaat eden, hayata karşı güzel bir bakış-la harmanlanmış entelektüel birikimiyle de birbeyefendi portresinin karışımı, masalsı bir ço-cukluk ve feylesofya topraklarında keyifli bir keş-fin harmanında sunulur. Özetle Thoms, ziyade-siyle sevilebilecek bir karakterdir.

RahatsızlıklarGelgelelim kitabın tam olarak işlemekte zor-

lanan parçaları bulunmakta. Öncelikle Thomskarakterinin yaratımında gösterilen titizliği ro-manın diğer karakterleri için söylemek müm-kün değil. Bu tutum, eğer hikaye 1. tekilden an-

latılıyor olsaydı –ki ben romanın bireysel bir öy-küyü daha fazla taşıması nedeniyle birinci şa-hıstan aktarımını daha doyurucu bulurdum- ol-dukça işlevsel bir hal kazanabilir, Thoms’undünyasına ve duygudurumuna geçişe ağırlık ve-rilmesi sebebiyle de edebi niteliğini artırabilirdi.Fakat, tercüme eserlerde mecburen karşılaş-tığımız –di –dı geçmiş zaman ekli fiillerle bo-ğulan bir 3. tekil anlatımında ne yazık ki ro-mandaki diğer karakterlerin silikleşerek me-kandan ve kurgudan uzaklaşması bir nitelik so-runu ortaya çıkarıyor. Bu sorun özellikle de di-ğer karakterlerin eksikliğinde meydana gelenfazla sayıdaki tesadüfi olayın –ki aslında bu-rada temel meselesi tesadüfler üzerine kuru-lu bir romanın kurgu yapısında tesadüflerin faz-laca bulunma-sını eleştirme-diğimizi belirte-lim- arasındahalihazırda biryazar ve üstk u r g u c u n u nvarlığını fazlabelirgin kılıyor-du. Yazar kitabıniçerisine bu ha-liyle fazlaca da-hil oluyor, okur-la arasına giriyor,kurguyla bütün-leşmesine en-gel teşkil edi-yordu. Okur ola-rak beni rahatsızeden bir başkaşey yeni milen-yumla birliktepek çok yaza-rın istemsizcetutulduğu birsalgın hastalıklaalakalı; kurgula-rını sinemanınoyuncağı ve yanürünü olarakgörmeleri… Ki-tapta Thoms çevresinde şekillendirilen veesasen okuması oldukça keyifli olan pek çokdone ne yazık ki kitapta bir bütünlüğe var-maktan, ikinci kez karşılaşmaktan ve olay ör-güsüne dahil olmaktan uzak. Bir başka deyiş-le kitabın bölümleri, belki de ilerde filme çe-kilmesi de arzulanarak (böyle bir çalışmadanmemnuniyet duyarak zevkle izleyeceğimi deinkar edemem) film sahneleri şeklinde yazıl-mış gibi görünüyor. Merak uyandıran birkaç ve-rinin sıralandığı, karakterle özdeşleşmeninadım adım ilerletildiği, okuru değil daha çok se-yirciyi esere yakınsayacak bir dolu olaylar zin-ciri şeklinde bir sunum, bu uyanıklığın farkınavaracak okur için oldukça itici bir yazım yön-temi. Gelgelelim yazarın bütünde oldukçaeğlenceli bir okuma sunduğu, özellikle ana ka-rakterine kattığı detayların sayfa çevirttiren veher sayfasında gizliden gizliye artan bir piş-manlığın tavan yattığı yarı tuhaf yarı komik birmaceraya yol açtığını belirtelim. Kitaptaki birbaşka güzel unsur olan yazarın mizah anlayı-

şının ise metinlerin altında yüzen klasik İngi-liz mizahıyla, erken dönem slap-stick kome-dinin arasındaki bir denge üzerinde kurulu ol-duğunu belirtelim. Kurgu ve yazınındaki so-runlara rağmen okunulduğuna pişmanlık du-yulacak bir roman değil eldeki. Tersine yazar-okur için de sanırım inceleme anlamında ne-lerin bir kurguda çalışıp nelerin çalışmadığınadair oldukça güzel ipuçları içeren bir roman.

Ayakta kalanlarJohan Thoms'un öyküsü klasik edebiyat

eserlerine de göndermelerle dolu ve bu ta-nımlamalar çoğunlukla bir eseri keşif mace-rası olarak sunuluyor. Yazar, her bölümde kul-

landığı alıntılarve gerek bilim,gerek düşün, ge-rek sanat tari-hinden çıkararakmetne eklediğiparçalarla ente-lektüel bir pana-yır yeri hazırla-mış. Bu da aynızamanda anak a r a k t e r iThoms’da biraraya getirdiğinaiflik ve ente-lektüel zarafetikurgusuna dayansıtmanın, birbakıma romanındil ve anlatımınıda çevrelemekistediği karak-terle bütünleştir-menin güzel birörneği. İlk romandenemesindengeçer not alanT h o r n t o n ’ u nikinci ve henüzyurt dışında dayayınlanmamış

olan “The Death and Life of a Grim Reaper” ro-manında da ne sunmuş olabileceğini bir okurgözüyle merak ediyorum. Ve bu da iyi bir şey…Çevirmen Tuğçe Ayteş de ortalamanın üstündebir tercüme sunmuş. Ufak tefek sorunlar oku-mayı baltalamadığı için göz ardı edilebilir. Ör-neğin, kitabın henüz başındaki çevirmen no-tunda, "ghoul" kelimesinin yaygın kullanılan kar-şılığı "mezar hırsızı" değil hortlaktır. Kelime as-len Arapçadan gelme bir kelimedir ve Türk mi-tolojisine yakınsanırsa, benzeri olarak "Kulbastı"ile karşılaşılır. "Gulyabani" de yine olumlu birtercümedir. Buna benzer birkaç ufak tefek hatanazar boncuğu olsun. Tuğçe Ayteş'in adının ka-pakta olmaması ise üzücü. Sanırım gözdenkaçmış. Kitap üstünde, yazarı ve editörü kadaremeğe sahip çevirmenlerin kapaktan mahrumedilmemeleri gerektiğini hatırlatalım. Kitapla-ra özlemimizin giderek arttığı yaz aylarında (Ey-lül, gel artık!) keyifli bir okuma için tavsiye olu-nur.

Haftaya görüşmek dileğiyle...

Thoınton’un öyküsü iki alanda

okuyucuyu yakalamayamuktedirdir.

İlk olarak geçmişeyönelik pişmanlıklar

evrenseldir ve geçmişolayları ikinci kezgözden geçirmek

her okurun kendisiylebağdaştırabileceği

bir şeydir. Okura yönelik

ikinci başarıysa, ana karakter Thoms’un

yaratımıyla ilintilidir. Herkesçe sevilebilecek,

kibar, gelecek vaat eden,hayata karşı

güzel bir bakışlaharmanlanmış

entelektüel birikimiyle de bir beyefendi

portresinin karışımı,masalsı bir çocukluk ve

feylesofya topraklarındakeyifli bir keşfin

harmanında sunulur

Tek başına I. Dünya Savaşı'nı çıkaran adam

Johan Thoms'unFelaketlerle Dolu

Muhteşem HikayesiIan Thornton

Çev: Tuğçe Ayteş Tekin Yayınevi, 327 s.

6M. SALİH KURT [email protected]

22 Ağustos 2014 Cuma Aydınlık

BABİL BALIĞI

Elif Sofya’nın son kitabı “Dik Âlâ” üstüne (YKYHaziran 2014) yazarken, önceki iki kitabını çı-kardım kitaplığımdan. İlk kitabı, “Ters Düşün-ce”yi yeniden okurken (Yasakmeyve Yayınları,2005) şiiri hakkında bakalım ne demişler diyeinternette dolaştım. Şairin yarattığı bir kahra-man olarak gördüğüm Fedor’u, ünlü bir eleş-tirmenin Dostoveyski’yle bağdaştırdığını oku-yunca dayanamayıp kendisine internet üstün-den yazdım:

“Ters Düşünce’de Fedor’un, Dostoyevski’yle bağ-daştırılmasını tuhaf buldum. Büyük sözler etmek içingereksiz bir yakıştırma gibi geldi bana. Fedor, şai-rin tıpkı bir roman karakteri gibi; şiirlerini onun üs-tünden ördüğü, düzene karşı bir kılıç! Muhalif, ka-bullenemeyen, sözcüklerle beslenen bir haddini bil-dirme ustası! Şairin kahramanı. Yanılıyor olabilirim.Sizce Fedor, sırf bölümleri bağlayan bir Dostovey-ki ögesi midir?” (4 Ağustos 2014)

“Evet Fedor, tamamen benim kahramanım veDostoyevski ile hiç ilgisi yok. Böyle bir bağlantı ku-rulması bana da garip gelmişti açıkcası. Fedor’lar aynıdönemde yazdığım her biri diğerinden bağımsız şi-irlerdi ve farklı dergilerde yayınlandılar. Ancak kitapoluşturma aşamasında, dizilişleri itibariyle sanki bö-lüm başlığı gibi bir konum da üstlendiler. Aslında herbiri tek başına şiirdir. Çok sevindim, bu açıklama fır-satını bulduğum için. Bu zorlama Dostoveyski iliş-kisi beni de rahatsız ediyordu.”

(Elif Sofya, 5 Ağustos 2014 İstanbul)

Panter Emel’den Elif Sofya’ya mirasYeşilçam oyunculuğum sırasında tanımıştım ar-

tist Emel Yıldız’ı. Setlerdeki kişilikli tavırlarından ötü-rü ona hayranlık duyan-lardan biriydim. PanterEmel diye Öküz dergi-sinde hayvan haklarınısavunan yazıları ve doğayıyağmalayan, hayvanlara eziyet edenlerin önüne zıp-kın gibi kendini atan kişiliğiyle hayranlığım kat-merleşip durmuştu.

Şair Elif Sofya, Panter Emel’in kızıdır. Şiirlerininkanında annesinin kişiliği tüten bir şair. “Düzensiz”(Pan-Heves 2010) adlı ikinci kitabındaki şiirlerin,adı gibi düzensiz, uyumsuz bir tınısı var. Uygarlıkkisvesi altında doğayı ve hayvanları katledenlerekarşı çıkan şiirler : “Şiirim de doğal olarak, zihni iş-leyişim ve yaşadığım tercihler üzerinde yürüyengündelik hayatın organik bir parçası, bu nedenle“uygarlık” ve “insan” karşıtı tavır yazdıklarımı şe-killendiriyor. (Ücra-50’deki söyleşiden) “Düzen vesüreklilik, neye ilişkin olursa olsun bir iktidar ala-nı oluşturur. Bu da yaşamı ve canlılığı baskılayan,zamanla yok eden bir özelliktir. Oysa düzene uy-mayan tüm davranış biçimleri, bir yaratıcılık ba-rındırır. Doğada işler böyle yürür; evrim, değişim, dö-nüşüm hep bir kırılma ve sıçrama enerjisiyle or-taya çıkar. Küçük ölçekli bir sapma, devasa bo-yutlarda bir yenilik yaratabilir. Şiir bu noktada ve-rili olandan ne kadar uzaklaşırsa, o denli yeni ola-cak, o denli yaratıcılık barındıracaktır. Düzenin oluş-turduğu tüm iktidar biçimlerini yok etme iddiasındaolacak ve bunları tahrip gücü taşıyacaktır. Şiiri, di-lin de sınırlarını aşma, dizgesini bozma, böylelik-

le algı kalıplarını sarsma etkisine sahip bir yapı ol-ması yönünden çok önemli. (Aynı söyleşiden)

“Dik Âlâ”daki şiirlerin tamamında annesinden al-dığı “genetik” değerlerin baskın olduğunu gördümve hissettim. Görünen köye kılavuz istemez de, his-settim ne oluyor? Çünkü Elif Sofya şiirin yayını ge-rerek muhalifliğini yapıyor. Çoğu şiirleri kapalı, so-yut gibi görünse de, sezgiyle algılanan bir tema var.Sözcük oyunlarına başvurmuyor, şiir için zorlamı-yor kendini, samimiyeti, içtenliği yetiyor derdini dök-meye. Sorumluluk duygusu taşıyan şairlere özgü-dür dertlenmek. Gücün karşısında pısmıyor, dişinişiiriyle gösteriyor. Panter Emel’in kızına yakışan birduruş.

“Üstüne üst baş niyetine / Devlet giydirilen ha-ritalarda / Ölüyorsa ağaçların kuşları / Hışımlar ku-şanıp / Kuşlarla dil dökerek / Ama hep zar ata-rak / Zar parlayarak / Dü şeş düşerek / Masalar-da uçuşan Süleyman Masallarıyla / Kurulan hey-betli kumardan / Bak bir oyulma hissi bıraktın ha-vaya / Hala duruyor kuşların kuşkuları kaskatı //Bu çok çapraşık bir / çarpışma meselesidir / Yasuların taş yardığı hızla / Damar kopar kan kayar-Akıl ya da tefe koyar insanı / Sosyal soslu telaş-larla / Kuşların seslerine sığınır / Şiiriyle şakıyanşen şuara.” (Çarpışma Meselesi’nden) Bu şiirde gü-cün foyasını yüzüne vururken, gül bülbül şiirleri ya-zarak otuzbuçuk çeken şairlere de giydiriyor.

Altı bölümlük “Dik Âlâ”nın her bölüm başını Ani-ta Sezgener’in deseni anlamlandırıyor. Dikkatederseniz süslüyor demedim. Uygarlık yakıştırmasıaltında doğayı kemirenlere, bir vampir gibi insanideğerleri emenlere karşı Sezgener de desenleriylemeydan okuyor.

Kitaptaki her şiir hakkında sizlerle dertleşmek is-terdim. Elif Sofya’nın kurulu dü-zene; uygarlığın sahteliğine, sı-nırlara, gücün etiketleyen indir-gemesine, doğayı ve hayvanla-rı acımasızca sömürenlerin dü-

zenine şiiriyle çomak sokma huyu var. RAHATSIZEDEN BİR ŞAİR! Daha ilk şiirle şairin derdine ortakolmak okuyana onur katar bence. Bilinç açan, ya-şamına sahip çık diyen, farkına vardıran bir şiir da-marı.

Ali İsmail şiiriTaksim Gezi Direnişi için, o heyecanı yüreğin-

de hisseden, direniş uğruna canını yitiren 6 CAN’ınsimgesi olan “Ali İsmail” şiiri: “Ben sana bir ayva-nın düştüğü yerden / Sanki dalından / Bakıyordumgözleri büyük / Uysal bir hayvan huyunda / Benigörmemişsin gibi gördün / Yandan ve karşıdan /Bir ses sıçrıyordu sulardan / Başındaki dik duruş-Göğsündeki kekik dalı / Kırılmadan kaldın öylece// Şimdi bir ok fırladı fırlayacak / Şimdi dağlar pat-ladı patlayacak / Onun için yere iyi bas / Aslındabiz hızla ölüyoruz / Senin gibi senin kadar ölüyo-ruz // Biliyoruz ki ölmek Ali İsmail / Darbelerin kuv-vetinden bağımsızdır / Kurumlarında kamunun-Bunun için gömmek gerek / Devletlerin karanlı-ğını / kumsalların kumuna.”

Sevgili Panter Emel, iyi ki doğurmuşsun Elif Sof-ya’yı. Şiirlerini senden aldığı muhalif mızraklaörüyor; yamukları, yamuklukları delip duruyor.

HELAL OLSUN!

Dik Âlâ

Elif SofyaYapı Kredi Yayınları

104 s.

PANTER EMEL - ELİF SOFYA DİK ÂLÂ - PEK ÂLÂ

722 Ağustos 2014 CumaAydınlık

NİHAT ZİYALAN [email protected] KANGURUCA AYDINLIK GÜNLER

Şair Elif Sofya, Panter Emel’in kızıdır. Şiirlerinin kanında annesinin kişiliği tüten bir şair. “Düzensiz” (Pan-Heves 2010) adlı ikinci kitabındaki şiirlerin,adı gibi düzensiz, uyumsuz bir tınısı var. Uygarlık kisvesialtında doğayı ve hayvanları katledenlere karşı çıkan şiirler

Ötekiler - Gökben Derviş - Hayal Dergisi,Temmuz-Ağustos 2o14

SEÇTİĞİM ŞİİRLER

Elif Sofya

Philipp Blom, sizleri Paris’in Royale Saint-Roch sokağında oturan Baron d’Hol-bach’in evine akşam yemeğine davetediyor. Kraliçe usulü hindiyle başlayıp fı-

rında Rouen ördeği ile devam eden birbirindengüzel Bordeaux şaraplarının eşliğinde geçen ak-şam yemekleri sizleri sadece gastronomi yol-culuğuna değil, aynı zamanda 18. yüzyıldaki Ay-dınlanma hareketini soluyacağınız entelektüel biryolculuğa çıkarıyor. Hamburg doğumlu tarihçi ya-zar Philipp Blom’un “Cadı Kazanı; Avrupa Ay-dınlanmasının Unutulmuş Radikalizmi” başlık-lı kitabı gündelik hikayeler ve anek-dotlar aracılığıyla 18. yüzyıl gibidünya tarihinin önemli bir döne-mecine ayna tutuyor.

Salon kültürünün başkenti Pa-ris’te üst düzey bürokratları, soylu-ları, hızla yükselen burjuvaziyi, ede-biyatçıları, filozofları, müzisyenleriakşam yemeğinde bir araya getirenbirçok kibar ev sahibi ve sahibesivardı. Baron d’Holbach’in müteva-zı salonunu diğerlerinden ayıran enönemli şey ne menüsü ne de şa-raplarıydı; dönemin en radikal vedevrimci fikirlerine sahip misafirleriydi. Başta Di-derot ve Rousseau olmak üzere yozlaşmış kili-seyi eleştiren rahiplerin, mutlak monarşiye düş-man bürokratların, kendi sınıfının ritüellerindenbıkmış aristokrasi karşıtı soyluların diğer bir de-ğişle dönemin bütün kurum ve kültürünü kıya-sıya eleştiren ‘aykırı' insanların bir araya geldi-ği yerdi Holbach’ın evi.

Şekli dahi 'yıkıcı' olan ansiklopediHolbach’ın sofrasında gerçekleşen kışkırtıcı

tartışmalar bir anlamda o dönem üzerinde ençok konuşulan, okunan, sansürlenen kitaplarınyazılmasını sağlayan kültürel iklimi yaratmıştır.Aydınlanma döneminin en görkemli eseri ve Di-derot’nun yirmi yılı aşkın süren 17 ciltlik çalışmaylaFransa’nın ve bütün Avrupa’daki entelektüel vebilim insanlarını seferber eden “Encyclopé-die”si bu sofrada hayat bulmuştu. “Ansiklopedi’ninşekli dahi yıkıcı olacaktı. Madde başlarını konulara

göre düzenleyen ve dini bir anlayışla ilahiyat, ki-lise tarihi ya da aristokrat aileler gibi konularaöncelik veren önceki ansiklopedilerin aksine, birsözlük kesin suretle alfabetik sıraya göre dü-zenlenecekti... Bu yöntem bütün konuların ka-rışması toplumsal hiyerarşilerin (hem sosyal hemkavramsal anlamda) daha baştan yıkılmasıdemekti. Prensler ile pezevenkler, kontlar ile ku-marbazlar hepsi aynı harfi, aynı sayfayı payla-şacaktı. Bütün bilgi haritasi sil baştan çizilecek-ti.”

Gerçekten de Holbach ve arkadaşları din, in-san doğası, birey-toplum ilişkisi, er-dem, haz, özgürlük, adalet gibibugün de güncelliğinden hiçbirşey kaybetmeyen konuları cesur-ca tartışıp gelecek kuşaklar için yolharitasi çizmişlerdir. Blom, dü-şünce tarihinin belki de en radikalve yaratıcı kavşak noktasını, filo-zofların mektuplarıyla, filozofla-rın birbirleriyle ve çevreleriyle iniş-li çıkışlı ilişkilerini, onların günde-lik hayatlarından anekdotları vepsikolojik motivasyonlarını irdele-yerek dönemin iklimini ayrıntılı

ve canlı şekilde okura aktarıyor.

‘Radikal Aydınlanma’ya gidişBlom’un kitabında merkeze koyduğu soru ol-

dukça önemli: “Aydınlanma’nın radikal akımın-daki filozoflar neden unutulmaya terk edildi?”.

Batı düşünce tarihindekimateryalist ve ateist gelene-ğin takipçisi Aydınlanma’nın ra-dikalleri, özellikle hıristiyanahlakını ve kilise örgütlenme-sini sert bir şekilde eleştir-mişlerdi. Özellikle Holbach,Meslier’in hıristiyanlık karşıtıyazınını dini toplumsal haya-tın her alanından çıkartacakşekilde ele aldı. Holbach, bi-limsel gelişmelerin ışığındadoğa-insan ilişkisini açıkla-mak için hıristiyanlık ya dabaşka bir dini inancın gerek-mediğini dile getirirken, ay-dınlanmış bir topluma ilerle-mek için her türlü yozlaşma-nın, eşitsizliğin ve cehaletin kaynağı olan dini aşıl-ması gereken bir engel olarak gördü. Diderot ise,daha çok edebiyat eserleri ve denemeleriyle hı-ristiyanlığın ahlaki temellerini hedef aldı. Hris-tiyanlığın insanın “ilk günah“ı işlemesine nedenolan arzu ve şehveti yasaklaması ve bedeni budünyada çile çekmesi gereken günah mekanıolarak görmesine karşın Diderot, arzu ve şeh-veti insan doğasının en temel dürtüsü olarak elealdı. İnsan arzularına karşı savaşarak değil, on-lara uygun yaşayarak mutlu ve sağlıklı birey ola-bilirdi. Bu fikir bir yandan insanın bedenini öz-

gürleştirirken aynı zamanda kadını şehvetin vegünahların kaynağı gören kilise doktirinine kar-şı modern feminist akımın ilk taşlarının kon-masını da sağlamıştı. Holbach ve Diderot’nun ak-

şamları sofralarında ağırla-dıkları birçok muhalif düşünürbile onların bu ateist ve uz-laşmaz kilise karşıtı fikirlerikarşısında şaşırmakta hattaendişelenmekteydi.

Bu noktada Blom, Aydın-lanma’nın iki akıma ayrıldığınınaltını çizer. “Ilımlı Aydınlan-ma”nın temsilcisi olarak baş-ta Voltaire olmak üzere deist,akıl ve erdem ile hıristiyanlığıuzlaştıran, politik alanda mo-narşi ve soylularla pek çatış-mayan düşünürleri sayar. “Ra-dikal Aydınlanma”nın temsil-cisi olarak ise Holbach, Dide-rot ve Helvétius en öne çıkan

isimlerdir.

Holbach ve Diderot’un ‘çalınan devrim’i

“Voltaire ile Kant’ın Ilımlı Aydınlanması bur-juva değerleriyle son derece uyumludur. Akıl övü-lür, fakat dinin ihlal etme tehlikesi yaratamaya-cağı bilimle sınırlı tutulur... Kapitalist on dokuzuncuyüzyılın neden Kant’ın aklı yücelten düşüncesiylebu kadar uyuştuğunu anlamak hiç de zor değil.Ne de olsa sanayileşmenin amacı toplumu

Batı düşünce tarihindekimateryalist ve ateist

geleneğin takipçisiAydınlanma’nın

radikalleri, özelliklehıristiyan ahlakını vekilise örgütlenmesini

sert bir şekildeeleştirmişlerdi.

Özellikle Holbach,Meslier’in hıristiyanlık

karşıtı yazınını dinitoplumsal hayatın heralanından çıkartacak

şekilde ele aldı.Holbach, bilimsel

gelişmelerin ışığındadoğa-insan ilişkisini

açıklamak içinhıristiyanlık ya da

başka bir dini inancıngerekmediğini dile

getirirken, aydınlanmışbir topluma ilerlemek

için her türlüyozlaşmanın, eşitsizliğin

ve cehaletin kaynağıolan dini aşılmasıgereken bir engel

olarak gördü

mümkün olduğuncaakılla hareket eder hale getirmek...” Yazarparlak şekilde burjuva toplumunun nedenradikal aydınlanmacıları kenara itip unu-tulmaya bıraktığı gerçeğini ortaya çıkarır-ken, kitap boyunca Rousseau ile radikallerarasında gittikçe açılan düşünsel ayrımı elealır. Özellikle son bölümde Rousseau ya-zarın eleştirilerindeki “baş kahraman” olur.Rousseau’nun 'genel irade' (volonté géné-ral) fikriyle modern totaliter toplumların do-ğuşuna neden olan ilk günahın tohumunuekmekle suçlar bir anlamda. Gerçek şu kiyazar, Rousseau’nun yeni topluma dair fi-kirlerinden daha çok bu fikirleri hayata ge-çiren Robespierre, Lenin ve Stalin’i eleşti-lerinin merkezine koyar. Diğer bir ifadeyleHolbach ve Diderot’nun “devrimini çalan”

bu siyasi liderler devrimi Rousseau iletaçlandırmışlardı.

Philipp Blom, Holbach ve Diderot’nun fi-kirlerinin devrimlerin kendisinden dahidaha radikal kaldığı düşüncesini savunur-ken bu siyasi liderlerin devrimci bir külte ih-tiyaç duyduklarını tespit eder. Bu fikirleri deRousseau’da buldukları için radikallerin fi-kirlerinin dışlanıp Rousseau’nun totaliter-liğe kapıları açan fikirlerinin tercih edildiğinidile getirir. Bu düşünceler sonucunda kitabınsonunda ulaştığı nokta dikkat çekicidir.

Tarihsel zorunluluğu görmeyinceYazar metodolojik anlamda önemli bir

hata yapmaktadır. Düşünürlerin fikirlerini ta-rihsel bağlamlarından kopararak, düşü-nürlerin psikolojik durumu ve çerçevesiy-le olan ilişkilerine göre yorumlamaktadır.Rousseau’nun genel irade kavramı o gününFransası için en devrimci fikirdi. Bodin’intemsil ettiği Mutlak Monarşi ile Montes-quieu’nun temsil ettiği soyluların ayrıcalı-ğı şeklinde ikiye ayrılan egemenlik tartış-masının merkezine Rousseau halkı, ulusuyerleştirmiştir. Kral XVI. Louis’i giyotineyollayan, 1793’te insanlık tarihindeki belkide en demokratik ve halkçı anayasayı ya-pan Robespierre ve Jakobenlerin Rousse-au’nun büstleriyle Paris’i donatmasındandaha doğal bir şey olamaz elbette.

Diğer bir nokta ise yazarın ‘tarihsel zo-runluluk” kavramını görmezden gelmesi-

dir. Eski rejimin son dönemlerinden Dev-rimin ilk yıllarına kadar Fransa’nın en temelsorunu merkezîleşme meselesiydi. AlbertSaboul’un ifade ettiği gibi bu anlamda“Eski Rejimden Jakobenler, JakobenlerdenNapolyon’a Fransız Devrimi bir bloktur”. Bü-tün Avrupa’nın savaş açtığı ve 80 vilayet-ten 60’ının Paris’e karşı ayaklandığı devrimboğulması tehlikesi gün-demdeyken Robespierreve Jakobenlerin merkeziyapıyı sağlamlaştırırkenaynı zamanda cumhuri-yetin erdemini ve vatan-severliği yüceltmesi ka-çınılmazdı. Yazarın “Klasikşatafatta ve ideolojik zevk-sizlikte sınır tanımayan”diye betimlediği Jacque–Louise David, cumhuri-yetin ve devrimin değer-lerini en güçlü duygularladile getirirken Délacro-ix’nin resimlerini yapaca-ğı tuvali hazırlamıştı.

En önemli nokta ise yazarın, neden Di-derot değil de Rousseau’nun fikirlerininDevrim ile doğan yeni toplumun ilham kay-nağı olduğu sorusunu sonuna kadar gö-türmemesidir. Marx’ın “1793’ün Paris’teki Ja-kobeni bugün (1848) Polonya’daki komü-nisttir” ifadesi gibi 1871 Devrimi’nde Pariskomününün lideri Blanquistler’in kendile-rini Jakobenlerin devamı olarak görmesi,

Avrupa’daki monarşileri ve kilise düzeniniyerle bir eden devrimci damarın Rousse-au ve onlardan ilham alan Jakobenlerle köksalarak bütün Avrupa’ya yayıldığı gerçeğininsomut örneğidir.

Örtüsü kaldırılmış Liberalizm“Epikuros’tan Lucretius’a, Spinoza’dan

Bayle’e kadar Batı’nınözgür düşünce gelene-ğini bir araya getiren”Aydınlanma’nın radikalmirasını savunurken ya-zarın Devrim karşıtı birkonumda pozisyon al-ması ve Devrimin en ra-dikal, demokratik vehalkçı dönemini hedeftahtasına koyması üze-rine düşünülmesi ge-rekmektedir.

Bu çelişkiler kapısınıaçacak anahtarı Hobs-bawn özlü bir şekilde

dile getiriyor: “Robespierre’ler her zamanDanton’ları yener. Cinsel ve hatta kültürelözgürlükçülüğün devrimin gerçekten birinciltartışma konusu olduğuna inanan dev-rimciler er ya da geç bir kenara itilir.” Ya-zarın göremediği belki de görmek iste-mediği bu tarihsel olgudur. Diderot’nunneden kenara itildiği sorusunun cevabıönemli ölçüde burada gizlenmektedir.

8FERHAN BAYIR

9

Cadı Kazanı (Avrupa Aydınlanmasının

Unutulmuş Radikalizmi)Philipp Blom

Çev: Faruk AkkuşSel Yayıncılık, 388 s.

22 Ağustos 2014 Cuma Aydınlık

Avrupa, radikal aydınlanmacıları neden terk ettiAvrupa, radikal aydınlanmacıları neden terk ettiAvrupa, radikal aydınlanmacıları neden terk ettiAvrupa, radikal aydınlanmacıları neden terk ettiAvrupa, radikal aydınlanmacıları neden terk ettiAvrupa, radikal aydınlanmacıları neden terk ettiAvrupa, radikal aydınlanmacıları neden terk ettiAvrupa, radikal aydınlanmacıları neden terk ettiAvrupa, radikal aydınlanmacıları neden terk etti Madame Geoffrinsalonunda Marivaux,d'Alembert, Helvétius,Diderot’un daaralarında bulunduğuAydınlanma’nın veFransız Devrimi’nin fikirbabalarının toplantısı... (1755)

Resim: Charles GabrielLemonnier

Bodin’in temsil ettiği Mutlak Monarşi

ile Montesquieu’nun temsil ettiği

soyluların ayrıcalığı şeklinde ikiye

ayrılan egemenlik tartışmasının

merkezine Rousseau halkı, ulusu

yerleştirmiştir. Kral XVI. Louis’i giyotine

yollayan, 1793’te insanlık tarihindeki

belki de en demokratik ve halkçı

anayasayı yapan Robespierre ve

Jakobenlerin Rousseau’nun

büstleriyle Paris’i donatmasından

daha doğal bir şey olamaz elbette

Philipp Blom

Holbach

Diderot

Yalnız uzak tarihin değil, yakın tari-hin karanlık ve karmaşık sayfala-rını karıştırarak mufassal bilgilerelde etmek, kimi zaman harcanan

çabaların yoğunluğuna rağmen beklenensonucu vermeyebilir. Araştırmacı-yazarıyılgınlığa hatta umutsuzluğa sürükleyen buişte, hiç değilse satırbaşları üzerinden birplan çıkarmak bile mümkün olmaz ya daolsa bile birbiriyle örtüşmeyen bilgileri sı-raya dizerek sonuç elde etmenin güçlü-ğü karşısında araştırmacı, birtakım pratikverilerin arayışı içine girer. İşte böyle biraşamada, elinin altında bulunması müm-kün olmayan yarı gerçek-yarı mizahi sap-tayıcı bilgiler, araştırmacı-yazara hiç um-madığı bir kolaylık kapısını aralayıverir.Böylesi bilgileri kesin sonuçlar bağla-mında değerlendirmek belki yanıltıcı olur,ama o kişinin eğildiği konu hakkında enazından ipuçları sağlayabilir.

Tarih kitaplarının ağırlığı altında bunal-mak istemeyen açıkgözler içinse, böyle ki-taplar, o konu üzerinde fikir sahibi olmanınkestirme yoludur. İşin içine hele de mizahkarışmışsa, bilgiyi deşifre etmenin sürük-leyici hazzı daha da sarmalayıcı olur.

Keskin bir entelektüel duruşla Lenin - araİşte böyle bir kitap var şu anda elimiz-

de. Kısa adı Rius olan Meksikalı yazar-ka-rikatürist Eduardo Humberto del Rio Gar-cia, Sovyet devriminin öncüsü Lenin’in,doğumundan (1870) ölümüne kadar ge-çen serüven dolu yaşamını, belgesel değertaşıyan fotoğraflar, yazılı karikatürler, espridolu kısa bilgiler eşliğinde yansıtıyor. Rius’unilk karikatürleri 1955’te Ja-Ja dergisinde çık-mış, 1960’larda Meksika’nın belli başlıdergi ve gazetelerinde karikatürler çiz-miş. Meksika hükumetini keskin miza-hıyla eleştirdiği karikatür dizileriyle halkınsevgisini kazanmış, siyaset, vejeteryanizm,din ve felsefe gibi konuları işlediği kitaplarıarka arkaya yayımlanmış. Herkesin anla-yıp sevebileceği bir yalınlık ile “keskin birentelektüel duruş”u bir araya getirmesiy-le ün kazanmış.

1961’de Moskova’da İzvestia’da çizen ilkyabancı olmasıyla elimizdeki Lenin kitabınınyakın bir ilişkisi bulunduğu kuşku götür-müyor. Sovyet devriminin ana hatlarını vegelişim evrelerini iyi bilen bir “uzman” sı-fatıyla konuyu karikatürize eden entelek-tüel-mizahçı tavrı ortaya koyması, hele deçizgi inceliğinde belli bir aşama kaydetmişolması, söz konusu kitaba özel bir boyut ka-tıyor.

Bir mizah kitabı mı bu? İçeriğinin cid-diyeti açısından baktığınızda pek de öyle gö-rünmüyor. Lenin’in çocukluk yıllarıyla ilgi-li aile fotoğraflarından devrimci gruplabağlarını, çatışma ve işbirliği ilişkileriniaçığa vuran belgelere varıncaya kadar,humoristik vurgularla pekiştirilmiş tarih dö-kümü, kitabın bu yönünü ön plana çıkarı-yor. Kropotkin, Bakunin, Malatesta’danbaşlayarak anarşist ve terörist şiddet bağ-lamında, Lenin henüz yirmi yaşındayken Al-mancadan çevrilen Karl Marx’ın mani-

festo niteliğindeki fikirlerini temel alan ilkçıkışlar, mücadelenin ilk hedefini çarlığın yı-kılmasına, köleliğe dayalı feodalizmin tas-fiyesine ve sosyalist bir toplumun kurul-masına yönelen bütün inişli çıkışlı geliş-meler, Rius’un akıcı çizgileri ve esprileriy-le birleşince ilginç bir tarih dökümü orta-ya çıkıyor.

Lenin’i anlatan en eğlenceli kitap

Kitabın yazılmasında göz önüne alınankaynakların ve aslında bir eylem adamı ola-rak bilinse de Lenin’in 1897-1923 tarihle-ri arasında kaleme aldığı elli kocaman cil-di kapsayan yazıların da kronolojik sıray-la dökümü, kitabın sonunda yer almakta.Bilimsel içerikli kitaplar için geçerli olan böy-le bir kaynakçaya dayanmış olması, Lenin’ieğlenceli bir üslupla anlatan bu kitap açı-sından güvenilir olma niteliğini pekiştir-mektedir.

Tarihe Kanlı Pazar olarak geçen 9 Ocak1905’ten, yani “sonun başlangıcı”ndan,kitlelerin hayat koşullarını iktisadi ve siya-si bakımdan iyileştirmek için yeni bir dev-rim modelini geliştirme yolunda, baştaKarl Marx olmak üzere büyük bir açlıkla fel-sefe teorilerini okuyup incelediği dönem-lerle ilgili belgeler ve fotoğraflar ve niha-yet Ekim 1917... Lenin’e göre kötü bir ku-ramcı, ama iyi bir hatip ve örgütçü olanTrotskiy, Petrograd’a döndüğünde Lenin’lePlehanov ve Kerenskiy arasındaki tercihi-ni hangi yönde yapacaktır? Bu ve benze-ri soruların yanıtları da kitabın sayfaları ara-sında okuru bekliyor.

Capri'de satranç partisiÇizgiler ve grafik unsurlar kadar ilgi çe-

kici olan siyah-beyaz fotoğraflar arasın-da en ilginç olanlarından biri, Lenin’iMarksist kuramcı Bogdanov’la Capri’desatranç oynarken gösteren fotoğraf... On-ların oyununu, tepelerine dikilmiş olan Gor-ki izliyor. Bunun dışında kalan dramatikolayları belgeleyen başka fotoğraflara,Rius, kendine özgü konuşma balonları yada açıklayıcı notlar ekliyor alaycı bir üs-lupla.. Kitap, böylece bir anda belgesel ağır-lığından arınıp mizahi bir içeriğe dönüşü-veriyor.

Kitabın sonunda ilgili yayınevinin, Rius’unöteki temel eserlerini kronolojik bir sıray-la vereceği belirtiliyor.

Yaşayan bir mizahçı, tarihsel gelişme-lere anekdotik ilgiyle eğilen bir mizah çi-zeri ve yorumcusu olarak Rius, tarihin okurüzerinde tepki yaratan ağırlığını ve kav-ranması zor yükünü hafifleten bir yorumcu.Bir anlamda tarihin akışını, yönündensaptırmaksızın izlerken, yaşanan olayla-rın, tarihe damga vuran liderlerin profili-ni çizerken, tarihin ağırlığını ciddiye almı-yor gibi görünmekte, bu açıdan günümü-zün bunalmış okuruna zekice göz kırp-maktadır.

Lenin’e göre kötü bir kuramcı, ama iyi bir hatip ve örgütçü olan Trotskiy, Petrograd’a döndüğünde Lenin’le Plehanov ve Kerenskiy arasındaki tercihini

hangi yönde yapacaktır? Bu ve benzeri soruların yanıtları da

kitabın sayfaları arasında okuru bekliyor

Mizah yazarları yönünden YAKIN TARİH

Çizgilerle Lenin

Rius, Çev: Çiçek Öztek Yordam Kitap, 168 s.

10KAYA ÖZSEZGİN

22 Ağustos 2014 Cuma Aydınlık

SEÇİL EPİK11

Doktor Franz Hiller bir zepline âşık oldu. Ber-lin’de modern çağın harikalarının sergi-lendiği bir fuarı dolaşıyordu: otomobiller,pervaneli uçaklar, mekanik uşaklar, fark

makineleri ve gelecekte insanlığa eşlik edecek di-ğer şeyler.

Zeplin halatlarla havacılık sergisinin ortasına bağ-lanmıştı. Kordonun yanındaki küçük tabelaya göreadı Beatrice’ti. (Zeplin, Beatrice)

Karin Tidbeck, 2002'den beri İsveççede 2010'danberi de İngilizcede kitapları yayımlanan 37 yaşındabir yazar. Geçtiğimiz aylarda Türkiye'de de bir kita-bı yayımlandı: “Zeplin”. İsveçli yazar Tidbeck’inTürkçede yayınlanan ilk öykü kitabı bilinmeyen birdünyanın motiflerini ve dilini dünyamıza taşıyor. Ki-tapta yer alan öykülerin ilk bölümü “Arvid PekonKim?” (Vem är Arvid Pekon?, 2010) kitabından di-ğerleri ise yazarın daha önce yayımlanmamış öy-külerinden oluşuyor. Hikayeler aynı gizemli dünya-dan sesleniyor olsa da birbirinden farklı temalar içe-riyor. Hem anlattığı hikayelerin büyülü gerçekçilik, bi-lim kurgu ve fantastik arasında gidip gelen içeriği hemde yarattığı özgün anlatım şekli ile dikkat çeken biröykü koleksiyonu “Zeplin”. Yazarın eğitim geçmişi deöykü konuları gibi çeşitlilik gösteriyor. Bir tarafta kar-şılaştırmalı din ve sosyal antropoloji diğer tarafta iseyaratıcı yazarlık eğitimi var yazarın. Kitap yazmak dı-şında yaratıcı yazarlık atölyeleri de düzenleyen biryazar Tidbeck.

Tuhaf tedirgin edici bir dünyanın içinde kendini-zi bir anda kıkır gülerken bulabildiğiniz gibi gizem-den korkuya kadar uzanan yelpazedeki öykülerle ür-perdiğinizi hissediyorsunuz.

Tidbeck’in sıra dışı öykü dünyası içinde sadecegerçekçi insan hikayelerini değil peri masallarını daaslında hiç var olmayan dünyaları da içinde barın-dırıyor. Romanın, öyküyü edebiyat çemberinin bir par-ça dışında bırakmasına inat bir kez daha bir kez dahaokuma isteği uyandıran öykülerden oluşan bir eser.Bana sorarsanız Tidbeck’in “Zeplin” koleksiyonununen ayırt edici özelliği son derece İsveçli olmaları. Ya-zar belli ki bizim için bir parça Mars’tan gelmiş gibigörünen bu Kuzey ülkesinin mitlerinden ve gele-neklerinden oldukça faydalanmış öykülerini yazar-ken. Röportajımız sırasında kendisi de değiniyor ger-çi mitlerden ve geleneksel anlatılardan yararlandı-ğını. Birçok noktada ise bizim gibi Ortadoğu ve Ak-deniz karışımı bir ülkenin insanı için bile çok tanıdıkKuzeyli hikayeleri yakalıyoruz. O anlarda kültür,coğrafya ve gelenekler ne kadar değişirse değişsininsan hikayesinin bir noktada kesiştiğini bir kere dahafark ediyoruz. Kuzey Avrupalı müzisyenler, yönet-menler derken son yıllarda İskandinav toprakların-dan çıkan yazarların da tüm dünyada dikkatleri üs-tüne çektiği bir gerçek. Tidbeck de özellikle bilim kur-gu ve fantezi alanında büyük bir sıçrayış yapan Nor-dik yazarlarından biri.

Zeplin’e aşık olan bir doktor, buhar makinesindençocuğu olan bir kadın, komünist bir komünde dün-yaya gelen ilk çocuk, kırlarda dolaşan karşı konul-maz periler… Mitlerle ve sıra dışı insan hikayeleriy-le insanı tekinsiz bir dünyaya çeken öyküler anla-yacağınız. Tidbeck, bir röportajında her zaman ka-fasında hikayeler üreten bir çocuk olduğunu söylü-yor. Bu yüzden de yazmadan durabileceğini dü-şünmüyor. İsveç’te bilim kurgu ve fantezi yazının çokeski zamanlardan beri önemli bir yer kaplaması da

onun edebiyatına yön veren belirgin etkenlerden olu-yor.

Karin Tidbeck’le hem öykülerin yaratılış süreci-ne hem de bilim kurgu ve fantezi edebiyatı üzerinebir röportaj yaptık. İyi anlamda garip bir kadının öy-külerinin kökenini tıpkı onun mitlere yaptığı gibi kaz-maya çalıştık.

n Eğitim geçmişinize baktığımızda yaratıcı ya-zarlıktan sosyal antropolojiye kadar birçok farklı alanolduğunu görüyoruz. Benim en çok ilgimi çeken kar-şılaştırmalı din ve sosyal antropoloji oldu. Bu eğitimyazınınızı nasıl etkiledi?

Bir hikayeyi oluşturacak etkilenmenin nereden gel-diğini söylemek daima zordur, çünkü gördüğümüzve yaptığımız her şey bizi bir şekilde etkiler. Ne di-yebilirim ki bu eğitimler bir şeylere yardımcı oldu.Özellikle karşılaştırmalı din ve sosyal antropoloji bö-lümlerinin her ikisi de insanların dünyanın farklı yer-lerinde nasıl düşündüklerini ve davrandıklarını an-lama konusunda farklı perspektifler geliştirmemi sağ-ladı. Bu size “doğru”, “normal”, “iyi” ve “kötü” gibi ke-limelerin nasıl subjektif bir bakış açısıyla tanımlan-dığını ve kültürlere ve zamana göre ne kadar fark-lı olabileceğini gösteriyor. Bir kültürün iyi ve normalolarak gördüğünün başka bir kültür için ne kadar ayıpve garip olabileceğini ve bu iki inanışın da o kültür-ler için “doğru” olduğunu da. Bu bilgiler aslında hiçvar olmayan kültürler hakkında hikayeler anlattığı-nız zaman çok faydalı oluyor. Karşılaştırmalı din eği-timi size mitoloji kavramının nasıl çalıştığını ve ak-tarıldığını kavramamız açısından oldukça kullanış-lı bilgiler sağlıyor.

n Ursula K. Le Guin “Zeplin” hakkındaki yoru-munda “açık bir biçimde Nordik” olarak tanımlıyor.Türkiyeli birçok insan için oldukça uzak, yabancı birkültüre sahip Nordik ülkeleri. Nordik olmanın an-lamı tam olarak nedir?

Bu Nordik olmak, kitaplarım İsveç dışında da ya-yımlanmaya başlayınca diğer insanların öyküleri-me dikkat çekmek için kullandığı bir tanım. Aslındabunun tam olarak ne anlama geldiğini açıklamakçok zor, çünkü Nordik ülkeleri birbirinden çokfarklı. İsveçli olmak Danimarkalı, Norveçli ya da Fin-landiyalı olmak tam olarak aynı şey değil. Bu biraz

da Avrupalı olmanın ne anlama geldiğini anlatmayaçalışmak gibi oluyor. Nordik ülkelerinde yaşayan in-sanların bazı stereotip özellikleri var, bunlar da han-gi Nordik ülkesinden olursanız olun sizi kapsıyor. Buyüzden ne diyebilirim ki; Nordik olmanın anlamı kı-şın soğuk ve karanlık olması demek. Bir de kon-serve balık yemek.

Kim aile, ölüm ya da delilik hakkında düşünmez ki

n Öyküleriniz Türkiye’deki okurlar tarafından çokilgi gördü. Okurken öyküleriniz ile çağdaş Türkçeöyküler arasında bazı benzerlikler ve çok ciddi fark-lılıklar olduğunu gördük. Aslına bakarsanız beni şa-şırtan farklılıklardan çok benzerlikler oldu. Bazı öy-küleriniz, özellikle İsveç kültürünü fazlasıyla içindebarındıranlar çok yabancı gelebilirken bu öyküle-rin içindeki aile ve toplum ilişkileri bizimkinden çokda farklı değildi. Sizce bu benzerliğin sırrı nedir? Herne kadar çok farklı coğrafyalarda yaşasalar da aynıdönemde yaşayan öykücüler kolektif bir bilinçal-tına sahip olabilir mi?

Bence bu evrensel konuların bir karışımı. KΔimaile, ölüm ya da delilik hakkında düşünmez ki yada bizim dışımızda da bir gerçekliğin bir hayatın ol-duğunu? Ayrıca dünyada bulabileceğiniz bütün perimasalları arasında benzer bir ton vardır, belki debuna bir mitolojik ton demek mümkün. Bu yüzdengeriye dönüp halk hikayelerini kazımaya başladı-ğınızda, tıpkı benim de yaptığım gibi, belki de bu tonbir parça ortaya çıktı ve size de tanıdık geldi.

Çok fazla Türkçe edebiyat okumadım bu yüz-den İsveççe ve Türkçe edebiyat arasında iyi bir kar-şılaştırma yapamayabilirim. Orhan Pamuk’un bir-kaç kitabını okudum ve İsveççe edebiyatta da bu-labileceğiniz bir melankoli buldum onun eserlerindede. Muhtemelen pop kültüründen ve İngilizce ko-nuşulan dünyanın da etkisiyle benzer kaynaklar-dan yararlanıyor olmamız da bir diğer sebep.

n “Zeplin”de yer alan öykülerin en etkileyici yan-larından biri de işlevsiz ailelerden, Hint mitolojisin-den, biyo-mekanik yaşamlar üzerine yoğunlaşıyorolması. Bütün bu öyküler nasıl bir araya geldi, bu hi-kayeleri birbirinden ayıran sınır nedir sizin gözünüzde?

Koleksiyondaki öykülerin yazılışı neredeyse onyıllık bir sürece yayılıyor, bu yüzden birbirinden çokfarklılar. Kitabı oluştururken belli bir tema üzerin-de yoğunlaşan öyküleri bir araya getirmedim.Bunlar sadece son on yılda yazdığım en iyi öykü-lerdi. Sanırım öyküler arasındaki ortak yan zamanlailgimi çeken ve yazdığım konular olmaları.

Tuhaf tedirgin edici bir dünyanın içinde

kendinizi bir anda kıkır gülerken

bulabildiğiniz gibigizemden

korkuya kadar uzanan yelpazedeki öykülerle

ürperdiğinizihissediyorsunuz

Garip bir kadının öyküleriKUZEY ÜLKESİ MİTLERİNİN KİTABI 'ZEPLİN' VE KARİN TİDBECK RÖPORTAJI

Zeplin

Karin TidbeckÇev: Tülin Er

Aylak Kitap, 160 s.

22 Ağustos 2014 CumaAydınlık

Karin Tidbeck

Kırk yıl düşünsem, bir karakteri“biraz” sözcüğü ile tasvir etmekaklıma gelmezdi. Hani diyelimki tüm sözcükler tükendi ve

elimde yalnızca miktar zarfları kaldı. Ozaman da ya “çok” ile ya da “az” ile ta-nımlaya çalışırdım. “Biraz” gerçektenözenle seçilmiş bir sözcük.

“Luis lakaplı Emanuil Retsina tek birsözcükle tanımlanabilir: Biraz.” Doğru-dan bu cümle ile başlıyor roman. “Birazkısa boylu, biraz çirkin, biraz yakışıklı, bi-raz tembel, biraz eğitimsiz, biraz dinsiz.”Tam burada bir es verip biraz dinsizinne demek olduğunu açıklıyor, yazar. Nor-malde hiç kiliseye gitmeyen karakterindüğün, vaftiz ve cenaze törenlerinemutlaka katılmasını biraz dinsizlik ola-rak tanımlıyor. İçimden o ‘biraz dinsiz-lere’ selam söyleyesim, hatta alınların-dan öpesim geliyor. Zira 15 yıldır “çok”dindar görünen “hepten” dinsizlerdenyorgunluğum, omuzlarımı çökertiyor…Üstelik çöken yalnızca benim omuzla-rım değil…

Yazar, ikinci paragrafta da “biraz”sözcüğü ile tasvire devam ediyor. En son“Biraz güvenilir, biraz iyi” diyerek bitiri-yor ama eklemeden de geçmiyor hani:“Genelde pek de iyi kumaş sayılmaz.”

Sarıyor kitap. Sardırıyor yazar. İçimiz-den biri gibi, yanı başına dirseklenip an-latan eski mukallit amcalar gibi, hatta du-dakları arasına kıstırdığı sigarasını, geve-leyerek ağzının bir yanından öteki yanı-na geçiren, arada bir de külünü düşürensevimli yaşlılar gibi anlatıyor. Bilirsiniz on-ları, herkesin hayatında bir kere olsun ta-nışmışlığı vardır o tiplerle. Pek sevimli an-latırlar, senin bildiğin sözcükleri kullanır-

lar, komiktirler. Üstelik arada bir seni dedürter, dizine vurur, omzuna filan doku-nurlar ki aslı samimiyettir onun.

Benim çocukluğumda Kör Hasanamca vardı bizim köyde. Yol üstü evininbahçesinde kocaman bir çınar ağacı. Oağaca sırtını verir saz çalar, türkü söy-ler, gelen geçenle sohbet ederdi. Biz ço-cuklar okuldan çıktık mı soluğu onunbahçesinde alırdık. Gözleri görmesede o bilirdi hepimizi. Hangimiz kimler-deniz, kimin çocuğuyuz, kaçıncı sınıf ol-duğumuza kadar hepsini. Soluğu onunbahçesinde alırdık çünkü bizim gel-memize yakın tazecik toplanmış mev-sim meyveleri olurdu sinide. O bize öncebiraz sohbet ediverir, eskilerden söz açar,Nasreddin Hoca ahbabıymış gibi fıkra-larını anlatır, ardından türküler çalar söy-lerdi. Bağlama ustasıydı. Bir türküler dök-türürdü, kimi kendi bestesi (ki ona bes-te denmez ‘deme’ denirdi bizim köyde)kimi bildik türküler. Şeytan Bunun Ne-resinde türküsünü ilk ondan duymuş-tum ben. Onun anlatımları geldi aklımakitabı okurken. O kadar Anadolu ko-kuyor kitap, o kadar bizden biri geliyorkarakterler.

Sahi şimdi aklıma düştü: Hani sine-mada iyi oyunculara “karakter oyuncu-su” denir ya, acaba karakter tasviri vezenginliğini ön plana çıkaran yazarlarada “karakter yazarı” dense olur mu ki?Yazar karakter tasvirlerinde öyle vuruşnoktaları buluyor ki, sen okur olarak “A!Bu aynen bizim Safiye teyze” ya da “Aha!Fikri amca gibi” diyorsun. Tüm anla-tımların ayakları yere basıyor, biliyorsuno tipleri, anlıyorsun.

"Kızıla Boyalı Saçlar"dan söz ediyorum,Kostas Mourselas’ın kaleminden çıkan veyeniden gözden geçirilip Kırmızı KediYayınevi tarafından satışa sunulan kitap-tan. Bir şey diyeyim mi? Okur, anlatımdakisamimiyetin hazzını alırsa, karakter zen-ginliğinin farkına varırsa, -ki mümkündür-şimdiye kadar satmış olduğu 100 bini iki-ye katlar bu kitap.

Hangi başbakan bu kitabı okumuş-tu?

Seneler evvel bizim dilimize çevril-miş ilk basımını rahmetli Ecevit’tenduymuştum. Kendisi ile yapılan bir rö-portajda, o gün için okumakta olduğu ki-tap sorulmuş, O da “Kızıla Boyalı Saç-lar”ı söyleyip ilgi ve övgüyle söz etmiş-ti. Hemen gidip almış ve okumuştum.Dile kolay, ülkemin başbakanı övüyor-du. Şimdiki yeni basımını elime alıp eskibir dostu karşılar gibi sayfalarını çevi-rirken, ne kadar da çok anıyı canlan-dırdı…

"Kızıla Boyalı Saçlar"ın birazına gön-derme yaparak şunu söyleyebilirim:Bize “biraz” az gelir. Bize çokça bilim vesanatı destekleyen, çokça insan sevgi-si taşıyan, çokça hak ve hukuka saygı-lı, çokça yüksek karakterli biri lazım. Ku-maş çok iyi olmalı… Ve ille de okuyan,okumasıyla halkına örnek olan bir lider

Onlar Bizi HiçAldatmadı Ki

Emin ÇölaşanKa Kitap

288 s.

12ERDEM ATAY

22 Ağustos 2014 Cuma Aydınlık

Hep derler, “Türk insanının hafızası za-yıftır, kendisine yapılanı ya da ya-şananları hemen unutur” diye. Bunaçoğunlukla katılmak mümkündür.

O nedenle halkın bir kulağından girip diğer ku-lağından çıkan şaşırtıcı sözleri ve yaşanan ger-çekleri ara ara hatırlatmak faydalı olur.

Gazeteci yazar Emin Çölaşan da bunu yap-mış. Aslında eline kalemi alıp “geçmişte ne-ler oldu” diye bir kitap hazırlamamış. Yaptığıbasit. Eski yazılarını bir kez daha hatırlatmak.Çok da iyi yapmış.

Sadece 3 şahıs ile ilgili yazdığı yüzlerce ya-zıdan bazılarını seçip yayımlamış. “Bu kitap-ta geçmiş yazı-larımdan bir de-met bulacak ve‘Bu şahısları’taaa yıllar önce-sinden nasıl‘Keşfetmiş’ ol-duğumu göre-ceksiniz” demişÇölaşan.

Kim bu şahıslar: “Tayyip, Abdullah, Fethullahüçlüsü…”

Kitabın daha ilk sayfalarını çevirirken, birfarkındalık yaşıyorsunuz. Çölaşan’ın kitabınınbaşlığı o farkındalığı anlatıyor aslında: “OnlarBizi Hiç Aldatmadı ki”.

Sahiden aldatmadı. Kitabı okurken şöylebir yakın tarihe bakıyorsunuz, “Vay arkadaş, taa20 yıl önce de bunu söylemiş”, “18 yıl önce bu-günkü çıkan yasaları bu söylediği zihniyet içinçıkarmış” gibi sözler söyleyip, şaşkınlığınızlakalıveriyorsunuz.

Kitap ile söylenecek çok söz yok. Emin Çö-laşan’ın kalemini de tartışacak değiliz buyazıda. Çölaşan’ın onlarca onurlu yazar ve ga-zeteci gibi yıllarca bu üçlüye karşı verdiği mü-cadeleyi biliyoruz. Kitabı önemli kılan da buüçlünün yakın geçmişte neler söyledikleri veneler yaptıkları… Üçlünün her yaptıkları an-latılmıyor, anlatılamaz da zaten. Sadece ba-zıları… O bile yetiyor, onları anlamaya. Kısa-cası Çölaşan okuruna bu kitapta hala sesle-niyor: Onlar bizi hiç kandırmadı ki…

İşte kitapta anılarımızı tazeleyecek, hafızayıkaybedenler için yeni gibi gelecek ve bizlerihiç şaşırtmayacak birkaç söz/olay(lar):

Fethullah Gülen:“Devleti belli etmeden, sessizce ele ge-

çireceğiz. Adliye (yargıçlar, savcılar), mülki-ye (valilikler, kaymakamlıklar), emniyet çokönemlidir.” (Gülen’in ortaya çıkan bu ses ka-yıtlarına cevabı çok manidar: Montaj)

Tayyip Erdoğan:“Partimiz, Amerika’nın doğal müttefikidir.

Türkiye’de IMF’ye direnenleri üzüntüyle izli-yoruz.” “Cumhuriyet dönemi… kendisine dinolarak Kemalizmi almış ve başka hiçbir dine(Müslümanlık dahil) hayat hakkı tanımaya-rak kitlelere zorla dikte etmiştir.”

“Türkiye’nin yarınında artık Kemalizmeveya başkaca birresmi ideolojiye yeryoktur. Biz Müslü-manlar için en üstbelirleyici İslam’ınilkeleridir. Her şeyona göre belirlenir.”

“Elhamdülillahşeriyatçıyım. Refe-

ransımız İslam.”“Oğlum düğününde gelen altınları boz-

durup bana borç verdi.”“Ne yazık ki Türkiye’nin 70 yıllık tarihi boşa

harcanmış bir zamandır. Türkiye Cumhuriyeti1923’ten bu yana sürekli bir gerileyiş içinde-dir.”

(“Kürtlerin ayrı yaşama istekleri olursa” so-rusuna) “Bu durumda belki Osmanlı eyalet-ler sistemi benzeri bir şey yapılabilir.”

Abdullah Gül:“Bu bölüm davalının (Abdullah Gül’ün) ki-

şisel harcamasıdır. Kişisel ilişkileriyle ilgilidir.Göreve gereği değildir. Bu kabımdan bizzatkendisi ödemekle sorumludur. 1 milyar 652milyon liranın yüzde 50 faizle davalıdanalınmasına…” (Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’ninAbdullah Gül hakkında açılan davanın kara-rı- İddia: Devlet Bakanı iken özel harcamala-rını kendisine bağlı Türkiye Kalkınma Ban-kası’na yaptırması.)

Fazla söz söylemeye gerek yok. 20 yıldırsiyasetimizin içindeki kişilerin yaptıkları ve söz-leri hatırlamak kolay değil. Çölaşan'ın kitabı-nı okuyacak, hatırlayacak, sonra arşive alıp,günü geldiğinde tekrar açıp okuyacaksınız.

Bu üçlü bizi hiçkandırmadı

EMİNE SUPÇİN [email protected]

Kızıla Boyalı SaçlarKostas Mourselas

Çev: Kosta SarıoğluKırmızı Kedi

Yayınevi, 450 s.

Biraz...

1322 Ağustos 2014 CumaAydınlık

ERCAN DALKILIÇ

Yeni Orta Sınıf‘Sinik Stratejiler’

Ali Şimşek Agora Yayınları

364 s. 

Yeni Orta Sınıf – ‘Sinik Stratejiler’, ilk kez2005 yılında “Yeni Orta Sınıf” adı altın-da yayımlandığında ülkemizde bir andaorta sınıf tartışmalarını başlatan kitap-

lardan biri oluvermişti. Üniversitelerde ders kitabıolarak da okutulmaya başlanan (ve hala oku-tulmakta olan) bu çalışma, bölüm bölüm de olsayurtdışında birçok çalışma içinde de yer almış, hat-ta 2011 yılında İstanbul Üniversitesi İletişim Fa-kültesi”nde başlı başına “Orta Sınıf ve Semiyo-loji” adında bir derse dönüştürülmüştü. Öğren-cilerin kendi arasında fotokopi baskısı ile çoğalttığıkitaba –ben dahil- kimse ulaşamıyordu, çünküyayımlandığı zaman çok kısa bir zaman zarfın-da baskısı tükenmişti. İşte bu akademisyen/ga-zeteci/yazar Ali Şimşek imzası ta-şıyan "Yeni Orta Sınıf –Sinik Stra-tejiler", geçtiğimiz günlerde Ago-ra Kitaplığı tarafından tekrar ya-zına kazandırıldı.

Adından anlaşılacağı üzere“Yeni Orta Sınıf – Sinik Stratejiler”iorta sınıf-yeni orta sınıf üzerine ya-pılmış diğer araştırmalardan ayı-ran en önemli şey; bu sınıfın90’larda (özellikle) Leman kültürüzerinden sivrilttiği dilini enikonumercek altına alıyor oluşu. 80’le-rin kapalı ve mahçup dili, 90’la-rın başındaki özel tv’ler, gitgide artan özel okul-lar, mahalleden uzakta, ama mahallelinin göre-bileceği noktalara inşa edilen yaşam siteleri vb.etmenlerle birlikte yavaş yavaş açılmaya başlı-yordu. Bu izolasyon, kültür değişikliği; aynı arsa-da top oynayan çocukların artık birlikte top oy-namayacakları anlamına geliyordu bir nevi.

Şimşek’e göre 90’larda gençliğini yaşayan1967-1970 arası doğumlu (Ali Şimşek’in deyi-şiyle) 88 Kuşağı’nın en büyük özelliği de kültü-rel olarak dıştalayıcı olmasıydı. Şimşek, o kuşa-ğa tabi biri olarak bunu net bir biçimde göz-lemlemiş, hissetmişti. Yani siteye, taşınan, artık ma-hallede o çocuklarla top oynamayan kuşak, özelokuldan üniversiteye transfer olmuş ve doğal ola-rak üsttenci, sinik ve kinik bir geliştirmişti kendi-ne. Niye geliştirmesindi ki, nasıl olsa üniversite-den çıkıp büyük şirketlerde beyaz yakalılığaterfi edecek, burjuva arkalığı yapacaktı. Onun içinbir problem yoktu nasılsa. O mahallelilerle bir işiolamazdı artık. İşçi ile beyaz yakalı işçi arasındakiçizgi artık kesinkes çizilmişti.

Dolayısıyla işçi mücadelesiyle de, devrimle debir bağı olmadı, olduysa da çok sınırlı kaldı bu ku-şağın. 68 Kuşağı ya da 78 Kuşağı ile alakası yok-tu. 90’lardaki kültür patlamasıyla sınıfsal olan herşey kültürleştirilerek buharlaştırılıyordu. Orta sı-

nıf’ın uzlaşımcı tavırı, yeni orta sınıf’ta bir adım ile-ri giderek, sermayenin kucağına oturmaya, bir-likte iş çevirmeye dönüşmüştü.

YOS’u salt toplumsal bir sınıf olarak düşün-meyebiliriz de. Bakın Ali Şimşek, nasıl açımlıyorYOS’u: “YOS’u bağımsız bir sınıf değil de bir sı-nıf fraksiyonu olarak görmek de cazip. Ya da dahaileri giderek beyaz yakalı işçi deyimi bile iş gö-rebilir.” Gerçekten de, 2000’lere gelindiğinde YOS,beyaz yakalılar üzerlerindeki sömürücü gücünbaskısını gitgide daha çok hissetmeye başladı-lar.

Ali Şimşek, çalışmasında Gezi’nin tohumu ol-duğu düşünülen 2001 Ekonomik Krizi’nin (diğeradıyla bankacılık krizi) YOS’un diline etkilerini de

es geçmemiş. Gezi ile birlikte ser-mayenin kucağına oturan, başka daalternatifi bulunmayan bu sınıf,aslında neo-liberalizmin kendisinekarşı da inançsızdı. Ve bu inançsızlıkGezi’de birdenbire baş kaldırmaeğilimi gösterdi. Şimşek’in de de-diği gibi: “Tarih ve sınıf geri dönm-üştü!”

Şimşek, önsözde “geçmiştefazlasıyla eleştirel baktığım YOSstratejilerinin nasıl iyi anlamdadönüştüğünü ve devrimcileştiğinigözlemledim” demiş. Şimşek’e

katılmamak elde değil; geçmişte orta-sınıf altı-na yönelik olan YOS’un müstehzi tavrı, Gezi sü-recinde iktidarı kendine hedef alarak devrimci birtını kazanmıştı. “Yeni Orta Sınıf–Sinik Stratejiler”,başlı başına Gezi üzerine bir çalışma sayılmasada, Gezi’nin nereden filiz verip nasıl serpildiğinekılavuzluk eden çok önemli bir kaynak kuşkusuz.

“Yeni Orta Sınıf – Sinik Stratejiler”e tezlerin di-ğer alanlarda da nasıl işlediğini ortaya sermek adı-na çeşitli ekler yapılmış yeni baskısında. Penguen,Uykusuz, İnci Sözlük, Recep İvedik ve Apaçi vb.başlıklar, Şimşek’le yapılmış iki adet söyleşimetnin önemli bir saç ayağı olmakla kalmamış,aynı zamanda Gezi’de karşılaşılan strateji ve di-lin son dönüşümlerini de göstermiş böylelikle oku-yucuya.

Yazıyı bitirmeden çok önemli bir gelişmeyi deokuyucularımızla paylaşalım: “Yeni Orta Sınıf –Sinik Stratejiler”, geçtiğimiz günlerde New YorkÜniversitesi tarafından çeviri için değerlendiril-meye alınmıştı, aldığımız habelere göre değer-lendirme olumlu sonuçlanmış, eğer bir aksilik ol-mazsa –ki umarız olmaz- Ali Şimşek’in bu de-ğerli çalışması Amerika sularına da yelken aça-cak. Gelecek güzel haberleri dört gözle bekliyo-ruz.

Tarih ve sınıf geri döndü!

Her insanın aşkla sarsıldığıdurumlar vardır ama hiç-biri ötekine benzemez.Kadın olsun, erkek olsun

yüreğinde coşku fırtınası yaratan bi-riyle karşılaştığında kendine söz ge-çiremediği, o iç titreşimlerinin yü-reğini sardığı; ellerine, edimlerineegemen olamadığı o an… Hep ocoşkunun kaynağına yakın olmakiçin çabaladığı o an ne kadar sürer?Ya da sürer mi?

Yüksel Pazarkaya’nın “Aşktır, İlaç-tır” adlı öykü kitabını okurken ger-çek aşkların, günümüzdeki adınaaşk denilen duygulanımlardan nedenli ayrı, ne denli derinlikli oldu-ğunu, sevenlerin türlü insanlık du-rumlarına tanıklık ederken anlı-yorsunuz. Öncelikle Pazarkaya’nınTürkçedeki titizliği, kendiliğindenoluşmuş öykülermiş gibi özgünanlatımı, okuru aşkı yeniden dü-şünmeye; yaşadıklarının, yaşamakistediklerinin derinliğini ölçmeyegötürüyor.

Keskin gözlemleriyle, inceliklibetimlemeleri, aşkı yaşayanlarıngelenekleriyle, töreleriyle, birikim-leriyle nasıl biçimlendirdiklerini öy-küler söylüyor. Yalnız aşklar bi-çimlendirmiyor insanı, insan dabirikimiyle, törel alışkanlıklarıylada aşkı biçimlendiriyor. Denilebilirki aşk, bütün bunları yıkıp geçen usdışı bir patlamadır. Öyledir belkiama insan kendinden başka birideğildir ki. Sanırım bu konuda her

insanın sözü olacaktır. Her kişi aşkıkendince yaşayacak, yorumlaya-caktır.

Kitabın ilginç adı da hem sözelhem gerçek olarak bir sağaltımduygusu vermiyor mu kişiye? Aşkiçinde yüzen birinin kendini kötü,hasta, sağlıksız duyumsamasınaolanak var mıdır? Belki dünyanın engüçlü kişisi olarak görür o sıradakendini. Sanırım bu nedenle Sop-hokles “Bizi hayatın tüm yükleri veacılarından arındıran bir tek sözcükvardır: Aşk” diyor.

“Aşktır, İlaçtır”da birbirinden et-kileyici on öykü var. Sarsıcı. Öykü-lerin adları ilk öykü dışında ‘aşk’ söz-cüğüyle kurulmuş. Çirkin Güzel,Şair Aşkı, Aşk Bavulu, Aşkın Zafe-ri, Aşk Özgürlüktür Evrende, Aşk Ya-şar Her Yaratık, Yıldızların Aşkı,Aşk Kalıcıdır, Aşk Kevseri, Bir Ba-kışta Aşk-Kara Kazaklı Kız.

Aşksız, nedensiz yaşayanların,her sabah içlerinde bir boşluklauyananların Aşk Bavulu’ndan ala-cakları çok hoş ipuçları var. Aşk Ka-lıcıdır, birbirlerini sonsuz seven birgenç çiftin ayrıldıkları halde birbir-lerini arayıp sorarak, sonraki ya-şamları için birbirlerine güvenerek,seçtikleri kişilerle birbirlerini ta-nıştırarak… Gerçekçi ayrıntılarlaörülmüş ilişkilerini yeniden kurar-ken kendilerini yine birbirlerindekurmaları, denemeleri… Çok etki-leyici.

Hele iki köpeğin tutkulu aşkınınanlatıldığı “Her Yaratık Aşk Yaşar”öyküsü, bizi sanal değil oldukça ger-çekçi bir hayvan duyarlığının içineçekiyor.

Ya Maria ile Hristo’nun aşkı, “Aş-kın Zaferi”nde su gibi anlatılıyor.

Okurken altını çizmeden ede-mediğim kimi satırlar okuyana yeniöyküler düşündürtecek denli güç-lü gözlemleri içeriyordu. Son öy-küden, “Bir Bakışta Aşk-Kara Ka-zaklı Kız”dan birkaç satır size: “Birgün Avrupa’nın bir üniversite kü-tüphanesinde karşıma çıkacağınıbilseydim, yıllar önce sana ilk rast-ladığım Anadolu köyü akşamındaöldürürdüm belki seni. Akşamınüzerine ikinci bir akşam gibi çökü-yordu gözlerin atkının arasından. Oan en iyisi, elinde tuttuğun fenereyağ olmak geçmişti usumdan.”

Bu satırları okuduktan sonra sizde yeni bir aşk öyküsü kurabilir, yaz-maya da hemen başlayabilirsiniz.

İnsan, aşk öykülerinde de, aşkşarkılarında da hep uçar ya… Ken-dini sağaltır, acılardan kanat takarkendine aşkla birlikte. Bu öykülerlekendimizi daha iyi tanıyor, aşkla çır-pınan yürekleri daha iyi anlıyoruz.Bizi değiştiriyor bu öyküler. Oku-dukça da değişeceğiz; biliyorum.

HİDAYET KARAKUŞ

Aşktır, İlaçtırYüksel Pazarkaya

Cem Yayınevi, 86 s.

Aşka dairilaç gibi on

öykü

Ali Şimşek

14 22 Ağustos 2014 Cuma Aydınlık

Stanislaw Lem’in ilk okuduğum kitabı, bir ar-kadaşımın “bu adam tam senin adamın”diyerek verdiği “Gelecekbilim Kongresi” idi.Bu adamın niye “benim adamım” olduğu-

nu o sırada da daha sonra da sormadım. Ama ger-çekten de “benim adamım” olduğu doğruydu. O ki-taptan sonra Stanislaw Lem’in o sırada Türkçeyeçevrilmiş bütün kitaplarını okudum. O sırada Lemhâlâ yaşıyordu ve internette Türkçe olarak şaşırtı-cı derecede az kaynak vardı. Bir yerlerde yazdığı-na göre Lem yıllardır yazmayı bırakmış, Krakow şeh-rinin dışında elektriksiz bir kulübede yaşıyordu. Osıralarda Polonya’ya gidip Lem’i evinde ziyaret et-meyi ciddi ciddi aklımdan geçirmiştim.

Ama diyelim ki gittim, ona ne soracaktım? Nekonuşacaktım?

Böylesine büyük bir zeka, beynimi bu kadar et-kileyen bir kişi henüz ölmeden yakınında olma-yı en azından onu canlı görmeyi çok isterdim. Bun-lar sadece tasarı olarak kaldı, hiç gerçekleşeme-di. 2006 Mart ayında, geleceğimin özel neden-lerle belirsiz olduğu bir zamanda haberini aldım:Stanislaw Lem ölmüştü. Zaten pek az yerde çı-kan ölüm haberi bizim medyaya yakışır biçimdemagazinsel, bir o kadar da sinir bozucuydu. Ha-beri yazmaya değer bulanlar ağız birliği etmiş-cesine “Solaris öksüz kaldı” başlığıyla vermişler-di. Onu görme fırsatını kaçırmıştım. Garip ve gad-darca ama ölmesine üzüldüğüm kadar onu gör-me planımın suya düşmesine de üzülmüştüm. Buutanç verici düşünce, bir anlığına da olsa kafam-da çakmıştı. Lem’in ölümünden sonra kendisinicanlı görememiş olsam da mezarını ziyaret ede-bilirim diye düşünmeye başladım. En azındanLem’in beni kapıdan kovma olasılığı yoktu.

Stanislaw Lem’in Türkçede çıkan bütün kitaplarını

en az bir sefer, bir kısmını birkaç kez okudum. Sonon yıldır ne okuyor olursam olayım, okuduğum ki-tapların yanında Lem’in bir kitabı mutlaka bulunurdu.Şu anda da en son çıkan “Siberya” kitabından önceçıkmış olan “Mükemmel Boşluk” ve “Hayali Bü-yüklük” kitaplarının çeşitli bölümlerini tekrar tekrarokuyorum.

Stanislaw Lem? O da kim?Lem’in mezarını ziyaret etmek için Krakow’a git-

tiğimde her tarafta Stanislaw Lem heykelleri, adı-nı taşıyan cadde, sokak, bulvarlar göreceğimi zan-nediyordum. Sokakta birisine Stanislaw Lem de-diğimde hemen tanıyacak ve ondan söz edecek-ti! Kafamda aptallık derecesinde bir saflıkla bu dü-şünceler geçiyordu. Bunun böyle olmadığını kısa sü-rede öğrendim. Gerçi örneklem fazla büyük değil-di, belki bize denk geldi ancak Krakow sokakların-da Lem’in adını bir tek taksi sürücüsü duymuştu. Oda bir süre düşünüp bir kuyudan yukarı çeker gibizorlukla çıkarabilmişti Lem tanıdıklığını; kafa salla-yıp “o” harfini kalabalıklaştırarak “robooot” demiş-ti. Sadece okuldan tanıdığını tahmin ediyorum. Öncebunu garipsedim ama sonra bunun bir ölçü ola-mayacağına karar verdim. Orhan Kemal’i Adana’dakaç kişi tanır? Yusuf Atılgan’ı Manisa’da, Rıfat Ilgaz’ıKastamonu sokaklarında kaç kişi tanır?

Ancak kitapçıların adını hiç duymamış olması-na, harfleri tek tek kodlamamı istemelerine şaşır-mak hakkım olsa gerek. Krakow’un iki büyükçe ki-tapçısında Lem adını hiç duymamışlardı. Tezgah-tar adını tekrarlattı, hecelettirdi, bilgisayarda baktı.Oldukça büyük mekanda geniş bir bilimkurgu bö-lümünde her türlü ejderha, canavar, vampir resim-li kitaplar, gözlere sokulacak yerleri kapmışken Lem’in

bir tek kitabı en altta köşede, bulunması neredey-se imkansız bir yerde duruyordu. Gördüğümde ak-lımdan “Lem’e en uygun yer” diye geçti. Hiç kimseköyünde peygamber olamıyor sanırım.

Stanislaw Lem’in mezarı

Lem’in mezarına google earth’den defalarcabakmıştım. İnternette mezarının resimlerini bul-muş, hangi mezarlıkta olduğunu ve mezarlıktakiyerini öğrenmiştim. Salwator mezarlığı çok büyükbir mezarlık da değildi zaten. Hava tamamen ka-palıydı. Mezarı çevresindeki diğer mezarlara göregenişçeydi. Yine çoğu mezar taşı siyah renkli ikenLem’inki etrafındakilerden farklı olarak tümübordo-pembe bir mermerden yapılmıştı. Meza-rının üzerine onlarca küçük taş bırakılmıştı. Bu ka-dar çok ziyaretçisi var mıydı merak ettim. Bu ka-palı, yağmur bulutlarıyla kaplı, insanı karamsarlı-ğa ve çökkünlüğe iten hava ile Lem’in dünyası veedebiyat atmosferi arasında kolayca bir ilişkikurulabilirdi.

Stanislaw Lem şimdi yaşasa ne yapardı diyedüşündüğümde, mezarının üzerinde oturup bu içbunaltıcı havayı izleyebilirdi diye aklımdan geçir-dim. Muhtemelen gülümseyerek. Lem’in metin-lerinin bir köşesine, ne kadar karamsar olursa ol-sun mutlaka okuyucunun yüzünde bir tebessümbırakacak miktarda bir mizah sıkıştırılmıştır; en ka-ramsar yazarlardan biri dahi olsa bu karamsar-lığa hep bir “Aias gülüşü” eşlik eder çünkü.

S. Lem kitaplarının çevirileri

Stanislaw Lem’in kitaplarının en büyük şanssızlığıözgün dilinden çevrilmemiş olmalarıdır. Aslında buşanssızlık, Lem’in değil bizimdir. Bu durum bazı me-tinlerinde o kadar göze çarpar ki “bu tatsız tuzsuzmetni Lem mi yazmış?” sorusunu akla getirir. Tür-kiye’de Lehçe bilen kimse yok mudur? Elbette var-dır ve hatta kitaplarını özgün dilinden çeviren çe-virmen de vardır. Ancak bilmediğim nedenlerdenötürü “Lehçe özgün dilinden çeviren” ibaresini he-nüz hiçbir kitabında görmedim. Kütüphanemdekiİletişim Yayınları’ndan çıkan Lem kitaplarından bi-risi Almancadan, sekizi İngilizceden çevrilmiştir. Ka-lan üçü belirtilmemiş olsa da Lehçeden çevrilme-diği kesindir.

Bir kitabın çevirisinin çevirisi elbette her kitaptaanlam kaybına yol açar ama Lem’de bu 10 kat dahafazladır. Lem’in dilini bilenler, kitabın bir yığın söz-cük oyunundan, yeni sözcük uydurmadan, anlamkaydırmalarından haberdar olan okurlar ne dedi-ğimi daha iyi anlayacaklardır. Bazı kitaplarında ne-redeyse her sayfada birkaç uydurma sözcük görürüz.‘Felektron’, ‘vardiya- diazem: vardiyazem’, ‘kimya-demokrasi: kemokrasi’… Bunlar, üzerinden iki defaçeviri geçmiş bir metinden bize kalanlardır. Kim bi-lir özgün dilindeki metinlerde neler neler vardır, bil-miyoruz. Bu yıkımı en aza indirmek için StanislawLem’in Türkçeye özgün dilinden çevrilmesi şarttır.Türkçe okuruna karşı bu son derece gecikmiş gö-rev artık yerine getirilmelidir. “Yıldız Güncesi”, “So-laris”, “İnsanın Bir Dakikası”, “Küvette Bulunan Gün-ce”, “Hayali Büyüklük” ve diğerleri… Aslında hiç Lemokumamışlar, birini bile okusalar ne demek istedi-ğimi anlayacaklardır.

Mezarını ziyaret etmekiçin Krakow’a gittiğimde

her tarafta StanislawLem heykelleri, adınıtaşıyan cadde, sokak,bulvarlar göreceğimi

zannediyordum.Sokakta birisineStanislaw Lem

dediğimde hementanıyacak ve

ondan söz edecekti!..Ancak kitapçıların adını

hiç duymamışolmasına, harfleri

tek tek kodlamamıistemelerine şaşırmak

hakkım olsa gerek.Krakow’un iki büyükçekitapçısında Lem adını

hiç duymamışlardı

STANISLAW LEM’İ TANIYOR MUSUNUZ

TAYLAN KARA [email protected]

Kimse köyünde peygamber olamıyor

1522 Ağustos 2014 CumaAydınlık

FedaiAngutyus, Okuyan UsYayınları, 436 s.Ankara'nın varoşunda ge-çen soğuk ve yaralı ço-cukluk yıllarının ardındantüm yüklerini geçmişte bı-rakan, onu eve bağlayanherhangi bir şey kalmamış,ama gidecek hiçbir yeri deolmayan, kimsesiz, tek ba-şına bir genç adam.

Ankara'nın karanlık, so-ğuk ve çirkin gecesinde,"derin" gece hayatının ku-rallarıyla yaşayan adam-ların, her an ölüme hazır ev-den çıkan transların, zorlaçalıştırılan yabancı kadınla-rın ve esrarengiz zevkleriolan kalantor işadamlarınıngünü ise daha yeni başlıyor. 

Türk İmgesiFuat Bozkurt, KaynakYayınları, 624 s.Fuat Bozkurt, kitabında bizTürkleri anlatıyor. Aynayıyüzümüze tutuyor. OrtaAsya steplerinde ortaya çı-kışımızdan günümüze ka-dar geçen zaman dilimindetürklerin zamana karşı di-renen özelliklerini anlatıyor.Duygusal özelliklerimiz, kül-türümüz, toplumsal yaşa-mımız, tüm yönleriyle, bi-limsel bir anlayışla irdele-niyor bu kitapta. Türklerin,özeleştiri eksikliği, hayır di-yememeleri, gösteriş tut-kuları, doktor korkuları, dev-let kurma gelenekleri, mi-safirperverlikleri gibi özel-likleri inceleniyor.

Büyüyor Üzümler Bağlarda Haluk Şahin, Çev: Ayşe A. Şahin,Elisavet H. Kovi, Yitik Ülke Yayınları, 146 s.

Moskova'da Yanlış Anlama Simone de Beauvoir,Çev: Aysel Bora, YapıKredi Yayınları, 88 s.Fransız edebiyatının en ce-sur ve özgün kalemlerin-den olan Simone de Be-auvoir'dan kısa ama etkilibir başyapıt: “Moskova'daYanlış Anlama”. Bu uzunöykü artık yaşlarını almış birçiftin, Nicole ile André'nin,Sovyetler Birliği'ne yaptığıyolculuk sırasında yaşadı-ğı krizi anlatıyor. İletişim-sizlik, kadın-erkek ilişkileri,yaşlılık... Kitap, Türkçede ilkkez yayımlanıyor. Beauvo-ir, Sartre ile birlikte varoluşakımın en önemli temsil-cilerinden biri olmuştur.

Köpek SahibininEl KitabıDavid Brunner, SamStall, Çev: Elçin Yılmaz,NTV Yayınları, 224 s. Halıda duran dışkı lekesi,bütün gece kesintisiz hav-lama, köpeğinizin bacağı-nıza yaptığı o utanç vericihareket... Adım adım tali-matlar ve grafiklerle hazır-lanan “Köpek Sahibinin ElKitabı” sıkça sorulan soru-lar hakkında açık ve anla-şılır cevaplar sunuyor. Ço-cuklarınızla en iyi anlaşacakköpek hangi ırktan? Han-gi model size daha uy-gun? Köpeğinizin burnuneden sürekli ıslak?  Tav-siyeler bu kitapta.

Aşkın ÇincesiKevin Kwan, Çev: Zehra Tapunç,Altın Kitaplar, 448 s.Asya'nın en büyük servet-lerinden birinin vârisi olanNicholas Young'ın, Singa-pur'da gerçekleşecek olanyılın düğününe Amerikandoğumlu Çinli kız arkada-şını davet etmesiyle baş-layan roman, okura inanıl-maz derecede eğlencelisaatler vaat ederken; biryandan da üç süper zenginve soylu Çinli ailenin dedi-kodu ve entrika dolu ya-şamını gözler önüne seri-yor. Çekici ve çılgınca zen-gin olmanın sıradışı çeliş-kilerine içeriden bir bakışıyansıtan müthiş bir eser.

Etik, Toplum,SiyasetBertrand Russell,Çev: Funda Sezer, Say Yayınları, 288 s.“Etik, Toplum, Siyaset”,modern çağın en hayran-lık uyandırıcı düşünürle-rinden biri olan BertrandRussell'ın hem siyasetehem de dine dair etik ve si-yasi duruşunu bütünüyleson kez ifade ettiği bireserdir. Russell, içtepilerve zekâ arasındaki çatışmadolayısıyla etiğin insan içingerekli olduğunu, eğerbunlardan biri diğeri ol-maksızın var olabilseydietiğe de ihtiyaç olmaya-cağını öne sürer.

Erteleme SanatıJohn Perry, SelYayıncılık, 118 s. İyi haber: Artık her şeyi er-telediğiniz için kendinizikötü hissetmek zorundadeğilsiniz. Dünyada er-telemeyi bir yaşam biçi-mi haline getirmiş sizingibi çok insan var ve buinsanlar aslında pek çokşeyin altından kalkıp ga-yet de başarılı olabiliyor-lar. 

John Perry de parlakve esprili bir üslupla ya-zılmış bu kitapta, ertele-menin bir kusur değil, ak-sine faydalı bir şey oldu-ğunu, hatta bir "sanata"dönüşebileceğini göste-riyor. 

Mutfak veStewardingAlpaslan Özoral, ÖnderYıldırım, OtelcionlineYayınları, 248 s.İstanbul Çınar Otel'de Bell-boy, İstanbul Sheraton'daEkstra Garson ve İstanbulHilton'da Aşçı Yardımcılığıyaparak mesleğe adımatan Alpaslan Özoral, öğ-renimini tamamladığı 1982yılından bugüne kadar yurtiçi ve yurt dışında aldığıfarklı sorumluluklar ile ot-elcilik kariyerine devametti. Otelcilik el kitaplarıserisinin ikincisi olan “Mut-fak ve Stewarding” kitabı-nı sektöre kazandırıyor veçalışmalarını sürdürüyor.

Miles DavisMiles Davis, QuincyTroupe, Çev: Avi Pardo,Encore Yayınları, 412 s.

Siyah ve isyancı bir mü-zisyen olarak kendisi kal-maktaki ısrarı. Yeniliğe açıkoluşu. Değişik müzisyenleribir araya getirerek onlarıateşlemekteki başarısı. So-nunda bir müzik efsanesihaline gelişi. Bunların yanısıra uyuşturucu ve alkolbağımlılığı ve bu bağımlılı-ğa karşı mücadelesi, ha-yatına giren kadınlar, para-sal hırsları, şık giyinme velüks araba merakı. Miles'ınanıları sıra dışı bir sanatçı-nın yaşamının kaleme alın-mış bir yaşam öyküsü.

Bin Gözle SevdikBirbirimiziŞebnem Şenyener,Labirent Yayınları, 96 s.

"Terörü bana sor beyim,okulundan yetiştim, bili-rim. Dağlarda, basılanköylerde, kalabalık ma-sum insanların ortasındapatlayan bombalarda, iş-kencede. Her çeşidini gör-düm. Hiçbiriyle kıyaslan-maz bu. Siyahın içinde,durunun dibinde, iyice de-rinde, bilinemeyen, gö-rünmeyen bir başıboşlukvar ya, işte o! Ruhundanvurur adamı. Ölümünevurur. Çizdi beni. Bitirdi.Başını öne eğerek bakar.Ateş ateş."

Ketum KahramanMario Vargas LlosaÇev: Havva Mutlu, Can Yayınları, 416 s.Peru'da iki patron. BaşkentLima'da sigortacı IsmaelCarrera, taşra güneşininaltında kavrulan Piura'day-sa nakliyeci Felícito Yana-qué. Bir tarafta Felícito'nun,kapısına sıkıştırılan örüm-cek imzalı haraç mektu-buna meydan okumasıyladeğişen hayatı. Diğer ta-raftaysa ikinci baharınınzirvesindeki Ismael'in aileviantikalıkları yüzünden ka-bağın, sadık dostu ve şir-ketinin yöneticisi Don Ri-goberto'nun başında pat-laması. Tam da emeklilikhayalleri kurarken...

Yeni çıkanlar

Adaikular, Haluk Şahin'inBozcaada'ya yazdığı minikaşk notları olarak okuna-bilir. Geleneksel Japon şii-ri Haikuları anımsatmak-la birlikte, Adaikular her-hangi bir vezin kaygısı ta-şımadan yazılmış özgünve özgür şiirciklerdir. Tro-ya'nın tam karşısına düşenve poyrazın egemen ol-duğu adada, doğa sürek-li değişirken görebilenle-re seslenmektedir:

Sus, bak ve dinle!