mersin polifonik dergi - 7

47
1

Upload: cmsmersin

Post on 28-Jan-2018

446 views

Category:

Documents


4 download

TRANSCRIPT

Page 1: Mersin Polifonik Dergi - 7

1

Page 2: Mersin Polifonik Dergi - 7

2

İçindekiler:

Kültür ve Sanat Kenti Mersin Mustafa ÖRÜNK 4

Nice Yıllara!... Selma YAĞCI 5

Bir Kentin Kültürel Açıdan Soluk Alması Ahmet SAY 6

Başı Dik Müziği Fırtınanın 7 Gökyüzü Fazıl SAY 8-11

Fazıl SAY 12-13 Uh Ah Dev Adam Doğan AKÇA 14-15

“Sponsor”luk Ferit EDGÜ 16-17

Nevit Kodallı 18-19 Orkestra Yönetmek Alain PARİS (Çev. Yüksel KOPTAGEL) 20-21

Polifonik Korolar ve Müzik Festivali Semihi VURAL 22

Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası 23-24 Rengin GÖKMEN-Cihat AŞKIN 25 Çağdaş Müziği Dinlemek Önder KÜTAHYALI 26-27

Sanat Ve Para Ahmet CEMAL 28

Genç Müzikçilere Öğütler Robert SCHUMANN (Çev. Turgut GÜRAN) 29-31

Mersin Müzik Festivali Suna TANALTAY 32

Bir Sevgi Bestesi Vahap KOKULU 33-35

Gülsin ÖNAY 36 Sessizlikten Çok Sesliliğe Ahmet YEŞİL 37-38

İlhan ERŞAHİN 39-43 Mersin'in Geleceğinde Müzik Var Fazıl TÜTÜNER 44

UNESCO Kültür Bakanları 3. Yuvarlak Masa Toplantısının "Müziğimizin Evrenselleşmesi" Üzerine Düşündürdükleri Doç. Mustafa APAYDIN

45-47

Page 3: Mersin Polifonik Dergi - 7

3

ATATÜRK'ÜN KÜLTÜR P0LİTİKASI VE MÜZİK “Amacımız, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen modern ve bütün anlamı, içeriği ve

biçimiyle uygar bir toplum durumuna getirmektir. Başarı için en gerçek kılavuz bilimdir,

tekniktir. Bilim ve teknik için sınır ve koşul yoktur. Bilim ve teknik nerede ise oradan alınmalı ve

her yurttaşın kafasına sokulmalıdır. Dünyanın her türlü biliminden, buluşlarından,

ilerlemelerinden yararlanılmalı; fakat asıl temel, ulusun kendi içinden çıkarılmalıdır. Kültür

etkinlikleri, yeni ve modern esaslara göre örgütlenip yürütülmelidir. Sanat, birey ve toplum

olarak insanca yaşamanın vazgeçilmez öğeleridir. Türkiye Cumhuriyetinin temeli “kültür”dür.

Kültür, oluştuğu, yapıldığı, geliştiği yerin özelliklerine bağlıdır. Bu yer, ulusun öz yapısıdır. Türk

halkının gelişmesi demek, en başta kendi kültürünün gelişmesi demektir. Güzel sanatlarda

başarı, bütün inkılapların başarılı olduğunun da kesin kanıtıdır. Sanatsız kalan bir ulusun hayat

damarlarından biri kopmuş demektir. Bir ulus sanata önem vermedikçe büyük bir felakete

mahkumdur. Bunun içindir ki Türk ulusunun sanata olan sevgisi sürekli olarak her türlü araç

ve önlemlerle geliştirilmelidir. Sanatlar içinde en çabuk, en önde götürülmesi gereken müziktir.

Çünkü, bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, müzikte değişikliği, alabilmesi, kavrayabilmesidir.”

M. K. Atatürk

Türkiye'de çoksesli müzik, Atatürk'ün yukarıdaki görüş ve ilkeleri doğrultusunda, özgür düşünce temelindeki yaratıcılık ortamına ilerlemiştir. Buna "Türk Müzik İnkılabı" diyoruz...

Page 4: Mersin Polifonik Dergi - 7

4

Kültür ve Sanat Kenti Mersin Mustafa ÖRÜNK

Editör

Toplumsal ve kentsel değişimin çizgisine ayak uyduramamış, atalet içerisindeki idari yapı

ve mevzuata rağmen, içten ve kendiliğinden gelişen ve gerçekleşen bir oluşumun içerisindeki Mersin, gün geçtikçe önemli bir dünya kenti olma yolunda büyük adımlar atıyor;

Atılan bu adımlardan biri de Mersin 1. Uluslararası Müzik Festivali’dir.

1-13 Ekim 2002 tarihlerinde gerçekleşecek olan bu önemli Kültür Sanat hareketi bir ihtiyaçtan doğmuştur.

Yıllardan beri Mersin'e bir kimlik kazandırma düşüncesi; özellikle Sivil Toplum Örgütleri'nin bu uğurda gösterdiği gayret ve çabalar meyvelerini vermeye başlamıştır. Ülkemizde, hemen her alanda varlığını hissettiren değişim ihtiyacı, bunu en belirgin olarak müzikte göstermektedir. Müzik toplumların kendini en iyi ifade ettiği alanların başında gelmektedir.

Bir sanat olarak müziğin, kültürel ve estetik boyutunun yanında toplumsal boyutunun da olduğunu düşünüyorum. Ülkemizde olduğu gibi müzik hem toplumu değiştirmede hem de, kendini değiştirip geliştirecek, karşılıklı etkileşimi harekete geçirmektedir.

Sonuç olarak, yurdumuzun önemli kültürel zenginliklerini bağrında saklayan Mersin, 1. Uluslararası Müzik Festivali ile bu zenginlikleri, kültür sanatın hem ulusal hem de uluslararası dostlarıyla paylaşmanın onurunu yaşayacaktır.

Bizlere bu onuru yaşatacak tüm sanatçılara ve T.C. Kültür Bakanlığı, İçel Valiliği, Mersin Büyükşehir Belediyesi, Mersin Üniversitesi, Yenişehir Belediyesi, Akdeniz Belediyesi, Mersin Ticaret ve Sanayi Odası, Mersin Ticaret Borsası, Mersin Deniz Ticaret Odası, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Mersin Devlet Opera ve Balesi, Bilkent Senfoni Orkestrası, Mersin Kültür Merkezi Derneği, Mersin Flarmoni Derneği, Mersin Polifonik Korolar Derneği, İçel Sanat Kulübü, Mersin Liseliler Derneği, ve Ana Sponsorlar: Çimsa, Opet, Şişecam, Otel Gondol, Koluman, İmsk, Atako, Güven Ofset, Oser Reklam, Erdemir, Arbel, Mesbaş'a gayret ve katkılarından dolayı teşekkürler ederiz. İyi ki varsınız.

Dileğimiz, kurum ve bireylerin daha büyük duyarlılıklar göstererek, Mersin'in gerçek anlamda kültür ve sanat kenti olması yolunda önemli bir adım olan 10. 20. Müzik Festivallerini de görüp izleyebilmektir.

Selam ve sevgi ile

Page 5: Mersin Polifonik Dergi - 7

5

NİCE YILLARA!... Selma YAĞCI

Mersin Uluslararası Müzik Festivalinin 20. yılında Mersin'imizi hayal etmek istiyorum. Öyle geldi içimden. Biliyorsunuz, "İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar" derler. Bu da yaşamı uzatmanın bir yolu belki.

O da ne?... Binaların boyu kısalmış. Sahil boyunca betondan bir sur gibi duran, arkalarında oturanlara bir nefeslik bile rüzgar bırakmayan yapılar yok artık. Yerlerini sahil yolunun dağ tarafındaki şipşirin evlere bırakmışlar.

Caddeler pırıl pırıl tertemiz. Duyduğuma göre haftanın belli günlerinde mis kokulu, deterjanlı sularla yıkanıyorlarmış.

İnsanımızın giyim kuşam derdi azalmış ve artık yüzleri gülüyor. Evlerde sular şakır şakır akıyor. Sağanak yağmurlarda bile elektrik kesilmiyor.

Yeni doğan çocuklar yaşama eşit koşullarda başlıyor. Hepsinin sosyal güvencesi var. Eğitim ve öğretim de güzel haberle var. Çocuklarımız artık sadece okullarında eğitiliyorlar. Öyle özel kurs filan yok. Hem de aldıkları eğitim istedikleri üniversiteye girebilmeleri için yeterli oluyor...

İnsanımızın çok daha üretken olmuş. Üstelik "Verimlilik" konusunda da çok duyarlı...

Çocuğunu okula yollayan anne işinin başına koşuyor...

Daha iyi yaşam koşulları için gün boyu çalışan aile bireyleri mutlu bir yorgunlukla dönüyorlar evlerine. Huzurlu ve kendini gerçekleştirmenin mutluluğunda..

Aylardan Eylül sonu. Ekim başı ve bir telaş, bir heyecan var yine güzelim şehrimizin güney rüzgarlarında...

Mersin 20. Uluslararası Müzik Festivali için tüm kent halkı seferber...

Dükkanlar satılacak güzel eşyalarla bezeniyor.

Fuarlar için hediyelik eşyalar üretiliyor. Plaketler hazırlanıyor. Söyleşiler, paneller, kitap imzaları, resim sergileri ve sokak şenlikleri organize ediliyor. Bütün bunlar şehrimize gelecek sanatçılar, diğer konuklar ve kendi insanımız için. Kent halkı ise heyecanla konuklarını ağırlamaya hazırlanıyor. Yüreklerinde "Dünya Festivaller Listesine" girmiş olmanın sorumluluğu var.

Bana gelince; bu sene de olağanüstü güzel bir festival olacağına eminim. Hangi etkinliklere katılsam acaba?.. Eskiden hiçbirini kaçırmak istemezdim. Artık yoruluyorum galiba..

O da ne yanımdan hızla geçen "Pozcu" minibüsünden yayılan müzik "Vivaldi Mevsimler" miydi?.. Yüreğimi sımsıcak

Page 6: Mersin Polifonik Dergi - 7

6

Bir Kentin Kültürel Açıdan Soluk Alması Ahmet Say

Bu yıl birincisi gerçekleşen Mersin Müzik Festivali konusuna geçmeden, ülkemizin büyüklü küçüklü festivallerine değinmek istiyorum. Böylece Mersin Festivali'nin yeri daha belirginleşecektir düşüncesindeyim:

Hangi çapta, hangi özellikte olursa olsun, her festival yenilikler sunar, dolayısıyla tazelik içerir. Eskiden birçok kasabamızda "şenlik" adı altında nice anlamlı yerel festival düzenlenirdi. Bu amatör festivallerin de yeni bir sözü, bir mesajı vardı. Kırşehir'e bağlı küçük bir Orta Anadolu İlçesi olan Kaman'ın "Ceviz beldesi" olduğunu, festivalin adından öğrenmiştim. Otuz yıl kadar önce, Yarımca'da edebiyat ağırlıklı bir "Kiraz Festivali" düzenlenirdi. Çok düzeyliydi bu festival. Ege bölgesinde, Turgutlu ve Dikili'de de yine edebiyat ağırlıklı, ama "yerel" sınırları aşan, "ulusal" özellikte festivaller yapılırdı. Günümüzde Muğla'nın Datça ilçesinde gerçekleştirilen "Can Şenliği", müzik etkinlikleriyle desteklenen gerçek bir "şiir festivali'dir. Can Şenliği, medyada gördüğü ilgiyle ulusal niteliğini kanıtlamış, şiir sanatında bu yıl uluslararası ilişkilere yönelmeye başlamıştır.

Türkiye'de uluslararası müzik festivallerinin en görkemlisi, İstanbul Festivali'dir. 1973 yılın-dan beri başarıyla sürdürülen bu festivali, Ankara ve İzmir müzik festivalleri izler. Kültür Bakanlığı Opera ve Bale Genel Müdürlüğü tarafından Antalya'da düzenlenen "Aspendos Opera ve Bale Festivali", tam anlamıyla "Uluslararası" nitelik kazanmış değildir; ancak, yapıldığı ortam olan Aspendos antik amfiteatrı ile opera ve bale gibi gösterişli sahne prodüksiyonlarının birleşmesi nedeniyle bu festivalin etki gücü büyümüştür. Bursa'daki festivalimiz ise uluslararası halk dansları yarışmasını içerdiği için kapsamı bakımından "uluslararası" özelliktedir: Bu yarışma, UNESCO'ya bağlı "Uluslararası Halk Sanatları Organizasyonunun üyesidir.

Sözü şuraya getirmek istiyorum: Bir festival, "yerel" yada "ulusal", hatta "uluslararası" özellikte bile olsa, öncelikle bir "kimlik" sergilemelidir. Düzenlenen etkinlikler bütününün bir rengi, mesajı olmalıdır. Dilerseniz, yukarıda verdiğim örneklere bu açıdan göz atalım:

Kaman'daki yerel ve amatör festival, "ceviz"i öne çıkarmaktadır. Yarımca'daki "Kiraz Festivali" de edebiyat etkinlikleriyle tecimsel amacını süslemekteydi. Ege bölgesindeki festivaller, sanıyorum bu kentlerin turistik özelliklerine dikkat çekiyordu. İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa'daki uluslararası festivaller ise, söz konusu metropollerimizin "uluslararası" niteliğini kültürel yönden vurgulamak amacını taşır.

Şimdi Mersin'e geçelim: Mersin, narenciye bahçeleriyle bezeli önemli bir liman kentimiz olarak bilinir. Oysa hızla göç alan kent nüfusunun geleneksel dokusu son yıllarda oldukça değişmiş gözükmektedir. Bu yöndeki sorunları bir yana bırakmak istiyorum; çünkü hangi kıtada ve ülkede olursa olsun, festivaller kent nüfusunun tamamına yönelik değildir ve kentin ekonomik sorunlarından uzaktır. Bir müzik eleştirmeni olarak ben Mersin'i "Devlet Opera ve Balesi" adlı başarılı birimi ve Üniversiteye bağlı Konservatuarıyla tanıyorum. Mersin Filarmoni Derneği'nin ve İçel Sanat Kulübü Derneği'nin yöneticileriyle de yıllar boyunca diyalogu sürdürdüm. Sevindirici olgulardan biri ise Mersin Polifonik Korolar Derneği'nin kuruluşuydu.

Bütün bu köklü müzik birimleri birçok yönüyle bir kentin kültürel açıdan soluk alması için sağlam bir altyapı oluşturur. Altyapının olduğu yerde, bilinçli bir organizasyon kavrayışıyla başarılı bir festivalin gerçekleşmesi olanaklıdır. Ancak, bütün yükün müzik birimlerine ve ilgili sivil toplum kuruluşlarına yüklenmesi yanlış olur. Doğrusu istenirse, "bir kentin kültürel açıdan soluk alması"nda. asıl sorumlu belediyelerdir. Mersin'deki belediyelerin "kentleşme" olgusu bakımından kültür boyutuna değer vermesi sevindiricidir. Her uygar ortamda olduğu gibi, sanat tutkusu güç birliği oluşturacaktır.

"İlk" olmanın getireceği eksik gedikler kimsenin şevkini kırmasın. Eksik gediği göze almadan hiçbir işe başlanamaz. Sanat tutkusu güç birliği oluşturur.

Mersin, uluslararası bir festivale layıktır, onu başaracaktır.

Page 7: Mersin Polifonik Dergi - 7

7

Başı Dik Müziği Fırtınanın Odlar duyuyorum, senfoniler, operalar. Guillaume Tell'de halkın müziğini duyuyorum, ayağa kalkmış ve öfkeli. Meyerbeer'in Huguenot'larmı, Peygamber'ini yada Robert'ini. Gounod'nun Faust'unu yada Mozart'ın Don Giovanni'sini duyuyorum. Dans müzikleri geliyor kulağıma, tüm ulusların, Vals'in tadına doyum olmaz bir ölçüsü geçiyor sekerek, mutluluk sarıyor her yanımı, Gitarların tınlayan seslerine ve kastanyetlere eşlik eden bolero. Kutsal danslar görüyorum, eski ve yeni,

sesini duyuyorum İbrani’lerinin, Haçlılar görüyorum, zillerin savaş sesine ayak uydurmuş, haçı kaldırmışlar yukarı, yürüyorlar. Dervişler duyuyorum, mırıl mırıl okuyorlar, keskin huu'larla bölüyorlar mırıltılarını, kıbleleri Mekke, dönüyor, dönüyorlar. Perslerin, Arapların kutsal rakslarını görüyorum, esriklik içinde hepsi. Bir de, dans ediyor Keres'in yurdu Eleusis'te günümüzün Yunanlıları, El çırpışlarını duyuyorum, öne eğiliyorlar, İşitiyorum, düzenli bir ölçüyle ayaklarını sürtüyorlar yere. Korybantların çılgın dansları gözlerimin önünde, yaralıyor dansçılar birbirlerini, Romalı gençleri görüyorum, çığırtmaların tiz seslerine

ayak uydurmuşlar silahlarını havaya atıp atıp tutuyorlar, Dizüstü düşüyor, ayağa kalkıyorlar. Müezzinin sesini duyuyorum, ezan okuyor Müslümanların camisinde, İçerdekileri görüyorum, namaz kılanları, vaazsız, soruşuz, konuşmadan, Üstelik sakin mi sakin, olmadık biçimde dindar,

parlayan başları dik, yüzlerinde vecit, Çok telli Mısır arpını duyuyorum, Nil kayıkçılarının kadim şarkılarını, Çin'in kutsal hükümdarlık övgülerini dinliyorum. (tahtaya vuran taş) kingin insanı saran sesi, Ya da Hindu flütlerine ve vinanın süslü tınlamalarına ayak uydurup danseden bayardereler takımı. Artık Asya, Afrika bırakıyor beni, Avrupa yakalıyor, üstelik sımsıkı, Koskoca orglar ve de kalabalık insan sesleri dolduruyor içimi, Luther'in güçlü şarkısı Eine feste Burg ist unser Gott, Rossini'nin Stabat Mater Dolorosa'sı, Ya da yüksek bir katedralin göz kamaştıran renkli pencereli loşluğu içinde İnsanın yüreğine dolan Agnus Dei ya da Gloria in Exelcis. Ey Besteciler! güçlü maestrolar! Ve siz tüm ülkelerin tatlı şarkıcıları, sopranolar, tenorlar, baslar!

Çiçeği burnunda ezgi çığıran bir batı halk ozanı. Saygıyla sunuyor sizlere sevgilerini. WALT WHITMAN, Başı Dik Müziği Fırtınanın'dan…

Page 8: Mersin Polifonik Dergi - 7

8

Fazıl Say'ın Kaleminden Yaşamından Bir Kesit...

GÖKYÜZÜ

Fazıl SAY

Kâmuran Gündemir, yaşamımın en önemli döneminde hocam olmuştur: On iki yaşımdan on yedi yaşıma kadar. Şöyle demeliyim: Onunla çalışmaya başladığımda bir çocuktum, Konservatuarı bitirdiğimde piyanisttim. Bu beş yıllık süreci, 1982'de uygulanmaya başlayan "özel statü" adlı hızlandırılmış yoğun eğitim programında tamamladım. Muhiddin Dürrüoğlu Demiriz ve Yeşim Alkaya da aynı programdan yararlandı. Ayrıca kompozisyon bölümünü de bitirdik.

Kâmuran Hoca için ders vermek, öğrencisine kendisini adamaktı. Bizi adam etmeye ant içmiş gibiydi.

Muhiddin ve benim için sabahın yedi buçuğunda okula gelirdi. Biz de o gelmeden önce, ellerimizi ısıtıp açmak için altı buçukta çalışma odasında olurduk.

Bizim ev konservatuara uzaktı. Bu erken saatte otobüs olmadığı için, beşi çeyrek geçe evden çıkar, yürürdüm. Karanlık ve soğuk vız gelirdi. Piyanoya gittiğimi düşündükçe sevinirdim. Ben giderken ay peşimden yürürdü.

Artık müzik çalışıyordum: Müzikal ifadeye, tuşe özelliklerine ödünsüz bağlılık…

Beethoven'in son dönem sonatlarındaki pastoral renkleri araştırıyorduk. Psikolojik yönden olabildiğince derinlemesine inceliyorduk Beethoven'i. Seslerin felsefesi! Gündemir, olağanüstü bir özgüvenle açıklıyordu bunları. Düşüncelerini ellerim aracılığıyla seslerin içine sığdırmamı istiyordu. İnanılmaz bir yoğun çalışmaydı. Zor yapıtların üstesinden gelme dönemi başlamıştı. Beethoven'i kavramak için beynimin zonkladığını bilirim. Ama birkaç dakika sonra beynimde damarlar açılır, içine Beethoven sonatının koca bir bölümü akmaya başlardı. Hiçbir tuşa düşün-meden basmayı öğreniyordum artık.

Beşevler'deki yeni konservatuar binasına taşınmıştık. Üç kış boyunca kalorifer çalışmadı bu yeni binada. Oda buz gibiydi, üst üste üç kazak giyerdik. Kâmuran hoca evden bir elektrikli soba getirmişti, ama bu sefer de sigorta atıyor, soba yanmıyordu. Sabah hava henüz ağarmamışken soğuk flüoresan ışığının daha da üşüttüğü bu odada, Bach'ın La minör Prelüd-Füg'ünü çalışıyorduk. "İnsan böyle bir eser yazıp ölmeli" diyordu hocam. Demek ki Prelüd-Füg, yaşamak kadar güzeldi. İçimizde ılık rüzgârlar esiyordu o zaman. Her notayı, ama her notayı, bir su damlası bellemiştik. Hayır, "Kristaller gibi" derdi o, "kristaller gibi dökülmeli!" Bazen de öfkelenir, makineli tüfek gibi konuşurken yirmi bir cümleyi bir cümlede söylerdi. Bütün bunları "müzik için" yaptığını hissederdik. Otuz saniyelik bir pasajla iki buçuk saat uğraşır, istediği gibi çaldığımızı görmeden dersi bitirmezdi.

Muhiddin'le ben, aslında zor öğrencilerdik. Göz, kulak, bellek, matematik, armoni, sezgi ve biraz da eleştiri gibi yetilerimiz yüzünden, bizimle uğraşmak zordu. Bach ve Beethoven'in yapıtlarında bazı anlam sorunlarını çözmek için Kâmuran Hocamız seksen tane seçeneği sergiler, sonra en doğrusunu seçip öğretirdi. Ders bitince Muhiddin ve ben, başka bir seçenekte karar kılardık. Ertesi derste bunu uyguladığımız zaman Kâmuran Hoca meseleyi fark etmez, "Hah işte, söylediğime geldiniz, anlatana kadar canım çıkmıştı" derdi. Biz de öğlen paydosunda kantinde bir ayran kutusunu ikiye bölüp plastik bardakları tokuştururduk.

Hocamın başka bir özelliği ise müzikle edebiyat, müzikle resim ve müzikle felsefe arasındaki bağlantıları bulup göstermesiydi. Bir gün Beethoven çalışırken yerinden fırladı, duvarda

Page 9: Mersin Polifonik Dergi - 7

9

asılı duran bir tablonun alt kısmını kollarıyla kapayıp akort bağlantılarını tanımlamak için peyzajdaki gökyüzünü gösterdi. "Bakın, işte burası gibi" diyordu.

Dahasını söyleyeyim: Belki sekiz yıl sonra, 1990'lı yılların başında, Almanya'da göklere çıkarılan bir "Beethoven" kitabı yayımlanmıştı. Beethoven'in o dönemdeki ressamlardan nasıl etkilendiğini araştıran değerli bir kitap... Yazar, büyük sükse yaptı, ama doğrusu, kitapta yazılan çoğu gerçeği ben Kâmuran Hocamla yıllar önce Beethoven'in Op. 109 sonatını çalışırken öğrenmiştim.

Hocamın müthiş bir "bağlantı kurma" kavrayışı vardı. Öyle herkesin bulamayacağı sanatsal özellikleri sezer ve ilişkilendirirdi. Konservatuarın can çekişmekte olan piyanosunda Opus 109 Sonat'taki bitki örtüsünün tonlarını, yada gökyüzünün renklerini nasıl seslendirmem gerektiğini, renkleri seslere nasıl dönüştüreceğimi sihirbaz gibi bulup çıkarırdı.

Renk ve ses! Ses rengi! Kendimi bildiğimden beri hep bunun peşinde değil miydim?

Pedal oyunlarıyla bin bir çeşit renk üretmeyi öğreniyordum. Pedal kullanımı, Kâmuran hocanın başlıca hünerlerinden biriydi. "Çeyrek pedal", "yarım pedal", "yandaş" (notanın hemen ardından), "andaş" (sesle birlikte) ve ötekiler... Pedal kullanma bilinci sayesinde yüzen sesleri dilediğimiz karaktere dönüştürebiliyorduk.

Çağdaş müzik yapıtlarındaki anlatımların büyüteç altına alınıp çözümlenmesini de ondan öğrendim. Özellikle Türk bestecilerin... Bu yapıtlar, sanki yasak savmak için, üstünkörü seslendiriliyordu genelde. Muhiddin ve ben, Ulvi Cemal Erkin'den İlhan Usmanbaş'a uzanan bestecilerimizi çalışırken onlara Chopin ve Bach analizleri kadar önem verirdik.

O yılların Türkiye'sini düşünüyorum. Kimin haberi vardı bunlardan? Kimin umurundaydı? Toplumun belki yüzde doksan dokuzunun klasik müzikle uzak yakın ilişkisi yokken değerini kim bilebilirdi bu çalışmaların? Ama biz "her şeye rağmen" var oluyorduk. Kâmuran Gündemir'in olağanüstü çabaları, öğrencilerine uluslararası kariyerde başarılar getirdi. On yedi yaşındayken Avrupa'ya gittiğimizde, kimsenin bize piyano çalmayı öğretecek hali yoktu. Piyano edebiyatının bütün yapıtlarını yorumlayacak düzeydeydik. Avrupa, belki değişik kültürleri tanımamız ve bazı ayrıntılar açısından yararlı olmuştur, ama müzikal kişiliğimiz, Gündemir'in derslerinde zaten doruğa ulaşmıştı.

Bugün yurtdışında sıkça karşılaştığım bir soru var: "Türkiye'den nasıl oluyor da klasik müzikçi yetişiyor?". Benimle yapılan röportajlarda, Türkiye'deki müzik eğitimi konusu çoğunlukla yer almıştır. Bu soruyu biz kendimize sormuyoruz, onlar soruyorlar. Müziğe, Almanya'ya gittiğimde başlamış olmadığımı biliyorlar, benim ilk on yedi yılımı merak ediyorlar: "Türkiye'de orkestralar var mı, opera ve bale kuruluşları, besteciler, yorumcular, konservatuarlar, bir müzik ekolü var mı?". Anlatıyorum. Avrupa'da Türkiye'nin batı kültürüyle ilişkisi pek bilinmez. Sormakta haklıdırlar. Çünkü kendimizi bu alanda tanıtmış değiliz.

Bizde sorun çok, malum. Ama bunlar bizim sorunlarımızdır, başkalarının değil. Yurt dışında eksiklerimizi değil, fazlalarımızı göstermek zorundayız. Her ülke öyle yapmıyor mu?

İnanamıyorlar anlattıklarıma. Yalın ama çarpıcı, somut örnekler veriyorum: "İlk hocam Mithat Fenmen, Alfred Cortot'nun öğrencisiydi. Kâmuran Gündemir, Paris Konservatuarı’nda Lazare Lev'nin sınıfını bitirmişti. Kompozisyon Hocam İlhan Baran, Paris Konservatuarı’nda Henri Dutilleux'nun öğrencisiydi."

Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımı düşündüğümde, içinde yetiştiğim ortamın değerini şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Annem, babam, öğretmenlerim, konservatuar arkadaşlarım, yakın çevremiz, aydın dostlarımız...

On iki yaşımda ilk kez bir walkman sahibi olduğumda, Beethoven'in 7. Senfonisini dinleyerek saatlerce yürürdüm sokaklarda. Parklarda gezinirken çalışmakta olduğum Brahms yapıtının renklerini kurardım kafamda.

Page 10: Mersin Polifonik Dergi - 7

10

On beş yaşına geldiğimde, tatil günlerinde sabahtan akşama kadar Alban Berg'in Wozzeck operasını dinlerdim. Bu atonal eseri neredeyse ezberlemiştim.

Ankara'da Alman Kültür Merkezi'nin kütüphanesine üyeydim. Dört yıl boyunca her gün eve iki plak getirir, dinlerdim: Bütün Wagner operaları, Brahms'ın bütün oda müziği yapıtları, Beethoven sonatlarının çeşitli kayıtları, Walter Gieseking'in Mozart yorumları, Schönberg'ler... En sevdiklerimi kasete kaydederdim. Yüzlerce kasetim olmuştu. Değerli bir koleksiyondu bu.

İşte "özel statü" programının asıl yararları! Haftada üç gün giderdim konservatuara. Dört gün ise dolu dolu benimdi. Babamın kitaplığından seçtiğim kitapları kaplayıp numaralandırarak olgun bir "dünya klasikleri" kitaplığı hazırlamıştım kendime: Antik Yunan'dan tiyatro yapıtları, Fransız, Alman, İngiliz, Rus klasikleri... Çocukluğumda "Şeker Portakalı''nı nasıl okuyup yuttuysam bu yıllarda da Felsefe Tarihi'ni yer gibi okuyordum. Ve çağdaş edebiyat! Günümüz Fransa'sının üst düzey bir aydın çevresi olan Sartre'cılarla kurduğum dostlukların temelinde, varoluşçuluğun başyapıtlarını daha o zamanlar okumuş olmam yatar.

Kompozisyon Hocam Prof. İlhan Baran gibi rafine bir entelektüele dünyada çok az rastlanır. Konservatuara iki tam gün onun dersleri için giderdim. Muhiddin ve ben, Hocamla sabah dokuzda başlardık çalışmaya, bazen gecenin geç saatine kadar uzardı dersimiz. Mola vermezdik, ama değişik konulara eğilir, hep birlikte yemeğe çıkar, yemekte, parklarda, kütüphanelerde konuşup tartışarak dersi sürdürürdük. Videodan seyrettiğimiz operalar, gittiğimiz sinemalar, müzeler, dersin birer parçasıydı. "Analiz" derslerinde Bach'ın füglerinden Schumann'ın konçertolarına, Alban Berg'in operalarından Charles Ives'ın yapıtlarına kadar bütün yaratıları inceler, çözümlerdik. Müzikte el atmadığımız, araştırmadığımız konu yoktu. Dört yıl süren bu çalışma dizgesinin ana başlıkları şöyleydi: Müzik tarihi, form bilgisi, tonal armoni, orkestrasyon, füg, çağdaş teknikler, antik Yunan modları, enstrümantasyon, stil bilgisi, Türk makamları, usulleri ve onların çağdaş müzikte kullanım teknikleri, caz armonisi...

Hocam İlhan Baran, çağdaş müziğe büyük önem veriyordu. "Eğer çağdaş kültürün nerelere uzandığını bilmez ve bu alandaki donanımlardan yoksun kalırsanız yurt dışına gittiğinizde sudan çıkmış balığa dönersiniz" diyordu. Bu cümle beni ürkütüyor, kafamda sudan çıkmış balıkların çırpınışını canlandırıyordum.

Bulunan formül kestirmeydi: İlhan Baran, yeni müziğin önde gelen isimlerinden bestecimiz Ertuğrul Oğuz Fırat'tan özel ders almamı önerdi.

Emekli bir yargıç olan, ressam, şair, yazar ve bestecimiz Fırat'ın evi, çağdaş müziğe ilgi duyan müzikçilerin ve aydınların toplandığı bir "akademi" gibiydi. Haftada iki kere bir araya geldiğimiz bu akademide, dünyanın en büyük plak koleksiyonlarından biri vardı. Özellikle 20. Yüzyıl yapıtlarının ağırlıkta olduğu bu koleksiyondan seçme plakları, Liszt'ten günümüze uzanan gelişim süreci içinde dinliyor, yapıtın özellikleri üzerine tartışıyorduk. Üç yıl sürdürdüğüm bu çalış-malarda yeni müzik tekniklerini gözden geçirirken yapıtları notasından izleyerek dinlerdim. Ülkeler ve ekoller açısından da değerlendiriyorduk. Bir süre sonra ben de uzmanlaştım bu alanda. Grafik notasyonun inceliklerini bile öğrenmiştim. Tanımadığım ekol ve ülke kalmamıştı. Polonya mı dediniz? Penderecki, Lutoslavski, Serocki, Şmanovski, Gorecki... Bu bestecilerden sadece birkaç yapıt da değil. Onların kaydı bulunan bütün eserlerini! Almanya mı dediniz? Henze, Stockhausen, Zimmermann, Hartmann...

Ben Paris Konservatuarı’nda okusaydım, piyano ve kompozisyonda bu kadar özenle uygulanan, çok yönlü kuşatılmış bir profesyonel müzik öğreniminin donanımlarını kazanabilir miydim?

Almanya'ya gittiğimde, Düsseldorf’taki ünlü Robert Schumann Müzik Akademisi'nde benim düzeyimde teorik bilgisi olan öğrenci yoktu. Hatta sonraları Berlin'de profesörlük için başvuran doçentlere armoni dersi verdim.

Page 11: Mersin Polifonik Dergi - 7

11

Ankara'da yetiştiğim ortam, aslında sınırlı bir çevreydi: Hocalarım, ailem, okulda benim gibi düşünen ve çalışan birkaç öğrenci, babamın birkaç aydın dostu, bir de "nene" diye seslendiğim, bağlandığım, evimizdeki her işi düzene sokan sevgili Elif Bacı! Yirmi yada otuz kişiden oluşan küçük bir "kulüp" gibiydik. Ama ben bunun farkında değildim. Bütün Ankara'yı, hatta Türkiye'yi böyle sanıyordum. Bu çevrenin dışında olan bazı kişiler, Ankara'daki konserlerimden sonra beni bir köşeye sıkıştırıp önemli bir sır veriyormuş gibi, "kaç, git, kurtul buradan" diyordu. Anlayamıyordum. Kimden kaçıp kurtulacaktım? Kâmuran Gündemir'in "tını felsefesinden mi? İlhan Baran"ın "Wozzeck analizlerinden mi? Ertuğrul Oğuz Fırat'ın "Penderecki değerlendirmeleri"nden mi? CSO konserlerinden, evdeki kitaplığımdan, kaset koleksiyonumdan mı?

Doğrusu, yurt dışına gitmek istiyordum, ama kendimi tanıtmak için, sanatımı dinletmek, sanatımı kabul ettirmek için! Bu amaca ulaşmanın tek yolu olduğu söyleniyordu. Yurt dışı öğrenim için burs bulmak...

Türk devleti, "sanat eğitimi" için burs vermiyordu. Peki nasıl olacaktı? İşin bu tarafını pek düşünmüyordum. Yumurta kapıya geldiği zaman bile kaygılanmadım.

Konservatuarı bitirmeme birkaç ay kala, yaşamımı yeni bir yörüngeye oturtacak beklenmedik bir olayla karşılaştım. Ünlü Alman besteci Albert Reimann ve piyanist David Levine, yetenekli gençleri keşfetmek göreviyle Ankara'ya gelmişler. Güney Amerika'yı, Uzakdoğu ve bazı Ortadoğu ülkelerini tarayarak sürdürüyorlarmış keşfi. Meselenin bu yönünü tabii ki bilmiyordum. 12 Şubat 1986 günü şöyle bir şey oldu:

Öğlen paydosunda Gündemir'in odasında piyano çalışıyordum. Kapı açıldı, gözlüklü, güler yüzlü genç bir adam girdi' içeri. İngilizce konuşuyordu. Söylediklerinden bir şey anlamadığımı görünce elini göğsüne vurup "David Levine" dedi. Ben de aynı şeyi yapıp "Fazıl" dedim. Adam beni piyanodan kaldırdı, kendisi oturup çalmaya başladı. Birkaç dakika sonra, çaldığı yapıtın kime ait olduğunu sordu: "Mozart, Beethoven, Brahms?" "Hayır" dedim. Biraz daha çaldı aynı parçayı, gene sordu. Yapıtı tanımıyordum, ama Alban Berg'in olabilirdi. "Berg" dedim. "Yes" diyerek kalktı tabureden, aynı parçayı çalmamı istedi. Yapabildiğim kadar çalmaya çalıştım. Omuzlarımdan bastırarak "devam et, devam et" diyordu. Kendimi koyuverip üç beş dakika daha uydurdum. "Okey" dedi. Gözlüklerinin arkasındaki gözleri cin gibi parlıyordu. Ellerime baktı, sonra bir daha "okey" deyip omzumu okşadı, çekti gitti.

Bu garip olayı hiç önemsememiştim. Babama anlatmayı bile unuttum. On beş gün sonra, Almanya'dan David Levine imzalı bir mektup geldi. Fazıl Say'ın Düsseldorf’ta Schumann Akademisi'nde hocası olmaktan sevinç duyacağını ve Goethe Enstitüsü'nün DAAD bursu vermesine yardımcı olacağını yazıyordu....

Uçak Notları'ndan.

Page 12: Mersin Polifonik Dergi - 7

12

Fazıl SAY Ankara, 14 Ocak 1970

Babası Ahmet Say, müzik eleştirmeni ve yayıncısıdır. Annesi Gürgün Soyeller, bir eczacıdır. Piyanoya dört yaşında Mithat Fenmen ile başlamış, Ankara Devlet Konservatuarı’nda Kamuran Gündemir ve İlhan Baran'ın öğrencileri olmuştur. 1987'de konservatuarı bitirmiş ve Alman devlet bursunu kazanmıştır. 1987-92 arasında Düsseldorf Schumann Devlet Müzik Yüksek Okulu'nda David Levine ile çalışarak Konser Piyanistliği Diploması almıştır.

Fazıl Say 1992-95 arasında Berlin Müzik Akademisi'ne öğretim görevlisi olmuştur. 1995'ten bu yana konser piyanisti olarak ünlü orkestra ve şeflerle, dünyanın önemli sanat merkezlerinde, konser ve resitaller vermektedir. Besteci ve piyanistliğinin yanında, konserlerde yapıtlarının solistliğini de kendisi üstlenmektedir. Shlomo Mintz, Yuri Bashmet, Maxim Vengerov, Lawrence Foster, Leon Fleisher, Kurt Masur gibi solist ve şeflerle çalmaktadır.

Sanatçı, 1991 Avrupa Topluluğu Piyano Yarışması'nda Nasreddin Hoca Dansları'yla özel ödül; 1994 Genç Konser Sanatçıları Avrupa Yarışması'nda birincilik ve 1995 Genç Konser Sanatçıları dünya birinciliğini kazanmıştır.

Fazıl Say, besteciliğe yedi yaşında piyano parçaları yazarak başlamıştır. Berlin'in 750. kuruluş yıldönümü için 1987'de bestelediği Siyah İlahiler, aynı yıl bu kentte seslendirilmiştir. Berlin Senfoni Orkestrasının siparişi üzerine Keman-Piyano ve Orkestra için Konçerto'su 1991'de çalınmıştır. Yurt dışında seslendirilen yapıtları arasında şunlar yer almaktadır: Yansıtmalar (1991, Berlin Senfoni Orkestrası); Debussy Prelüdlerin Uyarlaması (1991, Düsseldorf Oda Orkestrası), İpek Yolu (1996 Boston Metamorphosen, 1996 Venezuela, 1997 Mermoz-İngiliz Oda Senfonisi (1996 Boston).

Fazıl Say, bestelerinde ritim öğesinin melodiyi aşan bir etken olduğunu; Türk müziğindeki usulleri araştırıp çağdaş müziğin vurgusal özelliği ile birleştirdiğini belirtir. Örneğin Bektaşi usulünü presto (hızlı) bir tempodan yola çıkıp çağdaş anlayışla, hatta cazın özgür armoni kavramı ile bağdaştırmıştır. Ayrıca piyanonun çalgı olarak tüm olanaklarını kullanan, tuşlar kadar iç mekanizmasından da yararlanan, çalgının yeni renklerini arayan yapıtlar bestelemektedir.

BAŞLICA YAPITLARI / THE PRINCIPAL WORKS

Orkestra/Orchestra Beş Debussy Prelüdü / Five Debussy Preludes, 1990 Liszt Sonat / Liszt Sonata, 1992

Solo Çalgı ve Orkestra / Concerto Yansıtmalar / Reflections (piyano, keman ve orkestra / piano, violin and

orchestra), 1990 Op.3 Senfoni Konçertant / Concertante Symphonia (piyano ve büyük orkestra - piano and large orchestra), 1993-94 Op.4 İpek Yolu / Silk Road (piyano ve oda orkestrası / piano and chamber orchestra), 1994 Op.5/b İki Romantik Balad / Tvo romantic Ballades (piyano ve yaylı çalgılar / piano and strings), 1996 Op.5/c Gitar ve Oda Orkestrası için Konçerto / Concerto for Guitar and Chamber Orchestra, 1996 Oda Orkestrası / Chamber Orchestra Op.6 Oda Senfonisi / Chamber Symphony (yaylı çalgılar /strings), 1996

Oda Müziği / Chamber Music Prelüdler / Preludes (flüt ve piyano / flüte and piano), 1985 Siyah İlahiler / Black Hymns

Page 13: Mersin Polifonik Dergi - 7

13

(keman ve piyano / violin and piano), 1987 Ballade'(viyolonsel ve piyano / violoncello and piano), 1990 Üç Masal / Three Legends, 1991 Op.7 Sonat / Sonata (keman ve piyano / violin and piano), 1997

Şan ve Piyano / Voice and Piano Op.5/a 24 Şarkı / 24 Lieds, 1994

Piyano / Piano Piyano Parçaları / Pieces for Piano, 1977-83 Sonat / Sonata, 1984 Phrigian, 1984 Prelüdler / Preludes, 1985 Süit / Şuite, 1986 Kutsal Ses / Mystical Voice, 1987 İpek Yolu I / Silk Road I, 1989 Paganini Çeşitlemeleri I / Paganini Variations I, 1990 Yansıtmalar / Reflections (iki piyano / two pianos), 1990 Op.1 Dört Nasreddin Hoca Dansı / Four Dances of Nasreddin Hoca, 1990 Eski Bir Anadolu Güncesi / An Old Anatolian Diary, 1991 Op.2 Fantezi Parçaları / Fantasy Fieces, 1993 Op.5/d Alla Turca Caz Fantezisi / Alla Turca Jazz Fantasy, 1993 Op.5/e Paganini Çeşitlemeleri / Paganini Variations (modern caz üslubunda / in the style of modern jazz), 1995 Op.8 Mozart'ın KV467 Piyano Konçertosu için Kadanz / Cadance for Mozart's KV467 Piano Concerto, 1997 Op.9 İki Serbest Çalışma: Yeni Bir Gülnihal ve Kara Toprak / Two Free Pieces, 1997

Page 14: Mersin Polifonik Dergi - 7

14

UH AH DEV ADAM Doğan AKÇA

Atena bestelemiş, hepimizin özellikle basketbol turnuvasında heyecanla söylediği şarkı olmuştu "Uh Ah Dev Adam".

Bizim dey adamlarımızın tam sayısını bilmiyorum. İsterseniz bildiklerimi sayayım. Opera ve Balemizin başarıdan başarıya koşturan değerli müdürü Erdoğan Sanal,

Nevit Kodallı hocamızın desteğiyle Polifonik Korolar Derneği'ni ülke çapında tanıtan ve altı tane başarılı koro oluşturan Selma Yağcı,

İçel Sanat Kulübü'nün beş yıl başkanlığını yapan, bu süre içinde sayısız sanatsal etkinliği yöneten Fazıl Tütüner,

Her sanatsal etkinliğe destek veren, yıllardır Kültür Merkezi Derneği'nin bütün sorunlarını çözen değerli işadamı Hanri Atat,

Kültür Merkezi Derneği'nin bütün sanatsal etkinliklerini büyük bir özveriyle omuzlayan Tülay Özçürümez, Mürsel Esirgemez ve Lale Dağlı,

İçel Sanat Kulübü'nün kurucu başkanı ve birçok sanatsal projenin mimarı Semihi Vural,

İçel Sanat Kulübü'nü son iki yıldır yöneten değerli işadamı Teoman Sungur,

Birçok başarılı konserin organizatörü Flarmoni Derneği'nin Başkanı Tülay Bardakçıoğlu,

Mersin Üniversitesi'nin her etkinliğine büyük katkı sağlayan, benim her derde deva dediğim değerli dost Prof. Dr. Selim Aksöyek,

Mersin'de ilk sanatsal etkinlikleri başlatan Mersin Liselileri Derneği'nin değerli başkanı Meriç Alkan,

Büyükşehir Belediyesi'nin her sanatsal etkinliğinde öne çıkan temsilcisi Süleyman Cengiz,

Akdeniz Belediyesi'nden Özay Öztürk,

Yenişehir Belediyesi'nin sanatsal etkinlik üretmek için çırpınan yöneticisi Nuran Kurtuluş,

Festival Komitesi'nin değerli genel sekreteri Özcan Güven,

Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Kadri Şaman ve arkadaşları,

Kim bilir daha kimler vardır, bunlar benim hatırladığım isimler, yani bizim Dev Adamlarımız.

Çünkü onlar yıllardır hayalini kurduğumuz bir şeyin Mersin 1. Uluslararası Müzik Festivali'nin mimarları.

Arkalarına Kültür Bakanlığımızın, Mersin Valiliği'nin, Mersin Ticaret ve Sanayi Odası'nın, Mersin Deniz Ticaret Odası'nın ve Çimsa, Opet, Şişecam, Otel Gondol, Atako gibi birçok büyük firmanın desteğini alabilen akıllı insanlar.

Peki bu insanlar durup dururken sanki bir sihirli değnek değmiş gibi coşup hadi bir müzik festivali yapalım diyerek mi bu işe başladılar. Tabii ki hayır. Zaten yukarıda isimlerini sayarken bu güne kadar sanat ve kültür adına yaptıklarından kısaca söz etmemin nedeni de bu. Hiçbir şey alt yapısı oluşmadan doğmuyor. Mersin Liselileri Derneği'nin sevgili Gazanfer’imizin yönetiminde başlattığı Mersin Günleri, İçel Sanat Kulübü'nün kuruluşu ve başlattığı sanat ve kültür çalışmaları, Opera ve Bale'nin ve Üniversite'nin gelişi, Güzel Sanatlar Lisesi ve Fakültesi'nin, Devlet Konservatuarı’nın kurulması, Nevit Kodallı'nın Mersin'e taşınması, Onun desteğiyle Polifonik Korolar Derneği'nin doğması, Kültür Merkezi Derneği'nin, Flarmoni Derneği'nin büyük çabaları, güzel bir konser piyanosunun alınması, uluslararası üne sahip değerli sanatçıların Mersin'de konser vermelerinin sağlanması, derneklerin ve özel kuruluşların açtığı sanat galerileri, ünlü Türk

Page 15: Mersin Polifonik Dergi - 7

15

sanatçılarının Mersin'de konuk edilmesi ve eserlerinin sergilenmesi, İçel Sanat Kulübü'nün bütün güçlüklere rağmen yılmadan ve aralık vermeden tam 11 yıldır yayınladığı dergi, Polifonik Koro ve Altamira Sanat Galerisi'nin yayınları, şairlerimizin aldığı ödüller ve kitaplarının ulusal yayın kuruluşlarınca basılması, daha bunlar gibi binlerce özverili, salt bu şehir için, başka hiçbir karşılık beklemeden harcanan çaba. İşte yaklaşık 15 yıldır adım adım Mersin 1. Uluslararası Müzik Festivali'ne giden yol.

Artık yol açıldı. Her yıl daha da güçlenerek büyüyecek Mersin Uluslararası Müzik Festivali bu güzel şehri bütün dünyaya tanıtacak ve çağdaş bir dünya şehri doğacak.

Bu gelinen noktada benimde küçücük bir katkım olduğunu hissetmenin coşkusuyla Mersin Devlet Opera ve Balemizin 10. yılını kutluyor. Bu güzel yılın açılışını değerli Hocamız Nevit Kodallı'nın Hürrem Sultan Balesi'yle yaptıkları için teşekkür ediyorum.

Page 16: Mersin Polifonik Dergi - 7

16

"Sponsor"luk Ferit EDGÜ

Son yıllarda Avrupa ve Amerika'da açılan önemli sergilerin kataloglarına baktığımızda, her serginin bir yada birkaç kuruluşun desteğiyle gerçekleştiğini görüyoruz.

Sponsorship yada Fransızcasızla, mecenat yada patronage, Türkçe’siyle destekleme yada koruyuculuk olmadan bu sergileri görmemiz hemen hemen olanaksız.

İşte bu sergilerden gelişigüzel seçtiğim birkaç örnek:

* İslâm Sanatı/Cenevre 1985/Uluslararası (Kuveyt, Suudi Arabistan, Fransa, İsviçre, ABD) 27 özel ve tüzel kişinin desteğiyle,

* Kanuni Sultan Süleyman Dönemi/Washington 1987/Philip Morris desteğiyle,

* On yedinci Yüzyıldan Günümüze Manzara Resimleri/İstanbul 1988/Osmanlı Bankası desteğiyle,

* Van Gogh/Amsterdam 1990/KLM Hava Yollan ve diğer üç destekçi tüzel kişi,

* Seurat Sergisi/Paris 1991/IBM ve Aerospatiale desteğiyle,

* Osmanlılarda Ölçü ve Tartılar/İstanbul 1991/Osmanlı Bankası desteğiyle.

Görüldüğü gibi derneklerin, vakıfların yanı sıra, ulusal ve uluslararası ticari kuruluşlar, sağladıkları kârların bir bölümünü kültür ve sanat alanına aktarmaktalar.

Söz konusu ticari kuruluşların statülerinde (hiç değilse tümünde) kuşkusuz sanat ve kültür koruyuculuğu ile ilgili özel bir madde yok. Ama onlar, kuruluş statüleri ile yetinmeyip, toplum içinde bir statüye sahip olmak için bu türlü desteklemelere girişiyorlar. Bunu yaparken de, kimi zaman, pazarlama stratejileri doğrultusunda bir seçme yapıyorlar. Örneğin Philip Morris'in Amerika'daki Kanuni Sergisi'ni desteklemesi, Türkiye'de yatırım görüşmelerinin yapıldığı döneme rastlıyor. Ama, o eski öküz altında buzağı arama dönemini unutmak, ve her sponsorluğun altında böylesi çıkar ilişkileri aramak sevdasına son vermek gerek. Yukarıdaki örnekler de bunun belgesi: Koç holding aynı Kanuni Sergisi için Süleymanname'nin yayımını sağlıyor. IBM ve Aerospatiale, Paris'teki Seurat Sergisi'nin giderlerini üstleniyor. Türkiye'de gerçekleştirilmiş ilk ve en büyük İznik Çinileri Sergisi'nin giderlerini ve olağanüstü güzellikteki katalogunu Türk Ekonomi Bankası karşılıyor. Türk ve İslam Eserleri Müzesi'ndeki On yedinci Yüzyıldan Günümüze Manzara Resimleri Sergisi'yle, geçen yıl gerçekleştirilen Osmanlılarda Ölçü ve Tartılar Sergisi Osmanlı Bankası sayesinde gerçekleştiriliyor. Garanti Bankası her beş-altı yıldır yaşayan bir Türk ressamının sergisinin ve kitabının giderlerini üstleniyor. Bu alandaki öncü kuruluş, hiç kuşkusuz Yapı ve Kredi Bankası'dır. Bu banka daha kuruluşundan itibaren, kurucusu Kâzım Taşkent'in kişiliğinden kaynaklanan uzak görüşlülükle çok önemli bir Türk sanatı koleksiyonu ve kitaplık oluşturmuştur. Aynı banka, bugün çok yönlü bir kültür ve sanat etkinliğinin sürdürücüsü durumunda.

Denebilir ki sponsorluk kavramı Türkiye'ye, birçok şey gibi, çok geç girmiş, ama gene birçok şey gibi, çok hızlı bir gelişme göstermiştir. Bugün İstanbul Festivali diye uluslararası düzeyde bir sanat olayı varsa, bunu bu gelişmeye borçluyuz. (1992 İstanbul Festivali'ne devletimizin katkısı 1 milyar, yerel yönetimin ücretsiz salon tahsisi, özel kuruluşların katkısı ise 5 milyar 978 milyon TL’sidir.)

Ne var ki, hükümetlerin, ne dün, ne bugün, tutarlı bir kültür politikaları olmadığı gibi, özel kuruluşların da bu alanda belirli bir politikaları yoktur. (Yapı Kredi'yi bu değerlendirmenin dışında tutuyorum.) Bunlar, daha çok, kendilerine sunulan projeleri, özellikle de bu projelerin bütçelerini inceleyip karar vermektedirler. Bunu da doğal karşılamak gerekir. Zira, bu kuruluşların, belli bir sanat ve kültür politikaları olmadığı gibi, kendi içlerinde, bir sanat ve kültür birimleri yoktur. Dolayısıyla, projeleri kendileri üretmemekte, üretilen projeler arasında bir seçme yaparak destek

Page 17: Mersin Polifonik Dergi - 7

17

olmaktadırlar. Bu tür kuruluşların "asli" görevi sanat ve kültür olmadığı göz önünde tutulduğunda, bunu da doğal karşılamak gerektir. Gene de bir politika yokluğundan söz ediyorsam, bunun tek nedeni, sürekli ve tutarlı bir programları olmadığı içindir.

Sanat ve kültür alanındaki desteği, kuşkusuz yalnızca sergilerle sınırlamamak gerektir. Özel bir kuruluşun sanatçılara, sürekli sergi alanları (galeriler) sunması, sanatçılara burslar vermesi, hatta yaşayan sanatçıların yapıtlarından oluşan koleksiyonlar oluşturması, özel müzeler açması da sponsorluk kavramı içinde değerlendirilmelidir. Bilindiği gibi, Avrupa'nın çeşitli, ülkelerinde ve özellikle ABD'de bu tür etkinliklere, devlet de vergi indirimi uygulayarak destek olmaktadır.

Türkiye'de henüz böyle bir destek söz konusu olmadığı gibi, ilk sırada yer alması gereken devlet, en kötü sponsor görünümünü sergilemektedir. Cumhuriyet tarihimizin uluslararası çaptaki tek sergisi 1983'de gerçekleştirilen Anadolu Medeniyetleri Sergisi'dir. O günden bugüne, devletin Kültür Bakanlığı'nın, yurtiçinde, yurtdışında birçok serginin oluşumuna katkıda bulunması, müzelerimizdeki eserleri ödünç vermekten öte bir işlev yüklenmemiştir. Özellikle çağdaş Türk sanatının ve sanatçılarının desteklenmesi, bir çağdaş Türk sanatı müzesinin kurulması yolunda hiçbir adım atmamıştır. Son on yılda Ankara ve İstanbul'daki Resim ve Heykel Müzelerine kazandırılan eserlerin sayısı, en sıradan bir koleksiyoncununkinin çok altındadır.

Kültür Bakanlığı son yıllarda sponsorluk görevini tiyatro ve sinema alanlarıyla sınırlamış gibidir. Oysa bugün Türkiye'nin kültür alanında kanayan yarası, yayıncılıktır.

Yayıncılıkta da sponsorluk olur mu? diye sorulabilir.

Sponsorluğun çok geniş bir alanı vardır. Sergilerden sempozyumlara; kitaplardan süreli yayınlara; müzecilikten spora; bilimsel araştırmalardan kişisel yaratıcılığa uzanan her alan sponsor'larını beklemektedir.

Yayıncılık da.

Geçmişin ve günümüzün bilinen yada az bilinen edebiyatçılarının önemli yapıtları Fransa'da UNESCO'nun desteğiyle çevirtilip yayımlanmaktadır. (Yaşar Kemal'in Fransızca’da yayımlanan ilk romanı İnce Memed, UNESCO'nun desteğiyle yayımlanmıştı.) Gene aynı ülkede, az okuyucusu olan yerli ve yabancı yapıtlar CNRS (Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi)'nin desteğiyle yayımlan-maktadır. Bunlara süreli yayınlar da dahildir. Son yıllarda birbiri ardı sıra yayımlanan çevirileriyle dikkatleri üzerinde toplayan Portekizli şair Fernando Pesseo'nun tüm yapıtlarının çevirisi Lizbon'daki Gülbenkyan Vakfı sayesinde Fransız okuruna ulaşmıştır.

Bugün, hemen hemen hiçbir az okunan, ama önemli bir roman, bir şiir kitabı yada görkemli bir sanat kitabı, Batı ülkelerinde, ardında bir destekçi olmadan gün ışığına kavuşamamaktadır. Gerçek sponsorluk kurumu, sanatı, mümkün olan geniş halk kitlelerine en yoğun ve en ucuz biçimde ulaştırmak demektir. Yada, geniş halk kitlelerinin ilgisini çekmeyen, ama sanat değeri olan yapıtların sergilenmesine, kitaplaşmasına olanak sağlamak demektir. Ama sponsor kuruluşlar, bununla da yetinmeyip ülkelerinde, devletin dolduramadığı boşlukları kendi olanaklarıyla doldurarak müzeler, özel koleksiyonlar gerçekleştirdiklerini görüyoruz. Bunu da, yalnız sanat tutkusuyla değil, kuruluşların "imajı" olarak yapmaktalar. Türkiye'de bugün bu aşamada. Önemli olan, kuruluşların "imajı" ile Türk sanatının (dünü ve bugünüyle) çakışmasında.

(İstanbul Dergisi. Sayı:3)

Page 18: Mersin Polifonik Dergi - 7

18

NEVİT KODALLI Mersin, 12 Ocak 1924 Ziraat Bankası memurlarından Rıfat Beyin oğlu olan Nevit Kodallı, beş kardeşin en küçüğü

olarak dünyaya gelmiştir. Kardeşlerin her biri müziğe ilgi duymuş, birer amatör müzisyen olarak yetişmiştir. Nevit Kodallı ilk müzik derslerini ağabeyinden almış, Mersin'de ortaokulu bitirdikten sonra 1939 yılında Ankara Devlet Konservatuarı’na girmiştir. Burada Necil Kâzım Akses ile kompozisyon, Ferhunde Erkin ile piyano, Ernest Praetorius ve Hasan Ferid Alnar ile orkestra şefliği çalışmıştır. 1947'de konservatuvaın ileri devre Kompozisyon ve Orkestra Şefliği Bölümü'nden mezun olarak, aynı yıl Milli Eğitim Bakanlığı sınavını kazanıp Paris'e gitmiştir.

Nevit Kodallı, Ecole Normale de Musique'deki öğrenciliği sırasında Arthur Honegger ile kompozisyon, Jean Fournet ile orkestra şefliği çalışmış, özel olarak da Nadia Boulanger'nin ve Charles Koechlin'in öğrencisi olmuştur. 1953 yılı sonunda Fransa'daki eğitimini tamamlayarak yurda dönmüş ve Ankara Devlet Konservatuarı öğretim kadrosuna girmiştir. Bu kurumda 1995'e kadar kontrpuan, füg, çalgı bilgisi, biçim bilgisi ve kompozisyon öğretmenlikleri yapmıştır.

1954-55 yıllarında Ankara Radyosu'nda tonmeister olmuştur. 1955'te Ankara Devlet Opera ve Balesi'ne geçen besteci, burada orkestra şefliği ve genel müzik direktörlüğü görevlerinde bulunmuş, aynı zamanda genel müdür yardımcılığı da yapmıştır. Halen Çukurova Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda profesördür.

Kodallı'nın kimi yapıtlarının ilk seslendirişi ünlü sanatçılar tarafından yapılmıştır. Örneğin: Orkestra Süiti ilk kez Karel Ancerl yönetiminde, Prag Radyosunda; Birinci Yaylı Çalgılar Dörtlüsü ilk kez Tibor Varga Dörtlüsü tarafından Darmstadt'da; Sinfonietta'sı ilk kez Herman Scherchen yönetiminde yine Darmstadt'da seslendirilmiştir.

Nevit Kodallı'nın ödüllerini şöyle özetleyebiliriz: 1983'te Fransa Kültür Bakanlığı'nın Sanat ve Edebiyat "Şövalyelik" nişanı; 1981'de "Devlet Sanatçısı"; 1994 Anadolu Üniversitesi ve Cumhuriyet Üniversitesi Onursal Doktora unvanı; 1997 Sevda Cenap And Vakfı Onur Ödülü Altın Madalyası.

Bestecinin, çalışmaları üç biçem içinde gruplandırılabilir. İlk biçem öğrencilik yıllarının ürünü olup, Türk folklorunun özelliğini yansıtan, halk ezgilerinin ritmik özelliğinden kaynaklanan yapıtlardır (Atatürk Oratoryosu, Birinci Dördül, Piyano Sonatı gibi). İkinci biçeme giren yapıtları, yine halk türkülerinin renklerini taşıyan, ancak çoksesli olarak doğan ve halkı çoksesliliğe alıştırmayı amaçlayan yapıtlardır (Telli Turna, Güzelleme ve Ebru gibi). Üçüncü tür çalışmaları ise bunları özümleyip, bestecinin kendine özgü anlatım dilini ortaya koyan yapıtlardır (Birinci Süit, İkinci Dördül ve operaları gibi).

Kodallı'nın çalışmaları, modal yapıdadır ve her dönemin getirdiği teknik yeniliklerden yararlanmaya çalışmıştır. Aynı zamanda edebiyat ve resim gibi diğer sanat dallarının da etkisinde kalan Kodallı, opera, oratoryo ve bale müziklerinin yanı sıra iki yüz elliye yakın tiyatro müziği bestelemiştir.

Nevit Kodallı'nın yapıtlarının yayın hakkı kendisine aittir.

BAŞLICA YAPITLARI

Opera Van Gogh, 1954-55 Gılgameş, 1962-64

Bale Antigone, 1958 Hürlem Sultan, 1976

Şan ve Orkestra Benzetmeler (Şan ve piyanodan uygulama), 1949

Page 19: Mersin Polifonik Dergi - 7

19

Atatürk Oratoryosu (Cahit Kulübi'nin şiiri) 1950-52

Cumhuriyet Kantatı (Ceyhun Atuf Kansu'nun şiiri) 1973

Orkestra Passacaglia ve Füg (Yaylı Çalgılar) 1945

Süit, 1946

Senfoni in Do, 1947-48

Singnietta (Yaylı Çalgılar), 1949

Telli Turna (Küçük orkestra süiti) 1967

Güzelleme (Küçük orkestra süiti) 1969

Solo Çalgı ve Orkestra Ebru (Piyano) 1971

Oda Müziği Yaylı Çalgılar Kuvarteti No.1 1947

Sextet (Yaylı Çalgılar) 1949

Yaylı Çalgılar Kuvarteti No. 2 1967

Ebru (Piyano ve Yaylı Çalgılar) 1971

Şan ve Piyano Poemler, 1946

Benzetmeler, 1946

Liedler, 1954

Garip Şarkılar Albümü, 1958

Solo Çalgı

Piyano Parçaları, 1945

Ostinato (Çocuklar için) 1946

Piyano Sonatı, 1950 Pişano Parçaları,

1950 Keman İçin Poema, 1954

Koro Beş Halk Türküsü, 1962

Songs (Eşliksiz) 1962

Ses ve Işık Gösterisi Müziği Atatürk'e Saygı, 1973

Sultanahmet Camii, 1973

Birçok marş, çocuk şarkısı ve 250'ye yakın sahne müziği.

Page 20: Mersin Polifonik Dergi - 7

20

Orkestra Yönetmek Alain PARİS

Çev: Yüksel KOPTAGEL Orkestra şefi olmak çoğu müzisyenlerin gönlünde yatan bir aslandır. Eline değneği almak

için gerekli öğrenimi görmemiş olsalar bile şeflik sanki sanatta ulaşılması gerek amaçtır. Çekiciliğin nedeni, işin parlak gösterişi ve görünüşte kolayca yapılıveren bir uğraşı olmasındadır. Ancak gerçek böyle değildir, her sazı öğrenmede olduğu gibi disiplinli bir öğrenim gerektirir. Orkestra şefinin çalacağı saz Orkestradır. Bu topluluğu oluşturan sanatçıların yapabileceklerinin en iyisini birlikte yaptırmayı sağlarken yapıt üzerinde kendi anlayışımda yansıtır. Demek ki profesyonel bir şef, bu müzisyenlere yön verirken bu sazların nasıl çalındığını bilmek zorundadır. Bir şef ne isteyeceğini, nasıl elde edebileceğini ve bunu nasıl isteyeceğini bilmelidir. Bu bilgiden yoksunsa orkestradan bunları isteyemez ve orkestrayı yönetemez, orkestra şefi yönetir günümüzde çok sık karşılaşılan bir olaydır. Şef her durum karşısında kendine hakim bulunmalıdır; orkestra sanatçılarıyla ilişki kurmuş olmalıdır. Bu ise, birçok şey gibi öğrenilemez, doğuştan olan bir yetenektir. Bu yetenekler şefin temel yetenekleridir, orkestrayla beraber olup çalışma olanaklarıyla edineceği deneyleri ise vazgeçilmez bir öğesidir.

18. yüzyılda başkemancılar bir yandan solo-keman partisini çalarken bir yandan da orkestra yönetirdi. Orkestrada sanatçı sayısı gitgide çoğalınca saz çalma görevini yapma sorumluluğu olmayan bir orkestra yöneticisi gerekti. Tarihte ilk bagetli orkestra şefi Spohr görünürse de, Mannheim orkestrası baş kemancısı Johann Christian Cannabich (1731-98) ilk orkestra şefi olmuştur; modern orkestranın temelini atmış, yaylıların sayısını çoğaltmış, değişik partileri birlikte çalmasını dengelemek için çalışmalar yapmış, arşeleri işaretlemiştir.

19. yüzyılda artık bir şefin varlığı ve otoritesi zorunludur: Fransa'da Berlioz, Almanya'da Mendelssohn ve Schumann bu gerçek görevi tanımlar. Bir Orkestrayı yönetmek artık uzmanlık gerektiren gerçek bir sanattır. Wagner ve Hansvon Bülow orkestra çalıştırmasını düzenler; nüanslara ve tempolara uyarken aynı zamanda notaların da eksiksiz çalınmasına özen gösterirler, Societe des Cocerts du Conservatoire'in kurucusu François Habaneck'in gevşek tutumunun tersine, bunlar yazılı olan tüm seslerin duyulmasını sağlar. Böylece artık prova sırasında bir orkestra şefinin çalışmasının en önemli yönü ortaya çıkmış olur. Provalarda asal çalıştırma eğilimine paralel olarak orkestra şeflerinin tekniği gittikçe daha çok önem kazanır.

20. yüzyıl müzikte iki önemli olayla başladı; (Pelleas et Melisande)-1902 ve (Sacre du Printemps)-1913. Yüzyılın ilk yansında büyük orkestra şeflerinin tümü romantik müzik gereksinmelerine göre bir öğrenim görüyordu. Konservatuarlarda orkestra şefliği sınıfı yoktu. Şefliğe hevesliler önce bir saz öğreniyor, zamanda sağlam bir teori öğrenimini tamamlıyordu. Sonra bir orkestraya girip çalışıyor, şayet piyanist ise bir operada korepetitör oluyordu. Orkestra yönetmeye yetecek asgari bilgileri edinecek kadar bir gözlemcilik döneminden sonra, şansı yaver giderse şefin bir yardımcıya ihtiyacı olur, bu fırsatla değneği eline alabilir ve onu gerçek sorumluluklara götürecek merdivenleri tırmanmaya başlardı. Bu kariyer formülü özellikle lirik tiyatroları pek bol olan Almanya'da ve orta Avrupa ülkelerinde geçerdi. Fransa'da ise şefler çoğunlukla orkestraların ön sıralarında oturan müzikçilerden çıkardı. Böylece Lamoureux ve Colonne Orkestralarında Taffanel ve Gaubert gibi flütçüler şef oldu. Senfonik çalışmalara alışkındılar, Habaneck'in açtığı yoldan senfonik müzikte seslendirmelerin titizlikle hazırlanmasını sürdürdüler. Ancak onların ardından "gelen şeflere bazı sınırlamalar gelmekte gecikmedi, parasal kısıntı nedeniyle prova sayısı azaltıldı. Modern müzik programlarda daha az yer aldı: Orkestralar belli bir repertuar içinde dönüp durmaya mecbur oldu, şef de bu koşullar altında icrayı sağlamakla kaldı...

Bugün Fransa'da orkestra şefliği bu sisteme adapte olmuştur. Birer baget-virtüosü olan şeflerin çoğu birkaç saatlik provayla program çıkarıverir. Orkestra elemanlarının becerisine güvenip, kısa ve kesin yoldan doğruca temele giderler. Çalışmalarında derine inecek zamanları yoktur. Bir Nikisch, bir Furtwängler'in büyük kişilikleriyle Berlin ve Leipzig Orkestralarında

Page 21: Mersin Polifonik Dergi - 7

21

bıraktıkları izleri bırakamazlar. Orkestrayı enine boyuna çalıştırma kavramını Fransa ancak savaş yıllarında Societe des Concerts'in başına geçen Charles Münch'le tanıdı.

Almanya'da ise şeflerin eğitiminde temel tiyatro, opera, sahnedir. Senfonik çalışma alanı dardır, sonradan gelir: Belirli bir karmaşıklığın egemen olduğu Alman orkestralarında Nikisch, Mahler, Hans Richter, Weingartner, Furtwängler ve Bruno Walter'in ortaya çıkmasıyla gerçek bir orkestra çalışması yerleşir. Bu büyük şefler yönettikleri orkestraların başında uzun süre kalırlar. Kendi imajlarını bu orkestralara nakşeder ve bu orkestralara özgül bir sitil verirler. Her orkestranın belirli bir niteliği ve kişiliği olur.

Anglosakson ülkelerde ve özellikle ABD'de senfonik müzik yine devamlı bir orkestra şefi kavramına dayanır. Filadelfiya orkestrası bunun en iyi örneğidir. 60 yılda iki şef tanımıştır; Leopold Stokowski ve bu orkestraya 40 yıl egemen olan Eugene Ormandy, Chicago, Cleveland, Boston orkestraları veya NBC'de Reiner, Szell, Koussevitzky ve Toscanini ile buna benzer dönemler yaşar. Bugün bile bu ilke yürürlüktedir.

İtalya'da opera sanatı önemli bir yer tutar, şefler çalışmalarını bu alanda yoğunlaştırırlar. Zaten lirik yapıtlar sahnelenirken ön planda yer alan öğelerden biri sınıflardan başka genç şeflere diğer ekolleri tanıma olanağı sağlayan çok sayıda enternasyonal stajlar belirdi.

Orkestra şefliği bir uzmanlık olarak ortaya çıkınca, orkestra yönetme tekniği saptandı. Bir piyanistin gamları, kemancının tekniği gibi şeflerin de teknik yetkinliği arandı, ona göre değerlendirildi.

Fransa'da prova sayısı azlığından ötürü oynadığı rol, itiraf edilmeyen bu nitelik, dünyaya öylesine kanıtlanmıştır ki, radyoda, plaklarda bile vurgulanır. Hele mikrofon karşısında bağışlanmaz. Radyonun bir görevi de konserlerde az çalınan müziği, özellikle çağdaş repertuar dışında, yeni yapıt seslendirilirken gerekli beceriyi ister.

Artık bağımsız bir uğraşı durumuna gelen şeflikte yeni yetişen gençler gelişmiş bilgilerle ortaya çıktılar. Ancak deney eksikliğinden orkestrayla ilişki kurmaları zor oldu. İlk yıllarda genç şefler orkestraya öğrettiklerinden çok kendileri orkestradan öğrenir.

Günümüzde genç şeflerin çoğu ünlü bir ustanın yanında işe başlar. Ustası ona ilk provaları yaptırır: Bu deneyler çok faydalıdır. İleride iletişim yöntemleri değişik estetikteki orkestralarda çalınma olanakları sağlar, yabancı ülkelerde orkestralarla çalışır, büyük ustalar yanında staj yapar, kurslara katılır, değişik ekolleri tanır kolayca adapte olur...

Orkestra 153. sayı

Page 22: Mersin Polifonik Dergi - 7

22

POLİFONİK KOROLAR VE MÜZİK FESTİVALİ

Semihi VURAL Japonya'nın dünyaya endüstriyel ürünler satmaya başlaması 1960'lı yıllara denk düşer. İlk

SONY profesyonel müzik kayıt cihazı İstanbul Radyosu'na alındığında "baba" AMPEX ile nasıl

rakip olabileceğine şaşırıp kalmıştım. Yıllar sonra bunun gizinin Japonya'da kurulan yüzlerce klasik

müzik topluluğunda saklı olduğunu öğrendiğimde bir kez daha şaşırdım. Japonya'da 1800'ün

üzerinde klasik müzik topluluğunun olduğunu da belirtelim.

Hele bu gelişmeyi örnek alan Kore'nin; dünyaya endüstriyel mal satma operasyonunun

temelinde klasik müzik düzeyinin yükseltilmesi gereğini anlamasıyla; yoğun bir çabaya girmesi

daha da şaşırtıcıydı. Hele hele Klasik müzik gruplarının çoğalmasıyla gelişmenin eşanlamlı

olduğuna insanına inandıran Kore'nin, 500 klasik müzik orkestrası kurmak için uğraşıp, 400.

Orkestra konser vermeye başladığında eşzamanlı olarak HUNDAI otomobillerinin de dünya

pazarlarında görücüye çıkması inanılır gibi değildir.

Türkiye'de 30'un biraz üstünde ve devlet eliyle kurulmuş klasik müzik topluluklarının

Özverili çalışmaları var. Şimdi yeni filizlenen Oda orkestralarımız, Güzel Sanatlar Liseleri ve

Konservatuarlarımızın Müzik Grupları, klasını yükseltmek için eleman, enstrüman ve doküman

peşinde koşan yöneticileri ile Askeriye ve Belediye bandolarımız, gönüllü insanlarımızla hiç yoktan

oluşturulan Polifonik Korolar gibi sivil toplum kuruluşlarımız bizlere gurur veriyor. Bizler de

Kentimizin Sanatsal gelişmesine tanık oluyoruz.

Türkiye'nin 4. Devlet Opera ve Balesi Mersin'de çok sesli müziği geniş halk kitlelerine

duyurmak üzere çalışmalara başlamasından birkaç yıl önce İçel Sanat Kulübü kurulmuştu. Birkaç

resim sergisinin açılması yanında, bugün İ. Talay Salonu olarak bilinen PTT tesislerinde birkaç

klasik müzik konserinin yapılması Selma Yağcı'nın kişisel çabaları ile mümkün olmuştu. İçel Sanat

Kulübü Fazıl Tütüner'in başkanlığı döneminde müzik konusunda yaptığı çalışmalarla öne çıkmış,

hele 1992 mayısında gerçekleştirilen Kanlıdivane antik kentindeki şan konseri bir ilk olmuştu.

O günden bu yana geçen 10 yıl içinde çeşitli etkinlikler, kurulup çalışmaya başlayan müzik

dernekleri, derneklerin Mersin'e sağladığı performans bu düzeyi yakalayan kentimizde Uluslararası

olabilecek bir Müzik Festivali yapma sinerjisini yarattı. 11 Şubat 1989 yılında PTT Salonu'ndaki

Suna Kan keman resitali, 30 Mayıs 1992 Kanlıdivane Şan Konseri ile başlayan Mersin'in Klasik

müzik serüveni Devlet Opera ve Balesinin kurulması ile giderek güçlenip 10 yılda çok şeyi

değiştirdi... Elbette Nevit Kodallı hocamızın manevi desteği, Murat Kodallı'nın piyano resitali, Soda

Sanayi yemekhanesindeki üflemeli çalgılar dinletisi, Yaylı çalgılar konserleri klasik müzik dinleme

arzumuzu diri tuttu.

İşte böyle; Tüm Mersin, kurumları, dernekleri ve gönüllü insanlarıyla Mersin I. Uluslararası Müzik Festivali böyle yaratıldı.

Yeni gelen haberlerle şimdiden 2003 yılının heyecanını yaşamaya başladık...

Page 23: Mersin Polifonik Dergi - 7

23

CUMHURBAŞKANLIĞI SENFONİ ORKESTRASI

Dünyanın en eski senfonik topluluklarından biri olan Cumhurbaşkanlığı Senfoni'nin kökleri,

Sultan II. Mahmut'un 1826'da kurduğu Muzıka-i Humayun'a uzanır. Kuruluş tarihi açısından CSO,

1833'te kurulan Viyana Filarmoni ve 1842'de kurulan New York Filarmoni gibi köklü bir

kurumdur. Muzıka-i, Hümayun döneminde 2. Meşrutiyet'e değin orkestra üyelerinin tümü Türk

olmasına karşın, şefler yabancıydı. Topluluğun ilk Türk şefi, 1917'ye kadar bu görevi yapmış olan

Saffet Bey'dir. Onu izleyen Osman Zeki Üngör'den sonra, 1934'te kısa bir süre Adnan Saygun şeflik

yapmış, 1935'te ünlü Alman şef ve müzikolog Dr. Ernst Praetorius getirilmiştir. 1946'da

Praetorius'un ölümü üzerine, günümüze uzanan süreçte CSO'nun şefliğini sırasıyla şu müzikçiler

yapmışlardır: Hasan Ferit Alnar (1946-52), Robert Lawrence (1957), Hikmet şimşek (şef yardımcısı

olarak 1959-86), Bruno Bogo (1960-62), Otto Matzerath (1963), Prof. Gotthold Ephraim Lessing

(1963-71), Jean Perisson (1971-75), Tadeusz Strugala (1977-1982), Gürer Aykal (1975'te şef

yardımcısı, 1988'de şef.) Prof. Lessing, CSO'nun sürekli şefliğini yaptığı sekiz yıl boyunca,

orkestramızın repertuarını geliştirmiş, özellikle Türk bestecilerin yapıtlarının seslendirilmesine

öncülük etmiştir. Lessing yönetimindeki CSO, 1966 ve 1971'de yurt dışı turneler gerçekleştirerek

Romanya, Macaristan, Avusturya, Almanya, İsviçre ve Yugoslavya'da konserler vermiştir.

Orkestramızın daha sonraki yurtdışı turneleri şöyledir: 1974'te Fransa ve Almanya (şef Jean

Perisson), 1975'te Baltık ülkeleri ve SSCB Jean Perisson-Hikmet şimşek), 1982'de Almanya ve

İsviçre (Hikmet Şimşek-Gürer Aykal), 1984'te İspanya (Hikmet Şimşek, Gürer Aykal), 1985'te

Polonya (Gürer Aykal), 1986'da SSCB(Gürer Aykal), 1987'de İtalya (Rengim Gökmen), 1989'da

KKTC (Gürer Aykal), 1990'da Çekoslovakya (G.Aykal-R.Gökmen), 1991'de Almanya (Gürer

Aykal, 1992'de Almanya (Gürer Aykal), 199'te Güney Kore (Tadeusz Strugala-Yoshinao Osowa),

1994'te. Japonya (Gürer Aykal-Y.Osawa), 1997'de ABD (Gürer Aykal, CSO'nun "Devlet Sanatçısı"

unvanıyla onurlandırılmış olan solistleri şu değerli sanatçılarımızdan oluşmaktadır: Ayla Erduran,

Page 24: Mersin Polifonik Dergi - 7

24

Suna Kan, İsmail Aşan, Tunç Ünver, Çağıl Yücelen (keman); İdil Biret, Verda Erman, Gülsin

Onay, Ayşegül Sarıca (piyano).

Orkestramız, kendi içinden çok sayıda oda müziği topluluğu çıkarmıştır. Bu toplulukların

başında, Ankara Oda Orkestrası gelir. Solistlerin katkısıyla gerek CSO'nun ve gerek bu oda

orkestrasının plağa alınmış yapımları şöyle sayılabilir: L. van Beethoven, solist: Ayşegül Sarıca;

şef: Gürer Aykal, Piyano Konçertosu No. 3 ve 4, UP 84005. Erkin Senfoni No.1 ve Çaykovski

Senfoni No. 2; şef: Gürer Aykal, UP 94012. J.S. Bach, solistler: Suna Kan, Cihat Aşkın, Çetin

Yalçın; Ankara Oda Orkestrası; şef: Gürer Aykal; Keman Konçertosu No. 1-2; Re minör Konçerto;

Keman ve Obua için konçerto, UP 94004. Mozart, Konçertolar No.3,4,5; solist: Suna Kan; şef;

Gürer Aykal, Ankara Oda Orkestrası, UP 94002. Mozart, Senfoni Konçertant, KV 364; keman,

viyola ve orkestra için; solistler: Suna Kan ve Ruşen Güneş; şef: Gürer Aykal; UP 94003. Mozart,

Keman Konçertosu KV 207, Keman Konçertosu KV 211, Mi majör Adagio KV 261; Ronda KV

269; solist: Suna Kan; şef: Gürer Aykal. Sonatlar, keman ve piyano için; solistler: Ayla Erduran ve

Ayşegül Sarıca; C. Franck la majör sonat; Debussy, sol majör sonat No.3; Grieg, op. 45 No.3 sonat,

UP 94011.

CSO, uluslararası düzeyiyle günümüze değin çok sayıda yabancı ünlü şef ve solisti konuk

etmiştir.

Ankara'ya gelen yıldız solistlerden bazıları şunlardır: Wilhelm Kempff (1943), Ludwig

Hoelscher (1959), Valeri Klimov (1963), Paul Tortelier (1964), Leonid Kogan (1965), Samson

François (1965), Daniel Safran (1965), Ian Voic (1965), Cladio Arrau (1967), Paul Badura-Scoda

(1968). Christian Ferras (1967), Edith Peineman (1968), Geza Anda (1969), Ruggiero Ricci (1969),

Vladimir Orlof (1969), Igor Osyştrak (1969), Andre Navarra (1969), Uta Ughi (1971), Jean Pierre

Rampal (1972), Ricardo Odnoposof (1972), Pierre Sancan (1972), Ernst Kovacic (1972), Pierre.

Fournier (1965 + 1970+1977 + 1983), Robert Cohen (1974), Wolfgang Marschner (1975),

Vaclav Hudecek (1974+76+84), Peter Katin (1976), Konstantin Kulka (1984+92), Oleg Kağan

(1990), Viktor Pikayzen (1990+94), Joshua Epstein (1992).

CSO'yu yöneten ünlü şefler arasında şu adlar bulunmaktadır:

Hermann Scherchen (1947), A.Camozzo (1953), Nadia Boulanger (1958), Arthur Fiedler

(1964), George Hurst (1968), Niyazi Takizade (1972), Cansug Kahidze (1973), Aaron Copland

(1973), Anatole Fiktoulari (1977), Gilbert Varga (1991), Konstantin Krimetz (1992+96+97+98).

Kendi adıyla anılan CSO konser salonunun bir özelliği, Avrupa'nın en büyük üç orgundan

birine sahip bulunmasıdır. 1926 yılında İzmir'de on bin İngiliz altınına alınan bu dev çalgının beş

bin borusu vardır. Çalgıya daha sonra sahip olan ve uzun zaman Türkiye'de yaşamış bulunan İngiliz

Edmond Giraud'un vasiyeti üzerine org, Cumhurbaşkanlığı Senfoni'ye bağışlanmıştır.

Kaynak: Ahmet SAY. (Türkiye’nin Müzik Atlası 1998).

Page 25: Mersin Polifonik Dergi - 7

25

RENGİM GÖKMEN (Doğ. 1955)

Müzikçi bir aileden gelen Gökmen, ilk müzik derslerini annesinden almıştır. 1965'te Ankara Devlet Konservatuvarı piyano bölümüne giren ve Ferhunde Erkin ile Nimet Karatekin'in öğrencisi olan sanatçı, daha sonra kompozisyon bölümüne geçerek ilhan Baran ve Adnan Saygun'la çalışmış, 1975'te bu kurumu bitirdikten sonra devlet bursuyla İtalya'ya orkestra şefliği öğrenimine gönderilmiştir. 1977'de Santa Cecilia Konservatuvarı'nı, 1978'de Chigiana Akademisi şeflik bölümünü bitiren sanatçı, 1979'da Santa Cecilia Müzik Akademisinin olgunlaşma devresinden Franco Ferrara'nın öğrencisi olarak birincilikle mezuniyet diplomasını almış, 1980'de San Remo'da yapılan uluslararası Gino Marinuzzi şeflik yarışmasını kazanarak yurda dönmüştür.

Genç bir orkestra şefi olarak Türkiye'de yönettiği ilk konser olan Beethoven 9. senfoni ile dikkatleri çeken Gökmen, 1982'de Madrit'te Mahler'in 1. Senfoni'sini yöneterek basan kazanmış, daha sonra Avrupa'nın birçok kentinde konserler vermiştir.

1984'te Ankara Devlet Operası genel müzik direktörlüğüne atanan sanatçımız, 1987'de Cumhurbaşkanlığı Senfoni'nin yurtdışı turnesinde görev almıştır. Kariyerindeki yükseliş dolayısıyla 1989'da İtalyan hükümetinin "Cavalleria" nişanı ile onurlandırılan Gökmen, konser programlarında Türk bestecilerin yapıtlarına da yer vermektedir. Bu kapsamda, Türkiye'yi yurt dışında tanıtma çalışmaları nedeniyle Türk Tanıtma Vakfı tarafından ödüllendirilmiş, 1992'de ise Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü'ne atanmıştır. Genel Müdür olarak Ankara'da 1995'e kadar görev yapan sanatçı, şeflik kariyerinde yoğunlaşmak amacıyla İzmir Devlet Senfoni Orkestrası'na geçmiştir.

Diskografi: Midas'ın Kulakları; Ferit Tüzün'ün satirik operası; Metin Güngör Dilmen, Ankara Devlet Opera ve Balesi Orkestrası, Korosu ve solocuları; şef: Rengim Gökmen; ADOB yapımı, 1995. Music of Turkish Composers, Erdener, Kodallı, Erkin; Düsseldorf Kammerensemble, şef: Rengim Gökmen; solist: Taşkın Oray (obua); Mobile Tontechnik yapımı, 1993. Türk-Alman Dostluk Konseri; Erdener, Beethoven, Başeğmezler, Schubert; Düsseldorf Senfoni Orkestrası üyeleri; şef: Rengim Gökmen, Deutsche Welle, 1997

CİHAT AŞKIN (Doğ. 1968)

Genç kuşak kemancılarımız arasında en yetenekli solistlerimizden biri olan Aşkın, keman öğrenimine İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarı’nda Ayhan Turan'ın özel eğitim yöntemiyle başlamış, konservatuarı 1989'da bitirmiştir. İlk resitalini 16 yaşında veren sanatçı, 1985'te İstanbul Senfoni ve İzmir Senfoni orkestraları eşliğinde konçertolar seslendirmiş, 1987'de İngiltere'de Menuhin Keman Yanşması'nda "En iyi Bartok Yorumu" ödülünü almış, 1989'da İstanbul Müzik Festivali'ne katılmıştır.

Öğrenimini İngiltere'de Kraliyet Müzik Okulu'nda Rodney Friend ile sürdüren Aşkın'ın İlk iki yılda kazandığı ödüller şöyle sıralanabilir: Percy Coates Ödülü, Leonard Hirsch Ödülü, isolde Menges Ödülü, Kathleen Long Oda Müziği Ödülü, William John Pullen Ödülü. Kemancımız ayrıca Cari Flesh Yanşması'nda "üstün yetenek" ödülü almıştır. Kraliyet Müzik Okulu'ndan diploma alan sanatçımız, müzik masteri ve doktorasını Londra'da Yfrah Neaman'ın danışmanlığında 1992'de tamamlamıştır.

Yurtdışında başarılı konserler veren. Cihat Aşkın'ın Almanya, Avusturya, İngiltere, İspanya ve Bulgaristan'da gerçekleştirdiği etkinlikler övgüyle karşılanmıştır. İTÜ Türk Müziği Konservatuarı’nda öğretim üyesidir.

Diskografi: Mozart Keman Konçertosu, şef Hikmet Şimşek yönetimindeki Macar Virtüözleri, Hungaraton. Bach, iki keman için konçerto, solistler: Suna Kan, C. Aşkın, UPR. Octacourd, keman ve viyolonsel parçaları; C. Aşkın, Tania Lisbao, Meridien. Minyatürler, keman ve piyano yapıtları; C. Aşkın, Mehru Ensari, Kalan Müzik.

Kaynak: Ahmet SAY. (Türkiyenin Müzik Atlas

Page 26: Mersin Polifonik Dergi - 7

26

Çağdaş Müziği Dinlemek Önder KÜTAHYALI

Günümüzün bestecisi, büyük bir yalnızlık içindedir. Yapıtları çok az çalınır. Daha da kötüsü, çağdaş müzik yaratıcısının yanlış anlaşılması, yapıtının yorumlanışı sırasında büyük yanılgılara düşülmesi ve söz konusu yapıtın bir kez dinlendikten sonra unutulmasıdır.

Konuya değinmemin nedeni, Sayın İlhan Usmanbaş'ın Mayıs 1985'te Kültür ve Turizm Bakanlığı'nca düzenlenen "Çok Sesli Müzik Sempozyumu"na, sunduğu, "Türkiye'de ve Dünyada Bestecinin Sorunları" başlıklı bildirişidir. Değerli bestecimiz, çağdaş müzik yaratıcısının yalnızlığını iyice vurgulayabilmek için, Schäffer, Babbitt, Hinegger ve Hindemith gibi meslektaşlarının düşünsel yapıtlarından ilginç alıntılar vermekte, günümüz insanının, kendi çağında ortaya konulan müziğe karşı takındığı umursamaz tavrı, günışığına çıkarmaktadır. Anılan yaratıcıların ortak düşüncesine göre, bir çağdaş besteci, insanlığın güncel sorunlarını, beklentilerini ve Dünyamızın ortak kaygılarını yansıtabilmek amacı ile müzik sanatına kazandırmak zorunda olduğu yenilikleri, tıpkı bir matematik yada fizik bilgini gibi, sadece kendi görüşlerini paylaşan küçük bir azınlığa kabul ettirebilmektedir. Bu durumda her çağdaş besteci, yapıtının yanlış değerlendirilerek yorumlanması yerine, geleceğin aydınlık günlerini beklemeyi yeğlemektedir.

Çağdaş müzik yaratıcısını kuşatan olumsuz ortamı derinliğine sezebilmek için; besteci olmak gerekir, ama söz konusu olgu; müziksever yönünden ele alındığında, dünyada ve bizde sürdürülen müzik yaşantısının önemli bir eksikliği, açıkça ortaya çıkmış olur. Şöyle ki, dinleti ve radyo izlencelerini, plâk-kaset satışlarını ve müzik eğitim kurumlarının ders programlarını incelediğimiz zaman, günümüz müzikçileri ile müzikseverlerinin bu sanatta çoğu kez eskiyi yaşadığını görürüz.

Toplumların, kendi çağlarında yaratılan müziği yadırgaması, sadece yaşadığımız döneme özgü bir olgu değildir. Bilindiği gibi; Bach'ın müziğindeki derinlik, onun yaşadığı çağda bir türlü anlaşılamamıştır. Fransızlar, Mozart'ı sevememiştir. Daha da ilginç olanı, İngiliz besteci Anthony Hopkins'in kanısına göre, Viyana'lılar, Beethoven'in Beşinci Senfoni'sinin ilk seslendirildiği dinletide, bu güçlü yapıtın tek notasını bile anlayamamıştır.

Adlarına değinilen bestecilerin, günümüzde yanlış değerlendirilmesi diye bir şey, (en azından yüzeysel olarak) söz konusu değildir. Hem onlar, hem de geçmişin birçok müzik adamı, yanlış yorumlanıyor bile olsalar, yaşadığımız dönemin müzikseverlerinden büyük bir saygı görmektedir; ama böyle bir ilgi, çağımızın dinleyicisini, çoğu zaman geçmişte yaşayan bir kitle durumuna getirmiştir.

Oysa ki, güzel sanatların her şeyden, önce kendi çağına ışık tuttuğu, onun sorunlarını, kaygı ya da mutluluklarını yansıttığı sık sık öne sürülür ve bu doğrudur. Her dönemin başarılı yaratıcısı, kendi insanına seslenebilmeyi amaçlamıştır. Bizim çağımız ise, çelişkilerle doludur. Bir yanda; Fonograftan bilgisayara değin, insan yaşamını daha rahat ve daha mutlu kılmak için; ortaya konan binlerce buluş vardır; öbür yanda, bunların iyi özümsenmesini yada yanlış değerlendirilmesinin, yol açtığı ölümcül tehlikeler, Dünyamızı sarmıştır. Çevre kirlenmesi kitlesel açlık, Trafik sorunu, Kanserin yaygınlaşması, çekirdeksel silahlar ve bunlarla yapılacak savaşların getireceği yıkım, söz konusu tehlikelerin başında gelmektedir. Toplumlar, çağdaş sanatları bir bütün olarak ele alıp; onların inandırıcı gücünden son noktasına değin yararlanmadıkça; bu gibi tehlikeleri saf dışı bırakmanın, çağımıza gerçek görünümünü kazandırabil-menin olanağı yoktur:

Konuyu bir, kez daha müziğe; getirirsek, çağımız bestecisinin bireylerin gerçeği özümsemelerine yardımcı olma bakımından, geçmişteki meslektaşlarına kıyasla daha uygun, bir konumda olduğu söylenebilir; çünkü, müzik dilinden Orkestlama'ya ve çalgı yapımına değin uzanan geniş bir deneyim birikimi; onu bu çalışmalarında güçlü kılmaktadır. Böyle bir deneyim zenginliğinden yararlanılarak ortaya konan ve çağımızı içtenlikle yansıtan başyapıtların sayısı da son derece fazladır". Bunları kendi benliğinin bir parçası kılan kişilerin sayısı ise, yazık ki azdır. Örneğin, ruhsal doyum amacı ile, demek ki canı istediği için, Alban Berg'in Wozzeck'ini yada Bernd Alois Zimmermann'ın "Askerler"ini (die Soldaten) dinlemek isteyenlerin sayısı, aynı amaçla Beethoven'in bir Konçertosuna istek duyanların sayısı ile kıyaslanamaz.

Page 27: Mersin Polifonik Dergi - 7

27

Bu bir eksikliktir. Toplumların müzik yaşantısı ile, bu sanattaki son gelişmeler arasında oluşan boşluğun doldurulabilmesi için, eğitimciler, dinleti düzenleyen kurumlar, yorumcular ve besteciler, dinleyicinin çağdaş müziğe alışmasını sağlayacak önlemlere hız vermelidirler. Burada karşılaşılacak engel, çağımızdaki müzik yeniliklerinin çok kısa aşamalarda, üstelik bazen aynı zaman dilimi içinde gerçekleşmekte olmasıdır. Günümüzün insanı ise, yaşantısını dolduran binlerce yeniliğe karşın, müzik alışkanlıklarından kopamamaktadır.

Ayrıca çağdaş yapıtlardaki yorum güçlüğü, uzun süreli çalışmalara ve daha çok sayıda prova yapılmasına gerekseme gösterdiği de ortadadır; ama çağımızın müziğini, yaşamın bir parçası olarak bireye kazandırma çabalarının boşa gitmeyeceğini gösteren belirtiler, her şeye karşın vardır. Dünyanın her köşesinde düzenlenen çağdaş müzik seminer ve şenlikleri ile, bu konuda yazılan kitapların sayısı, oldukça kabarıktır. Çalma güçlüğü ise, önemini gederek yitirmektedir. Daha somut, daha mutlu ve bizden bir örnek olarak da, 'Ankara Üflemeli Çalgılar Beşlisi'nin, 13. İstanbul Festivali" çerçevesindeki dinletisinde sadece çağdaş bestecilerin yapıtlarını seslendirmesini verebiliriz.

Gözlemler daha da çoğaltılabilir; fakat bunların en değerlisi, kişinin müzik beğenisinde, çağımıza yönelik olarak görülecek olumlu değişimdir. Geleneklerin ezici telkininden bir an önce arman günümüz müzikseveri, Bartok'u, Stravinski'yi, Hindemith'i, Saygun'u, Schuffer'i, Babbitt'i ve Usmanbaş'ı, çağımızın gerçeklerini yansıtan yaratıcılar olarak dinlemelidir. Biraz sabır göstererek, böyle bir dinleme alışkanlığını kazanan müziksever, anılan bestecilerin müzik dilinde, çalgı renklerinde ve yapıtların içeriğinde, kendi beklentilerinin umutlarının yada umutsuzluklarının yankısını mutlaka bulacaktır.

Sözün bu noktasında, zihinleri kurcalayabilecek bir soru üzerinde de kısaca durulması yerinde olur. Dinleme alışkanlıkları değiştirilirken, geçmişin müziği bütünüyle bırakılacak mıdır? (Sözgelimi, Bach ile Mozart gerçekten yasaklanacak mıdır?) Hiç kuşkusuz, hayır. Geçmiş, çağımızdaki gelişmelerin kaynağıdır. Her sanat dalında, eski dönemlerin büyük ustaları olmasaydı, günümüzün yaratıcıları da yetişemezdi. Ayrıca, müzik alanında, tarihteki büyüklerin bize armağan ettiği bazı yapıtlar, sadece yazıldıkları dönemlere değil, bizim çağımıza da ışık tutabilmektedir. Üstelik bunlardan bazıları, (Örneğin Beethoven'in son yaylı dördülleri) yalnızca geleceğe kalma kaygısı ile yazılmış bile olabilir. Ne var ki, her bestecinin sağlığında başlatılmış olan eleme işlemi, günümüzde, daha yoğun bir biçimde sürdürülmelidir. Kim ne derse desin, "Senfoni'nin babası" diye ünlenen Hayd'ın 104 Senfonisine de, aynı babanın çocukları gözüyle bakılmaz. Verdi'nin ilk operaları, bunca tanıtma çabalarına karşın, Rigoletto ya da la Traviata'nın içtenliğine ulaşamaz. Günümüz insanının hızlı yaşantısını ve zamanı son derece tutumlu kullanma gereksemesini de göz önüne alarak, eskiye ilişkin yargılarımızda, biraz daha yansız ve acımasız davranmak zorundayız.

Yeniden çağdaş müziğe döndüğümüzde, müzik sanatını güncel bir uğraş olarak dinleyen yada meslek olarak seçmiş olan kişilerin çağdaş müziği yaşantılarına, katabilmeleri için, müzik yetkililerinden gelmesi gereken eğitsel yardım çağrısını bir kez daha vurgulamalıyız. Okullardaki ders programlarından dinletilere değin, bütün müzik etkinlikleri bu bakış açısına göre yeniden düzenlenmelidir ki, çağımızın insanı, yalnızca bilgi ve özdek (madde) yönünden değil, duygulan ve sezgileri ile de çağımızın gerçeklerini içine sindirebilsin; hızla değişen dünyamızda, insan oğlunun düşebileceği yanılgıları, belki bu yüzden, topluca uğrayabileceğimiz felaketleri önceden sezebilsin.

Buraya değin öne sürdüğümüz görüşler, özellikle az gelişmiş ülkelerin kalkınması açısından büyük önem taşımaktadır. Kalkınma, sadece çağdaş bilimin öğrenilmesi ve çağdaş yaşam biçemlerinin güncel davranışlar olarak benimsenmesi ile gerçekleşemez. Bizim de içinde bulunduğumuz az gelişmiş toplumlar, duygu, ve sezgileri ile de çağdaş olmak zorundadır. Kültürde ve sanatta evrensel bir tutum izleyen toplumların, dünyaya açıldıkça özbenliklerinden bir şeyleri yitireceği savı ise tümüyle sakattır. Müzik sanatı, işte böyle bir dengeli gelişmede basan kazanılmasını sağlayan en etkili güçlerden biridir.

Orkestra, 148.

Page 28: Mersin Polifonik Dergi - 7

28

Sanat ve Para... Ahmet CEMAL

"Maviyle sanat, karayla para demek istiyorum... Her rengin kendine göre bir güzelliği vardır... Ama her yaşayanın iliklerine işleyen, ölüm karasına, yüz karasına, kasvet karasına bire bir gelen renk mavidir. Karanlığı asıl yenen mavidir, güneş değil! Güneş çekilip gittikten sonra bile mavi sabahlara kadar can çekişir karanlıkla. En güzel gecelerin bile rengi mavidir. Laf bütün bunlar, bundan sonra söyleyeceklerim de laf; ama derdimi anlatamazsam bir mavi olsun kalsın aklınızda, sanatın da kendisi mavi. -Şu son yıllarda kara maviyi, yani para sanatı bulandırıyor gibi geliyor bana... İster eski gerçek olsun, ister yeni gerçek: Paranın sanatı yenmesinden daha acı bir şey düşünemiyorum insanlık için. Birçok sanatçılar tanımadık mı hep? Pazarları, para kaygıları olmadığı zaman, zamanlarını ve kendilerini aşıyor, pir aşkına geceyi gündüze çeviriyorlardı... değişiver diler: Sanatı bakkallara inat seçmişken bir çeşit bakkal oluverdiler; içlerindeki maviyi haraç mezat sattılar. Belki rahat ettiler; ama para para kurum kurum kuruttu hepsini. Bir adları kaldı, sanatçı."

Yukarıdaki satırları, Sabahattin Eyüboğlu'nun 1958'de yazdığı "Mavi ve Kara" başlıklı denemesinden aldım. Elbet gönül -ve hiç kuşkum yok ki, Sabahattin Eyüboğlu da!-isterdi ki, bu deneme ülkemizde güncelliğini çoktan yitirmiş, sanatın karşısında para kavramı da silinip gitmiş olsun. Ama ne gezer! Şimdilerde Eyüboğlu’nun sözünü ettiği kara, sanki tüm mavilikleri yok etti; sanat ve sanatçı kılıfında parayı seçmek, bir erdem(!) olup çıktı. Üstelik böyleleri, yani sanatçı kılığına bürünüp parayı seçenler, bir de gencecik sanatçı adaylarının arasından çıkmıyor mu, ona daha çok kahroluyorum. Sanatın eğitimini almış, yolunu seçmişken, seçtikleri yolda direnmek için tüm güçlerine sahip bulundukları yaşlardayken, birkaç zorlu dönemeçle karşılaşır karşılaşmaz, sözde sanatçı(!) kimliklerinden açıkça vazgeçmenin, yaptıklarının artık sanat adına olmadığını söylemenin ahlakını bile sergilemeyi düşünmeksizin para peşine takılanlar için bakın aynı denemesinde ne demiş Eyüboğlu: "Sanat hiçbir ortak kabul etmeyecek kadar kıskanç bir sevgilidir. Küçük hesapların da en büyük düşmanıdır. Önce para kazanayım, sonra sanat yaparım diyen sanatçıların nasıl kuruduğunu görmüşsünüzdür..."

Bu yolu tutanların kendi öğrencilerim arasından da çıkması, bana her zaman acı veriyor. Bir zamanlar sınıflarda yada evimde katıksız sanatın, gerçek sanatçının ve tiyatronun nasıl olması gerektiğini tartıştığımız kimi gençlerin, üstelik bu konularda belki de herkesten daha idealist söylemlerle mangalda kül bırakmamış olanların daha ilk geçim sıkıntılarıyla birlikte paranın yüzüne gülmeleri, para adına kimi zaman üyesi oldukları tiyatro topluluklarını, oynamakta oldukları oyunlardaki rollerini bile bırakıp kaçmaktan çekinmemeleri, ve bu ihanete rağmen kendilerini hâlâ sanatçıların safında görmeleri, içimde çok acıtıcı bir aldatılmışlık duygusu yaratıyor. Tek avuntum ise böylelerini bir anda hem eski öğrencilerimin hem de adam gibi adam saydıklarımın listesinden hemen çıkarma konusunda kararlı davranabilmem.

Bir kez daha kulak verelim Eyüboğlu'na: "Sanatçıyı paranın kulluğundan kurtarmak hepimizin boynunun borcudur. Öyledir, ama biz onu kurtarmaya çalışırken, o bu kulluktan hoşlanmaya başlarsa? O zaman ara da bul maviyi! Hiçbir şey vermez mi olur paranın kulu olmuş sanatçı? Verir, kolayına kaçtığı için daha da bol verir; ama ne? Kirli bir mavi, olmasa da olur bir mavi."

Bir panelde Şahika Tekand'dan duyduğum şu sözler, belleğimden hiç silinmedi: "Ben kendime tiyatro sanatçısı diyorsam eğer, az yada çok, ekmeğimi yalnızca tiyatrodan yerim!"

Sanatçı dediğin, işte budur! Çünkü onlar, yine Eyüboğlu’nun deyişiyle, tüm güçlüklere inat sanatı paranın, maviyi karanın üstüne çıkarırlar. Geriye kalanlar ise yalnızca manatçıdır!

Page 29: Mersin Polifonik Dergi - 7

29

Genç Müzikçilere Öğütler Robert SCHUMANN Çev: Turgut GÜRAN

- Önemli olan, kulağın gelişmesidir. Küçük yaşta gamları ve sesleri öğrenmelisin. Kampananın, pencere camının, guguk kuşunun seslerini bulabilmelisin.

- Parmakları güçlendirmek için sürekli olarak gam ve çeşitli egzersizler yapmalısın. Ancak çoğu kişi, teknik çalışmalarla bir yere varılabileceğine inanır. Bu, yüksek sesle ve süratli olarak alfabeyi söylemekle okur yazar olunamayacağına inanmak kadar yanlıştır.

- "Sağır klavye" denen çalgılar bulunmuştur. Bir süre bu çalgıları deneyebilirsin. Şunu unutma ki bir sağır dilsizden konuşmayı öğrenmek olanaksızdır.

- Doğru ritimle çalışmaya bak. Kimi virtüözlerin çalışları, sarhoşların yürüyüşüne benzer. Onları örnek alma.

- Armoninin temel kuralları zamanında öğrenmeye çaba göster.

- Teori, sürekli bas, füg gibi sözcüklerden sakın korkma. Onlara yakınlık göstereceğin oranda onlar da sana yakınlık göstereceklerdir.

- Hiçbir zaman yalancıktan çalma! Canla çal hiçbir zaman bir parçayı yarıda bırakma.

- Fazla yavaş çalmak kadar fazla çabuk çalmak da yanlıştır.

- Kolay parçaları iyi ve güzel çalmaya çalış. Bu, güç bir parçayı kötü çalmaktan iyidir.

- Çalgın her zaman iyi akort edilmiş olmalı.

- Müzik parçalarını salt parmaklarınla öğrenme, onları sessizce; mırıldanarak söyle; öğren. Bir yapıtın salt melodisini değil, armonisini de belleğinde tutmalısın.

- Sesin yetersiz de olsa, çalgının yardımı olmaksızın, bir yapıtı okuyabilmelisin. Böylece kulağını güçlendireceksin. Sesin güçlü ve güzelse, zaman yitirmeden onu geliştir. İyi bir ses, doğanın en büyük armağanıdır.

- Kâğıtta yazılı bir müziği hemen anlayabilecek duruma gelmelisin.

- Çalarken, seni kimin dinlediğini düşünme! müziği bilen birinin dinlediğini düşün.

- İlk olarak çalacağın bir kompozisyonu; önce okumalısın.

- Günlük müzik çalışmalarından yorgun düştüğün an, çalışmana ara ver, kendini zorlama. Keyifle yapılmayan bir çalışmadan hiçbir sonuç alınamaz.

- Modaya uygun parçaları çalmaktan kaçınmalısın. Zamanın değeri büyüktür. Var olan güzel şeyleri öğrenebilmek için binlerce insan yaşamına gerek vardır.

- Küçük çocuklara iştah açıcı şeyler ve tatlılar vermekle onları sıhhatli yapamazsın. Vücut için gerekli olan besin gibi, dimağ için gerekli olan besin de sade ve sağlam olmalı. Büyük besteciler buna büyük önem vermişlerdir. Onların önerilerine kulak ver.

- Zamanla teknik ve "passages"lar değişir. Bunlar, virtüozitenin amaç değil, araç olduğu sürece geçerlidir.

- Kötü yapıtların yayılmasına yardımcı olma. Tüm gücünle bu yapıtların engellenmesini sağla.

- Kötü yapıtları çalmaktan ve de mecbur olmadıkça dinlemekten kaçın.

- Virtüozite gösterilerine önem verme. Amacın, güzel yapıtları, bestecilerin görüşlerine uygun olarak yorumlamak olmalıdır.

- Önemli bestecilerin yapıtlarında değişiklik yapma. Ne eksik çalmalısın ne de fazla.

Page 30: Mersin Polifonik Dergi - 7

30

- Çalışacağın yapıtları seçerken, büyüklerine danışmaktan kaçınma.

- Önemli bestecilerin önemli yapıtlarını tümüyle öğrenmeye çalış.

- Büyük virtüözlerin aldıkları alkışlardan etkilenme. Önemli olan, gerçek sanatçıların tuttuğu alkıştır.

- Modaya uygun yapıtlara bağlanmaktan kaçın.

- Çeşitli sosyal çevrelerin önünde sürekli olarak çalmaktan kaçınmalısın. Dinleyicilerin düzeyini iyice incelemeye çaba göster. İleride çalmaktan utanç duyabileceğin yapıtları yorumlama.

- Olanak buldukça oda müziği yap. Bu, çalışına sağlamlık ve kolaylık verecektir. Şarkıcılara sık sık eşlik etmelisin.

- Herkes birinci keman çalmaya kalkışırsa, orkestralar olamayacaktır. Her müzikçi, durumuna göre yerini almalıdır.

- Çalgını sevmelisin, ne ki onu en etkin ve önemli çalgı olarak görmemelisin. Senin çalgın kadar önemli başka çalgılar da var. Şunu da düşünmek gerek; şarkıcılar da var, korolar ve orkestralar da var. Bu topluluklar müziğin en üst örneklerini sunabilecek duruma gelebilmektedirler.

- Büyüdüğünde, virtüözlerden çok, partitürlerle arkadaşlık etmeye çalış.

- Önemli bestecilerin füglerini sürekli çalmalısın. Bach'ın "İyi düzenlenmiş piyano" yapıtını günlük çalışmaların arasına almalısın. İyi bir müzikçi olmanın temel koşuludur bu.

- Bilgileri senin bilgilerinden üstün olanlarla arkadaşlık kurmaya çalış.

- Müzik çalışmalarının verdiği yorgunluğu gidermek için şiir oku. Açık havada gez.

- Şarkıcılardan çok şey öğrenmen olasıdır. Ancak tüm söylenenlere kanma.

- Dağların ardında da insanlar vardır. Alçak gönüllü ol! Tüm buldukların, tüm düşündüklerin senden önce bulunmuş, senden önce düşünülmüştür. Böyle olsa bile bulduklarını, düşündüklerini başkalarıyla paylaş.

- Müzik tarihi ve büyük yapıtların canlı dinletileri seni kötümserlikten kurtaracaktır.

- Müzik üzerine çok önemli bir kitap da Thibaud'un "Ses tekniği" üzerine olan yapıtıdır. Bu kitabı sürekli okumalısın.

- Bir kiliseden geçerken org çalındığını duyarsan hemen içeri gir ve dinle. Kendin de bu çalgıyı dene.

- Org çalmasını öğrenmelisin. Falso seslerin ve dağınıklığın düşmanıdır bu çalgı.

- Korolarda söylemeyi hiç ihmal etme. Müzikalite elde etmenin temel koşuludur bu.

- Müzikalite nedir? Notalara dikkatlice ve korku ile bakar ve yapıtı güçlükle bitiriyorsan, müzikaliteden yoksunsun demektir. Bir de sahifeleri çift çevirir de durmak zorunda kalırsan, yeni bir yapıtta; çaldığın notalardan sonra gelen notaları kestirmelisin. Bildiğin yapıtlar ezberinde olmalıdır. Bunu elde ettin mi; müzikalite sahibi oldun demektir. Tek kelime ile; müzik salt parmaklarında değil; beyninde ve yüreğinde de var olmalıdır.

- Müzikalite nasıl elde edilir? Kesin kulak ve erken kavrama yeteneği, YUKARIDAN gelir. Ama bu yetenek geliştirilmeli. Bir yere kapanıp durmadan mekanik çalışmalar yapmakla müzikalite elde edilmez. Temel koşul, canlı bir müzik ortamına girmek; koro ve orkestra çalışmalarına katılmaktır.

İnsan sesinin dört türünü zamanında ve tam olarak bellemelisin. Sesleri koroda ayırt etmeye çalış. Her sesin hangi aralıklarda güçlü; hangi aralıklarda yumuşak olabileceğini araştır.

- Halk türkülerini dikkatle dinle. Halk türküleri en güzel melodilerin kaynağıdır. Onları

Page 31: Mersin Polifonik Dergi - 7

31

sürekli dinlemekle çeşitli ülkelerin karakterlerini bellemiş olursun.

- Eski anahtarları zamanında belle. Yoksa çoğu eski zaman zenginliklerine yabancı kalırsın.

- Çeşitli çalgıların ses özelliklerini incele. Bu ses renklerini iyice belle.

- İyi operaları dinlemeyi hiçbir zaman ihmal etme.

- Eskilere saygılı ol ama yenilere de kalbini açık tut. Sana yabancı olan isimlere peşin hüküm verme.

- İlk olarak dinlediğin bir yapıt üzerine eleştiri yapma. İlk anda beğendiğin bir yapıt her zaman en iyi yapıt olmayabilir. Büyük bestecileri dikkatlice incele. Yaşlanmadan önce anlayamayacağın çok şey olacaktır.

- Bir müzik yapıtını eleştirirken gerçek sanat mı yoksa amatörce bir vakit geçirmenin ürünü olup olmadığını ayırt etmek gerek. Gerçek sanat ürünlerini destekle; diğerleri üzerinde durma.

- Melodi; "heveskâr"ların simgesidir. Kuşku yok ki melodisiz müzik olamaz. Ama şunu iyi bil ki onlar için geçerli olan kolay, ritim yönünden çekici bir melodik çizgidir. Oysa bir Bach; bir Mozart, bir Beethoven'in melodileri, binlerce biçimleriyle seni her zaman çekecektir. Sanırım. İtalyan operalarındaki yeknesak melodiler çok geçmeden seni bıktıracaktır.

- Piyanoda ufak melodiler arayaraktan beste yapmak kuşkusuz güzel bir şey. Ancak; melodiler kendilerinden içine doğarsa, sevindiricidir; çünkü bu sesleri içten duyduğuna işarettir. Parmaklar, beynin hizmetinde olmalıdır, tersi değil.

- Beste yapmaya başlarsan, her şeyi kafanda hazırla. Bir parça kafanda tam olarak oluştuktan sonra ancak onu çalgı üzerinde dene. Müzik içinden gelmişse, duygularının ürünü ise, başkalarını kuşku yok etkileyecektir.

- İmgeleme gücün genişse, büyülenmiş gibi piyanonun başına geçecek; iç dünyanı armonilerle dışa vurmak isteyeceksin. Armoni dünyası senin için karanlık olduğu oranda sihirli bir ortamın içine girdiğini duyacaksın. Bunlar, gençliğin en mutlu anlarıdır. Ancak zaman ve gücünü yitirmekten sakın. Salt kesin bir yazınla biçime egemen olarak anlatım gücünü elde edebilirsin. Diyeceğim, fantezilerden kaçın ve sürekli olarak yaz.

- Olanakların oranında orkestra yönetimi üzerine bilgi edinmelisin. İyi orkestra yöneticilerinin çalışmalarını izlemek zorunludur. Bir orkestra yönetmeninin çalışmalarını izlerken sen de içinde o orkestrayı yönetmeyi dene. Bu sana orkestra yönetimi konusunda açıklık kazandırır.

- Yaşamı dikkatle incele, diğer sanatlar ve ilim üzerine bilgi sahibi olmaya çalış.

- Ahlak kuralları, aynı zamanda müziğin de kurallarıdır.

- İnatla çalışırsan ancak ilerleyebilirsin.

- Heyecansız sanat olası değildir.

- Sanat zenginlik sağlamaz. Önemli bir sanatçı olmak için çaba göster, geri kalanı kendiliğinden gelir.

- Bir yapıtın ruhunu anlayabilmenin temel koşulu, o yapıtın şeklini tam olarak bilmektir.

- Dehayı ancak deha anlayabilir.

Şuna inanılır ki, yetkin bir müzikçi, ilk olarak dinlediği bir orkestra yapıtını; partisyondan izliyormuşçasına dinleyebilmeli.

- Öğrenmenin sonu yoktur.

Page 32: Mersin Polifonik Dergi - 7

32

MERSİN MÜZİK FESTİVALİ

Suna TANALTAY

Eski fotoğraflarda, hatta örtülerde, allı güllü eşarplarda şöyle yazardı bir zamanlar: "İstanbul'u

bir gören bir daha görmek ister..." Bir koku, bir tad ve insanı duygulandıran gizemli bir anlamdı bu

çağrı...

... Ya Mersin'im?.. Torosların eteğinde-ki nazlı bir gelin midir yalnızca?.. Kuvayı Milliye'nin

arslan çetelerinin koruduğu... Dağlarından, yamaçlarından Mersin dallarının savurduğu Sevgi ve

Özgürlük kokulu... Çam, kozalak, ıtırı... İlle de buram buram Sevgi ve Özgürlük kokulu...

Güzelliğin, duygunun, özgürlüğün olduğu her yerde Müzik vardır. Dilinde, yürüyüşünde,

tadında, yüreğinde müzik vardır... Güpgüzel Mersin'imin kırlarında, dağlarında, rüzgarlarında, çağıl

çağıl sularında o evrensel müzik hep, ama hep var; biliyorsunuz...

... Sevgili Nevit Kodallı Ağabeyimizin bu muhteşem müziğin evrensel bestecisi olduğunu da

biliyorsunuz... Ve daha nice genç yürekler gümbür gümbür seslenecekler tüm dünyaya...

Yeni bir ses, yeni bir ışık doğuyor Mersin'ime... 2002 Ekim ayında Mersin Müzik Festivali'ni

yaşamak muhteşem bir olay... Değişik rüzgarlar dolacak denizimize, yaylamıza... Ve gümbür güm-

bür şarkılar yayılacak tüm evrene...

Mersin ve Mersin'li güzele, iyiye, doğruya açıktır her zaman... Ve ilk adımını atan bu müzik

festivali var ya... Denizler, yaylalar, dağlar sevinecek. Kırlar, ırmaklar, bülbüller sevinecek.

Yıldızlar göz kırpacak mutlu mutlu... ... Ve çok içtenlikle inanıyorum ki, Atatürk'üm sevinecek...

Mersin, Operası, Festivalleri ve Korolarıyla müziğin ve sanatın tadını çıkaran şanslı kentlerden biri artık...

Günden güne basan ve gelişme gösteren Polifonik Korolar Derneğine ve bu derneğe bağlı çalışan ve okuyan ilköğretim çocuklarından oluşan "Umut Işığı" korosu fikrine şaşırmamak elde değil. Öylesine yoğun duygu yüklü ki...

Sanat dolu, heyecan dolu, sevgi dolu Polifonik Koroları ve elbette Özverili çalışmalarıyla koroların annesi Selma Yağcı'yı ve arkadaşlarını yürekten kutlarım.

Yüreğimizden ve Mersin'den koroların sesleri eksilmesin..

Özay ÖZTÜR

Page 33: Mersin Polifonik Dergi - 7

33

BİR SEVGİ BESTESİ... Vahap KOKULU

Polifonik korolar derneği Tüzüğü Madde 29 Derneğin ilk kurucuları hepsi T.C. uyruklu aşağıda isimleri yazılı kişilerdir.

1- M. Nevit Kodallı 2- Olcay Kodallı 3- Necla Akbulut 4- Ayfer Akça 5- Dilek Demir 6- Özcan Atakan

7- Şahlevent Tataroğlu 8- Osman Gençgönül (26,10.1996)

Çoksesli koro müzik türünü özellikle müziği meslek olarak seçmeyen ama onu yaşayıp, yaşatmak isteyen insanları bir çatı altında birleştirip halkımızda çağdaş, evrensel, polifonik müzik kültürünün gelişmesine bu yolla da katkıda bulunmak amacıyla bundan 6 sene önce -sevgi ile- bir dernek kurmaya karar veren 8 kişiden 6'sı bayandı.

Bugün Mersin Polifonik Korolar Derneği'nin 7 (yedi) kişilik kurulunun Başkanı Selma yardımcısı Müşerref, üyeleri Servet ve Olcay'dır.

Mersin Polifonik Korolar Derneği'nin ilk korosunun yöneticileri sevgili Güngör ve sevgili Ayça şimdi ise 6 (altı) çoksesli korosunun 4 (dördünün) yöneticileri ise, Şehnaz, Ayşe, Elif ve Gülay'dır.

Mersin Polifonik Korolar Derneği'nin yetişkinler korosunun 40 kişilik kadrosunun 34 üyesi Hanım'dır.

Sevgili Olcay, ömrünü-eşi- bir kompozitörle, bir Devlet sanatçımızla, Uluslararası bir müzik bilgemizle birlikte geçirmektedir. Çok sesli müziğin toplumumuza katkısını en iyi bilenlerdendir... MDOB orkestra şefi'nin annesidir.

Sevgili Selma, Kodallı'ların süt kardeşi'dir. Mersin Polifonik Korolar Derneği, temeli -sevgi ile- onun evinde ve Sevgili Olcay, Suna'nın bulunduğu ortamda Kodallı'nın teypten dinlenen "Ebru"su eşliğinde doğar. Mersin bir dünya kenti olmalıdır. Mersin Uluslararası Müzik Festivallerinin başkentlerinden biri olmalıdır. Çocuklar, gençler yetiştirilmelidir.

Sevgili Ayfer değerli "naif" bir ressamımızın eşi'dir. Naif resimler yaratılırken o evin köşesindeki piyanonun başına geçip parmak ve tuşların dokunuşunun melodileri ile her gün yüreğinin coşkusunu yenileyenlerdendir... Arşivindeki notaların hepsi batı kökenlidir, çok seslidir.

Sevgili Necla TRT'de spiker ve program denetçisi'dir. TRT antenleri ile binlerce şarkı dinletmiştir halkımıza, müzîkle içiçedir. Bu dernekte üyedir ve müziğin evrensel ve çağdaş olanında birlikteliği seçmiştir.

Sevgili Tansel gençliğinin ilk yıllarında piyano öğrenmiştir. Piyanonun başında şan dersleri bile almıştır.. Arjantin tangolarını, İspanyol melodilerinin en güzel örneklerini seslendirmiştir yıllarca dostlarına..

Sevgililer;

Güngör, Medine, Servet, Betül, Nuray, Derya, Şehnaz, Pınar, Ayşe, Elif, Gülay... Müzik Öğretmenleri'dir... Kimi emeklidir ve kimi öğretmenlikte yeni.. Onlarca, yüzlerce öğrenci yetiştirmişlerdir, korolar kurmuşlardır.. O heyecanı artık kendileri de yaşamak istemektedirler bir öğrenci gibi, müzik bilgisi ufuklarını geliştirmek, müzik deryasında en güzel yolculuğa bir kez daha çıkmak istemektedirler.

Sevgili Medine'nin kızı Fransa ve sonra da Amerika'da müzik dalında yüksek lisans eğitimi görmektedir. Oğlu ise Mersin Devlet Opera ve Balesi orkestrasında sanatçıdır...

Sevgililer;

Özcan, Elçin, Yücel, Neşe, Suna, Mine, Ay§e, Handan, Ayşe, Gülay, Necmiye, Sevim, Canan, Meral, Hülya, Mutlay, Melike, Pınar, Hatice Serap, Nesrin, Sabahat, Ülkü, Okşan,

Page 34: Mersin Polifonik Dergi - 7

34

Şükran, Gülbin, Eser, Gökmen, Sevda, Vildan ve Müge birbirlerine haber vererek birbirlerini teşvik ederek, çoksesli koro müziğinin sevgi zincirini oluşturdular sesleri ile.

Sevgili Müşerref Gazi Üniversitesi Müzik Eğitimi bölümünde okuyan kızı Elif'ten önce çoksesli müziğin kurallarını temellerini öğrenmişti bile. Kızı geldiğinde düette yapamazlar mıydı sanki.. Öyle de oldu zaten. Anne "alto", kızı "soprano"idi.. Aralarında sadece bu ses farkı vardı.. Müşerref ailelerine ait gayrimenkulu derneğe bağışlarken ileride gençlerin, çocukların seslendireceği çoksesli türkülerin mekanını yaratmanın keyifli bir gururunu yaşıyordu..

Sevgili Lina, Janet ve Semire Hıristiyan üyelerimizdir. Semire, Janet Latin katolik Kilisesi korolarında ilahileri seslendiriyor, Lina ise bu koroların idari yöneticiliğini yapmaktadır.

Müzikte dostluk, Mersinliler'de yaşatılan geleneksel dinler arası kardeşlik ve hoşgörü potasında birleştirilmektedir.

Mersin'de, Avanos'ta, İskenderun'da verilen konserlerde Noel şarkıları Lina, Janet ve Semire ile birlikte söyleniyordu.

* * *

Kadınların arasından yetişen birkaç minik kuş kanatlanıp uçuverdiler bir başka çoksesli Müzik evrenine,

Yani Konservatuarlara,

Sevgili Sıdıka Adana'ya,

Sevgili Pınar, Sevgili Selen Ankara'ya

* * *

Bir üye erken ayrıldı sevgili ablalarından.

Sevgili eşinden, biricik oğlundan.

Hem de çok erken

Sevgili "Semire"nin toprağa verilmesi sonrasındaki hüzünlü dakikalarda bir grup bayan onun mermer mezarının başında 'Aşkın aldı benden beni"yi mırıldandılar gözleri yaşlı, yürekleri buruk..

Sevgili "Semire" ebedi yaşamında bile konserlerimizi dinledi, sessiz ve görünmediği bir köşeden, yüceden...

* * *

Mersin Polifonik Korolar Derneği'nin "erkek" üyeleri de vardı..

Bir kısmı "alto" sesli sevgili eşlerinin tanı arka sırasında "bas" sesleri ile katılıyorlardı.

Tenor'lar yalnız ama hep tenor'du.

Bir kısım erkekler yağmur, çamur, fırtına, sel demeden her koro çalışmasına eşlerini getirme ve çalışma bitinceye kadar bekleyerek sonra evlerine götürme gibi "kutsal" ve "sosyal" bir sorumluluğu -sevgi ile- ifa ediyorlardı.

Bir kısım erkekler evde koro çalışmasından yorgun(!) dönecek eşlerine nefis akşam sofralarının yemeklerini -sevgi ile- hazırlıyorlardı...

Bir kısım erkek üyeler seslerinden korkuyorlar mıydı nedir, koroların yakınına bile gelmiyor ama sponsor olarak derneğin mali yapısının güçlenmesinde -sevgi ile- görev alıyorlardı.

Bir kısmı derneğin yegane dergisinin hazırlığını, basımını, dağıtımını üstleniyorlar, koro konserlerinin VCD kayıtlarını bizzat yapıyorlardı.

Bir kısmı turnelerin organizasyonunu.

Page 35: Mersin Polifonik Dergi - 7

35

Bir kısmı Koro Müziği Eğitim Merkezi'nin restorasyonunu yapıyordu..

Sadece birisi,

Koro üyesi Eşi Olcay ile kilometrelerce uzaktan bazen Adana'dan bazen Erdemli'den koro çalışmalarına geliyor, öğrenci sıralarındaki eşi dahil diğer koro üyelerine ve diğer koro yöneticilerine bir kez daha koro müziğini icra tekniklerini öğretiyordu, örnek oluyordu, önder oluyordu..

Ve sonra eşi Olcay ile birlikte yine kilometrelerce uzaklıktaki yuvalarına, Erdemli'ye dönüyorlardı.

O zaten Türkiye'de çoksesli koro müziğinin de bilgesiydi, müzik adına yorgunluk tanımayan kompozitörüydü. (Teşekkürler sevgiler ve saygılar Sn. Prof. Nevit Kodallı)

Kadınların sevgi dolu yüreğinden doğan ve onların kucağında gelişen bir bestenin öyküsü bu.

Onlar,

Sevgileriyle beslenen daha nice çok sesli müzik birlikteliklerinde buluşacaklardır.

Her yerde, her koşulda, her iklimde ve her coğrafyada

Toplumumuzda "Sevgi" dolu çokseslilikleri çoğaltacaklardır.

"Sevgi" seslerinizin gücü yetmediğinde ise;

"Sevgileri ile beslenmiş tanıdık sesler her zaman onların "Sevgi" şarkılarını söyleye ceklerdir.

* * *

Sizleri,

analarımızı,

eşlerimizi,

kızlarımızı,

bacılarımızı

ve

sevgililerimizi çok seviyoruz:

(Bu yazıdaki koyu harfli isimler ". hanım"dır. Onların her biri bir sevgi bestesinin temel notalarıdır.

Page 36: Mersin Polifonik Dergi - 7

36

GÜLSİN ONAY

1954'te İstanbul'da doğdu. Küçük yaşta yeteneğini belli etti. Beş yaşında İstanbul

Radyosu'nda ilk resitalini verdi. İstanbul Belediye Konservatuarında piyano öğrenimine başladı. 13

yaşındayken üstün yetenekli çocuklar için çıkartılmış olan yasa kapsamına alınarak Paris'e

gönderildi. Conservatoire Nationel de Musique'nin yüksek piyano ve oda müziği bölümlerini

birincilik ödülü alarak bitirdi. 1979'da Paris'te yapılan Marguerite Long uluslararası piyano

yarışmasında "en iyi Ravel yorumcusu" seçildi. 1983'de uluslararası Busoni yarışmasında 39

ülkeden katılan 188 yarışmacı arasında dördüncülük ödülünü aldı.

Gülsin Onay virtüöz piyanist olarak Türkiye'yi dış ülkelerde başarıyla temsil etmiştir. ABD,

Avusturya, Almanya, Belçika, Hollanda, Bulgaristan, Macaristan, Yugoslavya, İngiltere,

Japonya'da resitaller ve konserler vermiştir. Radyo kayıtları ve TV programları yapmış, 1984'de

konserler vermek ve plak doldurmak üzere ABD'ye davet edilmiştir. Yurt dışında konser turnelerini

sürdüren Onay, aynı zamanda C.S.O. solistidir.

Page 37: Mersin Polifonik Dergi - 7

37

SESSİZLİKTEN ÇOK SESLİLİĞE Ahmet YEŞİL

Bir toplumun, bir ülkenin gelişmişliğinin, çağdaşlığının ölçüsü sadece ekonomik

göstergelerin yüksekliği değil, sanat ve kültür birikimlerinin evrensel gücüdür.

İnsan var olduğundan bu yana, diğer canlılardan farklılığını gelecek kuşaklara anlatmak için

mağara duvarlarına, yaşamına ait çizdiği resimlerle kendini ifade etmiştir.

Sanat insanın kendini ifade etme biçimidir, farklılığıdır. Her ülke, her toplum, her kent kendi

öznel kimliğini sanat ve kültür birikimiyle ortaya koyar. Bu kimlik ne kadar evrensel değerler

taşıyorsa, o kadar dünya kenti, dünya toplumu, dünya sanatçısı oluyoruz. Bu değerler ölçüsünde

toplumda da, bireyde de, çağdaş yaşam biçimi ve anlayışı gelişir.

Sanata ve sanatçısına değer veren toplumlar yükselen toplumlardır.

Kentimizde son yıllarda yaşanılan sanat, kültür etkinliklerinin başta gelenlerinden biri de

Polifonik Korolar Derneği'nin Selma Yağcı ve arkadaşlarının önderliğinde yaptığı çalışmalardır.

Amatör ruhla, profesyonel anlayışla yapılan disiplinli çalışmaların Nevit Kodallı gibi değerli bir

sanat adamının, bilgi ve deneyim birikiminden yararlanarak geldiği nokta kent sınırlarını aşmıştır.

Tüm engeller, olumsuzluklar, olanaksızlıklar tek tek aşılarak bugüne gelinmiştir. Kent

yaşamında sanatın, pop kültürüyle değil, evrensel değerleriyle kalıcı olması için özveriyle yapılan

çalışmalar sonucu Mersin 1. Uluslararası Müzik Festivali'ne gelindi. Bu etkinliklerin, kent

yaşamına, kent insanına geleceğe dönük çok şey kazandıracağına inanıyorum. İnsanımızın sanata

bakışı, sanat zevki, estetik görüşü, düşünceleri, olumlu yönde çağdaş anlayışta değişecek. Bir

kenarda değil, içinde yer almaya çalışacak. İsteyecek, istemekle yeniliklerin, yeni etkinliklerin

teşvikçisi olacak. Bu işe gönül vermiş sivil toplum örgütlerine ve çalışan gönüllü arkadaşlara

heyecan ve güç verecek.

Sanatın her dalı, insanı insan kılan farklılığı yaşatan öznel kimliğin gelişimine, yaşamın

farklı, algılanmasına katkı sağlar. Sezgilerle yola çıkılan sanatsal yaratılar, akıl ve bilgiyle buluşur,

yoğrulur ve tüm duyarlılığımıza hitap eder. Algılama gücümüz, eğitimimiz kadarını alır, ama

mutlaka bir şeyler verir her düzeyde insana. Ve yavaş yavaş yaşamı, insanı, tüm değerleri olumlu

etkiler. Bugün batı bilgi ve kültür çağındaysa, bu süreçleri eğitiminde, sanatında, sosyal, siyasal,

toplumsal yaşamında yaşayarak, insanın, toplumunun, ülkesinin önünü açarak gelmiştir. Bizdeki

tüm çağdışılıklara, engellere rağmen, insan potansiyelimizin devinerek yüzeye çıkmasıyla oluşan

sivil toplum örgütleri kendi olanaklarıyla yarattıkları katkılarla kentimizin de, ülkemizin de gele-

ceğine bir ışık olmaya çalışıyorlar, umut oluyorlar.

Page 38: Mersin Polifonik Dergi - 7

38

Çoksesli müziğin her şeyi tek sesli olarak yaşayan bir toplumda alt yapısını oluşturması,

kendini sevdirmesi çok zor gibi görünse de, bu işe gönül veren Polifonik Korolar Derneği, amatör

bir ruhla, çağdaş bir anlayışla kentimizin en uç köşelerine kadar taşımasını bilmiş, sevdirmiştir.

Operanın profesyonel anlamda, yaptığı etkinliklerinin ulaşamadığı, sesini duyuramadığı en uç

köşelerde polifonik koroların sesini, ismini, etkinliğini duyduk, yaşadık. Bu bir paylaşımdır, bu bir

süreçtir. Bu süreci paylaşanların, yaşayanların, yarın köylerine, kasabalarına, mahallelerine sanatı

yaşayacakları mekan talepleri olacak yol, su, kanalizasyon v.s. isteklerinin ötesinde. Seçecekleri

insanlardan bu mekanları da isteyecekler. İstemesini bilen, tepkisini demokratça koyan bir toplum,

politikacısından tüm bireyine kadar çağdaş anlamda gelişir ve değişir.

Çok seslilik, toplumsal bir ritim içinde gerçek demokrasinin tüm değerleriyle yaşanmasına

oluşumuna da katkı sağlar. Birey kendi sesinin tadında kendini yaşarken, toplumsal, sosyal, siyasal,

yani yaşamın tüm alanlarında kendisi kadar güç ve değer katar, ritmi bozmadan yaşadığı toplumun

eksikleri, ihtiyaçları doğrultusunda taleplerini toplumsal bir güç olarak çoksesliliğin kazandırdığı

nitelikte ister. Tepkisini koyar.

Sanat, toplumsal sosyal yaşamda insanı etkilemesi var olan değerlerin daha güçlü biçimde

evrenselliğe ulaşabilmesi için, düşüncenin aklın yolunu açar farkında olmadan. Farklılığımızı doğal

biçimde yaşarız. Bireyin kazandığı nitelikler değerler kadar yaşadığı topluma katkısı olur. Bugün

yaşanılanlar, yaşanılacak olanların etkisi, gücü yarın daha çok, daha iyi anlaşılacaktır. Çünkü kalıcı

olan, sanat ve kültür adına evrensel güçte değerde bırakılandır.

Her yazımda söylediğim bir şey vardı;

Sanatçı toplumundan, sanat toplumuna geçiş. Bu süreci yaşayan toplumlar bugün uygar

dünyada her yönleriyle güçlü, çağdaş, saygın yerlerini almışlardır. Kendine yabancılaşmadan,

kendini yok saymadan, evrensel boyutta kendin olabiliyorsan varsın. Yoksa, dayatılan her şey

karşısında kaybettiklerinle, yok olmaya mahkumsun.

Kendimiz olmak için, çağdaş yaşam ölçüleriyle nitelikli yaşamak için, geleceğe umut olan,

insanların oluşumları yanında olalım. Gücümüz kadar katkı sağlayalım.

Mersin 1. Uluslararası Müzik Festivali'ni kucaklayalım. Kalıcı olması için sahiplenelim.

Tüm etkinliklerinde buluşalım!

Page 39: Mersin Polifonik Dergi - 7

39

İlhan Erşahin Reggae, salsa dinleyerek büyüdüğünü söylüyorsun, Jazz virüsü nasıl kanına bulaştı,

neden saksofon çalmak istedin? Pop dinlerken bile saksofon sololarına sıra geldiğinde kulak kabartıyordum. Sevdiğim

grupların saksofoncuları ilgimi çekiyordu. Ablamın eşi jazz dinler, enstrüman olarak da saksofonu çok sever. Onun da etkisi oldu. Plakçılara gidip saksofoncuların plaklarını alıyordum. Steve Grossman, Joe Farrell'ın plaklarını aldım mesela. Dexter Gordon'la ilgili bir kitap okudum. 16 yaşındaydım. Babamla Stockholm'de Stan Getz'in Chet Baker'la verdiği konsere gittikten sonra saksofon çalmaya karar verdim.

İlk enstrümanı almak zordur genellikle. Aileyi ikna etmek, para biriktirmek gerekir.

Bizim evde müzik sevilirdi. Bana engel olmadılar. İlk çalgım alto saksofondu. Kiralamıştım. Kendi kendime öğrendim. Kasetli metotlar aldım. Dinlediklerimi taklit ettim. Bir yıl sonra ilk tenor saksofonumu satın aldım. Sporcu olduğum için belli bir çalışma disiplinim vardı. Her gün en az birkaç saat çalışıyordum.

Ders alma gereği duymadın mı?

Bir kursa yazıldım. İlk haftada bir yarım saat. Nota okuma ve teknik konusunda ilk bilgileri aldım. Yazları Bodrum'a gittiğimizde Tuna Ötenel, Maffy Falay, Elvan Aracı, Nezih Yeşilnil, İmer Demirel'in çaldığı yerlere giderdim. 1982'ydi galiba. Tuna beni sahneye çağırdı. Bir parça çaldık birlikte. Öyle teşvik edici şeyler söyledi ki, o enerjiyle bir yıl boyunca çalıştım. Bir sonraki yaz beraber çalmaya başladık.

İsveç’teki grubunla farklı şeyler çalıyordun, değil mi? Playboys'u mahalleden sekiz arkadaşla kurmuştuk. Yarı profesyonel bir gruptu. Okullarda,

partilerde ska çalıyorduk.

Lise bitince, ska da bitti galiba.

Bir yıllık bir müzik okuluna girdim. Öğretmenlerin çoğu Berklee mezunuydu. Genel bilgiler ve saksofonla ilgili teknikler öğretiyorlardı. Bu dönemde pop, soul gruplarda da çalıştım. Ama öğretmenlerin de etkisiyle jazz öne geçti. Onların sayesinde Berklee gündeme geldi.

Nasıl?

Hocamla bir kaset kaydettik. O piyano, ben saksofon çaldım. Referansıyla Berklee'ye gönderdim. Burs kazandım. O ana kadar hayatımı müziğe adamaya değer mi diye düşünüyordum. Amerika'da oşinografi okumak istiyordum. Berklee bursunun ardından AF S bursunu da alınca kararım kesinleşti. 1986 Eylül'ünde Berklee'nin yolunu tuttum.

Boston'da, öğrencilik döneminde profesyonel olarak çalıştın mı? Öğrencilerle beraber Latin müziği yapan bir grubumuz vardı. Gece kulüplerinde çalıyorduk.

Aydın Esen, Can Kozlu, Mahmut Yalay da o yıl okuldaydı. Onlarla beraber Art Blakey'ninkini çağrıştıran bir altılı kurduk. Bir yıl ciddi provalar yaptık. Yazın Fransa'da uzun bir turne yaptık. Jazz'cı olarak ilk profesyonel deneyimimdi bu.

Berklee'ye devam ettiğin iki yılda, ders veren ünlü jazz'cılarla özel bir diyalogun oldu mu?

Özel bir tanışıklık olmadı.

Neden okulu yarım bıraktın?

Page 40: Mersin Polifonik Dergi - 7

40

Bana biraz sıkıcı geldi. Müzikte insan kendini özgür hissetmeli. Okulda, notalar, kuramlar arasında boğulduğumu hissettim. Hafta sonları otobüse atlayıp New York'a gidiyordum. Orada yaşamaya karar verdim. Okulu askıya alıp İsveç'e döndüm. Türkiye'de kaldım bir süre. Bir yıl sonra New York'a yerleştim. New school of Jazz'a kaydolup bir sömestr ders aldım.

New York'ta iş bulmak, hayatta kalmak zor; başını suyun üzerinde tutmayı nasıl basardın?

Restoranlarda, kafelerde garsonluk yaptım önce. Sonra cafelerde çalışmaya başladım. Bu arada her akşam jazz çalınan mekanlara gidip yeni insanlarla tanıştım, birlikte çaldım.

Joe Lovanoyla nasıl tanıştın? 1991'de bir konserine gitmiştim. Kulise gidip tanıştım, ders almak istediğimi söyledim,

kabul etti. Genellikle o davul çalar, ben de saksofonla emprovize yapardım. Sonra oturup çaldığımızı değerlendirirdik. Renkler, tonlar, emprovizasyon tekniği konusunda konuşurduk. Uyarıları, önerileri kendi sesimi oluşturmamda çok yardımcı oldu. Bir tatil dönüşü, Türkiye’den ona zil götürdüm, çok mutlu oldu. Bu sayede dost da olduk. Bir süre sonra zil karşılığı ders vermeye başladı. İki buçuk yıl ders aldım.

Nerede, ne zaman, kim tarafından keşfedildin? Trompetçi Eddie Henderson'ın çaldığı bir kulüpte jam session'a katılmıştım. Tanıştık. Bazı

tavsiyelerde bulundu. Bir ay sonra da beni grubuna aldı.

Bu dönemde büyük ustalarla karşılaştın mı? Joe Hendersonla tanıştım.

Yanlış hatırlamıyorsam Henderson, Sonny Rollins'le birlikte, iki idolünden biriydi. Hayatının en önemli olaylarından biri olmalı bu karşılaşma...

Evet. Büyük bir olaydı benim için. New York'ta tanışıp sohbet ettikten sonra Stockholm'de karşılaştık. Konserime geldi. Bir akşam beraber yemek yedik, sohbet ettik. Çok sempatik, alçakgönüllü bir insan. Ne yapmam lazım, kimleri dinleyim diye sordum. En önemli şey kendi sesini yaratmaktır, dedi. Kendi tonumu bulmak için çalışmamı söyledi. Öğüdünü unutmadım.

Dostluğunuz sürüyor mu?

Felç geçirdi ve son bir buçuk yıldır evden çıkmıyor. She Said CD'sini gönderdim. Telefon edip, tebrik etti.

Başka kimlerle karşılaştın? Kenny Barron, Billy Higgins, Joshua Redman, Roy Hardgrove... Jazz çevresine girmeyi

başardıktan sonra tüm bu insanlarla dost oldum. Kafelerde, birilerinin evinde buluşup çaldık. Eddie Handerson'ın grubundan sonra Wallace Roney'nin grubuyla kısa bir turneye çıktım. Valery Ponamarevle çaldık.

Fussion ya da elektronik ağırlıkla bir müzik yerine neden akustik ve mainstream denebilecek bir üslupla jazz'a başladın?

Fussion'ı hiç sevemedim, bana çok lüzumsuzmuş gibi geliyor. 1980'lerde Michael Brecker, Joe Zawinul yerine Joe Henderson, Wayne Shorter, Ornette Coleman dinlerdim. Fussion'cılar enstrümanını çok iyi, çok gösterişli çalan ama ruhsuz, kişiliğini müziğe katamayan ve felsefesi olmayan müzikçiler.

İlk albümün She Said nasıl gerçekleşti? -Müziğimi gösterebilecek bir kayıt gerekiyordu. Eddie Henderson'ın da yardımıyla bir

stüdyoyu altı saatliğine kiraladık. Hep birlikte girip, bu sürede albümü bitirdik. Çok şanslıydım,

Page 41: Mersin Polifonik Dergi - 7

41

herkes formundaydı ve iyi bir uyum yakaladık. Albüm Türkiye'de yayımlandıktan çok sonra, 1998'de ABD'de Golden Horn tarafından Our Song adıyla yayımladı.

Tepkiler? Önemli dergilerden iyi eleştiriler aldı.

Senin seçimin, eskiye dönüş, geçmişi tekrar gibi yöntemler yerine jazz'daki tıkanmayı aşacak bir formül olabilir mi, ne dersin?

Jazz popüler müzikteki liderliğini John Coltrane, Miles Davis gibi yaratıcı isimler, yeni ufuk açan gruplar çıkmadığı için kaybetti. Bu nedenle jazz klüpleri kapanıyor, jazz istasyonları dinleyici bulamıyor, plak satışları düşüyor. Jazz yine gençleri sürkleyecek potansiyel yaratılabilir, bana sorarsan büyük plak firmaları ve festivaller hata yaptı. Virtüöz ama ruhu olmayan insanları öne çıkardılar. Lester Young, Dizzy Gillespie gibi yaratıcı müzikçilerle gelen jazz geleneğini Wynton Marsalis gibi müziğe müze perspektifinden bakan bir isme teslim ettiler, bu nedenle jazz'ın din-leyicisi azaldı. Gençler, plastik şahsiyetler yerine hip hop, drum and bass gibi akımların yaşayan, inandırıcı kişiliği olan müzikçilerini dinlemeyi tercih ediyor. Mainstream jazz, klasik müzik gibi oldu artık. Klasikte nasıl herkes Mozart gibi müzik yazmıyorsa, bugünün jazz'alarının da Coltrane, Rollins'in müziğini çalmaması, bugünün sesiyle konuşması gerekir.

Üç grubun var ve paralel çalışmayı tercih ediyorsun, neden? Duyduğum, yazdığım müziği hayata geçirmek için farklı gruplar gerekiyor. Kendimi bir

grubun imkanlarıyla kısıtlamak istemiyorum. Aslında çaldığımız müzik temelde aynı. Belki bestelerimi çaldığımız için sahnede aynı duyguyu yaşıyorum. Grupların kullandığı enstrümanlar, formlar farklı sadece. Wax Poetic dans müziği yapan, eğlendiren, aynı zamanda yeni formları, enstrümanları, sesleri zekice kullanan bir grup olmayı amaçlıyor. Jazz'dan çok house, drumn bass gibi tınlıyor. Sweet Basü'de çaldığım grup klasik bir jazz dörtlüsü, repertuarı ağırlıklı olarak benim bestelerim. Bazen Ornette colemen Dörtlüsü gibi tınladığını söylüyorlar. Kenny Wollesen ve Doug Weiss'le çaldığım üçlüde ise iki grubun arasında, yani jazz'la çağdaş dans müziğinin kesiştiği bölgede dolaşıyoruz. Akustik, daha içedönük bir müzik bu. Üç grupla çalışmaya devam edeceğim.

Son albümden bu yana hayatında neler değişti? Her yerde çalıyor, insanlarla tanışmak istiyordum. Şimdi seçiyorum, iyi yerlerde çalıyorum.

Daha çok evde bestelerle uğraşıyorum. İnsani anlamda kendimi geliştirmeye çalışıyorum.

Kızının doğumunun da bu değişimde önemli bir rolü var, değil mi? Evet, çocuğumun olmasını istiyordum. Bir buçuk yıl önce Tasmin doğdu ve hayata bakışımı

değiştirdi, dünyaya daha geniş açıdan bakmaya başladım. Artık benden, kariyerimden önemli bir şey var hayatımda. Önceliklerimi, hedefimi daha net görmeye başladım. Endişelerim azaldı. Eskiden bir gün saksofon çalamasam çok rahatsız olurdum. Şimdi günler geçiyor çalmadan. Günlük hayatın ayrıntılarına takılmıyorum eskisi kadar. İnsan olmanın, arınmanın, kişiliğini geliştirmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu müziğimi de etkileyecek. Biliyorsun, müzik dünyasında da kişiliği, özgün sesi olanlar önemseniyor.

Türkiye'de bugünlerde piyasaya çıkan yeni albümün Vodoo nasıl hazırlandı? Davulcu Brain Blade, basçı Lary Granadier, piyanist John Davisle, New York'taki bir

stüdyoda iki gecede kaydettik. Neredeyse konser kaydı gibi oldu. Kesip biçmedik, yeniden çalmadık. Besteler bana ait. Tam jazz değil, Wax Poetic gibi değil. Farklı bir albüm oldu. İçten, koyu tonda bir amosfer yaratmak istedim. Sanırım başardık. Deneme olarak yaptığım şey, şiir kullanmak oldu. New York'lu genç bir şair iki parçada şiirlerini okuyor. İki parçada Wax Poetic'ten Wall, sampler kullandı. İlk iki albümdeki gibi bir geleneksel ezgi uyarlaması var: Odam Kireç tutmuyor. Fazıl Say öğretmişti. New York'taki konserimizde çalmıştık. Sonuçta ilk iki CD'den farklı, ancak onların devamı sayabileceğimiz bir albüm çıktı.

Page 42: Mersin Polifonik Dergi - 7

42

Asıl büyük proje, haziranda Atlantic'in albümünü yayımlaması olacak sanırım. Nasıl gerçekleşti?

Ahmet Ertegün son beş yıldır çalışmalarımı takip ediyor. Birşeyler yapalım, diyordu. Wax Poetic çıktığında CD'yi götürdüm. Müziği beğendi, ama satmayacağını söyledi. Firmadan bir prodüktörle görüşmemi sağladı. Görüştüğüm kişi beğendi. Altı plaklık anlaşma imzaladık. Önce grubun albümü yeni miksajla yayımlanacak, tutarsa devam edeceğiz, çalışmaları yıl başında bitirdik. 20 haziranda ABD'de piyasada olacak.

Albüm yayımlandıktan sonra turneye çıkacak mısınız? İngiltere, Almanya ve İstanbul Jazz Feztivalinde konser vereceğiz. Bir Avrupa turnesi

kapsamında Montrö Jazz Festivali'nde de çalma ihtimalimiz var. Fakat henüz kesinleşmedi.

Wax Poetic kadrosu değişti mi? Yaklaşık bir yıldır bir araya gelmemiştik. Son iki aydır yeniden provalara başladık. Birkaç

yeni isim katıldı aramıza. Yine sekiz kişiyiz. Ben keyboard da çalıyorum.

Saksafonla solo kayıt yapmayı düşündün mü hiç? Sadece saksofonla düşünmem. Bir süredir beste yaparken piyano kullanıyorum. Davul

tekniğimi geliştirmeye çalışıyorum aynı zamanda. Tüm bunları kullanıp bir solo kayıt yapmak isterim.

Klasikçilerin saksofon için yazdığı eserler ilgini çekiyor mu?

Tekniğimi geliştirmeye çalışırken bu tür eserler çalmıştım. Dinlemeyi seviyorum. Ama repertuarıma almayı düşünmedim.

Yeni projelerden bahsedelim son olarak? Bir Wax Poetic plağı düşünüyorum. Jazz ağırlıklı 10 kadar yeni beste var. Sweet basil'da

çaldığım grupla bunları kaydetmeyi planlıyorum. Perküsyon ağırlıklı bir proje var sırada. Ayrıca Pozitif Prodüksiyonun New York'ta kurduğu X-ist Records'la projelerimiz var. Ben bazı albümlerde besteci, bazılarında düzenlemeci ya da prodüktör olarak çalışıyorum. Dans müziği ağırlıklı altı CD yayımlayacağız. İçlerinde benim yazdığım 16 parça da olacak.

Diskografi

Home, 1998 (Doublemoon) - Wax Poetic, 1998 (Doublemoon) - She Said, 1997 (Pozitif)-For Murat, (Kerem Görsev ile 1997) - Boğaz'da, (Önder Focan ile 1996)

Kronoloji

1966 İsveçte doğdu.

1981 Alto saksofon çalmaya başladı.

1982 Tenor saksofona başladı. 1984 Liseyi bitirdi.

1986 Berklee School of Musice burslu öğrenci olarak kabul edildi.

1988 Okulu bıraktı. Bir yıl sonra New "Vbrk'a yerleşti.

1994 Akbank Jazz Festivali kapsamında grubuyla Türkiye'de ilk konserini verdi.

1996 New York'un ünlü jazz kulübü Sweet Basil'da çalmaya başladı.

1997 İlk albümü yayımlandı.

Page 43: Mersin Polifonik Dergi - 7

43

andırıy

Freelo

Fakat

Erşahi

kullan

McElf

İLHAN HAKKINDA BİLMEDİKLERİNİZ • 1979'da Squash'te İsveç ikincisi oldu.

• Aynı yıl İskoçya'da yapılan Wold Open Junior Squash Championship'te birincilik kazandı.

• Sualtına meraklı. Amatör dalgıç brövesi var. Her yaz dalmak için Bodrum'a geliyor.

• Jazz'cı olmasa, ABD'de oşinografi okuyacak ve denizbilimci olacaktı.

• İlhan Erşahin'in kanına jazz virüsünü sokan kişi bir klasik müzikçi: Eniştesi orkestra şefi Ender Sakpınar.

• Babası mimar, annesi Öğretmen. Dört çocuklu bir ailenin en küçük oğlu.

KARNESİ PEKİYİ

"Erşahin dolgun ve esnek tonuyla zaman zaman Joe Henderson'ı

or, our Song'taki Xde tıpkı Kreme in Blue in Green yada Freddie

ader'da Miles'ı izlemesi gibi kromatik bir yapı içinde trompeti izliyor.

Coltrane’den çok daha rahat ve ayrıntılar üstünde çok daha dikkatli.

n kopyacı yada taklitçi değil, mainstream geleneğinin öğelerini de

arak kendi sesini oluşturuyor. İzlenmesi gereken bir müzikçi." (dave

resh, Cadance, Mart 1999}

Page 44: Mersin Polifonik Dergi - 7

44

Mersindin Geleceğinde Müzik Var Fazıl TÜTÜNER

MTSO Kültür Sanat Koordinatörü

Mersin'in müzik tarihi her halde Nevit Kodallı ile başlıyor. Kodallı üstat kentimizin çıkardığı ülkemizin ünlü bestecilerindendir. Hem kültürümüze, hem kentimize önemli ve değerli hizmetleri bulunmuştur, bulunmaktadır. Gelişmeler Mersin'in son 10 yılda Nevit Kodallı'nın da katkılarıyla kazandığı önemli müzik kurumları ve hareketlenme ile yakın gelecekte yeni ünlüler çıkartacağını, uluslararası başarılar elde ederek, tanınan bir müzik kenti olacağını gösteriyor. Örneğin Mayıs ayında, yurtdışında şimdiye değin çeşitli başarılara imza atmış Mersinli sanatçı Bülent Bezdüz'ün de içinde bulunduğu bir müzik kaydı dünyanın ünlü müzik ödüllerinden Grammy ödülünü aldı. Mersin Devlet Opera ve Balesi Çocuk Korosu Prag'da "2002 Olomouc Şarkılar Festivali Mundi Cantanf”da altın madalya aldı. Kentimizin sanatçıları bir süredir dünya tur-nelerine çıkıyor. Çeşitli ülkelerden ve kentlerden ünlü sanatçılar, orkestralar, korolar kentimize geliyorlar. Birkaç büyük şehrimiz dışında, başka kentlerle karşılaştırdığımız zaman küçümsenmeyecek sayıda çocuk ve gencimiz Mersin Üniversitesi Konservatuarı’nda, Nevit Kodallı Güzel Sanatlar Lisesi'nde, Mersin Devlet Opera ve Balesi'nde, sanat dernekleri ve firma kurslarında müzik eğitimi alıyor. Kentin çocuk koroları başka ülkelerden davet almaya başladılar, Almanya ve Prag'a turne düzenlediler. Mersin Polifonik Korolar Derneği'nin düzen-lediği "Mersin 4. Korolar Şenliği'nde diğer illerden şarkı söylemek için buraya gelen 1.500 kişiyi ağırladı. Mersin artık opera, bale, konser, dinlemek veya çalmak, söylemek için insanların otobüslerle geldikleri bir kent oldu. Çeşitli korolar, orkestralar kuruluyor, izleyicisini rahatlıkla buluyor ve sesleniyor Mersin. Bu Mersin var ya, acayip bir kent burası. Ayakkabı boyacısı ve simit satıcısı çocuklardan "Umut Işıklan Korosu”nu Mersin Polifonik Korolar Derneği marifetiyle kuran bir kent burası. Daha 1940'larda opera temsilleri gerçekleştirilen, "İlla Opera ve Bale, illa Konservatuar ve illa Güzel Sanatlar Lisesi, illa Sanat Kulübü istiyorum." diyen, şimdi de illa en üst düzeyde uluslararası bir müzik festivali diye tutturan ve Ekim ayında da büyük bir başarı ile bunu gerçekleştirecek bir kent burası.

19 Mayıs gecesi Cumhuriyet Meydanı'na bakan bir binanın çatısına çıktım. Mersin Büyükşehir Belediyesi'nin düzenlediği açık hava konserinde yaşamımda gördüğüm en büyük koroyu dinledim, aşağıda 20 bin kişi tek bir ağızdan şarkı söylüyordu. Herhalde o insanlar çok mutlu koydular başlarını yastığa o gece, bu kadar kalabalık, fakat bu kadar da beraber olabilmenin hoş duygularını yaşadılar o gece. Açık hava konser mekanları yoktu şehirde, ne yapsın Mersinliler, onlar da Cumhuriyet Meydanı'nda, Kanlıdivane'de, Uzuncaburç'da, Kızkalesi'nde, İçel Sanat Kulübü Gözne Evi'nin bahçesinde söylediler, dinlediler şarkılarını. Farkında olmadan daha güzel bir geleceği kurdular.

Nihayet Mersin Üniversitesi bin beş yüz kişilik çok güzel bir açık hava konser mekanını kampusunda, Mersin'e kazandırdı. Mersin Uluslararası Müzik Festivali Yürütme Kurulu kentimizdeki müzik eğitimi almış insanlarımızın sayısının arttığını düşünerek bir kent orkestrası kurmaya da karar verdi. Yetişen yeni sanatçılar, dünyaya açılan yetişmiş sanatçılarımız, yeni korolar, orkestralar, yeni konser mekanları, sanat kurumlan, organizasyon şirketleri, festivale, müzik dinlemek için gittikçe daha fazla sayıda Mersin'e gelen insanlar ile Mersin bir müzik kenti olma yolunda hızla ilerliyor, Mersin'in geleceğinde ve kimliğinde müzik önemli bir yer edinmeye başlıyor. Müzik insanlığın en eski sanatlarından biridir ve müzik insanlığın evrensel dilidir. Bu dili iyi konuşan kentler, insanlığın kalbini fethederler ve Mersin bu evrensel dili konuşmaya başlıyor.

- MTSO Haber Gazetesi 15-30 Haziran - Sayı 3

Page 45: Mersin Polifonik Dergi - 7

45

UNESCO KÜLTÜR BAKANLARI 3. YUVARLAK MASA TOPLANTISININ "MÜZİĞİMİZİN EVRENSELLEŞMESİ"

ÜZERİNE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ Doç. Mustafa APAYDIN

Türkiye Polifonik Korolar Derneği Genel Başkanı

UNESCO Kültür Bakanları toplantısı 2. yuvarlak masa toplantısı, 16-17 Eylül 2002 tarihlerinde, İstanbul'da yapıldı. 63'ü bakan düzeyinde olmak üzere, toplantıya 111 ülke temsilcisi katıldı. Ülkelerin değişik sayıda delegeyle temsil edildiği toplantıda Kültür Bakanlığımızın izleyici olarak davet ettiği, kültürle ilgili 30 kuruluş arasında yer alan Türkiye Polifonik Korolar Derneği'nin Genel Başkanı olarak ben de bulunuyordum.

"Somut Olmayan Kültürel Miras: Kültürel Çeşitliliğin Aynası" başlığıyla özetlenen konu, tüm ülke temsilcilerinin konuşmalarıyla 4 oturumda irdelenerek sonuç bildirisinin kabul edilmesiyle sona erdi.

Toplantının konusu; 1. oturumda : "Neden Somut Olmayan Kültürel Mirası Korumak Gerekir?", 2. oturumda: Kültürel Çeşitlilik ve Sürekli Gelişme: Somut Olmayan Mirasın Karşısındaki Engeller Nelerdir?", 3. oturumda : "Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunması, İletilmesi ve Tanıtılması İçin Uluslararası Dayanışmanın Harekete Geçirilmesi: Yerel, Ulusal ve Uluslararası Düzeyde Politika ve Mekanizmaların Uygulanması", 4. oturumda ise, "Sonuç Bildirisinin Hazırlanarak Kabul Edilmesi" alt başlıklarıyla işlendi.

Tüm Ülkelerin, Somut Olmayan Kültürel Mirasın Korunmasının gerekliliği ve önemi yönünde görüş bildirdiği toplantıdan derlediğim bazı görüş ve değerlendirmelere değinmeyelim.

- Somut olmayan kültürel miras yalnızca beş duyumuzla algılayamadıklarımız değildir. Aynı zamanda yerel yaşama biçiminin dokusudur.

- Diller, dinler, gelenekler, görenekler, mitler, şarkılar ve müzikler, danslar. davranış ve yaşam biçimleri, törenler ve benzeri insan ilişkileridir.

- Somut olmayan kültür, çoğunlukla okuma yazması bile olmayan normal insanlarca yaratılmaktadırlar. Buna karşın yaşayan bir varlık olma özelliğini, binlerce yıldan bu yana sürdürebilmektedir. Öyle ise bu özellikten yararlanabilmek üzere eğitim programları yeniden gözden geçirilmelidir.

- Kültür: Kolektif bilinçlilik demektir.

- Somut Olmayan Kültür Mirası, yaşayan bir varlıktır. Bu miras gelecek kuşakların da bunu yaşaya dır ki ölü bir kültür artık diriltilemez. bilmesi için korunmalıdır. Unutulmamalı

- Somut Olmayan Kültür Miraslarından biri olan masallar, insanlığın duygusal dünyasının bir anlatımıdır.

- Kültürel mirasın çeşitliliği, halkın ve dolayısı ile insanlığın zenginliğidir. Bu yüzden korunması gerekir.

- Kültür, ortak mülkiyettir. Kimsenin malı değildir.

- Elektronikçilerin yarattığı sanal kültür, somut olmayan kültür mirasının bir parçasıdır.

- Bu mirasın korunması için her ülkedeki kültürün birer envanteri çıkarılmalıdır.

- Kültür mirasının korunması için, ulusal politikalar belirlenmelidir.

- Özellikle fakir ülkelerdeki kültürü korumak için UNESCO da bir fon oluşturulmalıdır.

- Devletler ve sivil toplum örgütleri, fakir ülkeler başta olmak üzere, gereksinme duyan her

Page 46: Mersin Polifonik Dergi - 7

46

ülkenin, somut olmayan kültür mirasının korunmasına yönelik yardım etmelidirler.

Somut olmayan kültür mirası kentleşme ile yok oluyor. Kentlerde yaşamıyor.

- Küreselleşme, yerel kültürün, yeknesaklaşma yaratma tehlikesine yol açabilir.

- Küreselleşme, kültürel ürünleri, saklandığı yerden çıkarıyor ki bu zararlıdır.

- Küreselleşme sayesinde ortaya çıkan yerel kültürel, çeşitli devletleri birbirinden ayıran uçurumu büyütüyor.

- Küreselleşme sayesinde yerel kültürler evrenselleşecektir.

- Halk danslarını geliştirecek olan ulusal bale için küreselleşme bir tehdittir.

- Teknoloji somut olmayan kültür mirasının korunmasını engellemez.

- Teknolojik gelişme, mono kültür ve somut olmayan kültür mirasının sürdürülmesine karşı tehlike arz etmez.

- Somut olmayan kültürel mirastaki çeşitlilik aynı zamanda demokratik çoğulculuğun örneğidir. Bu nedenle korunmalıdır.

- UNESCO, zengin ve fakir ülkeler arasındaki ödeme farkını gidermeli ve bu işlem yani somut olmayan kültür mirasının korunması, fakir ülkelerin lehine olmalıdır.

- Somut olmayan kültürel miras turistik hale getirilip, kalkınmaya katkıda bulunabilir.

- Somut olmayan kültürel miras asıl yaratıcılığın kaynağıdır.

Tümüyle ülke temsilcilerinin konuşmalarından aldığım bu olumlu ve olumsuz görüşlerin yanı sır ler de şöyle: a, toplantı aralarında ikili konuşmalardan aldığım bazı düşünce

- Neden hep fakir ülkelerin somut olmayan kültür miraslarının korunmasına yönelik özel çabalar sarf ediliyor?

- Somut olmayan kültür mirasının tamamını neden korumak zorundayım? Yaşamasını istemediğim bir mirasın korunmasına yönelik olarak, zorlanmamalı değil miyim?

- eri kalmış ülkelerin geleneksel kültürlerini yaşamakta ısrarlı davranmaları, küreselleşen Gdünya kültürüne ayak uyduracak gelişmeyi geciktirmez mi?

Gelişmiş ülkelerden bazıları sonradan geldikleri topraklardaki yerlilerin kültürlerini korumak için geriye dönük olarak bir çaba gösterebilirler mi?

İki gün sürerek sonuç bildirisinin kabul edilmesiyle sonuçlanan toplantı süresince edindiğim bazı izlenimlere değinmek yararlı olacaktır sanırım. Bunlar:

1- Somut olmayan kültür mirasının korunmasının yararlılığı konusunda tüm ülkeler hemfikir olmakla beraber, korumanın gelişmeye açık ve geliştirilerek gerçekleştirilmesi yönünde, özellik ele g lişmiş ülkeler görüş bildirmekten yana olmalıdırlar. Bu durum bende, "Acaba gelişmiş ülkeler, geri kalmış ülkelerin, geçmiş kültürlerine bağımlı, kalarak kültürel gelişmelerini tamamlayamamalarını mı istiyorlar?" sorusunun doğmasına yol açtı.

2- Aynı sorudan yola çıkarak; "Acaba geleneksel müziğimizin çok seslilik yolunda ki ilerlemesinin yolunu kesmek isteyen düşüncenin kaynağında da, bu soru mu yatıyor?" düşüncesine kapıldım.

3- Son iki düşünceye değinmek isteyen bazı ülke temsilcileri, böyle düşündüklerini belirten bir cümle ile konuya teğet geçip, hemen UNESCO dan daha çok yardım talep ediyorlardı. Bu yak mlaşı biçimi, bana oldukça ilginç geldi.

4- Cumhurbaşkanımız sayın Ahmet Necdet Sezer, toplantıyı açış konuşmasında: yaratıcı kültürün, gelişmeye dönük olmasının gerekliliğini vurguladı.

Page 47: Mersin Polifonik Dergi - 7

47

5- Büyük Atatürk: "Bugün dinletilmeye yeltenilen musiki, yüz ağartacak değerde olmaktan yoksundur. Bunun açıkça bilmeliyiz. Ulusal, ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce genel son musiki kurallarına göre işlemek gerektir. Ancak bu düzeyde Türk ulusal musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir." demişti.

Büyük Atam; her alanda olduğu gibi müzik kültürümüz konusunda da gösterdiğin yol, yalnız ülkemize değil, tüm dünyaya, 2002 yılında da ışık tutmayı sürdürüyor.