meal-tefsİr ÇaliŞmasi · web viewelinizdeki meal-tefsir çalışması yaklaşık 20 değişik...

24
MEAL-TEFSİR ÇALIŞMASI * FATİHA SURESİ VE BAKARA SURESİ İLK 100 AYET HAZIRLAYAN : ZAFER KARLI 1

Upload: others

Post on 03-Jan-2020

12 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: MEAL-TEFSİR ÇALIŞMASI · Web viewElinizdeki meal-tefsir çalışması yaklaşık 20 değişik meal ve tefsir incelenerek hazırlanmıştır. Bu çalışma, kıymetli Nazan İnan

MEAL-TEFSİR ÇALIŞMASI

* FATİHA SURESİ VE BAKARA SURESİ İLK 100 AYET

HAZIRLAYAN : ZAFER KARLI

1

Page 2: MEAL-TEFSİR ÇALIŞMASI · Web viewElinizdeki meal-tefsir çalışması yaklaşık 20 değişik meal ve tefsir incelenerek hazırlanmıştır. Bu çalışma, kıymetli Nazan İnan

GİRİŞ

Elinizdeki meal-tefsir çalışması yaklaşık 20 değişik meal ve tefsir incelenerek hazırlanmıştır.

Bu çalışma, kıymetli Nazan İnan Hanımefendiye hediye edilmiştir.

Kâinatın Efendisi Muhammed (asm)’ın emrindeki has bir hizmetkâr olmasını dilediğim

Nazan İnan Hanımefendi ve ailesinin dünya ve ahirette pırıl pırıl bir yaşam sürmesi

için Kur’an’ın dergah-ı ilahiye’deki kıymetini ve kudsiyetini Cenab-ı Hakka şefaatçi yapıyorum. Âmin.

Zafer KARLI28.Kasım.2010

1. FATİHA SURESİ

Fatiha; giriş, açış, başlangıç demektir. Bir bitki tohumu nasıl o bitkinin dallarını, yapraklarını, meyvelerini ve diğer özelliklerini özünde barındıran bir çekirdek programı ise, Fatiha da Kur’an-ı Kerim’in özü ve özetidir. Peygamberliğin ilk yıllarında indirilmiştir. Bütün olarak gönderilen ilk sure olup, yedi ayetten oluşmaktadır.

Ahmed b. Hanbel'in, Müsned'inde rivayet ettiğine göre, Übeyy b. Ka'b Fatiha sûresini Rasulullah (s.a.v.)'a okumuş, bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a andolsun ki, bu okuduğunun bir benzeri ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebur'da ve ne de Kur'an'da (bundan önce) indirilmiştir. O seb'ul-mesânî (tekrarlanan yedi âyet) ve bana verilen yüce Kur'an'dır."

Fâtiha, Kur'ân-ı Kerîm'in, dolayısıyla bütün semâvî kitapların ana gayesini, temel esaslarını ihtivâ eden, tam bir kitap genişliğinde mübârek bir sûredir. Kur'ân-ı Kerîm'deki ana esasları itikâd, ibâdet, muamelât veya hayat nizamı olarak hülâsa edecek olursak, Fâtiha sûre-i celilesinde, bütün

2

Page 3: MEAL-TEFSİR ÇALIŞMASI · Web viewElinizdeki meal-tefsir çalışması yaklaşık 20 değişik meal ve tefsir incelenerek hazırlanmıştır. Bu çalışma, kıymetli Nazan İnan

itikâdî mes'elelere, ibâdetle alâkalı bütün hususlara ve bir hayat nizamına ya bir sarâhat, ya bir delâlet veya bir işâret, hiç olmazsa bir remiz bulmak her zaman mümkündür.

Fatiha, Yüce Yaratıcı huzurunda kulun, en içten şükran ve minnettarlık duygularıyla O’na yönelişi, O’nun sınırsız kudreti ve merhameti önünde saygıyla boyun eğişidir.

Fatiha, Allah ile kulu arasında ezelî ve ebedi, şerefli bir kulluk antlaşmasıdır.

1.Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla!

Ey insan ! Sen İlahi hitaba muhâtap olabilecek kabiliyette ve ahsen-i takvim sırrına mazhar olacak şekilde yaratıldın ! Öyleyse, ferşi arşa bağlayan, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rapteden Rabb’inin adıyla başla.O isimler ki senin insânî arşa çıkmana bir vesiledir.

2. Bütün hamdler, övgüler âlemlerin Rabbi olan Allah'adır. Her şeyde rahmetinin yeni yeni eserlerini meydana çıkaran rahmet sıfatıyla vasıflanmış olan Allah'ın nimetinin büyüklüğüne, lütuf ve keremine ve bütün âlemlerin beslenip büyütülmesinde görülen uçsuz bucaksız nimetler okyanusunu mahlûkatına veren ve bu hakikati tefekkür etmemi sağlayan Rabbime Hamd olsun. Her türlü övgü ve teşekküre lâyık olan âlemlerin Rabbi sadece O’dur.

3. O Rahmandır, Rahimdir. Rahmandır; çok şefkatli, çok merhametlidir. Sizi sizden çok sever, size sizden daha yakındır. O’nun sonsuz rahmet ve şefkati, bu dünyada mümin kâfir ayrımı yapmaksızın herkesi kuşatmıştır. Rahimdir; rahmetini tamamlamak üzere bu Kitabı (Kur'an-ı Kerim’i) göndermiş ve onun ışığında yürüyen takva ve ameli salih sahibi bahtiyarlara, âhiret hayatında sonsuz mutluluk ve kurtuluş müjdesini vermiştir.

O çok şefkatli, çok merhametli olmakla birlikte, hikmetli ve adaletlidir de: 4. Din (Ceza ve Mükafat) Günü’nün mâlikidir. Âlemlerin Rabbi, sürekli yenilenen bol

merhameti ile birlikte, din gününde kullarına yaptıklarının karşılığını verecek, mahlûkatını hesaba çekecektir. "O gün hiç kimse, başkası için hiçbir şeye (fayda ya da zarar verme gücüne) sahip değildir. O gün herkesin işi Allah'a kalmıştır. Gerçekleşeceğinde asla şüphe olmayan Yargı Günü’nün mutlak hâkimi yalnızca Yüce Allah’tır.

O hâlde ey Rabb’imiz, sana tüm içtenliğimizle söz veriyoruz ve diyoruz ki: 5. Yalnızca sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz. Ey Rabbim ! Ben, senin

hakîr ve zelil bir kulunum. Sana dua etmek için tek başıma bu kapıda durmak benim haddim değil. Ben sadece mü'min ve muvahhidlerin grubuna katılıyorum. Benim duamı da onlarla birlikte kabul buyur. Biz hepimiz sana kulluk eder ve senden yardım dileriz.

Fatiha suresini okurken “ben” yerine “biz” dememizin açılımını Bediüzzaman Said Nursî Hz. İşarat’ül İ’caz’da şöyle anlatır:

“Birincisi: İnsanın vücudundaki bütün aza ve zerrata râcidir (yöneliktir)ki, bu itibarla şükr-ü örfîyi eda etmiş olur. İkincisi: Bütün ehl-i tevhidin cemaatlerine aittir. Bu cihetle şeriata itaat etmiş olur. Üçüncüsü: Kâinatın ihtiva ettiği mevcudata işarettir. Bu itibarla, şeriat-ı fıtriye-i kübraya tâbi olarak hayret ve muhabbetle kudret ve azametin arşı altında sâcid ve âbid olmuş olur.”

6. Ey Rabb’imiz! Bizi dosdoğru yola, insanın doğal yapısıyla, duyguları, eğilimleri ve ihtiyaçlarıyla birebir örtüşen, her türlü aşırılıktan uzak, varlık kanunlarıyla tam bir uyum ve ahenk içinde olan o apaydınlık yola, insanlığı hem dünyada hem âhirette mutluluğa ulaştıran İslâm yoluna ilet.

7. Nimet verdiğin kimselerin, insanlık tarihi boyunca tevhid sancağını elden ele taşıyan Peygamberlerin ve onların izinden yürüyen âlimlerin, şehitlerin, sana yakın olan kimselerin yoluna...

Gazaba uğramışların ve sapmışların yoluna değil ya Rab! Bizi, senin gazabına uğramış olan Yahudilerin veya hak yoldan sapmış olan Hıristiyanların

zümresine katma. Çünkü onlar senin mukaddes şeriatından çıktılar ve böylece gazaba ve ebedî lanete müstahak oldular.

Allah’ın Elçisi (s) bu surenin sonunda “Âmin!” yani “Duamızı kabul eyle, ya Rab!” derdi.

2.BAKARA SURESİ

Bakara sûresi, Kur'an'ın en uzun süresidir. Bu sûre, Medine'de inen diğer sûreler gibi teşri (hukuk) yönü ağır basan sûrelerdendir. Medine'de inen sûreler, genellikle müslümanların sosyal hayatlarında ihtiyaç duydukları prensipleri ve hukukî esasları ihtiva eder. Bu mübarek sûre itikat, ibadet, muamelât, ahlak, evlenme, boşanma, iddet ve benzeri şer'i hükümlerin büyük bir bölümünü kapsar.Sûrenin ilk âyetleri, bahtiyar ve bedbaht kişiler arasında bir mukayese yapmak için, mü'min, kâfir ve münafıkların sıfatlarından bahseder; imanın, küfür ve nifakın hakikatini açıklar.Sonra insanın ilk yaratılışını ele alır ve insanlığın babası Âdem (a.s.)'in kıssasını ve o yaratılırken meydana gelen ve Allah'ın insanoğluna yapmış olduğu lütfa delâlet eden enteresan olaylara değinir.Daha sonra, Ehli kitap, özellikle İsrail oğulları "Yahudiler" konusunu geniş bir şekilde ele alır. Zira

3

Page 4: MEAL-TEFSİR ÇALIŞMASI · Web viewElinizdeki meal-tefsir çalışması yaklaşık 20 değişik meal ve tefsir incelenerek hazırlanmıştır. Bu çalışma, kıymetli Nazan İnan

Yahudiler Medine-i Münevvere'de müslümanlara komşu idiler. Bu sebeple sûre, onların hile ve desiselerine, şerir ruhlarının hususiyetlerinden olan alçaklık, gaddarlık, hainlik, sözde durmama ve ahdi bozma gibi kötü huylarına karşı müminleri uyarır. Ayrıca bu fesatçı ırk tarafından işlenen ve onların büyük zarar ve tehlikelerini gösteren kötülüklerine ve çirkin davranışlarına karşı dikkat çeker. Bu mübarek sûrenin üçte birinden fazlası Yahudilerden bahseder. Onlarla ilgili olan bölüm, "Ey İsrail oğulları! Size verdiğim nimetlerimi hatırlayın mealindeki âyetle başlar ve "bir zamanlar Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle denemişti de, o da onları tam olarak yerine getirmişti.” mealindeki âyete kadar devam eder.Sûrenin diğer bölümleri hukukî mevzuları ele alır. Zira müslümanlar İslam devletini yeni kurmakta oldukları için, gerek ibadet, gerekse muamelat sahalarında hayatlarında takip edecekleri ilâhî esaslara ve semavî kanunlara daha fazla muhtaç idiler. Bundan dolayı sûrenin büyük bir kısmı hu-kukî mevzuları ele alır. Bunları şöyle özetleyebiliriz: "Oldukça geniş bir şekilde oruçla ilgili hükümler, hacc ve umre ile ilgili hükümler, Allah yolunda cihatla ilgili hükümler; evlenme, boşanma, süt emzirme, iddet, putperest kadınlarla evlenmenin yasaklığı, ay halinde kadınlara yaklaşmanın sakıncaları ve aile hukuku ile ilgili diğer konular. Çünkü aile toplumun ilk nüvesini teşkil eder."

Yine bu mübarek sûre toplumu tehdit eden ve onun yapısını bozan "faiz günahı"ndan bahseder ve faizcilere şiddetle hücum eder. Faizle işlem yapan veya ona teşvik edenlere karşı Allah ve Resulü tarafından harp ilan edildiğini bildirir ve şöyle der: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Eğer gerçekten inanıyorsanız, halen mevcut faiz alacaklarınızı bırakın. Şayet (faiz hakkında söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Rasulu tarafından açılan savaştan haberiniz olsun. Eğer tevbe edip vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir, ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığa uğramış olursunuz.

Faizle ilgili âyetlerin peşinden, insanların amellerine göre, hayırsa hayır, şer'se şer muamele görecekleri o korkunç günden sakındırma ile ilgili âyetler" gelir. "(Hep birden) Allah'a döndürüleceğiniz, sonra da her şahsa hak ettiğinin eksiksiz verileceği ve kimsenin haksızlığa uğra-tılmayacak bir günden sakının. Bu âyet, Kur'an-ı Kerim'in son inen âyeti ve gökten yere inen vahyin sonuncusudur. Bu âyetin inişi ile vahy kesilmiş ve Rasulullah (s.a.v.) risalet görevini îfâ edip emaneti tebliğ ettikten sonra vefat etmiştir.Bu mübarek sûre müminleri tevbe etmeye, Allah'a yönelmeye, üzerlerindeki ağır yüklerin kaldırılması için O'na yakarmaya, kâfirlere karşı zafer istemeye ve iki cihan saadeti için dua etmeye teşvik ile sona erer: "Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işleri de yükleme. Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim Mevla’mızsın, kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et.

İşte bu şekilde, bu mübarek sûre, başı ile sonu arasında güzel bir insicam sağlayarak ve sûreyi en güzel bir şekilde derli toplu olarak göstermek için, mü'minlerin güzel vasıflarını anlatarak başlamış ve onların duaları ile sona ermiştir.

Rahman ve Rahim olan Allah’ın Adıyla!

Ey insan ! Sen İlahi hitaba muhâtap olabilecek kabiliyette ve ahsen-i takvim sırrına mazhar olacak şekilde yaratıldın ! Öyleyse, ferşi arşa bağlayan, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rapteden Rabb’inin adıyla başla.O isimler ki senin insânî arşa çıkmana bir vesiledir.  1. Elif, Lâm, Mîm. Kur’ân-ı Kerîm’in 29 sûresi huruf-u mukattaa denilen bu münferit harfler ile başlar. Bediüzzaman Hazretleri şöyle der: “Sûrelerin başlarındaki huruf-u mukattaa İlâhî bir şifredir; Muhammed (asm)’a onlarla bazı gaybi işaretler veriyor. O şifrenin anahtarı, Muhammed (asm)’dadır, hem onun varislerindedir. Kur’ân-ı Hakîm madem her zaman ve her taifeye hitap ediyor; her asrın her tabakasının hissesini câmi çok çeşitli boyutları, mânâları olabilir. Selef-i Sâlihîn ise, en hâlis parça onlarındır ki, beyan etmişler. Ehl-i velâyet ve tahkik, seyr ü sülûk-ü ruhaniyeye ait çok muamelât-ı gaybiye işârâtını onlarda bulmuşlar. “(29. mektub sadeleşmiş olarak.)

“Şifrevari şu huruf-u mukattaanın zikri, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamın fevkalade bir zekâya malik olduğuna işarettir ki, Muhammed Aleyhissalatü Vesselam, remizleri, imaları ve en gizli şeyleri sarih gibi telakki eder, anlar. " (İ. İ'caz)

2. İşte bu kitap Kur'an-ı Kerim; büyük bir kitap hükmündeki kâinâtın, Allah’ın ezelden yapmış olduğu tercümesi, hakikatler ve hikmetler kaynağı olarak kendisinde hiç şüphe yoktur. İnsan aklını şüpheye düşürebilecek, kalp ve ruh dünyasını karartacak, toplum hayatını bozacak hiçbir çelişki, eğrilik ve tutarsızlık yoktur onda. Öyleyse, gönlünü aç ve onu içtenlikle oku. Okudukça göreceksin ki, bu sözler yüce Yaratıcıdan gelen hakikatin ta kendisidir. Fakat bu kitap, kötülüğü, çirkinliği tercih eden kimseler için değil, fenalıklardan sakınan, iman edip sâlih amel işleyen o takva sahipleri için bir kılavuz, bir yol gösterici, bir hidayettir. Şu hâlde, tüm insanlığa doğru

4

Page 5: MEAL-TEFSİR ÇALIŞMASI · Web viewElinizdeki meal-tefsir çalışması yaklaşık 20 değişik meal ve tefsir incelenerek hazırlanmıştır. Bu çalışma, kıymetli Nazan İnan

yolu gösteren bu kitap, ancak takva sahiplerini yani Allah korkusuyla günahlardan korunan, iman edip sâlih amel işleyen mü’minleri hedefe ulaştıracaktır. Peki, kimdir bu takva sahipleri?

3. Onlar, duyu organlarıyla algılanamayan; ancak ilâhî vahiy sayesinde kavranabilecek gerçeklikler âlemi olan gayb’a inanırlar. Hakikatin sadece gözle görülenlerden ibaret olmadığını bilir; Allah, cennet, cehennem, melek, kıyamet, âhiret gibi ulvi hakikatleri imanları sayesinde hissedebilir, kavrayabilirler. Ayrıca, Müslümanlığın vazgeçilmez şartı olan namazı tadil-i erkânına özen göstererek, dosdoğru ve zamanında, aksatmadan kılar, Yaratıcıyla aralarındaki irtibatı —günde en az beş kere huzurunda durarak— sürekli canlı tutarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan, yani o güzel nimetlerden bir kısmını toplum yararına fedakârca paylaşarak Allah için yoksullara zekât ve sadaka olarak harcarlar.

4. Yine onlar, o takva sahipleri, hem sana gönderilen bu son ilâhî vahye, hem de senden önceki elçilere gönderilen Tevrat, Zebur, İncil gibi kitaplara ve diğer bütün ilâhî vahiylere —tahrif edilmiş kısımlarını Kur’an’ın hakemliğinde düzelterek— inanırlar. Bütün Peygamberlerin ve ilâhî kitapların aynı inanç ve ahlâk ilkelerini getirdiğini, hepsinin aynı kaynaktan geldiğini bilirler. Âhiretin varlığına da tüm kalpleriyle iman ederler. Dünya hayatının geçici olduğuna, Allah’ın şaşmaz adaleti gereğince tüm insanları yeniden diriltilerek iyilikleri ödüllendirip kötülükleri cezalandıracağına içtenlikle inanır ve bu inanca uygun davranışlar gösterirler.

5. İşte onlar, Rab’lerinin kalplerine verdiği hidayet nuru ile gösterdiği dosdoğru yolda yürüyenlerdir, dünya ve âhirette kurtuluşa erecek olanlar da sadece onlardır.

Kur’an’ın sözü kısa tutması dahi mucizedir:[ Hem meselâ كW Wحون هم اولئ المفل - kurtuluşa erecek olanlar- da bir sükût var, bir ıtlak

var. Neye zafer bulacaklarını tayin etmemiş. Tâ herkes istediğini içinde bulabilsin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun. Çünki bir kısım muhatabın maksadı ateşten kurtulmaktır. Bir kısmı yalnız Cennet'i düşünür. Bir kısım, saadet-i ebediyeyi arzu eder. Bir kısım, yalnız rıza-yı İlahîyi rica eder. Bir kısım, rü'yet-i İlahiyeyi gaye-i emel bilir ve hakeza.. bunun gibi pek çok yerlerde Kur'an, sözü mutlak bırakır, tâ âmm olsun. Hazfeder, tâ çok manaları ifade etsin. Kısa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun. İşte حونW .der المفل Neye felah bulacaklarını tayin etmiyor. Güya o sükûtla der: "Ey müslümanlar!.. Müjde size. Ey müttaki!.. Sen Cehennem'den felah bulursun. Ey sâlih!.. Sen Cennet'e felah bulursun. Ey ârif!.. Sen rıza-yı İlahîye nail olursun. Ey âşık!.. Sen rü'yete mazhar olursun." ve hakeza... İşte Kur'an, câmiiyet-i lafziye cihetiyle kelâmdan, kelimeden, huruftan ve sükûttan her birisinin binler misallerinden yalnız nümune olarak birer misal getirdik. Âyeti ve kıssatı bunlara kıyas edersin. 25. Söz ]

6. Allah’tan gelen bu mesajı örtbas ederek, hakikati bile bile inkâr edenlere gelince, sen onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar. Çünkü kibir, ihtiras, bencillik, inatçılık gibi psikolojik saplantılar, kendileriyle hakikat arasında aşılmaz bir engel olmuştur. Kalpleri îlahî nurun erişmesine imkan vermeyecek şekilde örtülüdür. O kalplerde iman nuru parlamaz. Çünkü onlar hakka karşı, Allah'ın ayetlerine karşı görmezlikten gelmişlerdir. Hidayet ve öğüdün etkileri onlara ulaşmaz. Çünkü onlar bilmenin, düşünmenin, tefekkürün, işitme ve görme duyularını kullanmanın bütün yollarını işlemez hale getirmiş, bunun sonucunda hakkı görmez duruma düşmüşlerdir. O bakımdan hakka uymazlar. Hakkı işitmezler, onu anlamazlar. Dolayısıyla onların cezaları da -Yüce Allah'ın ayetlerini yalanlamalarından dolayı- sonu gelmez, çok çetin büyük bir azaptır.

Bunun sonucu olarak da:7. Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de, hakkı

görmelerine engel bir perde bulunmaktadır. Allah’ın koyduğu yasalar gereğince, bilerek ve isteyerek inkârı tercih ettikleri için, doğuştan sahip oldukları ‘hakikati keşfetme’ yetenekleri zamanla körelmiş ve inkârları kendi dünyalarında haktan gelen mesajları nötralize ederek kalp ve vicdan işlevini göremez hâle gelmiştir. İşte onlara, dünyada da âhirette de büyük bir azap vardır. Kur’an’ın rehberliğinden yüz çeviren toplumlar, dünyada ahlâkî çöküntüler, ruhsal bunalımlar, toplumsal çalkantılar gibi felâketlerle yüz yüze gelecek ve nihayet âhirette, ebedî azaba mahkûm edilecektir.

Kâfirlerden daha tehlikeli olan münafıklara gelince:8. İnsanlardan öyleleri de var ki, gerçekte inanmadıkları hâlde, “Biz de Allah’a ve

âhiret gününe inanıyoruz!” derler. 9. Böylece, Allah’ı ve inananları güya akıllarınca kandırmaya çalışırlar. Oysa yalnızca

kendilerini kandırırlar, ama farkında olacak bir hisse bile sahip değillerdir. 10. Çünkü kalplerinde, kibir, inat, nankörlük, bencillik, ahlâksızlık gibi sebeplerle meydana

gelen ve onları gerçek imana ulaşmaktan alıkoyan bir hastalık vardır. Allah da onların niyet planında kötülüklerle içli-dışlı olmaları, bununla da kalmayıp fırsat buldukça bu kötü niyetlerini gerçekleştirmeleri, sebeplerin artışı olarak hastalıklarını iyice artırmıştır. Doğru bir inanç ve güzel davranışlarla tedavi etmedikleri bu hastalık, ilâhî yasalara göre zamanla müzminleşerek onları feci akıbetle yüz yüze getirir: Sürekli yalan söyledikleri iman etmedikleri halde kendilerini mü'min gösterdikleri için, onlara can yakıcı muazzam bir azap vardır.

[Münafıkların hastalığı, bir akîde bozukluğu veya şüphe ve tereddüt ise, bu aynı zamanda potansiyel bir küfür ve ilhad demektir ki; inayet-i ilahi ile günahtan küfre uzanan halkalar

5

Page 6: MEAL-TEFSİR ÇALIŞMASI · Web viewElinizdeki meal-tefsir çalışması yaklaşık 20 değişik meal ve tefsir incelenerek hazırlanmıştır. Bu çalışma, kıymetli Nazan İnan

kırılmadığı takdirde, masiyet katlanarak inkarı netice verebilir. Hatta bazen, Allah’tan nefsine uzanan çizgide her şeyden şüphe eden bir reybî başkalarını da kendine kıyas ederek o uğursuz düşüncesiyle, herkesi ve her şeyi aynı marazın pençesinde kıvranıyor görür ve bu marazı ruhunda kat katıyla yaşar. Dolayısıyla da, şüphe, tereddüt ve ilhadının katmerlenmesine denk hem kendi ruhundaki zikzaklarla kıvranır hem de başkalarını kendisi gibi imansız, izansız, itimat edilmez ve güvenilmez insanlar olarak gördüğünden, kendi vehm ü hayalinde icat ettiği müterâkim bir sürü hastalığın altında ezilir gider. -Kur’an’dan İdrake Yansıyanlar- ]

11. Hasta kalpleri ve ardı arkası kesilmez yalanları ile çıkarmaya çalıştıkları fitneler dolayısıyla:

Onlara, “Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın, bireysel ve toplumsal hayatınızı menfaat ve kazanç ölçülerine göre değil, Kur’an’ın belirlediği adalet, doğruluk ve erdemlilik esaslarına göre düzenleyin!” denildiği zaman, —ellerindeki değer ölçüleri bozuk olduğundan— “Hayır, ne münasebet biz ancak düzeltici, ıslah edici kimseleriz, iyilikten ve güzellikten başka bir amacımız yoktur!” derler. Münafıklara: "Fitneleri alevlendirmek kâfirler adına casusluk yapmak, Arapları Müslümanlara karşı kışkırtmak suretiyle uygulamaya koyduğunuz son derece kötü ve çirkin planlarınız bir fesattır" denildiğinde: "Hayır! Durum zannettiğiniz gibi değildir. Bizler ancak ıslah eden kimseleriz. Biz ıslahtan başka bir şeyin peşinde değiliz" derler.Şanı yüce Allah fesat çıkartanların ancak kendileri olduğunu belirterek onların bu iddialarını reddetmektedir. Bununla birlikte onlar yaptıkları işin ne kadar tehlikeli olduğunu idrak edememekte ve bu fesadın farkına varamamaktadırlar. Çünkü fesat artık onların tabî bir karakteri haline gelmiş ve tabiatlarında yer etmiştir. -Tefsir’ül Münir-

12. Şunu iyi bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir fakat onlar gerçek idrak olan vahyin yol göstericiliğinden uzak olduklarından neyin ıslah neyin bozgunculuk olduğunun farkında değillerdir.

13. Yine onlara, “Gelin şu ikiyüzlülükten vazgeçin ve mümin insanların inandığı gibi siz de hak dine gereğince iman edin!” denildiği zaman, “Ne yani, şu akılsızların inandığı gibi mi inanalım? Sınırsız zevk ve eğlence içinde hayatı doyasıya yaşamak varken; doğruluk, erdemlilik, fedakârlık gibi safsatalarla ne diye keyfimizi bozalım? Hem o dar kafalı, yobaz insanlarla aynı inancı paylaşmak bizim gibi üstün kişiliklere yakışır mı?” derler. İyi bilin ki, asıl kendileridir akılsız olanlar; ne var ki, bunun bilincinde değiller.

14. Hakkı batıldan, imanı nifaktan ayıramayacak kadar kalpleri bozuk olan o münafıklar; İnananlarla karşılaştıkları zaman, imanlı görünmek için riyakârane “Biz de inanıyoruz!” derler. Fakat şeytanlarıyla, yani onları perde arkasından yönlendiren liderleri ve akıl hocalarıyla baş başa kalınca da desteksiz kalmamak ve menfaatlerinin kesilmemesi içinde, “Aslında biz sizin yanınızdayız, bakmayın Müslümanlıktan dem vurduğumuza. Böyle yapmakla, onlarla sadece alay ediyoruz!” derler.

15. Oysa asıl Allah onlarla alay etmekte, hak ve hakikat karşısında takındıkları bu küstahça tavırlarından dolayı, yüreklerindeki son iman kalıntılarını da yok ederek onları azgınlıkları içinde bocalar bir hâlde bırakmaktadır.

16. İşte bunlar, hidayeti verip doğru yolu terk ederek cehenneme giden dalalet yolunu, sapıklığı tercih eden birtakım akılsız kimselerdir ki bu değiş tokuştan dünyevî bir kazanç elde edemedikleri gibi, o zarardan kurtulmak için bir çıkış yolu da bulamazlar üstelik hidayete ermekten de mahrum kalmışlardır.

Bir tüccara yüksek bir sermaye verilir. O da o sermaye ile zararlı ve zehirli şeyleri alır, satarsa, o tüccar alışverişinin sonunda ne bir fayda görür ve ne de bir kâr görür. Bilâkis, hasaret içinde boğulmakla beraber, kaçmak için yolu da kaybeder. İşte, münafıkların yaptıkları muamele de aynen buna benziyor.

- İ. İ'caz -Kur’an ışığından yüz çeviren bu münafıkların durumunu, bakın şu misâl ne güzel anlatıyor:17. Onların durumu, karanlık gecede korunmak ve ısınmak için ateş yakan kimse

misâlidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır, göremezler.Bu âyet-i kerime müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir:Said b. Cübeyr, Abdullah b. Abbas’ın bu âyeti şöyle izah ettiğini söylemiştir: Allah teala, münafıkları bir misalle izah etmiştir. Münafıklar, hakkı görürler ve onu kabul ettiklerini dilleriyle söylerler. Fakat inkârcılığın karanlığından çıkmak üzere iken, kalplerinden yani içlerinden inkâr ederek hakkın nurunu söndürürler. Böylece de Allah onları inkârın karanlıkları içerisinde bırakır da onlar hidayeti göremezler ve doğru yolu bulamazlar.Ali b. Ebu Talha da Abdullah b. Abbas’ın bu âyeti şu şekilde izah ettiğini söylemiştir. O Allah teala bu âyet-i kerimeyi, münafıkların halini beyan eden bir misal olarak zikretmiştir. Onlar dünyada iken İslam’ın izzet ve şerefinden faydalanırlar, müslümanlarla evlenirler. Onlara mirasçı olurlar, onlarla ganimetleri paylaşırlar, fakat öldüklerinde Allah onların İslam’ın lütuflarından faydalanmalarını keser. Aydınlanmak için ateş yakan kimsenin ateşin sönmesi halinde karanlıklar içinde kaldığı gibi, münafıklar da öldükten sonra azap içinde kalırlar. Taberi bu izahı daha isabetli bulmuştur.

6

Page 7: MEAL-TEFSİR ÇALIŞMASI · Web viewElinizdeki meal-tefsir çalışması yaklaşık 20 değişik meal ve tefsir incelenerek hazırlanmıştır. Bu çalışma, kıymetli Nazan İnan

18. Onlar aklen ve vicdanen sağırdırlar, vahyin mesajına kulak vermezler bu yüzden hakkı tasdik edip söylemede dilsizdirler inkârın karanlığında kaldıklarından hakkı görme konusunda kördürler, çevrelerindeki milyonlarca varlık Allah’ın kudret eserleri olduğunu görüp onların Yüce Yaratıcısını tasdik etmezler. Bu yüzden yani kendi tabii yeteneklerini kendi kötü hareketleri ve kalplerindeki bozukluk ile ellerinden çıkarmış oldukları için artık sapıklıktan kurtulup hidâyet yoluna dönmezler.

"Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, körlerdir; bu sebeple onlar (içinde bulundukları halden) geri dönemezler." (Bakara, 2/18) "Onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler." (Bakara/171)

Mealini verdiğimiz ayetlerin biri münafıklarla, diğeri de kâfirlerle alakalıdır. Görüldüğü gibi burada, hazımsızlık, bakış zaviyesi ve haksızlık düşüncesinde münafıklar ve kâfirler sağır, dilsiz ve körlükle (gerçekten kör olmaları gerekmez) aynı çizgide müşterek mütalaa ediliyorlar. Ancak ayetlerin fezlekeleri farklı; birinde fıtrat-ı asliye ve eski hallerini bulamama, diğerinde ise akıllarını kullanamama söz konusu. Onları sağır, dilsiz, kör fasl-ı müşterekinde birleştiren unsur, Yüce Yaratıcı'yı bulma adına önlerine bir meşher gibi serilmiş kâinat kitabını iyi değerlendirememe, varlığı hallaç edememe, hadiseleri iyi yorumlayamama, kitaplara kulak asmama ve vicdanının sesini dinleyememe gibi hususlardır. Eğer onlar bu unsurları iyi değerlendirebilselerdi, tıpkı mü'minler gibi gönüllerinden gele gele "La ilahe illallah" diyecek, akıllarını kullanmış olacak, fıtrat-ı asliyelerine dönecek ve hayatlarını Hakk'ın düsturları, emir ve yasakları çizgisinde sürdüreceklerdi. Evet, onlar sağırdırlar; Çünkü kâinattaki her şey kendi lisan-ı mahsusuyla Allah'ı haykırırken, onlar bunları duyamamaktadırlar. Dilsizdirler; zira vicdanlarının hissettiklerini bir türlü ikrar edememektedirler. Kördürler; çünkü Allah'ın varlığına ve birliğine giden yolları görememektedirler.

Fezlekelere gelince; kâfirler için "Lâ ya'kilûn" akıl etmez, akıllarını kullanmaz ve düşünmezler deniyor ki, zaten eğer düşünselerdi, düşünebilselerdi imânâ giden yolları rahatlıkla bulabileceklerdi demektir. Nitekim Mekke'nin o mütemerrid ve muannid kâfirleri, evet Efendimiz ve ashabına yıllarca kan kusturan o insanlar, Hudeybiye Sulhu sonrası o yumuşak ortamda, Müslümanları kendilerine has çizgileriyle tam tanıyınca, o eski şartlanmışlıklarını bir kenara bırakarak, tarihî bir yanılgı içindeymişiz dedi ve hakka yöneldiler. Evet, kâfirlerin bu noktayı yakalamaları, büyük ölçüde düşünmelerine ve değerlendirmelerine bağlıdır. Onun için Kur'ân onlarla alakalı hususu "Lâ ya'kilûn" sözüyle noktalıyor.

Münafıklar ise; Kur'ân'ın ifadeleri içinde "(kâfirler ile müminler) arasında gidip-gelmekte, ne tam onlardan olabilmekte ne de bunlardan." (Nisa/143) Yani zıp zıp orada, zıp zıp burada dolaşıp durmakta ve göz nurlarıyla beraber şuur ve idrak ziyasını kaybetmenin mahrumiyetini sergilemekteler. Ayrıca onlar, hayatı hep dünya yörüngeli yaşadıklarından hep günlerini gün etme sevdasındadırlar. İman veya küfür onlar için pek fark etmez; hayat standartları nerede yüksek nerede daha rahat ve rehavet içinde olabileceklerse, hemen orayı tercih ederler. Onun için, gerekli görünce mescide bile gelebilir, namaz kılabilirler ama; "Onlar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar; sırf insanlara gösteriş yaparlar, yoksa aslında Allah'ı pek az hatırlarlar." (Nisa/142) fehvasınca, namazlarını tembel tembel ve gösteriş mülahazasıyla kılarlar. Demek ki onlar bir mânâda İslamî çizgide hayatlarını sürdürüyorlar; sürdürüyorlar ve Hz. Peygamberin arkasında yerlerini alıyorlar ama gözleri bakar-kör, vicdanları karanlık, düşünceleri imansız ve hiç de samimi değiller. Öyleyse onların en büyük talihsizlikleri samimiyetsizliklerindedir. İşte böylesi insanlar için Kur'ân, fezleke olarak "Lâ yerciûn; onlar hak ve hakikat çizgisine ve hilkatlerindeki safvete dönemezler" diyor. Zaten Münafikun Suresi'nde de ayetlerin fezlekeleri ya "Lâ ya'lemûn; bilmezler" veya "Lâ yefkahûn; anlamazlar" şeklinde verilmektedir. Bunlarla alakalı "Lâ ya'kilûn, lâ yetefekkerûn; akıl etmezler, düşünmezler" denmez; zira bu vasıflar inançsızlara ait vasıflardır. -Kur’an’dan İdrake Yansıyanlar-

17 ve 18. ayetlerde, tamamen inkâra saplanmış ikiyüzlüler anlatıldı. 19 ve 20. ayetlerde ise, henüz inkârda karar kılmayan, fakat birtakım çıkar kaygılarıyla inanç ile inançsızlık arasında bocalayıp duran bir başka münafık tipi ele alınıyor:

19. Ya da onların durumu; göklerin gürlediği, şimşeklerin çaktığı zifiri karanlık bir gecede, gökten boşanan şiddetli yağmura tutulmuş kimselere benzerler: Ölüm korkusunun verdiği dehşetle, yıldırımlara karşı güya korunabilmek için parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa ne yaparlarsa nafile, çünkü Allah, inkârcıları kudreti ile çepeçevre sarıp kuşatmıştır.

20. Şimşek her çaktığında neredeyse gözlerini kör edecektir: Şimşek önlerini her aydınlattığında, bir ümitle onun ışığında birkaç adım yürürler; üzerlerine karanlık çökünce de, oldukları yere çakılıp kalırlar!

Allah dileseydi, onların işitme ve görme yeteneklerini tamamen yok edebilirdi ama O bunu dilemez. Çünkü Allah hidayet yolu yerine sapıklığı tercih edenlerin bir gün tekrar dönebilme ihtimallerini dışlamaz bu yüzden o kişilerin işitme ve görme olarak mecaz şekilde ifade edilen anlama ve kavrama kabiliyetlerini ellerinden almaz…

7

Page 8: MEAL-TEFSİR ÇALIŞMASI · Web viewElinizdeki meal-tefsir çalışması yaklaşık 20 değişik meal ve tefsir incelenerek hazırlanmıştır. Bu çalışma, kıymetli Nazan İnan

Öyle ya, Allah’ın her şeye gücü yeter. Taberi, İbni Abbas, İbni Mes'ûd ve başkalarından 19. ayet-i kerimenin nüzülu hakkında şunları rivayet etmektedir: Dediler ki: Medine halkından münafıklardan iki kişi, Resulullah (s.a.)'dan kaçıp müşriklere sığındılar. Yüce Allah'ın sözünü ettiği bu yağmur onlara isabet etti. Bu yağmurla birlikte şiddetli gök gürültüsü, yıldırımlar ve şimşekler de vardı. Yıldırımlar, etraflarını aydınlattı mı yıldırım kulaklarına girer de kendilerini öldürür korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkıyorlardı. Şimşek çaktığı vakit ışığında yürüyorlardı. Çakmadığı vakit de etraflarını göremiyorlar, yerlerinde kalakalıyorlardı. Bunun üzerine şöyle demeye koyuldular: Keşke sabahı beklesek de Muhammed'e gitsek, ellerimizi ellerine koysak. Sabah olunca yanına gittiler. İslâm'a girdiler ve ellerini onun ellerine koydular, güzel bir şekilde İslâm'a bağlandılar. İşte Yüce Allah, kaçıp giden bu iki münafığın durumunu Medine'de bulunan diğer münafıklara bir misal olarak verdi.Münafıklar Peygamber (s.a.)'in meclisinde hazır bulunduklarında Peygamber (s.a.)'in sözleri dolayısıyla haklarında bir hüküm nazil olur yahut onlardan herhangi bir şekilde söz edilir de öldürülürler korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkıyorlardı. Tıpkı bu iki münafığın parmaklarını kulaklarına koydukları, şimşek etraflarını aydınlattığında da yürüdükleri gibi… Malları artıp dünyaya çocukları gelince, ganimet veya bir fetih elde ettikleri vakit böyle davranırlar ve "Muhammed'in dini doğru bir dindir" derlerdi. Şimşek yollarını aydınlattığında yollarına devam edip yürüyen, etrafları karardığında da dikilip kalan bu iki münafık gibi mallan telef olup çocukları ölüp başlarına belalar geldiğinde de: "İşte bu Muhammed’in dini yüzündendir" deyip kâfir olarak geri irtidat ediyorlardı. Taberi 1/119

Bu tip münafıklar, bilgisizlik ve inkârcılık karanlığında bocalarken İslâm davetiyle yüz yüze geliyor. İnsanlara adaleti ve mutluluğu sunan bu din, aynı zamanda birçok tehlikelere göğüs germeyi de emretmekte, dahası, bu emre uymayanları ilâhî azapla tehdit etmektedir. Münafık, yolunu aydınlatan bu uyarılardan yararlanmak yerine, güya kendini korumak için bunları duymazlıktan, görmezlikten gelir. Bu arada, İslâm’ın sunduğu güzellikleri gördükçe, ona sempati ile bakmaktan da kendini alamaz. Fakat doğruluğun ve adaletin egemen olması için mücadele edip fedakârlık göstermek gerekince, derhâl yüz çevirir.

İşte, inkâr ve ikiyüzlülük başta olmak üzere, bütün kötülüklerden kurtulmak için:21. Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabb’inize emrettiği şekilde ibadet

ederek kulluk edin ki, böylelikle her türlü küfür, nifak ve bunların sebep olacağı dünyevi ve uhrevi zarardan korunabilesiniz.

Âyetin son kısmındaki ümidi ifade eden kelime lealle olup Arapçada tereccî yani ümit ifade eden başlıca edatlardan biridir. Allah Teâlanın sözünde tereccî, ilk bakışta tereddüde yol açabilir. Hâşâ, sanki O’nun neticeleri kesin olarak bilmediği zannını uyandırabilir. Fakat bu sathî bir anlayıştır. Doğrusu şudur:

1. Birçok durumda terecciyi muhataplar bakımından anlamak gerekir. Nitekim meali buna göre vermiş bulunuyoruz.

2. Tereccî üslûbu, hem Allah, hem de kul yönünden matlup olan tutumdur. Zira kulluk tavrı, ümit ve korku arasında olup âkıbetten emin olmamayı gerektirir. Öte yandan bu üslupla, Allah, ilahî iradeyi hiçbir şeyin sınırlandırmayacağını bildirmek ister. Kul: “Ben Rabbimin şu emrini yaptım, O da benim için şunu yapar” diyemez.

22. O Allah ki, sizin için yeryüzünü rahatça yaşayabileceğiniz bir döşek, göğü de koruyucu bir kubbe yaptı. Ayrıca gökten sağanak sağanak su indirdi ve onun sayesinde, size rızık olmak üzere yeryüzünde çeşitli ürünler yetiştirdi. O hâlde, bütün bunları bile bile hiçbir şeyi Allah’a denk koşmayın!

Kur'an bu noktayı sık sık vurgular. Çünkü Allah'a ortak koşmayı, dünyadaki tüm kötülüklerin kökeni olarak kabul eder. Bu nedenle Allah'a bağlılıkta, itaatte veya ibadette ortak koşmak üzere, bir kişinin, bir kavmin veya bir taşın putlaştırılmasına izin vermez. Bu yüzden, Allah'ı tüm insanlığın ve hayatın devamını sağlayan, her şeyin yaratıcısı olarak kabul eden insanları yalnızca kendine boyun eğmeye davet eder. -Tefhimu’l Kur’an-

23.Üzerinde hiçbir şüphe olmayan bu ilahi kelamın mesajını dinleyiniz ve O’na iman ediniz. Eğer kulumuza, yani Allah'ın kulu ve rasûlü ümmî Peygamber Abdullah oğlu Muhammed'e safha safha indirdiğimiz Kur'an-ı Kerim'in doğruluğundan yana şüphe içinde bulunuyor veya onun insan sözü olduğunu iddia ediyorsanız, hakkında herhangi bir şüpheniz varsa, haydi Kur'an-ı Kerim’in alışılmadık beyanı, üstün belagati, parlak üslubu, her türlü kusurdan uzak fikrî yapısı, her zamana ve mekâna elverişli göz kamaştırıcı hükümleri ve gayba dair haber vermesi hususlarında onun ayarında Kur'an'a benzer bir tek sure meydana getirin. “Buna tek başımıza güç yetiremeyiz.” diyorsanız, Allah’tan başka bütün şahitlerinizi de yardıma çağırın. Becerisine güvendiğiniz bütün edebiyat ustalarını, ilim adamlarını, filozofları toplayın ve aranızda yardımlaşarak, Kur’an’dakilere benzer bir tek sure oluşturun; eğer iddianızda samimî iseniz! Öyle ya, madem Kur’an’ın insan ürünü bir kitap olduğunu iddia ediyorsunuz, öyleyse siz de ona benzer bir kitap meydana getirsenize!

—Eğer desen: Nasıl biliyoruz ki kimse söz meydanına çıkamadı ve Kur’an gibi bir kitabı getirmeye teşebbüs edemedi ve Kur’an gibi bir kitap getirilemedi. Hem birbirlerine yardımda mı fayda vermedi?

8

Page 9: MEAL-TEFSİR ÇALIŞMASI · Web viewElinizdeki meal-tefsir çalışması yaklaşık 20 değişik meal ve tefsir incelenerek hazırlanmıştır. Bu çalışma, kıymetli Nazan İnan

—Eğer muaraza yani sözle mücadele ve Kur’an’ın benzeri bir kitap getirmek mümkün olsaydı herhalde kati teşebbüs edilecekti. Çünkü dinleri, canları, malları ve izzetleri tehlikedeydi.

—Eğer teşebbüs edilseydi ve Kur’an’a benzer bir kitap getirilseydi her halükarda pek çok taraftar bulacaktı. Çünkü Kur’an’a karşı gelen kâfirler ve münafıklar gayet çok ve kalabalık idi.

-Eğer taraftar bulsaydı her halükarda şöhret bulacaktı. Çünkü küçük bir mücadele bile beşerin fikrini celb edip destanlarda yer alıyor. Böyle acayip bir mücadele ise asla gizli kalamaz. Nasıl ki kâfirler, İslamiyet’in aleyhinde her şeyi neşretmişler, elbette bunu da herkese neşredip, âleme yayacaklardı.

—Ve eğer neşretselerdi, tarihlere ve kitaplara şaşalı bir surette geçecekti. İşte meydanda bütün tarihler ve kitaplar. Her yerini araştırsanız Müseyleme-i kezzabın kendisini rezil ettiği bir iki fıkradan başka hiçbir şey bulamazsınız.

Demek Kur’an’ın taklidini getirmek mümkün değildir. Ve getirilememiştir. Bu da ispat eder ki Kur’an Allah’ın kelamıdır.

—Eğer denilse: “ Kur’an’ın bir suresine değil, bir tek ayetine, hatta bir tek cümlesine, hatta bir tek kelimesine bile muaraza edilemez ve edilememiş” sözünde mübalağa görünüyor ve akıl kabul etmiyor. Çünkü insanların sözlerinde Kur’an cümlelerine benzeyen çok cümleler var.

Cevap: Her kelam kendisini söyleyenin mührünü taşımaktadır. Lisan aynı da olsa, kabiliyetlerin farklılığı, ilim ve belagatta ki üstünlük gibi hususlar, kelamlara ayrı ayrı meziyetler kazandırmakta ve ehli için, o sözün kime ait olduğunu adeta haykırmaktadır.

Mesela, hepimiz Türkçe konuştuğumuz halde Yunus Emre’nin veya Mehmet Akif’in bir şiirini işittiğimizde bu şiirlerin şairlerini derhal ayırt edebiliyoruz.

Demek ki sözlerde Türkçe’nin ötesinde bir şey var. O da bu zatlarda ki kemâlâtın, belâgatın ve ilmin söze aksetmesinden ibaret olan mahsus bir mühürdür ki, bizim sözlerimizde bulunmuyor.

Her ilim ve kemal ehlinin sözü sahibinin mührünü taşırsa, elbette O Allah ki, bütün kemâlât, onun kemaline nispeten zayıf bir gölgedir. Öyleyse O’nun kelamı da, o kemale yakışır bir mucizelik mührünü taşıyacaktır.

Bu sırrı idrak edemeyen ve kelamdan anlamayan bazı haddini bilmez kimseler, Kur’an’ın Arapça nazil olması cihetiyle “aynı lisandan Kur’an’ın neden benzeri getirilmesin” gibi cahilâne bir iddiada bulunuyorlar. İnsanlar, Cenab-ı Hakkın yarattığı odundan ancak tahta, tahtadan da masa ve sandalye gibi şeyler yapabilmektedir. Allah ise, odundan meyve yapıyor, yaprak ve çiçek çıkarıyor. Demek ki iş odun da değil, ustadadır. Aynı şekilde insanlar topraktan çömlek yapmakta, kâinatın sanatkârı ise topraktan insan yapmaktadır. Kâinatta ki 300 elementi, birer harfe benzetirsek, Allah bu harflerle, bitkilerden, hayvanlara, insanlardan, denizlere ve yıldızlara kadar bütün mahlûkatını yazmıştır. Cenab-ı Hakkın, element harfleriyle yazdığı bir kelime olan elmanın, insanlarca taklit edilmesi mümkün değildir. Hâlbuki onun yapılmasında kullanılan elementleri, insanlarında kullanabilmeleri imkân dâhilindedir. İnsanların bir güneş yapmaları ve duha vaktini getirmeleri mümkün olmadığı gibi “veşşemsi ve duhâha” (güneşe ve duhâ vaktine yemin olsun ki) ayetinin benzerini getirmeleri de mümkün değildir.

Kur’an’da ki ifadenin güzelliği ve manaların meziyetini taklit etmek, beşerin kuvvetinin üstündedir ve taklit edemezler. Zira Kur’an-ı Hâkimin cümleleri, kelimeleri birbirine bakar. Bazı olur, bir kelime on yere bakar. Onda, on belagat nüktesi ve on münasebet bulunur. Mesela, nasıl ki, nakışlı ve süslü bir sarayda, muhtelif nakışların düğümü hükmünde ki bir taşı, bütün nakışlara bakacak bir yerde yerleştirmek, bütün o duvarı nakışlarıyla bilmeye bağlıdır. Bütün duvarı, nakışlarıyla bilemeyen, o duvara bir nakşı ilave edemez. Eğer etse, güzelliğini bozar.

Hem nasıl ki, insanın başındaki gözü, yerine yerleştirmek, bütün cesedin münasebetlerini, acayip vazifelerini ve gözün o vazifelere karşı vaziyetini bilmekle olur. Öyle de Kur’an’ın kelimelerinde pek çok muhtelif münasebetler ve diğer ayetlere, cümlelere bakan çok vecihler ve alakalar vardır. Hatta harflerden mana çıkarıp açıklayan âlimler bir Kur’an harfinde bir sayfa kadar sırrı beyan ederek bu hakikati ispat etmişlerdir.

İşte insanın sözlerinde Kur’an kelimeleri gibi kelimeler belki cümleler olabilir. Fakat Kur’an’da ki o kelimeler ve cümleler, diğer kelime ve cümlelerle çok münasebetler içindedir. Beşer ise, sözünde bu tür münasebetleri gözetmekten acizdir. Bu yüzden Kur’an’ın mislini getirmek mümkün değildir.

9

Page 10: MEAL-TEFSİR ÇALIŞMASI · Web viewElinizdeki meal-tefsir çalışması yaklaşık 20 değişik meal ve tefsir incelenerek hazırlanmıştır. Bu çalışma, kıymetli Nazan İnan

24. Eğer bunu yapamazsanız —ki hiçbir zaman yapamayacaksınız— o hâlde, yakıtı insanlar ve taşlar olan, yani zalimleri, taptıkları taştan, tunçtan putlarla birlikte yakıp kavuracak derecede müthiş sıcaklığı olan ve inkârcılar için hazırlanan o ateşten sakının! İnanç sisteminizi gözden geçirip Hak’kı kabul ederek kendinizi o müthiş ateşten korumaya bakın!

—Yakıt olarak taşlardan bahsetmesinin açıklaması: Allah’ı bırakarak ibadet için yönelinen putları ve tapınılan tüm objeleri temsil eder. O

varlıkların etkisizliğini ve güçsüzlüğünü anlatmak için durum “taş” ların cansızlığı ile sembolize edilmiştir.

(Menar I, 197)İslâm davasını yok etmek için her yolu deneyen müşrikler, bu meydan okuma karşısında

sessiz kaldılar, cevap veremediler. Eğer Kur’an’ın benzerini meydana getirmeye güçleri yetseydi, elbette bunu yaparlardı. Fakat yapamadılar ve asla yapamayacaklar!

25. İman edip de salih amel işleyenlere müjdele; onlar için, yemyeşil ağaçlarının altından ırmaklar akan cennet bahçeleri vardır. Onlara ne zaman rızık olarak oradan bir meyve sunulsa, “Biz bunu daha önce de tatmıştık!” diyecekler. Çünkü onlara, ne olduğunu bilmedikleri bir yiyecekle karşılaştıklarında iştahları gitmemesi için hep dünyadaki nimetlere benzer nimetler verilmiştir. Âhiret nimetleri, —çok daha üstün ve lezzetli olmakla birlikte— dünyadakilere benzeyecek ve her tadıldığında bambaşka bir tat ve lezzette olacaktır.Ayrıca, onlar için orada tertemiz ay hali, lohusalık gibi maddi ve manevi pisliklerden, tiksinti veren kirliliklerden, nefis ve hevânın şerlerinden uzak eşler vardır ve onlar sonsuza dek orada yaşayacaklardır.

[ Gerek cennet gerekse içinde bulunan şeyler öz ve yapı itibariyle dünyada bilinen nesnelerden farklıdır. Ancak insanların görmediği, bilmediği, tatmadığı, hayal bile edemediği şeyleri onlara anlatmanın tek yolu, bildikleri nesnelerin isimlerini kullanmaktır. Allah Teâlâ da cenneti ve nimetlerini bildiğimiz isim ve kelimelerle, kavram ve tasavvurlarla ifade etmiştir. İbn Abbas "Cennette olan şeylerin dünyada yalnızca isimleri vardır"(Beyhakî'den naklen Âlûsî, 1,204.) diyerek bu gerçeği anlatmıştır.

Allah, insana hak ve hakikati bildirmek üzere Kur’an’da çeşitli misaller verir. Gerektiğinde sivrisinekten, karıncadan, örümcekten, arıdan söz eder. Fakat inkârcılar, bu misallerin özünde yatan gerçekler üzerinde kafa yoracakları yerde, sırf itiraz etmiş olmak için, Allah’ın böyle ‘basit ve değersiz’ varlıklardan bahsetmesini bir eksiklik ve ayıp olarak niteliyor, içinde böyle örnekler bulunan bir kitabın ilâhî kaynaklı olamayacağını öne sürüyorlar. ]

26. Allah, insanlara yol göstermek için bir sivrisineği de, küçüklük bakımından onun üzerinde olan veya daha küçük olan bir şeyi de örnek vermekten çekinmez. İnananlar, bunun Rab’lerinden gelen gerçeğin ta kendisi olduğunu bilirler. Oysaki inkâr edenler bu ayetleri işittiklerinde:

“Allah bu örnekle ne demek istemiş acaba? Böyle sinek, örümcek, karınca, arı gibi ‘değersiz’ şeylerden bahsetmek ve hayatımızdaki bu kadar basit ayrıntılarla uğraşmak Allah’ın hikmetine ve şanına yaraşır mı? Allah bizi yaratmış ve serbest bırakmıştır, ne diye hayatımıza karışsın ki?” derler.

Allah, bu örneklerle kendi iradeleriyle emrine karşı gelen, irşadına sırt çeviren, nefislerine uyan birçok kimseyi tercihlerinin olağan bir neticesi olarak saptırır, fıtratı bozulmamış insanlardan Allah'ın birliğine, ulûhiyetine dair işaretleri gören birçoklarını da doğru yola iletir. Fakat şu bir gerçektir ki Allah bunlarla, getirdiği misallerle, bilerek ve isteyerek haktan sapan, emirlerine karşı gelen fasıklardan başkasını hak yoldan saptırmaz. İman sahipleri, bu hikmet dolu ayetleri düşünüp ibret alarak doğru yolu bulurlar. Önyargılı ve kötü niyetli insanlar ise, sırf itiraz edebilmek için bu misallere takılıp kalır, küçük ve önemsiz gördükleri bu örneklerde nice dersler ve ibretler olduğunu kavrayamazlar.

Peki, kimdir bu hak yoldan sapanlar?27. Onlar, Allah ile yaptıkları antlaşmayı —hem de onu yeminlerle pekiştirmelerine

rağmen— bozarlar. Allah tarafından iç dünyalarına yerleştirilen doğruluk ve iyiliğe çağıran Hakk’ın sesini duymazlıktan gelir, bile bile kötülüğü tercih ederler. Allah’ın adıyla yemin ederek verdikleri sözlerden döner, hiçbir ahit ve antlaşma tanımazlar. Bir de, Allah’ın geliştirilmesini emrettiği ilişkileri kesip atarlar. Akraba, komşu, yoksul, yetim ve yardıma muhtaç kimselere gereken ilgi ve yakınlığı göstermek gibi, gerek ailevi, gerek toplumsal barış ve dayanışmayı sağlamaya yönelik bağlantıları, ilişkileri kesmeye çalışırlar. Ayrıca, insan ile vahiy arasındaki ilgiyi, bağı ve bütünlüğü keserek insanı köksüz, temelsiz, başıbozuk bir varlık haline getirmeye çalışırlar. Ve böylece, yeryüzünde yozlaşmaya, çürümeye sebep olarak bozgunculuk çıkarırlar.

İşte, dünyada da âhirette de zararlı çıkacak olanlar, kaybedenler bunlardır.28.Kendi vücudunuzda, yakın ve uzak çevrenizde ve tüm kâinatta Allah'ın varlığını ve birliğini

gösteren sayısız işaret ve delilleri görmüyor musunuz ey gafil insanlar! Nasıl olur da Allah’ı inkâr edersiniz? Oysaki siz ölü idiniz, O size hayat verdi. Siz evvelce hayattan mahrum birer zerreden bir damla sudan ibarettiniz, sonra sizi hayata o kavuşturdu, sizi ruh, idrak sahibi bir hale getirdi. Bundan sonra sizi öldürecek, sonra yeniden diriltecektir ve sonunda,

10

Page 11: MEAL-TEFSİR ÇALIŞMASI · Web viewElinizdeki meal-tefsir çalışması yaklaşık 20 değişik meal ve tefsir incelenerek hazırlanmıştır. Bu çalışma, kıymetli Nazan İnan

dünyadaki amellerinizden dolayı muhakeme edilmek için O’na döndürülecek amellerinize göre mükâfat veya ceza göreceksiniz. Sizi küfürden alıkoyacak, iman etmeye davet edecek bunca delillere sahip olmanıza rağmen, nasıl oluyor da Allah'ı inkâr ediyorsunuz?

29. O Allah ki, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı; sonra emir ve iradesini göklere yöneltti ve onları iç içe yedi tabakadan oluşan yedi kat gök şeklinde mükemmel bir ölçüyle ahenk içinde düzenledi. Hiç kuşkusuz O, her şeyi en iyi bilendir. O’nun her yaratışında nice faydalar, hikmetler vardır ki bunların hepsini ancak O bilir.

Yeryüzünün yaşamaya elverişli kılınmasından sonra, insanlığın yaratılışına gelince: 30. Hani bir zaman Rabb’in meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım ve

benim emirlerimi uygulaması için onu temsilcilikle şereflendirip yeryüzünde görevlendireceğim!” demişti. İrade sahibi bir varlığa verilen bu büyük yetkinin, onun kötüye kullanılma riskini de beraberinde taşıdığını düşünen melekler:

“Yeryüzünde bozgunculuk yapacak, kan dökecek kimseler mi yaratacaksın? Oysa bizler seni daima övgüyle anıp yüceltmekte, her türlü kusurdan tenzih ederek kutsamaktayız. Böyleyken, insan denen varlığı yaratmandaki hikmet ve sebebi kavrayamadık, ya Rab!” dediler. Allah:

“Kuşkusuz ben, sizin bilmediklerinizi bilirim! Halifelik görevinin insana verilmesi konusunda benim bildiğim, fakat sizin bilmediğiniz çok şey var!” dedi.

Hilâfet, “vekâlet” yani başkasına vekil olmak mânasına gelir. Bu vekâlet, ya aslın kaybolmasından veya bir ihtiyaçtan veya aczden, yahut da sırf, asilin, vekiline bir şeref bahşetmek lütfunda bulunmasından ileri gelir. Ve işte Cenab-ı Allah’ın yeryüzünde insanları halife seçmesi, bu son nevidendir.

31. Ve Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti. Ona, varlıklar ile semboller arasında zihinsel bağ kurma yeteneğini bağışladı. Varlıkların niteliklerini, işlevlerini araştırıp öğrenme, eşyayı kullanma ve böylece varlıklar üzerinde tasarruf edebilme gücü verdi. Sonra onları, yani bu isimlerin karşılığı olan varlıkları meleklere göstererek:

“Eğer sözünüzde haklı iseniz, haydi bu varlıkların isimlerini ve özelliklerini bana söyleyin!” dedi.

32. Melekler: “Hâşâ!” dediler, “Seni her türlü eksiklikten, noksanlıktan tenzih ederiz! Biz, senin bize öğrettiklerinden başka hiçbir şey bilemeyiz. Her şeyi bilen sonsuz ilim ve hikmet sahibi ancak sensin!”

Kur’an’ın, değişikliğe maruz maddî şeyleri zikredip, onları sabit hakikatler suretine çevirmek için ilahi isimler ile bağlaması harikadır. Mesela:

30, 31 ve 32. ayetlerde evvela; Hazreti Âdem’in yeryüzüne halife olmasından, meleklere olan üstünlüğünden ve bu üstünlüğün sebebinin “ilim” olmasından bahisle, cüz’i bir meseleyi zikreder. Sonra, o hadisede meleklerin Hz. Âdem’e karşı ilim noktasında mağlup olma hadisesini beyan eder.

Ve sonrada bu iki hadiseyi iki isim ile özetler. Yani melekler, ayetin sonunda Allah’a hitaben; “Entel Alîmul Hâkim” “Sen Âlimsin ve Hâkimsin” der.

Evet, “Âlimsin, her şeyi bildiğinden, Hz. Âdem’e eşyaların ismini öğrettin de bize galip oldu.

Ve Hâkimsin, bize kabiliyetimize göre veriyorsun, bizi melek yapıyorsun, ona kabiliyetine göre veriyorsun, yeryüzüne halife yapıyorsun.”

İşte ayetin sonu, evvelinde zikir edilen hadiseyi özetleyecek şekilde iki isim ile ne de güzel tamamlanmış. Elbette bu nükteler, ancak Allah’ın kelamına has nüktelerdir. Ve beşerin sözünde böyle ince nükteler bulunmaz.

Kur’an bazen de, değişikliğe maruz olan ve muhtelif tavırlara giren maddî eşyadan bahseder ve sonra tefekküre ve ibrete teşvik etmek için akla havale eder.

33. Bunun üzerine Allah:“Ey Âdem, şu bilmekten âciz kaldıkları ve bilgilerinin o mertebeye ulaşamadığını itiraf

ettikleri varlıkların isimlerini meleklere bildir!” dedi. Âdem, onların isimlerini meleklere bildirince, Allah meleklere:

“Ben size, ‘Göklerin ve yerin sırlarını yalnızca ben bilirim ve dilediğime, dilediğim kadar öğretirim; hem açığa vurduğunuz, hem de gizlediğiniz her şeyi yine ben bilirim!’ dememiş miydim?” dedi.

İşte burada, insanın baş düşmanı İblis ortaya çıkıyor:

11

Page 12: MEAL-TEFSİR ÇALIŞMASI · Web viewElinizdeki meal-tefsir çalışması yaklaşık 20 değişik meal ve tefsir incelenerek hazırlanmıştır. Bu çalışma, kıymetli Nazan İnan

34. Hani meleklere, “Âdem’e kâfirlerin putlarına yaptığı şekilde ibadet ve ilâh edinmek amacı ile değil de, boyun eğmek, selâmlamak ve tazim amacıyla secde edin!” demiştik. Bunun üzerine, melekler Allah’ın emrine boyun eğerek secde ettiler; ancak meleklerin arasında yaşayan ve aslen bir cin olan İblis emrimize karşı geldi, kendisini Âdem’den üstün görerek "Ben ondan daha üstün olduğum halde ona secde mi edecekmişim? Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın", demiş. Böylelikle yüz çevirmesi ve aldanışa götüren gururu sebebiyle kibre kapıldı ve bu nankörlüğünün sonucunda, ilâhî emre baş kaldıran kâfirlerden biri oldu!

İblis, sözlükte çok aşırı meyus olan, ümitsiz anlamına gelir. Aynı zamanda Allah'a isyan eden, insan soyuna boyun eğmenin sembolik göstergesi olarak Hz. Âdem’e (a.s.) secde etmeyi reddeden ve Kıyamet gününe kadar insanları saptırmak için Allah'tan mühlet isteyen cine verilen addır. Bu cine şeytan da denir. O sadece kötü ve soyut bir güç değil, insan gibi belli bir kişiliğe sahip bir varlıktır. Genelde bilindiği gibi o bir melek değil, melekler gibi özel bir tür olan cinlerden biriydi. (Bkz. Kehf: 50.) –Tefhimu’l Kur’an-

Taberi diyor ki: "Her ne kadar bu âyet-i kerime, özellikle İblisi zikrediyorsa da, Allah'ın emir ve yasaklarına, böbürlenerek boyun eğmeyen ve Allah’ın birbirlerine karşı, yerine getirmelerini emrettiği vazifeleri yerine getirmeyen herkesi de kapsamına almaktadır.

35. Daha sonra dedik ki: “Ey Âdem, sen ve eşin cennete yerleşin. Oradaki nimetlerden dilediğiniz kadar, serbestçe yiyin. Fakat sınırsız bir özgürlüğe sahip olmadığınızı, size bu nimetleri bahşeden Allah’a muhtaç birer kul olduğunuzu asla unutmayın. Bunun için, iman ve itaatinizi sınamak üzere şimdilik size meyvesini yasakladığım şu ağaca sakın yaklaşmayın, yoksa büyük bir günah işleyerek kendinize zulmetmiş olursunuz!”

Meyvesinden yenilmesi yasaklanan ağaçtan maksat, rivayetlere göre buğday veya üzüm veya incir veya kâfur ağacıdır. Fakat kesin veya açık bir delil bulunmadıkça bunu tâyin etmemek en iyisidir. Nitekim Kur'ân'ı Kerîm’de de bu açıklanmamaktadır. Yasağa uyma hususunda hepsi de eşittir, belirlemeye ihtiyaç yoktur. Binaenaleyh biz bunu Allah'ın ilmine havale ederiz.Taberi diyor ki: "Müfessirler, Hz. Âdemin zevcesinin ne zaman yaratıldığı hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir:Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve diğer bir kısım sahabelerden nakledildiğine göre İblis, lanete uğratıldıktan sonra cennetten çıkarıldı. Buna mukabil Âdem cennete yerleştirildi. Âdem cennette, kendisiyle beraber olacak bir eşi olmaksızın yalnız başına dolaşıyordu... Bir zaman uykuya daldı. Sonra uyandı. Bir de ne görsün, başucunda bir kadın oturuyor. Allah o kadını Âdemin kaburgasından yaratmıştı. Âdem kadına: "Sen kimsin?" dedi. O, "Ben bir kadınım." dedi. Âdem: "Niçin yaratıldın?" diye sordu. Kadın: "Sen benimle birlikte yaşayasın diye" dedi.Melekler, Âdemin ilminin derecesini ölçmek için "Ey Âdem bu kadının ismi ne?" dediler. Âdem: "Havva" dedi. Melekler: "Niçin Havva diye adlandırıldı?" dediler. Âdem: Çünkü o, diri bir varlıktan yaratıldı." dedi

36. Derken şeytan, Âdem ile Havva’nın kalbine vesvese vererek dedi ki: Rabbinizin size bu ağacın meyvesinden yemeyi yasak kılmasının tek sebebi, ondan yemenizin sizleri meleklerden kılacağıdır veya sizlerin ölümsüz ebedi kimseler olacağınız içindir. Allah şahittir ki, bunları sırf sizin iyiliğiniz için söylüyorum (7. A’râf, 20, 21)!” Böylece, onları aldatarak yasak ağaçtan yemelerine, bunun sonucunda da cennetten çıkmalarına sebep oldu. Biz de onlara ve İblis’e seslenerek, “Birbirinize düşman olarak inin oradan. Artık yeryüzüne yerleşecek ve belli bir süreye kadar orada yaşayacaksınız!” dedik.

Allah'ın, Âdem ve ailesi şahsında bütün insanlığa öğretici ve eğitici bir mesaj verdiğini görüyoruz; insan düşmanını tanımalı, emir ve yasaklan bilmeli ve onlara uymalı. Öğretim ve eğitimi aynı anda yapan Allah, yanlış davranışın sebeplerini belirtmekte ve verilen cezayı açıklamakta; bulunduğu mükemmel yerden çıkma, zahmet çekme, açlık, susuzluk, çıplaklık ve aşırı sıcak altında kalma [Taha/117–119] gibi olaylarla karşı karşıya kalacağını bildirmektedir.

37. Bunun üzerine, Âdem pişmanlık duyarak Rabb’ine yöneldi ve O’nun sonsuz merhametine sığındı. İblis gibi kibre kapılıp günahında diretmedi. Böylece, nasıl tövbe edeceğini kendisine öğreten Rabb’inden hikmetli sözler alıp öğrendi ve “Ey Rabb’imiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize merhamet etmezsen, mutlaka kaybedenlerden olacağız (7. A’râf: 23)!” diyerek O’na yalvardı. Allah da onu bağışladı. Çünkü O tövbeleri kabul edendir, pek merhametlidir.

— Tevrat Hz. Âdem’in tövbe etmesinden bahsetmez. — Allah insanın dünyadaki çilesini geçici kılmıştır. Halife olmak üzere yaratılan Âdem’in fıtratından ilim gücü yok edilmemiştir. Vuku bulan zelle henüz tabiat (huy) haline gelmemiştir. Onun için bu musîbetten hemen sonra, bu yaratılışıyla Rabbine döndü ve O’nun kendisine bazı kelimeler telkin ettiğini sezdi ve o kelimeleri alıp onlarla amel etti. Bu kelimeler 7/23’de bildirilmiştir.

12

Page 13: MEAL-TEFSİR ÇALIŞMASI · Web viewElinizdeki meal-tefsir çalışması yaklaşık 20 değişik meal ve tefsir incelenerek hazırlanmıştır. Bu çalışma, kıymetli Nazan İnan

Daha sonra Âdem ile Havva, asıl yaratılış gayeleri olan halifelik görevini yerine getirmek ve şeytanla yapacakları mücadele ile imtihan olunmak üzere, cennetten çıkarılıp yeryüzüne gönderildiler:

38. Yüce Allah buyurdu ki: Biz Âdem, Havva ve İblis’e seslenerek; “Hepiniz oradan inin” dedik. Elçiler ve kitaplar göndererek sizlere ve sizden sonraki nesillere doğru yolu göstereceğim. Artık benden size dünya ve ahiret mutluluğuna ulaşmanız için bir yol gösterici gelince, insanlardan veya cinlerden, kimler benim hidâyetime tâbi olur, bana iman ve itaat ederek, gösterdiğim yolda yürürse, işte onlar Hesap Günü’nde ne korkuya kapılacak, ne de üzüleceklerdir!”

39. “Ayetlerimizi, kitaplarımızı, peygamberlerimizi yalan sayıp inkâra saplananlara gelince, onlar da içinde ebedî kalmak üzere ateşe mahkûm edileceklerdir.” Bu surenin 40–142. ayetleri, -yaklaşık bir cüz tutacak kadar- özellikle İsrail oğulları’ndan söz etmektedir. Bu ayetlerle onların gerçek kimlikleri açıklanmakta, işledikleri kusurlar dile getirilmektedir. Surenin baş tarafından itibaren buraya kadar gördüğümüz ilk ayet-i kerimeler Allah'ın varlığını, birliğini ispat etmek, ona ibadeti emretmek, Kur'ân-ı Kerîm'in Allah'ın mu'ciz kelâmı olduğunu ispatlamak, diğer taraftan insanı yaratmak, onu üstün ve şerefli kılmak, gökleri ve yeri yaratmak suretiyle Allah'ın kudretinin tecellilerini beyan etmek, insanın bütün bunlara karşı tutumlarını, mümin, kâfir ve münafık olmak üzere kısımlara ayrıldıklarını açıklamak sadedinde idi. Daha sonra Yüce Allah aralarında peygamberlerin geldiği kavimlere hitab etmeye başlar. İlk olarak Yahudiler'e hitap ettiğini görüyoruz. Çünkü Yahudiler semavî kitaplara sahip en eski kavimlerdendir. Diğer taraftan bunlar Kur'ân-ı Kerîm'e iman edenlere karşı en ileri derecede düşmanlık edenlerdir. Hâlbuki son peygambere bütün insanlar arasında öncelikle onlar iman etmeli idi. Bundan dolayı Yüce Allah kendilerine ihsan etmiş olduğu pek çok nimetleri onlara hatırlattığı gibi, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini tasdik etmek üzere onlardan alınmış kesin ve pekiştirilmiş ahidlerini de hatırlatmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm'in kimi zaman yumuşak ve latif bir şekilde, kimi zaman korkutucu ve ağır bir üslûpla, kimi zaman nimetleri hatırlatarak, kimi zaman da işledikleri suçları, kabahatleri sayıp dökerek, amelleri dolayısıyla azarlayarak, onlara karşı deliller ortaya koyarak çeşitli üslûplarda onlara hitap ettiğini görüyoruz. Tefsirül Münir

40. Ey salih bir peygamber olan Yakup( a.s.)'un evladı İsrail Oğulları, size ve babalarınıza sayılamayacak ve hesaba gelmeyecek kadar bahşettiğim nimetlerimi hatırlayın. Siz bana verdiğiniz iman ve itaat hususunda sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü, cennete koyacağıma dair olan vaadimi tutayım. Ve başkasından değil, benden, sadece benden korkun!

Allah teala, İsrailoğullarına çeşitli nimetler vermiştir. Onları, kendisine taptıran Firavunun zulmünden kurtarmış, denizi yarıp içinden geçirmiş, çölde taştan sular fışkırtmış, gökten kudret helvası ve bıldırcın eti indirmiş, soylarından birçok Peygamberler göndermiş ve kendilerine, dört büyük kitaptan biri olan Tevrat’ı indirmiştir. Ayrıca İslam dini, Allah'ın en büyük nimeti olarak bü-tün insanlıkla beraber onlara da gönderilmiş fakat onların çoğu bu nimeti inkâr etmişlerdir.

41. Yanınızda bulunan Tevrat'ın aslını onaylayıcı olarak indirdiğimiz bu son vahye Kur’an-ı Kerim’e iman edin ve onu inkâr edenlerin ilki ve öncüleri siz olmayın! Benim ayetlerimi -dünyevî, fanî şeyler, o âyetlerin yüceliği karşısında pek kıymetsiz, ehemmiyetsiz olduğundan sakın o dünyevi- basit menfaatlerle değişmeyin ve başkasından değil, sadece benden—yani emirlerime karşı gelmekten ve benim rızamı, hoşnutluğumu kaybedip azabıma uğramaktan— sakının!

42. Hakkı batıl ile bulandırmayın ve bile bile gerçeği gizlemeyin! Hz. Muhammed'in (asm) vasıfları hakkındaki Tevrat âyetlerini ve diğerlerini kendi uydurduğunuz esassız şeyler ile değiştirme ve bozmaya kalkışmayınız Rasülü Ekrem Sallallahü Aleyhi Vessellemin mübarek vasıflarını gizlemeyin, bunun mesuliyetini düşününüz.

43. Namazı dikkat ve özenle kılın, zekâtı verin ve Allah’ın hükümlerine boyun eğen müminlerle cemaatle veya Muhammed (s.a.v.)'in ashabı ile birlikte, siz de boyun eğin, namazı kılın! [Burada, pek çok dinî hükümler içinden özellikle namaz ve zekâtın emredilmesi, bunlardan ilkinin bedenî ibadetlerin, ikincisinin de malî ibadetlerin en önemlisi olmasından ileri gelmektedir. Râzî, III, 44.]

44. Siz başkalarına iyiliği öğütler de, kendinizi unutuyor musunuz? Halbuki Allah’ın gönderdiği kitabı okuyup duruyorsunuz, hiç aklınızı kullanmıyor musunuz? Artık aklınızı başınıza almayacak mısınız?

45. Ey müminler! Sabırla nefse ağır gelen dinî yükümlülüklere katlanarak ve dinin direği olan namazla Rabb’inizden yardım dileyin. Zorluklar karşısında asla yılgınlığa kapılmadan, umudunuzu ve direncinizi kaybetmeden hedefe doğru adım adım ilerleyin! Hiç kuşkusuz bu görev, Allah’a saygıyla bağlananlardan Allah için ruhları tertemiz olmuş itaatkâr ve mütevazı kimselerden başkasına elbette ağır ve meşakkatli gelecektir.

Bütün bu emirler ve yasaklar İsrail oğullarına hitab etmekle beraber, hükmü onlara mahsus değildir. “Bunlar İslâm şeriatında da vardır. Siz de bunlara İman ve itaat ediniz” demektir. Zira Tefsir usulündeki bir kurala göre “Sebebin hususiliği, hükmün umumiliğine mani değildir”

13

Page 14: MEAL-TEFSİR ÇALIŞMASI · Web viewElinizdeki meal-tefsir çalışması yaklaşık 20 değişik meal ve tefsir incelenerek hazırlanmıştır. Bu çalışma, kıymetli Nazan İnan

46. O, Allah için ruhları tertemiz olmuş kimseler ki, Rab’lerine kavuşacaklarını; eninde sonunda O’na döneceklerini bilir ve hayatlarını buna göre şekillendirirler.

47. Ey İsrail Oğulları, size verdiğim nimetlerimi ve ilâhî yasalara itaat ettiğiniz sürece sizi tüm insanlara nasıl üstün kıldığımı hatırlayın. -Yani hatırlayın ki, babalarınızı, içlerinden peygamberler göndermek, onlara kitaplar indirmek ve onları efendiler ve melikler kılmak suretiyle, yaşadıkları zamandaki diğer toplumlara üstün kıldık. Kuşkusuz babaları üstün kılmak, onların çocukları için şereftir.-

48. Ve öyle bir Gün’den sakının ki, o gün hiç kimse bir başkası adına bedel ödeyemeyecek, hiç kimsenin başkasının kurtuluşu için aracılık ve şefaat etmesine izin verilmeyecek, Allah katında sözü geçtiği varsayılan hiçbir varlık, zalimleri hak ettikleri cezadan kurtaramayacak, hiç kimseden kurtuluş fidyesi kabul edilmeyecek ve ilâhî yardımı hak etmeyen hiç kimseye yardım edilmeyecektir.

Mu’tezile bu âyetten, büyük günah işleyenlere şefaatin fayda vermeyeceği sonucunu çıkarmıştır. Ehl-i sünnete göre âyet kâfirler hakkındadır ve hitap, küfürde ısrar edenlere mahsustur. Zira İsrailoğulları, kendilerinin babaları ve dedeleri olan peygamberlerin, her hal ve durumda, kendilerine şefaat edeceklerini iddia ediyorlardı. Bu âyet, bunu reddediyor. Yoksa şefaatin muteber olduğuna dair âyetler mevcuttur. İleride ele alınacaktır. Ayrıca kesin hadisler de vardır. Kabul edilmeyecek şefaat, herkesin kendiliğinden ve Allah’ın iznine bağlanmadan, yapılacağı düşünülen şefaatlerdir. Şu halde kendiliklerinden şefaat edebilirler zannıyla nebîlere ve velîlere tapılmamalı, ancak Allah’a ibadet etmelidir ki O, istediğine, istediği zaman şefaat ettirir.

Şefaat, bir suçlunun cezadan kurtarılması için aracılık etmektir. Kur’an, ancak Allah’ın dilediği kimselerin (10. Yunus: 3, 20. Tâhâ: 109, 34. Sebe: 23, 53. Necm: 26), yine ancak O’nun izin verdiği kimselere (21. Enbiyâ: 28) şefaat edebileceğini bildirmiştir. Bu yüzden, aracıları memnun etmek için değil, Allah’ın rızasını kazanmak için çaba gösterilmeli ve şefaat yalnızca O’ndan istenmelidir.

49. Ey İsrail Oğulları! Sizi Firavun ve ordusundan nasıl kurtardığımızı da hatırlayın: Hani size en acı işkenceleri çektiriyorlardı; nüfusunuzun artmasını engellemek için oğullarınızı boğazlıyor, kadınlarınızı utanç verici işlerde kullanmak üzere sağ bırakıyorlardı.

Firavun, Mısırda Amalika hükümdarlarının lakabıdır. Çoğulu Feraine’dir. Nasıl ki Türk krallarına hakan, Rum krallarının bazısına kayser, bazısına herakl (Herakliyus), Habeş krallarına necaşi, Yemen meliklerine tübba’, İran hükümdarlarına kisrâ deniliyordu.

İşte bütün bunlarla, Rabb’iniz sizi eğitip olgunlaştırmak ve böylece insanlığı doğru yola ileten örnek ve öncü bir toplum yapmak üzere çetin bir sınavdan geçirmekteydi.

50. Hani sizin için Kızıldeniz’i yarıp sizleri kurtarmış, Firavun ve adamlarını da -siz seyredip dururken- gözlerinizin önünde boğmuştuk.

51. Hani Musa ile, huzurumuza çıkıp ilk ilâhî emirleri almak üzere Sina dağına gelmesi ve orada kırk gün kırk gece boyunca bu büyük buluşmaya ruhen hazırlanması için sözleşmiştik. Fakat daha o yanınızdan ayrılır ayrılmaz, buzağı heykeline taparak kendinize zulmetmiştiniz.

52. Fakat tüm bunlara rağmen, şükredesiniz diye sizi yine de bağışlamıştık.53. Ve hani dosdoğru yolda yürümeniz için Musa’ya, daha sonraki çağlarda Tevrat

adıyla anılacak kitabı ve doğru ile eğriyi, iyi ile kötüyü, hak ile batılı birbirinden ayırt etme yeteneği olan furkanı bahşetmiştik.

54. Hani Musa kavmine, “Ey kavmim!” demişti, “Siz o buzağıya tapınmakla kendinize gerçekten zulmettiniz! O hâlde, yaratıcınıza yönelerek tövbe edin ve içinizden puta tapanları cezalandırmak üzere birbirinizi öldürün! Ayrıca, içinizdeki kötü eğilimlerinizi, bencil duygularınızı öldürerek ruhunuzu terbiye edin. Bu, yaratıcınız katında sizin için en iyisidir.”

Bunun üzerine, tövbe edip yeniden hakka yöneldiniz ve Rabb’iniz de sizleri bağışladı. Çünkü O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.

55. Ey İsrail Oğulları! Yine bir zamanlar siz, birçok mucizeye bizzat şahit olduğunuz hâlde, “Ey Musa; biz Allah’ı apaçık bir şekilde karşımızda görmedikçe, sana asla inanmayacağız!” demiştiniz. Bunun üzerine, gözlerinizin önünde çakan ve hepinizi cansız bir hâlde yere seren korkunç bir yıldırım sizi yakalayıvermişti.

56. Sonra da şükredesiniz diye, sizi ölümünüzün ardından mucizevî bir şekilde yeniden diriltmiştik. Bu mucize, aynı zamanda, ahlâkî değerler ve toplumsal dinamikler bakımından ölen bir toplumun, ancak ilâhî vahyin yol göstericiliği sayesinde yeniden hayata kavuşabileceğini gösteren çarpıcı bir örnek olmuştu. Nitekim:

57. Çöllerin kavurucu sıcağından sizi korumak için bulutları üzerinize gölgelik yapmış ve “Size verdiğimiz güzel nimetlerden yiyin!” diyerek size kudret helvası ve bıldırcın göndermiştik. Gökten çiğ damlası gibi dökülen, yerden mantar gibi biten tatlı bir gıda ve bıldırcın etleriyle sizi beslemiştik.

Ama bunca nimetlere karşılık nankörlük ettiler. Ancak onlar böyle yapmakla bize değil, yalnızca kendilerine kötülük ediyorlardı.

58. Hani bir zamanlar İsrail Oğulları’na demiştik ki:

14

Page 15: MEAL-TEFSİR ÇALIŞMASI · Web viewElinizdeki meal-tefsir çalışması yaklaşık 20 değişik meal ve tefsir incelenerek hazırlanmıştır. Bu çalışma, kıymetli Nazan İnan

“Halkı zalim olan şu şehre girip orayı fethedin ve orada bulunan nimetlerden dilediğiniz gibi, serbestçe yiyip için; fakat şehri ele geçirdiğinizde kapısından kibir ve çalımla değil, “Bağışla bizi, ey Rabb’imiz!” diyerek alçak gönüllülükle ve saygıyla eğilerek girin ki, biz de sizin günahlarınızı bağışlayalım. Unutmayın; iyilik yapanları, hak ettiklerinden çok daha fazlasıyla ödüllendireceğiz.”

59. Ama içlerindeki zalimler, kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler. Allah’ın ayetlerini ya reddettiler, ya da içlerini boşaltıp keyiflerince yorumlayarak kendi arzu ve heveslerine uydurdular. Biz de isyankârlıklarından dolayı, o zalimlerin üzerine gökten korkunç bir azap indirdik.

60. Hani Musa, çölde susuz kalan halkı için Allah’a yalvarıp su istemişti. Biz de ona:“Asanla şu kayaya vur!” demiştik. Musa, asasıyla kayaya vurur vurmaz, derhâl oradan

on iki pınar fışkırmış ve İsrail Oğulları’nı meydana getiren on iki boydan her biri, diğerinin hakkına saldırmaksızın, kendi su içeceği yeri kolayca öğrenmişti. O zaman buyurmuştuk ki: “Allah’ın nimetlerinden yiyin, için. Sakın yeryüzünde bozgunculuk yaparak fitne ve kargaşa çıkarmayın!”

61. Ey İsrail Oğulları! Hani siz, “Ey Musa! Biz tek bir çeşit yemeğe artık dayanamayacağız. Her gün aynı yemeği yemekten bıkıp usandık! Artık o gökten gelen ilâhî nimetleri de istemiyoruz. Bizim için Rabb’ine dua et de, bize Mısır’da olduğu gibi toprakta yetişen sebze, salatalık, sarımsak, mercimek, soğan gibi çeşitli yiyecekler çıkarsın. Böylece, biraz da keyfimize göre, lüks ve refah içerisinde yaşayalım!” demiştiniz. Bunun üzerine Musa:

“Siz bu üstün nimeti, değersiz bir şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? Allah yolunda özgürce ve onurlu bir şekilde mücadele edip cenneti kazanmak yerine, Mısır’da köleyken elde ettiğiniz o lüks, fakat onursuzca hayatı mı tercih edeceksiniz? O hâlde, haydi Mısır’a dönün, istedikleriniz orada var, orada bol bol sebze meyve yersiniz, fakat belanızı da bulursunuz!” dedi.

Böylece o zalimler, Allah’ın gazabına uğrayarak aşağılık ve perişanlığa mahkûm edildiler. Çünkü Allah’ın ayetlerini sözleri ve davranışlarıyla inkâr ediyor, haksız yere Peygamberleri öldürüyorlardı. Kendilerini ilâhî hükümlere çağıran Peygamberlere ve onların izinden giden davetçilere hayat hakkı tanımıyor, onların toplumdaki saygınlık ve etkinliklerini yok etmeye çalışıyorlardı. Bunun da sebebi, isyan etmeleri ve azgınlıkta pek aşırı gitmeleriydi.

Bütün bu kötülüklerden korunup âhirette kurtuluşa ermenin yolu ise şudur:62. Gerçek şu ki, ister Müslüman, ister Yahudi, ister Hristiyan, ister yıldızlara tapan

Sâbiî, ister ateşperest Mecusî ve isterse bunların dışındaki başka bir dine mensup olsun, her kim Allah’a ve âhiret gününe Kur'an’da belirtildiği şekilde inanır ve İslâm’ın ortaya koyduğu prensipler doğrultusunda güzel işler yaparsa, işte onlar, Rab’lerinin katında ödüllerini mutlaka alacaklar ve Hesap Günü ne korku duyacak, ne de üzüleceklerdir.

Hiç kimse, şu veya bu dine inandığını öne sürmekle veya herhangi bir ırka, sınıfa, cemaate mensup olmakla kurtuluşa eremez. Cennete girebilmenin tek yolu, Allah’a ve âhiret gününe gereğince inanarak ilâhî prensiplerin ortaya koyduğu biçimde yararlı ve güzel davranışlar ortaya koymaktır. Nitekim:

63. Ey İsrail Oğulları, hatırlayın: Hani Allah’a verdiğiniz sözün önemini iyice idrak etmeniz ve bu antlaşmayı bozduğunuz takdirde doğabilecek vahim sonuçları belleklerinizde hep canlı tutabilmeniz için, Sina dağını yerinden söküp tıpkı bulut gölgesi gibi tepenize yükselterek sizden şu sözü almıştık:

“Size bahşettiğimiz ilâhî vahye sımsıkı sarılın ve içindeki temel hayat prensiplerini sürekli aklınızda ve gündeminizde tutun ki, yeryüzünde adalet, barış ve huzuru sağlayarak kötülüklerden sakınıp korunabilesiniz.”

64. Ama bütün bunlardan sonra, yine sözünüzden caydınız. Eğer Allah size lütfedip acımasaydı, gerçekten zarara uğrayıp perişan olacaktınız. İşte, Yahudilerin dönekliğinizi gösteren çarpıcı bir örnek daha:

Bir zamanlar İsrail Oğulları’na, cumartesi günü hiçbir işle meşgul olmayıp dinlenmeleri ve o günü ibadetle geçirmeleri emredilmişti. Fakat pek çokları, açgözlülükleri yüzünden çeşitli hilelere başvurarak bu yasağı çiğnediler. Bu yüzden de, –fiziksel veya ahlâkî yönden– maymuna dönüştüler:

65. Sizden cumartesi yasağını çiğneyenleri pekâlâ bilirsiniz. Biz de, açgözlülüklerinin cezası olarak onlara:

“İhtirasları uğruna tüm insanî değerleri ayaklar altına alan onursuz ve kişiliksiz varlıklara dönüşerek aşağılık maymunlar olun!” demiştik.

Bazıları onların fiziksel olarak maymuna çevrildikleri görüşündedirler; bazıları ise onların o zamandan itibaren maymun gibi davranmaya başladıklarını söylerler. Fakat Kur'an'ın ifadesi, bunun fiziksel bir değişme olduğuna işaret eder. Bence onların mevcutları maymuna çevrilmiş, azabın en şiddetlisini çekmeleri için zihinleri insan olarak bırakılmıştır. Mevdudi

66. İşte bu cezayı, hem o çağda yaşayanlara, hem de sonradan geleceklere ibret verici bir ders ve kötülükten sakınanlar için öğüt alınacak bir örnek kıldık.

15

Page 16: MEAL-TEFSİR ÇALIŞMASI · Web viewElinizdeki meal-tefsir çalışması yaklaşık 20 değişik meal ve tefsir incelenerek hazırlanmıştır. Bu çalışma, kıymetli Nazan İnan

67. Bir zamanlar Musa, İsrail Oğulları arasında iyice yaygınlaşan batıl inançları yıkmak ve bir cinayet olayını aydınlatmak üzere kavmine:

“Allah size, bir zamanlar “efendileriniz” olan Mısırlıların inançlarına göre kutsal sayılan bir inek kurban etmenizi emrediyor!” demişti. Onlar ise:

“Böyle kutsal bir ineği nasıl kesebiliriz? Sen bizimle alay mı ediyorsun?” dediler. Musa:“Ben, ilâhî buyruklar konusunda gayri ciddî davranarak cahillik etmekten Allah’a

sığınırım!” dedi.68. Onlar, işi yokuşa sürerek:“Bizim için Rabb’ine dua et de, bari onun nasıl bir inek olduğunu bize açıklasın!”

dediler. Fakat her itiraz edişlerinde iş biraz daha zorlaşıyor, yükümlülükleri her seferinde biraz daha artıyordu:

Musa, “Allah onun ne tamamen kocamış, ne de çok genç; ikisi arasında orta yaşlı bir inek olduğunu söylüyor, haydi size verilen emri yerine getirin!” dedi.

69. Onlar yine:“Bizim için Rabb’ine dua et de, bize onun rengini bildirsin!” dediler. Musa:“Allah onun, görenlere hayranlık veren sapsarı, parlak renkli bir inek olduğunu

söylüyor!” dedi.70. Onlar yine:“Bizim için Rabb’ine dua et de, onun nasıl bir inek olduğunu bize iyice açıklasın.

Çünkü bu inek kurban etme meselesi kafamızı karıştırdı, hem bu nitelikleri taşıyan pek çok inek var ve hepsi de birbirine benziyor. Ama Allah dilerse, herhâlde doğruya ulaşırız!” dediler.

71. Musa: “Allah onun, henüz boyunduruk altına alınmamış, toprak sürmeyen, ekin sulamayan, her yerde serbestçe dolaşan, alacasız ve beneksiz, kısacası tam da Mısırlılarca kutsal sayılan özellikleri taşıyan bir inek olduğunu söylüyor!” deyince, onlar nihayet, daha fazla itirazın kendilerini helake sürükleyeceğini anlayarak:

“İşte şimdi gerçeği söyledin!” dediler ve istemeyerek de olsa ineği boğazladılar; fakat az kalsın bunu yapmayacaklardı.

Aslında bu iş için herhangi bir ineğin kesilmesi yeterli olacaktı. Fakat onlar basit bir inek kesme emrini bile o kadar kurcaladılar ki, sonunda kendileri de işin içinden çıkamaz hâle geldiler. Öyleyse, size emredilenleri gücünüz yettiğince yapmalı, olmadık yorumlara dalıp gereksiz yükümlülükler icat ederek, dini karmakarışık hükümler yumağı hâline getirmekten kaçınmalısınız.

Bu ineğin kurban edilişinin asıl hikmetine gelince:72. Hani siz bir cana kıymıştınız da, suçu birbirinizin üzerine atarak bu konuda

anlaşmazlığa düşmüştünüz. Oysa Allah, gizlediklerinizi ortaya çıkaracaktı. Bunun için de:

73. “Bunun bir parçasıyla ona vurun!” dedik. Böylece Musa, kurban edilen ineğin bir parçasını alıp onu öldürülen kişinin cesedine vurdu. Ölü mucizevî bir şekilde dirildi ve kendisini kimin öldürdüğünü söyledikten sonra tekrar eski hâline döndü. İşte Allah, ölüleri böyle kolayca diriltir ve aklınızı kullanasınız diye size mucizelerini böyle gösterir.

74. Ama bütün bunlardan sonra, kalpleriniz yine kaskatı kesilip taş gibi oldu, hatta daha da sert! Taşlar, kayalar bile, sizin şu duyarsız kalplerinizin yanında yumuşacık kalır. Çünkü öyle kayalar vardır ki, içerisinden ırmaklar kaynar. Öyleleri de var ki, çatlayıp yarılır da, bağrından pınarlar fışkırır. Yine öyle kayalar da vardır ki, Allah’a saygıdan dolayı ilâhî yasalarına itaat ederek yukarıdan aşağıya yuvarlanıp düşer.

O hâlde, ey inkârcılar! Akılsız, şuursuz dediğiniz şu taşlar, ağaçlar, kuşlar bile yüce yaratıcının kanunlarına kayıtsız şartsız boyun eğerken, akıl ve irade sahibi olan sizler, sonsuz merhamet ve şefkatiyle sizi yoktan var eden ve yaratılmışlar içinde en şerefli makama yücelten Rabb’inize karşı nasıl olur da nankörlük eder, emirlerine baş kaldırırsınız?

Unutmayın; Allah, yaptıklarınızdan hiç de habersiz değildir.75. Şimdi ey Müslümanlar, bu inatçı kâfirlerin durumu ortada iken, hâlâ onların size

inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa onlardan öyleleri var ki, Allah’ın sözlerini dinleyip onun doğruluğuna iyice kanaat getirdikten sonra, onu bile bile değiştirip çarpıtıyorlar. Öyle ki:

76. İnananlarla karşılaştıkları zaman:“Biz de inanıyoruz, çünkü Hz. Muhammed’in (s) taşıdığı niteliklere sahip bir Peygamberin

geleceği, bize Tevrat’ta zaten müjdelenmişti!” derler. Fakat birbirleriyle baş başa kalınca, liderleri, bu sözü söyleyenleri kınayarak:

“Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Muhammed’in Peygamberliğine dair Allah’ın size bildirdiği bilgileri, Müslümanlarla Rabb’inizin huzurunda yapacağınız tartışmada size karşı delil olarak kullansınlar da böylece halkın desteğini kazansınlar diye mi onlara anlatıyorsunuz? Ne diye ellerine koz veriyorsunuz? Böyle yapmakla, sahip olduğunuz makamın, servetin ve itibarın elinizden gideceğini hiç düşünmüyor musunuz?” derler.

77. Peki onlar, gizledikleri ve açıkladıkları her şeyi Allah’ın zaten bildiğini ve bunları Elçisine, inananlara ve tüm insanlığa bildireceğini bilmiyorlar mı?

16

Page 17: MEAL-TEFSİR ÇALIŞMASI · Web viewElinizdeki meal-tefsir çalışması yaklaşık 20 değişik meal ve tefsir incelenerek hazırlanmıştır. Bu çalışma, kıymetli Nazan İnan

78. İçlerinden bir de kara cahil ümmiler var ki, bunlar kitabı bilmezler. Dini temel kaynaklarından araştırıp öğrenmezler. Onların tüm bildikleri, kulaktan duyma hurafe ve kuruntulardan ibaret olup, sadece zanna dayanırlar. Onları asıl yönlendirenler ise, hakikati pekâlâ bildikleri hâlde, basit çıkarlar uğruna Allah’ın kitabındaki bazı hükümleri gizleyen veya değiştiren din simsarlarıdır:

79. Kitabı kendi elleriyle yazıp da, onunla servet, makam, şöhret ve benzeri basit çıkarlar elde etmek için, “Bunlar Allah’tan gelmiştir!” diyen kimselerin vay hâline! Ellerinin yazdığından ötürü vay hâline onların ve bütün o kazandıklarından dolayı, vay hâline onların!

80. Yahudiler, “İşlediğimiz günahların karşılığında cehennemde geçireceğimiz sayılı birkaç gün dışında, bize asla ateş dokunmayacaktır! Çünkü biz Allah’ın ayrıcalıklı kullarıyız, en büyük günahları işlesek bile, sonunda cennete gireceğiz!” dediler. Onlara de ki:

“Bu konuda Allah’tan bir güvence mi aldınız —ki Allah asla sözünden caymaz— yoksa Allah adına bilgisizce sözler mi söylüyorsunuz?”

81. Hayır, öyle değil! Doğrusu şu ki; hangi ırka, hangi dine, hangi cemaate mensup olursa olsun, her kim kötülük yapar da işlediği günahlar kendisini çepeçevre sarıp kuşatır ve böylece zulmü, haksızlığı, isyankârlığı bir yaşam biçimine dönüştürür ise, işte onlar cehennem halkıdırlar ve sonsuza dek orada kalacaklardır!

82. Gönderdiğim mesaja yürekten iman eden ve bu imana yaraşır güzel ve yararlı işler yapanlara gelince, onlar da cennet halkıdırlar ve orada sonsuza dek kalacaklardır.

Oysa biz, bu hakikati onlara defalarca bildirmiştik:83. Hani İsrail Oğulları’ndan şöyle söz almıştık:“Sadece Allah’a boyun eğin. Ana babaya, diğer yakınlara, yetimlere ve yoksullara

iyi davranın. İnsanlara karşı tatlı dilli, güler yüzlü olun. Namazı kılın, zekâtı verin.”Ama bütün bunlardan sonra, —içinizden pek azınız hariç— sözünüzden caydınız.

Şimdi de Kur’an’ı inkâr ederek hâlâ yüz çevirip duruyorsunuz. Böylece, daha önce isyankârlık eden atalarınızdan hiç de farklı olmadığınızı ortaya koyuyorsunuz:

84. Yine bir zamanlar, “Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, kardeşlerinizi yurtlarından sürüp çıkarmayacaksınız!” diye sizden kesin bir söz almıştık. Siz de şahitlik ederek bunları onaylamıştınız.

85. Ama işte siz, yine birbirinizi öldürüyor, kendi halkınızdan bir kısmını yurtlarından sürüp çıkarıyorsunuz. Günah ve düşmanlıkta, onlara karşı müşriklerle birlik olup yardımlaşıyorsunuz. Hem Allah’ın emirlerini çiğneyip onları sürgün ediyorsunuz, hem de esir olarak elinize düştüklerinde, güya Tevrat’ın hükümlerini uygulayarak, size ödeyecekleri fidye karşılığında onları serbest bırakıyorsunuz. Oysa aynı Tevrat’a göre, onları yurtlarınızdan çıkarmanız size yasaklanmış idi.

Yoksa siz Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını işinize gelmediği için görmezlikten gelerek inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden böyle davrananların cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir ki? Diriliş Günü’nde de onlar, en şiddetli azaba uğrayacaklar!

Allah, yaptıklarınızdan hiç de habersiz değildir.86. İşte onlar, âhiret karşılığında dünya hayatını satın alan ve basit çıkarları uğruna

âhiret hayatını feda eden kimselerdir. Bu yüzden, onların cehennemdeki azapları hafifletilmeyecek ve kendilerine asla yardım edilmeyecektir!

87. Gerçekten biz Musa’ya, sonradan Tevrat adıyla anılan Kitabı verdik ve ondan sonra da insanlığı doğru yola iletmek için birbiri ardınca Peygamberler gönderdik.

Meryem oğlu İsa’ya da apaçık mucizeler verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs ile destekledik, teyit ettik.

Ama ne zaman size bir Peygamber hoşunuza gitmeyecek bir emir getirdiyse, her defasında büyüklük taslayıp kafa tutmadınız mı? Sonra da kimilerini yalanlayıp, kimilerini öldürmediniz mi?

[ Kur'ân diline ait bu kelimelerin göz önünde bulundurulması ile Rûhu'l-Kudüs'ün Cebrail demek olduğu anlaşılır. Lakin bu takdirde şu soru akla gelebilir: Cebrail Hz. İsa'dan başka peygamberlere de indiği halde burada "onu Rûhu'l-Kudüs ile destekledik." ilâhî ifadesinde söz konusu zamire Hz. Musa bile dâhil edilmeyerek doğrudan doğruya zamirin Hz. İsa'ya tahsis edilmesinin mânâsı nedir? Bu ifadeden Rûhu'l-Kudüs'ün Cebrail'den başka bir özel ruh olduğu anlaşılmaz mı? Tefsircilerin açıklamasına göre, cevap hayır. Bu tahsisin anlamı şudur: Cebrail'in Hz. İsa'ya başka türlü bir ihtisası vardır ki, diğer peygamberlerde bunun örneği yoktur. Çünkü Hz. Meryem'e onun doğumunu müjdeleyen Cebrail'dir. Hz. İsa onun nefhi (üflemesi) ile doğmuş, onun terbiye ve desteğiyle büyümüş, her nereye gittiyse beraberinde gitmiştir. Nitekim Meryem Sûresi'nde "Ona ruhumuzu gönderdik, o ruh ona beşer şeklinde temessül edip göründü." (Meryem, 19/17) buyurulmuştur. Âyette geçen "rûhanâ", rûhullah, Rûhu'l-Kudüs, Cebrail'dir. ]

88. Ve işte şimdi de inananlarla güya alay ederek, “Bize bir şeyler anlatmak için boşuna nefes tüketmeyin. Size ve söylediklerinize karşı kalplerimiz kapalıdır. Çünkü bizim inancımız tam ve sağlamdır, sizin yol göstericiliğinize ihtiyacımız yoktur!” diyorlar. Hayır, öyle değil!

17

Page 18: MEAL-TEFSİR ÇALIŞMASI · Web viewElinizdeki meal-tefsir çalışması yaklaşık 20 değişik meal ve tefsir incelenerek hazırlanmıştır. Bu çalışma, kıymetli Nazan İnan

Bilakis Allah, apaçık hakikati inkâr ettikleri için onları lânetlemiştir. Bu yüzden, ne kadar da zayıf bir imana sahipler!

89. Onlara Allah tarafından, yanlarındaki Tevrat’ın değiştirilmemiş bölümlerini onaylayan bir kitap gelince —ki öteden beri putperest kâfirlere karşı onun sayesinde zafer kazanacakları ümidiyle Son Elçinin gelmesini bekleyip duruyorlardı— işte o tanıdıkları ve bekledikleri Elçi onlara gelince, kendi ırklarından değil diye onu inkâr ettiler.

O hâlde, Allah’ın lâneti inkârcıların üzerine olsun!

90. Allah’ın, kullarından lâyık gördüğüne sonsuz lütfundan bahşetmesini, yani Araplardan bir yetime kitap ve Peygamberlik vermesini çekemeyerek O’nun indirdiği Kur’an ayetlerini inkâr etmekle, benliklerini ne alçak bir şey karşılığında sattılar da, gazap üstüne gazaba uğradılar!

İnkâr edenler için, alçaltıcı bir azap vardır!91. Onlara:“Allah’ın gönderdiği mesajların tümüne inanın!” denilince:“Biz ancak bize indirilene inanırız!” der, ötesini inkâr ederler. Oysa gayet iyi bilirler

ki, bu Kur’an, yanlarındaki Tevrat’ın tahrif edilmemiş bölümlerini onaylayan ve mutlak gerçeği, doğruyu ortaya koyan hak bir kitaptır.

Gerçek iman ehli olduklarını iddia eden bu inkârcılara de ki:“Madem bu kadar inançlıydınız da, daha önce neden Allah’ın Peygamberlerini

öldürüyordunuz? Son Elçiye yapmaya çalıştığınız zulümleri, bir zamanlar Zekeriya’ya, Yahya’ya, İsa’ya ve daha önceki nice Peygamberlere yapmadınız mı? Aslında siz, kendi kitabınıza da inanmıyorsunuz. Aksi hâlde, size Tevrat’ta müjdelenen Son Peygamberi yalanlamaz, böylece geçmişte bazı Peygamberleri öldüren atalarınızın işlediği suça ortak olmazdınız.”

92. Gerçek şu ki, Musa da size ikna edici deliller ve apaçık mucizeler getirmişti. Fakat o Sina dağına çıkmak için aranızdan ayrılır ayrılmaz, hemen buzağıya tapınmaya başlamıştınız. İşte siz, böyle nankör ve zalim kimselersiniz!

93. Hani bir zamanlar, Sina dağını üzerinize yıkılacakmış gibi kaldırmış ve:“Size bahşettiğimiz ilâhî prensiplere sımsıkı sarılın ve ondaki emir ve tavsiyelere kulak

verin!” diye sizden kesin bir söz almıştık. Ama onlar: “İşittik, ama isyan ettik!” diye karşılık verdiler. Bunun üzerine, inkâr etmeleri

sebebiyle kalplerine buzağı sevgisi içirildi. Azgınlıklarının doğal bir sonucu olarak, buzağıya tapma arzusu tüm benliklerini kaplayarak gönüllerine sindi, âdeta iliklerine kadar işledi ve bütün duygu, düşünce ve davranışlarına damgasını vuran en önemli etken oldu.

Ey Peygamber! Sadece önceki kitaplara inanmakla mümin olacaklarını zanneden bu gafillere de ki:

“Eğer iddia ettiğiniz gibi gerçekten inanıyorsanız, şu sözde imanınız size ne kötü şeyler emrediyor! Bu ne tuhaf bir imandır ki, sahibini günaha, isyankârlığa ve Allah’ın ayetlerini inkâra sevk ediyor!”

94. “Ayrıcalıklı millet” saplantısı içinde bulunan o Yahudilere de ki:“Eğer Allah katında âhiret yurdu ve cennet nimetleri, iddia ettiğiniz gibi hiç kimsenin

değil de, sadece sizin olacaksa ve bunda gerçekten samimi iseniz, o zaman ölümü arzu etsenize! Madem Allah katında ayrıcalıklı bir yere sahip olduğunuzu iddia ediyorsunuz, o hâlde neden ölüm denilince ödünüz kopuyor? Hâlbuki Allah katında bu kadar değerli olduklarını iddia edenler, ölümden bu derece ürkmemelidirler.”

95. Fakat elleriyle yaptıkları kötü işlerden dolayı âhirette azap çekeceklerini çok iyi bildiklerinden, ölümü asla arzu etmezler. Allah da zalimleri çok iyi biliyor.

Oysa gerçek müminler, Allah adına söz söyleme cüretinde bulunmaz, ilâhî nimetlerin sırf kendilerine özgü olduğu iddia etmezler. Evet, cennete girmeyi kuvvetle ümit ederler, fakat bunun gereği olan dürüstlük ve samimiyeti ortaya koymaktan da geri kalmazlar. Ölümü arzu etmezler, fakat gerektiğinde seve seve ölüme koşmasını bilirler. Yahudilere gelince:

96. Sen onların, ölümü arzu etmek şöyle dursun, insanlar içerisinde hayata en düşkün kimseler, hatta âhirete inanmayan şu müşriklerden bile daha tutkun olduklarını göreceksin. Hepsi de ister ki, bin yıl ömür sürsünler. Oysa uzun süre yaşamaları, onları azaptan kurtaracak değildir. Hiç kuşkusuz Allah, yaptıkları her şeyi görmektedir ve cezasını da kesinlikle verecektir.

97. Ey Muhammed! Son ilâhî vahyi kendi ırklarından olmayan birine indirdi diye vahiy meleği hakkında kötü sözler söyleyen o Yahudilere de ki:

18

Page 19: MEAL-TEFSİR ÇALIŞMASI · Web viewElinizdeki meal-tefsir çalışması yaklaşık 20 değişik meal ve tefsir incelenerek hazırlanmıştır. Bu çalışma, kıymetli Nazan İnan

“Her kim, kendisinden önceki ilâhî vahiyleri onaylayıcı, inananlara da yol gösterici ve müjde olmak üzere onu —yani Kur’an’ı— Allah’ın izniyle senin kalbine indirdi diye Cebrail’e düşmanlık beslerse,”

98. “Daha açıkçası; her kim Allah’a, O’nun meleklerine, elçilerine, hele Cebrail’e ve Mikail’e düşmanlık beslerse şunu iyi bilsin ki, Allah da inkârcıların düşmanıdır!”

99. Ey şanlı Elçi! Gerçek şu ki, biz sana apaçık ayetler indirdik; kötülüğe saplanmış olanlardan başkası bunları inkâr etmez. 100. Zaten onlar ne zaman bir antlaşma yaptılarsa, içlerinden bir grup her defasında onu bozup bir kenara atmadı mı? Aslında onların çoğu, kendi kitaplarına dahi inanmıyor!

19