mersin polifonik dergi - 8

56
1

Upload: cmsmersin

Post on 14-Apr-2017

316 views

Category:

Documents


1 download

TRANSCRIPT

Page 1: Mersin Polifonik Dergi - 8

1

Page 2: Mersin Polifonik Dergi - 8

2

İçindekiler:

Birleştiren Nedir Bizi? Mustafa ÖRÜNK 4

Onlar şimdi yüreklerimizde hem de yıldızlarla birlikte... Selma YAĞCI 5

Güle Güle Reis Medine BALKARLI 6-7

Ölüme Dair Şiirler Doğan AKÇA 8-9

Müzik Öğretmeni Olmak Ahmet SAY 10-11

Hikmet Hazar "Yüreğimde yada Gökyüzünde..." Suna TANALTAY 12

DO NATÜREL Hasan HÜSEYİN 13

Çoksesli Müziğin Kazandırdığı Dostları Engin AKTUĞ 14-15

Melek Fazıl SAY 16-17

Seslerle Düşünme Vahap KOKULU 18

Çocuklarımın Müzik Yeteneği Olsaydı Yehudi MENUHİN - Çeviren: Nüvit BERİKAR 19-20

Müzik Öğretmenliğinden - Müzik Eğitimciliğine Doç. Mustafa APAYDIN 21-22

Türkiye'de Müzik Eğitiminin Önemi Halil Bedii YÖNETKEN 23-26

Müzik Eğitimi Veren Kurum ve Kuruluşlarımız Fatih YAYLA 27-28

Ülkemizde Çok Sesli Müzik ve Çok Sesli Korolar G. Elif BÜYÜKKAYIKÇI 29-30

Koro ve Seyirci Bütünlüğü Servet TÜRKKAN 31 Çağdaş Müzik Eğitimi ve Temel Özellikleri İsmail BOZKAYA 32-36

Müzik, Müzik... Ahmet ADA 37

Öğretmen Kendini ve Dersini Sevdirmelidir. Gökçe Pınar AKIN 38

Keman Virtüözü Pilat Talip APAYDIN 39-44

Müzik yazınımızın en üretkeni Ahmet Say'ın son yapıtı Müzik Sözlüğü Ahmet SAY 45

Daha Nice 70 Yıllara (*) Özge ÇONGUR 46

Bir Röportaj : FERHUNDE ERKİN Hazırlayan: Özge ÇONGUR - Röportaj: Figen YÜNLÜ - Özge ÇONGUR 49-51

Türk Dostu Zuckmayer Müge Parin YAZICI 52-54

Piyano Öğretmenim Eduard Zuckmayer Doç. Dr. Rıdvan SÜER 55-56

Page 3: Mersin Polifonik Dergi - 8

3

ATATÜRK'ÜN KÜLTÜR P0LİTİKASI VE MÜZİK “Amacımız, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen modern ve bütün anlamı, içeriği ve

biçimiyle uygar bir toplum durumuna getirmektir. Başarı için en gerçek kılavuz bilimdir,

tekniktir. Bilim ve teknik için sınır ve koşul yoktur. Bilim ve teknik nerede ise oradan alınmalı ve

her yurttaşın kafasına sokulmalıdır. Dünyanın her türlü biliminden, buluşlarından,

ilerlemelerinden yararlanılmalı; fakat asıl temel, ulusun kendi içinden çıkarılmalıdır. Kültür

etkinlikleri, yeni ve modern esaslara göre örgütlenip yürütülmelidir. Sanat, birey ve toplum

olarak insanca yaşamanın vazgeçilmez öğeleridir. Türkiye Cumhuriyetinin temeli “kültür”dür.

Kültür, oluştuğu, yapıldığı, geliştiği yerin özelliklerine bağlıdır. Bu yer, ulusun öz yapısıdır. Türk

halkının gelişmesi demek, en başta kendi kültürünün gelişmesi demektir. Güzel sanatlarda

başarı, bütün inkılapların başarılı olduğunun da kesin kanıtıdır. Sanatsız kalan bir ulusun hayat

damarlarından biri kopmuş demektir. Bir ulus sanata önem vermedikçe büyük bir felakete

mahkumdur. Bunun içindir ki Türk ulusunun sanata olan sevgisi sürekli olarak her türlü araç

ve önlemlerle geliştirilmelidir. Sanatlar içinde en çabuk, en önde götürülmesi gereken müziktir.

Çünkü, bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, müzikte değişikliği, alabilmesi, kavrayabilmesidir.”

M. K. Atatürk

Türkiye'de çoksesli müzik, Atatürk'ün yukarıdaki görüş ve ilkeleri doğrultusunda, özgür düşünce temelindeki yaratıcılık ortamına ilerlemiştir. Buna "Türk Müzik İnkılabı" diyoruz...

Page 4: Mersin Polifonik Dergi - 8

4

Birleştiren Nedir Bizi? (Ne kadar kendimizsek o kadar başkalarıyız)

Mustafa ÖRÜNK Editör Her insanın önemli önemsiz, büyük küçük kendine göre bir hikayesi vardır. İnsan yüzleri,

sahibinin hikayesini taşıyan aynalardır. Sahibi mümkün olduğunca bunu gizlemeye çalışsa da,

halini belli etmemek istese de o ayna bütün hikayesini açık ediverin Gözler ve bakışlar iyi birer

anlatıcıdır.

Yüzün kıvrımları ve dudaklar halden anlayana önemli şeyler söyler. Bir insanın yüzüne

baktığımızda onun aynasına vuran macerasını okuyabilir, mutluluğunu veya kederini, ümitlerini,

hayallerini, içinde kıpraşıp duran dalgaları hissedebilirsiniz. Belki de onun bundan hiç haberi bile

olmaz. "Hasta yatağında Müşerref'le ziyaretimizde, Hacı öğretmenin yüzü ışığını kaybetmemişti,

hayata bağlı, umut doluydu."

Bazı anlar, bazı karşılaşmalarda tanık olduğumuz insan yüzler ve bazı küçük ayrıntılar

zamana rağmen silinmiyor hafızamızdan, sıcaklığını koruyor, zaman zaman çıkıyor ortaya, ben

buradayım diyor. Bizi sürükleyen sayısız hatıra, sayısız insan ve ayrıntı fotoğrafı var hafızamızda.

Bizim istemimiz dışında bu fotoğraflar nefes almak istedikçe hafızamızın sandukasından çıkıyor ve

zamanımızın içine karışıyor, kendine bir yer bulup bizlerle yaşıyor.

Hacı Balkarlı öğretmen, elinde mandolini, anlamı yüzünde ifade bulan okuduğu şiirleri ve

dostları ile ilişkilerinde gösterdiği duygu dolu kibarlığı ile hep yaşayacaktır…

Page 5: Mersin Polifonik Dergi - 8

5

Onlar şimdi yüreklerimizde hem de yıldızlarla birlikte…

Selma YAĞCI

Merhaba Sevgili Dostlarım,

Bu sayımızda bir "sevgili dost" ile birlikte olmanın buruk mutluluğunu paylaşacağız.

Medine'mizin yaşam arkadaşı, Seda, Serla ve Toros Çan'ın babası sevgili Hacı Balkarlı ile...

Çoğumuz onu ışıl ışıl beyaz saçları ve sıcacık gülümseyişi ile hatırlarız.

Sevgi dolu, ilgili ve saygılıydı çevresindekilere. Onun için de, çok sesli müzik,

çağdaşlaşmak yolunda" çok önemliydi.

Müzik öğretmenliği yaptığı yıllar boyunca birçok öğrenci yetiştirmiş, korolar yönetmişti.

Emekli olup daha sakin bir yaşam seçtiği yıllarda da öğrencisi ve çok sevgili eşi Medine öğretmeni

bizimle paylaşmıştı hep. Hastaneye kendisini görmeye gittiğimde; "Ben iyiyim. Hep söylüyorum

Medine'ye, koro çalışmalarını aksatmasın, diye. Kendisi için de iyi olur" demişti bana. Çok hastaydı

ve sanırım kendisi de farkındaydı...

O şimdi nerelerde dersiniz?.. Yüzünde pırıltı gülücüğü ile hangi müziğin notalarındadır kim

bilir?.. Yine de eminim ki 27 Ocak'ta Kültür Merkezi'nde onun için hazırladığımız konserde bizlerle

birlikte olacaktır. Hem de kim bilir belki de benim müzik öğretmenim Hikmet Hazar'la birlikte...

Onların konserimizi mutlulukla izleyeceklerini düşlemek ne güzel...

Polifonik Koroları, öğretmen dostlarımızı, Seda'yı, Serla'yı ve Toros Çan'ı...

Ve onlardan asla vazgeçmeyeceğimizi..

Hepimizde ne çok emekleri var.

Nurlar olsun. Söylediğimiz tüm şarkılarda hep olacaklar...

"Onlar şimdi yüreklerimizde, hem de yıldızlarla birlikte...”

Page 6: Mersin Polifonik Dergi - 8

6

Güle Güle Reis Medine BALKARLI

Müzik Öğretmeni

1964-1965 öğretim yılı başı, Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü birinci sınıfındayız. İlk toplu dersimiz, Öğretim Metotları. Öğretmenimiz on kız on erkek yirmi kişilik sınıfımızla tanışıyor. Ön sıralarda kızlar, arka sıralarda ise erkekler oturuyor. Adımızı, geldiğimiz okulu, oradaki psikoloji öğretmenimizi soruyor öğretmenimiz. Sonra da "İşte, öğretmenleriniz benim öğrencilerimdi, ben hocalarınızın hocasıyım." diyerek uzun yıllar Gazi'de çalıştığını anlatıyordu.

Derken sıra bana geldi. Kalktım "Adım Medine, Adana Kız İlköğretmen Okulu'ndan geldim." dedim. Bunun üstüne öğretmenimiz "Oooooo sizin hocanız hacı olur herhalde" demez mi? Sıra erkeklere geldiğinde bir arkadaşımız adının Hacı olduğunu söyleyince bütün sınıf kahkahaya boğuldu. İşte Hacı'yla tanışmamız böyle oldu. O günden sonra hiç ayrılmadık diyebilirim.

Okulda herkes Hacı'ya "Reis" derdi. O'nun neden Reis olduğunu anlatmak için en baştan başlayayım isterseniz. 1940 yılında Maraş'ta doğmuş. 10 yaşına kadar dedesinin isteği ile Mahalle mektebi'ne gitmiş. Sonra ailesi ile birlikte Haruniye'ye (Şimdiki adıyla Düziçi kazası) gitmişler. İlkokula orada başlamış. Öğretmeni Mehmet Turalı'nın (O'ndan hep çok saygı ve hayranlıkla bahsederdi.) Öğretmen Okulu'na gitmesinde ve müziğe yönelmesindeki emeğini hep anlatırdı. O zamanlarda İstanbul Çapa'daki İlköğretmen Okulu "Müzik Semineri" (Sanıyorum şimdiki Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi) imiş. Yani ağırlıklı olarak müzik okunuyor ve bu okulu bitirenler genellikle Eğitim Enstitülerinin Müzik Bölümlerine gidip müzik öğretmeni oluyorlarmış. O dönemlerde müzik bölümü sadece Ankara'da vardı. Hacı'yı da İstanbul'a göndermek üzere seçmişler. Sınavlardan sonra. Çapa İlköğretmen Okulu'na kabul edilmiş ve orada okumuş. Ekrem Zeki Ün hocayla birlikte yaptığı çalışmaları övünerek anlatırdı hep. Hemen hayata atılıp çalışması gerektiğinden Adana'nın bir köyüne (O'nun deyimi ile stajyer müdür olarak) tayin olmuş. Bir yıl sonra askere alınmış. O zamana kadar öğretmenler yedek subay olarak askerlik yaparken, hacı'nın devresinde öğretmenleri er öğretmen olarak askere almışlar. Çanakkale Okuma-Yazma Okulu'nda askerlik görevini tamamlamış ve yine Adana'nın Çokçapınar köyünde göreve başlamış. Bir yıl sonra Gazi Eğitim Enstitüsü müzik Bölümünü kazanıp bizim sınıfa gelmiş. Yaşça hepimizden büyüktü. Sadece yaşça mı? Her bakımdan bizim saygıdeğer büyüğümüzdü. Onun için sınıfta herkes O'na "Reis" derdi. Reislik de yakışırdı hani. Hafif kırlaşmaya başlamış saçları ile sınıfın en yakışıklılarındandı. Öğrenciliğimiz beraber çalışarak, gezerek, tozarak çok güzel geçti. Mezun olduğumuzun ertesi günü nikahlandık. Yazın evlenip Uşak iline tayin olduk. Hacı Uşak Lisesi'ne, ben de Uşak İlköğretmen Okulu'na atandık.

1972 yılında Mersin'e tayinimiz çıktı. Kucağımızda oğlumuz Seda ve eşyalarımızı taşıyan kamyonun yarısını dolduran çiçeklerimizle birlikte Mersin'e geldik. Hacı'nın çiçek ve doğa sevgisi onu tanıdığım günden beri hiç bitmedi, aksine artarak bir tutku derecesine geldi. Çiçeklerde O'nu severdi hani. Diktiği yada ektiği hiçbir bitki O'nun yüzünü kara çıkarmadan hep tuttular, çiçek açtılar ve meyve verdiler.

Tevfik Sırrı Gür Lisesi'nde göreve başladı Hacı. 1978 yılında Milli Eğitim Müdürü olan arkadaşı Mustafa Gökşen'in ricası ile Dumlupınar lisesi'ne müdür yardımcısı oldu. Anarşinin en civcivli zamanlarıydı. Bende aynı okulda çalışıyordum o zaman. Öğrenciler sağcı ve solcu diye kesin ikiye ayrılmışlar, acımasızca birbirlerine düşmanlar. Bir gün solcu öğrenciler sağcı olduğu sanılan, çelimsiz, zavallı görünüşlü bir öğrenciyi koridorda sıkıştırıp dövmeye kalkınca Hacı çocuğu korumuş ve onu odasına alarak bir kavgayı önlemeye çalışıp çocukları dağıtmış. Ertesi gün geldiğimizde Hacı'nın odasının kapısındaki kocaman "Faşist Hacı Balkarlı" yazısı hepimizi güldürmüştü.

Hacı'yı az da olsa tanıyanlar onun ne kadar hümanist olduğunu bilir. Sabır, azim, hoşgörü, insan sevgisi ve kibarlık O'nun en doğal özellikleriydi. 1980 12 Eylül'ünden sonra Mersin'de ilk defa açılan Anadolu Lisesi'nde müdür yardımcılığı görevi verildi. Okul Arpaç Sakarlar Köyü'ndeydi. 2-3 yıl gidip geldi. Sonra tekrar Tevfik Sırrı Gür Lisesi'ne döndü. 1992 yılında emekli

Page 7: Mersin Polifonik Dergi - 8

7

oluncaya kadar orada çalıştı. Okul öğretmenleri o yıl emekli olan öğretmenlere her yıl olduğu gibi veda yemeği verdiler. Hacı, kendisi ile birlikte emekli olan Ümit Aloğlu ile emekli ikramiyelerinin bir kısmını harcayarak öğretmen arkadaşlarına yemek verdiler. Bu, şimdiye kadar hiç görülmemiş bir şeydi. Hatta her davetliye birer de teşbih hediye ettiler. Herhalde "Biz bu işi bitirdik, siz biraz daha ya sabır çekin"mi demekti bu espri, bilmiyorum.

Emekliliğinden sonra birkaç yıl bir özel okulda çalıştı. Bu arada yazları ve hafta sonlan Ayaş'ta bol bol balık tuttuk ve rakı içtik. Sezarlarımızla (köpeklerimizle) oynadık. Hacı onlara sevgisini bir dizi "Sezarlar Serüveni" şiirleri ile çok güzel dile getirdi. Herkese bir şeyler öğretme isteğini Sezarlarda da uyguladı. Fakat birkaç tanesini belediyenin azizliği ve trafik canavarı ile kaybettiğimizde ikimizin döktüğü gözyaşlarını hayvan besleyenler çok çok iyi anlarlar.

Son üç yılda denizi bırakıp Yavca'ya yaylaya gittik yazları. Hacı orada en çok sevdiği şeyle, yani toprakla bol bol uğraştı. İnatçı taşları sabırla kırdı. Duvarlar ördü. Her sebzeden örnekler yetiştirdi. Bu kadar sabrı ve azmi nereden bulurdu bilmiyorum. Ayrıca deniz kabuklarından birkaç tane de tablo yaptı bu arada. Her konuda bol bol şiirler yazdı. İnşallah bir gün onları kitaplaştırırız.

Hacı'nın öğretmenlik tarafına hiç girmeyeceğim. Zaten Mersin halkının büyük bir kısmı O'nun öğrencisi olmuştur. Daha önceki bir toplantıda söylediğim gibi, ben öğretmenliğimde her şeyi Hacı'dan öğrendim. Teşekkürler Reis.

Mersin'e geldiğimizin ertesi yılı kızımız Serla doğdu. O da oğlumuz gibi müziğin içindeydi. Bizler birer sanatçı olamamıştık, ama çocuklarımız, sağ olsunlar bu arzularımızı gerçekleştirdiler. İkisi de Ankara Devlet konservatuarı’nı bitirdiler. Seda vurmalı çalgılar bölümünü bitirdi. Şimdi Mersin Devlet Opera ve Balesi orkestrasında çalıyor. Serla ise piyanist oldu. Eskişehir Anadolu Üniversitesi Devlet Konservatuarında çalışıyor. Ayrıca piyanist Toros Can gibi dünya tatlısı birde damat getirdi bize.

Hacı ile hayatta yapmak isteyip de yapamadığımız hiçbir şey yok bana göre. Dolu dolu yaşadık. Aklımıza esen her şeyi yaptık. İki uyar akıllının yapabileceği her şeyi. Her şeyi diyorum ama Hacı'nın aslında yüreğinde yatan iki meslek vardı. Biri kaportacılık, diğeri ise orkestra şefliği. Birincisini yapamadı ama ikincisini az da olsa yerine getirdi sayılır. Kendi okul koroları ile, en azından çalıştığı süre içerisinde Pazartesi ve Cuma günleri bayrak törenlerinde ve birçok bayramlarda Cumhuriyet Alanı'nda kocaman topluluklara İstiklal Marş’ımızı söyleterek gerçekleştirdi.

Hacı, bundan sonra da her şey senin istediğin gibi, daha doğrusu ikimizin istediği gibi devam edecek. Ben hala öğretmenliğe devam ediyorum. Sağlığım elverdiği süre de devam etmek istiyorum. Beni merak etme, gözün arkada kalmasın. Her zaman olduğu gibi ayaktayım. Sana güle güle REİS'im.

Kızım, Çisem, haydi gel dedene bay bay yapalım.

Page 8: Mersin Polifonik Dergi - 8

8

ÖLÜME DAİR ŞİİRLER Doğan AKÇA

Gençliğimden beri bir yakınım, bir dostum, saygı duyduğum bir insan, sevdiğim bir ülke yöneticisi, bir şair, bir yazar, bir öğretmen öldüğünde içimden hep ölüme dair şiirler okumak gelir.

Zaten şiire yakınlık ve sevgi duymamda Behçet Necatigil'in yaşlanmayı ve ölmeyi anlatan Kurşun adlı şiiriyle başlamıştı. "Diyelim kurtardık hayatı Ya ansızın yalnızsak Yahut külçeleşirde ayaklar Yürüyemez olursak. Yahut askerleri düşünün Tam çıkmışlar siperden Bakıyorsun pusudaki tepelerden Bir kurşun"

Savaş bitti dediğinizde, artık kavga yok, huzur içinde yaşayacağım dediğinizde, yani siperden çıktığınızda savaşın bittiğini bilmeyen bir düşman askerinin sıktığı bir kurşun. Aniden gelen bir kalp krizi, hiç aklınızda yokken gelen bir habis hastalık. Oysa siz o anda "İnsan dallarla bulutlarla bir Aynı maviliklerden geçmiştir İnsan nasıl ölebilir Yaşamak bu kadar güzelken" diyorsunuzdur.

Veya başınız hayatı paylaştığınız insanın omzunda

"Ölüm insanlar içindir Ne kadar çırpınsak boşuna Ama sen diyorsun ki ela gözlüm Allah geçinden versin Nasıl giderse hoşuna" diye mırıldanıyorsunuzdur. Veya Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi "Kim kandırmış bu kadar insanı Ki kimsecikler inanmıyor ölüme Ölüm ey göklerden büyük Sığdıramıyorum gönlüme Nasıl yasamayı bırakmak nasıl Bir memleket mi bu, bir elbise mi ki Ben nasıl yok olurum anlamıyorum Dünya yok olabilir belki" Oysa hepimiz Veysel'le beraber

"İki kapılı bir handa Gidiyoruz gündüz gece"

Page 9: Mersin Polifonik Dergi - 8

9

Önemli olan o ikinci kapıya geldiğimizde hayatta yapmayı hedeflediğimiz bütün projeleri tamamlamış olmak.

Önemli olan evini, yuvanı, eşini, çocuklarını en iyi yerlere taşımış olmak.

Önemli olan namus ve şerefinle gelmek o ikinci kapıya.

Önemli olan, hele bir müzik öğretmeni iseniz, evrensel müziği tanıtmak, sevdirmek, çocuklarını o müziğin önemli insanları olacak şekilde yetiştirmek. Öğrencilerine çağdaş bir ülke olmanın baş koşullunun çağdaş müzik ve sanattan geçtiğini anlatabilmektir Hacı Balkarlı gibi.

O zaman belki,

"Ölüm bir lütfüdür insana Kainatların"

Ve gene Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın dediği gibi. "Kim kalmış bir aşkın mevsiminde Ne Leyla kalmış ne bahar Madem ki geceler uzun Madem ki gündüzler kopuk Ölmeyen neye yarar."

Ben bir ölümü duyduğumda ölüme dair şiirler okuyorum.

Page 10: Mersin Polifonik Dergi - 8

10

Müzik Öğretmeni Olmak Ahmet SAY

Müzik öğretmenliği olgusunu örneğin otuz-kırk yıl öncesine göre bir değerlendirelim, bir de günümüze göre... Neydi eskiden "müzik öğretmeni" olmak? Bugün nedir? Doğrusunu isterseniz, müzik öğretmeninin 1950'li ve 60'lı yıllardaki konumunu (işgörüsünü) çok daha anlamlı buluyorum. En azından, ticari müziklerin yoğun biçimde koşullandırıldığı bir öğrenci tipiyle karşılaşmıyordu öğretmen. Şu çelişkiye bakın: "Yeni"ye karşı "eski"den yanayım! Ne diyelim, tarihin akışı daima "yeni"nin getirdiği olumlu gelişmelere doğru değil, kimi zaman yeninin olumsuzluklarına doğru da yönelebiliyor.

Evet, bundan 30-40 yıl önce okullarımızda (ortaokul ve liselerde) "Müzik" denen tatlı bir ders vardı. Dersi tatlı yapan kuşkusuz ki öğretmendi. Her dersin öğretmeni sevilmez, ama müzik öğretmeni sevilirdi. Çünkü müzik dersleri, bir takım bilgi yığınıyla cebelleşmek olan derslerin arasında soluk aldırırdı öğrenciye. Aykırı dalda açmış bir çiçek gibiydi. İyi ki vardı müzik dersleri! Onunla geçen 45 dakikanın içinde, müzik yoluyla öğrencinin kendini ifade etmesi, kendini gerçekleştirmesi vardı. "Sevgi" vardı bu dersin mayasında...

Eğitimin sevgiden kaynaklanması durumunda gerçek "eğitim" olacağını kanıtlardı müzik dersleri. Zorla güzellik olmaz. Eğitim, tatlılıkla uygulanırsa verim getirir. Niagara Şelalesi'nin debisini, Nemrut Dağı'nın yüksekliğini, çinkonun atım ağırlığını ezberledik de ne oldu? Yaşasın müzik öğretmeni!

Öte yandan, bu eski dönemin müzik dersleri, öğrenciye "müzik kültürü" kazandırmak bakımından pek de başarılı değildi. Ne doğru dürüst nota bilgisi ne de Mozart'ın, Beethoven'in müzikçi kimliği öğretilirdi. Şarkı söylemenin yanı sıra, belki bu konulara da değinirdi öğretmenimiz. Ama "Ezberle bakalım bunları" denmezdi. Beethoven'in 1770'te doğup 1827'de öldüğünü bellesek ne kazan irdik san ki?

Sonra ne oldu? "Önce Ekmekler Bozuldu" Okullarda adam gibi eğitim veremediğimiz için dershaneler açıldı. Bence dershanelerin açılması, okullarımızdaki eğitimin bütünüyle yetersiz duruma düştüğünü gösterir. Bakın, belediye bir kentte toplu ulaşımı sağlayamazsa o kentte tabii ki dolmuş ve halk otobüsü gibi araçlar icat edilir. Dershaneler benim gözümde "minibüs" gibi bir şeydir. Önce ekmekler bozuldu, ardından dolmuş icat edildi, sonra da dershaneler açıldı. Bütün bunların neden ve sonuçlarını, son otuz yılın milli eğitim bakanları acaba külahını önüne koyup düşündü mü? Düşündüyse "inadına" mı böyle davrandılar?

Ama ilginçtir, okullarda hakkınca verilemeyen öğretim boşluğunu dershaneler doldurmaya yönelirken bir yandan da "müzik dershaneleri" çoğalmaya başladı. Hayrettir, peki ne anlama geliyor bu? Üniversiteye giriş sınavında müzik bilgisi soruları mı var? Öyleyse vatandaş çocuğunu neden müzik dershanesine gönderiyor?

Söyleye söyleye dilimde tüy bitti: İnsan formasyonunda müzik, başta gelen eğitsel alanlardan biridir. Ünlü özdeyişi anımsayalım: "Müziksiz toplum, müziksiz birey olamaz": Antik Yunan'da eğitim dört temel alandan oluşuyordu: Felsefe, matematik, müzik, beden eğitimi. Bütün yönleriyle insanın yetişmesi için uygulanan eğitim kavrayışında bu dört çekirdek öğenin bir bütün olarak içerdiği anlamı düşünün lütfen. Bir de bizim eğitim anlayışımıza göre uygulanan bilgi yoklamasının insanı "insan" yapan kültür donanımlarını hangi ölçüde içerdiğini...

Sanıyorum, veliler ve çocuklar, "insan" olabilmek için "müzik" denen sanatın değerini sezinlemeye başladı.

Ortaokul ve lisede benim müzik öğretmenim Fikri Çiçekoğlu'ydu. Fikri Bey diş tabibiydi, ama bu mesleğe zaman ayırdığını sanmıyorum. Kadıköy Halkevinin orkestrasında keman çalar, gazetelerde güncel müzik yazıları yazar ve müzik öğretmenliği yapardı. Simsiyah, gür, kıvırcık saçları vardı. Ona aramızda "Keman kaş, orman baş" derdik. Hep kemanıyla birlikteydi. Sınıfa kemanıyla girmesi iyi de, okulun koridorlarında elinde kemanıyla dolaşması biraz tuhaftı.

Page 11: Mersin Polifonik Dergi - 8

11

Kemanından dolayısıyla müzikten hiç ayrılmayan bu insanı en son yarım yüzyıl önce, okulu bitirdiğim sırada gördüm, birkaç yıl sonra da öldüğünü duydum. Uzun yıllar sonra "Titanic" filmindeki kemancıyı seyrederken Fikri Hocamı anımsadım. Benim de hocam herhalde kemanından ve müzikten ayrılamadığı için, ölümü keman çalarak karşılamıştı. Benim canım hocam, canım müzik öğretmenim benim…

Page 12: Mersin Polifonik Dergi - 8

12

Hikmet Hazar: "Yüreğimde ya da Gökyüzünde..." Suna TANALTAY

Dimdik, onurlu bir duruş... Düzenli asker adımları... Öylesine sessiz ve yumuşak ki, bir metronom titizliğinde, fakat duygusal müzisyen adımları... Başı yukarda, gözleri hep ileriye doğru. Ve duygusallığının simgesi gibi, uzun parmakları... Keman, sanki bu parmakların uzantısıydı...

Her zaman ütülü ve temiz bir kravat... Gür saçları düzgün bir şekilde geriye taranmış... Soyut-somut güzelliklerin odak merkeziydi öğretmenimiz... Müziği de, Atatürk'ü de ibadet gibi seven, sevdiren... Belki bu nedenle, ya da hangi nedenle bilinmez, Atatürk'ten sonra sevdiğimiz bir yücelikti O...

"Çocuklar, derdi, hava çok soğuk... Benim de paltom yok, biliyorsunuz... Portakalları sardıkları İnce kağıtlar var hani, işte onlardan koydum gömleğimin içine... Türk çocuklarına koşup da birlikte müzik yapabilmek için..."

...Hem de ne müzik... Klasik Batı Müziği'ni nefes alır gibi, doğal bir yaşam tarzı gibi sindirmişti içimize... Sabahın erken saatinde Müzik Odası'nı açmak, okul yolunda karşılaştığınız bir arkadaşınızın istediği bir plağı pikaba yerleştirmek büyük zevkti... Ve kocaman Mersin Lisesi'ni, diğer ismiyle Tevfik Sırrı Gür Lisesi'ni, tatlı bir müzikseli doldururdu. Hoparlörlerle tüm koridorlarda, hatta bahçede duyulurdu bu müzik... "Macar Rapsodisi" ya da "Hafif Süvari" ile başlardı gün... Okulunuza, inci gibi bakıp özendiğiniz Müzik Odanıza, kendi kendinize saygıyla, sevgiyle başlardı. Ve tüm okulu kaplayan sesle birlikte büyür, paylaşır, çoğalırdınız... Ders aralarında yine müzik... Dua gibi, nefes gibi, kalp atışı gibi bir şeydi müzik...

"Türk çocukları İstiklal Marşı'nı çok iyi söylemeliler." Derdi. Ve hemen ardından Ata'nın güzel sözlerinden birini eklerdi. "Her şey olabilir insan" derdi ve gülerek devam ederdi: "Vali bile olabilir... Ama, sanatçı olmak bambaşka... Türk çocuklarına sanatı sevdirmek görevim benim... Yeter ki, ben öldükten sonra mezarımın başında doğru ve hakkıyla bir İstiklal Marşı söyleyin... Yeter bana..." Öğretti de... İstiklal Marşımızı söylerken kalplerimiz göğsümüzden fırlarcasına birer kale, birer bayraktır... Ve öğretmenimiz, bizi yöneten; dalgalanan kocaman bir bayraktı...

Yıllar geçti aradan... O yok şimdi... Geçenlerde O'nun bizleri yoktan var ettiği, hem milliyetçi hem de tüm insanlarla kardeşmişçesine barışçı olmayı öğretti okulda O'nu andık. Anıtlar yalnızca tunçtan, mermerden dikilmiyor... Sevgi, saygı ve saymakla tükenmeyecek nice değerlerle Marşı'nı doğru, yanlışsız söylüyorlardı. Koro, yine kanonlar ve pırıl pırıl örnekler sergiliyordu. Olması gerektiği gibi.. O'nun istediği gibi...

İstanbul Devlet Operası'nda tenor olan bir arkadaşımız yıllar önce sınava girdiğinde beğenilir ve kiminle çalıştığı sorulur. "Hikmet Hazar'la der. Bu zatın kim olduğunu sorarlar... "Jüri'ye ve gireceğim yeni okula güvenim sarsılmıştı... Hikmet Hazar'ı nasıl bilmezler?... Bu nasıl iştir?.." diyordum kendi kendime... Hem gülümsüyor, hem de böyle anlatıyordu.

Öğretmeni öğrencisi, köylüsü kentlisi, yoksulu varlıklısı bilmeli, tanımalı Hikmet Hazar'ı... O, onların hepsini çok sevdi. Yaptığı işten, öğretmenlikten ve sanattan aldı gücünü... Türk çocuklarını evrensel bir güzellikle bütünleştirmekti amacı... Gecenin bu saatinde kim bilir hangi yıldıza İstiklal Marş’ımızı öğretiyor... Belki de koro olup, ışıl ışıl yanıp sönerekten birlikte söylerler... Kim bilir?.. Bir gerçek var ki, öğrettikleriyle çoktan alıp götürmüş bizi yıldızlara... Yüreğimizde ya da gökyüzünde... Ne fark eder ki...

Sonsuzu Paylaşanlar s.260

Page 13: Mersin Polifonik Dergi - 8

13

DO NATÜREL Hasan HÜSEYİN (1927-1984)

bir öğretmenimiz vardı adı câfer'di titizdi sertti ama, billur kadehlere benzerdi müzik ruhun gıdasıydı, gıda besin demekti yâni gülenle gülmek ağlayanla ağlamak kemancı serkis dersen safi ispirto içerdi durmadan yay çekerdi durmadan ah çekerdi safi ruhtu adamcağız, geceleri aç yatardı bülbüller konup kalkardı ah dedikçe kemanlarına! bir öğretmenimiz vardı adı câfer'di cilet gibi bir hüzündü, anlayamazdık bah'tan plâklar çalardı, anlayamazdık minörden hoşlanırdık bemolden hoşlanırdık neden niçin hoşlanırdık olgörüp bilemezdik bethoven delisiydi, senfoni der ağlardı ne vardı bethoven'de olgörüp soramazdık cilet gibi bir hüzün, adam tüm göçmenistan kaşları birlik esler gibi çakılırdı gözlerimize müzikten bethoven'den bah'tan korkardık herbirimiz bir dağdan bir bayırdan gelmiştik flüt ne ki keman ne ki gam ne ki seslerimiz bir türlü giremezdi portey sanki oğlak çobanıydı câfer öğretmenimiz sesi kan ter içinde dağlarda bayırlarda do derken damdan düşüp öleceğiz sanırdık bir öğretmenimiz vardı adı câfer'di hunlar macaristan'a girer gibi derse girerdi marş derdi yayılırdık, şarkı derdi gevşerdik verdi'nin ayda'sından tatlı bir parça iki lokma arlezyen bir tadımlık serenad sonra solfej sonra gam sonra fa diyez do derdik do olmazdı, tükenirdik korkudan fa derdik fa olmazdı, falakaya can kurban can kurban yüksek matematiğe yüksek fiziğe bir öğretmenimiz vardı adı câfer'di

Page 14: Mersin Polifonik Dergi - 8

14

Çoksesli Müziğin Kazandırdığı Dostlar Engin AKTUĞ

Müzik Öğretmeni

1981 yılı Ağustos ayında yerleşmek üzere Mersin'e geldiğimde, şüphesiz beni nasıl bir

ortamın ve yaşamın beklediğini bilmiyordum. Üstelik öğretmenlikte yalnızca sekiz aylık deneyimi

olan bir öğretmen adayı olarak gelmiştim Mersin Toros Koleji'ne. Ama ne denli isabetli bir iş

yaptığımı (hala Ankara özlemi içerisinde olsam da) şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Aslında ne

denli bir şeyleri değiştirme çabası içerisinde olsak da suyun akağını bulması gibi, yaşamımızdaki

taşlar kendiliğinden yerine oturuyor. Çabalarımız çok az şeyi değiştiriyor gibi geliyor bana.

Mersin'deki diğer müzik öğretmenleri ile ilginç bir proje için bir araya geldiğimizde tanışma

fırsatı buldum. Aklımda kaldığı kadarıyla proje de şu idi. Sanıyorum 1985 yılındaydı. Öğretmenler

Günü için kapsamlı bir program hazırlanacaktı. Öğretmenlerden oluşan müzik toplulukları

oluşturulacaktı. Doğal olarak Türk Halk Müziği ve Türk Klasik Müziği toplulukları hemen oluştu.

Kır saçlı, bas sesli, bulunduğu ortamda farklılığını hemen hissettiren bir öğretmenimiz, farklı bir

oluşumla dinleyicilerin karşısına çıkabileceğimiz, çoksesli müzik eserlerini seslendirebileceğimiz

fikrini ortaya attı. İçimde "İşte Cumhuriyetin idealist müzik öğretmenlerinden biriyle tanışma fırsatı

karşında." Dedim. Bir orkestra kurulması kararlaştırıldı. Piyano, keman, mandolin, blok flüt ve yan

flütten oluşturulan orkestramız eserlerini seçerek çalışmalarına başladı. Bütün bunların

gerçekleşmesinde "O" idealist öğretmenimizin emeklerini ve çoksesli müziğin bu etkinliğin içinde

mutlaka bulunması için harcadığı çabayı ilgi ve hayranlıkla gözlüyordum. Çalışmalarımız O'nun

koordinasyonu ile gerçekleşiyordu. Kimden mi bahsediyorum. Tabii ki HACI BALKARLI'dan söz

ediyorum. Tanışmamız böyle oldu Hacı Bey'le.

O orkestramızla önce Toros Koleji konser salonunda, sonra Kamer Sinemasında, daha sonra

da PTT tesisleri (şimdiki Mersin Üniversitesi Yenişehir Kampusu). Konser Salonunda üç güzel

konser yaptık. Parçalarımızdan birine Hacı Bey kemanıyla ben yan flütümle solo yapmıştık. Çok

keyif aldığımız bir çalışma ve konser olmuştu.

Ancak ne yazık ki bu etkinliği sürekli kılamadık. Bazen insan dönüp arkasına baktığında

"Hay Allah, biz bu işi neden sürdüremedik, neden bu olayın keyfini daha fazla yaşayamadık." Diye

hayıflandığı anlar olur ya. Mersin'de bulunduğum süre içerisinde bu duyguyu en çok yaşadığım

olaylardan biri de budur. Daha sonraları herkes, yaşamının yoğunluğuna öylesine kaptırdı ki

kendisini, bir kez daha bir araya gelemedik. Ama göz temaslarımız ve selamlarımız hiç eksik

olmadı.

Büyük Atatürk'ümüzün, güzel müziğimizi görmek istediği çağdaş noktaya getirmek için

emek vermiş ve emek verecek insanlar, aslında bir bayrak yarışının koşucuları gibidir ve öyle de

olmalıdır. Bu amaçla, mesleği müzik öğretmenliği ve sanatçılık olan kişilerle, bu işe gönül vermiş

Page 15: Mersin Polifonik Dergi - 8

15

farklı meslek gruplarından olan bireylerin bir araya gelerek neler yapabildiklerini görmek, ileriye

daha umutla ve coşkuyla bakmamızı sağlamaktadır. Mersin'imizin yetiştirdiği değerli müzik adamı

Devlet Sanatçısı Prof. Nevit Kodallı hocamızın girişimciliği ile kurulan ve çalışmalarını artan bir

hızla sürdürmekte olan Mersin Polifonik Korolar Derneği, çalışmalarıyla tüm Türkiye'ye örnek

oluşturacak uygulamalar sergilemektedir. Hiçbir beklentileri olmadan, yalnızca çoksesli müziğin

(bana göre gerçek demokrasinin) farklılığını ortaya koyup, bunu insanlara güzel örneklerle sunma

çabaları, kanımca her türlü takdirin üzerindedir. Emeği geçen herkese saygı ve takdirlerimi

sunuyorum. Gerçek bir ekip çalışmasının çok güçlü ve güzel bir örneğidir MERSİN POLİFONİK

KOROLAR DERNEĞİ. Önceleri sadece yetişkinler korosu ile çalışmalarını sürdüren derneğimiz,

sonraları gençlik korosu kurma fikrini geliştirmiş. İşte bu çoksesli müzik dostlarıyla tanışma ve

onları daha yakından tanıma fırsatı o zaman karşıma çıktı. Gençlik korosunu çalıştırmak üzere beni

düşündüklerini duyduğumda çok kıvanç duydum ve hemen kabul ettim. Nevit Kodallı hocamızla

birlikte çalışma olanağı bulacağımı düşünmek, işin çok daha gurur ve keyif verici bir boyutuydu.

Daha sonra oluşturulan minikler, minnoşlar, çocuk koroları ve Umut Işığı korosu ile çağdaş çoksesli

müziği topluma tanıtmak, yaymak ve sevdirmek için olanca hızı ile çalışmaktadır. Gençlerle

böylesine güzel çalışmalar yapma fırsatını bana verdiği için MERSİN POLİFONİK KOROLAR

DERNEĞİ'ne teşekkürlerimi bir kez daha ifade ediyorum.

Çoksesli müziğe emek vermiş ama şu anda aramızda bulunmayanlara şükranlarımı sunuyor

ve tanrıdan rahmet diliyorum. Bu amaç için çalışan, emek veren ve verecek herkese de başarılar

diliyorum. Esen kalın.

Page 16: Mersin Polifonik Dergi - 8

16

Melek Fazıl SAY

Türkiye'de 1970'li yılların başlarında yaşanan ve babamın da olumsuz biçimde etkilendiği sert politik olayları hatırlamıyorum, çok küçüktüm. Rahmetli Ali Kemal Kaya'nın bizim eve sıkça girip çıkmasından komşular huylanırlarmış. "Acaba terörist mi" diye... Haklı olabilirler: Bütün müzikçiler biraz müzik teröristidir.

Ali Kemal Kaya, beni Mithat Fenmen'e götürdüğünde dört yaşındaydım. Benim müzik defterim olan "Takvim"e bakarak Fenmen'in piyanosunda marifetlerimi göstermiştim. Fenmen'le sekiz yıl süren serüven böyle başlamış.

İlk yıllarda her gün ders yapıyorduk. İlkokul başladığında haftada üç gün...

Mithat Fenmen beni kapıda karşılar ve hemen kucağına alırdı. Dersten sonra çok iyi çaldığımı söyleyerek lokum verirdi.

Hızlı ilerliyorduk. İki yılda Mozart ve Haydn'ın sonatlarını ezbere çalabilecek düzeye geldim. Zaten her yapıtı ezbere çalıyordum, çünkü nota öğretilmiyordu bana. Hocam, "ilkokula başlasın, notayı ondan sonra öğretiriz." Diyormuş.

Solfej ve teori çalışmalarını da birlikte sürdürüyorduk. Fenmen'in ilginç yöntemleri vardı. Beni doğaçlama yapmaya, besteciliğe yönelten odur. Derse doğaçtan parçalarla başlardık. "Piyano ile anlat bakalım, bugün sokakta neler gördün?" Ben de piyanoda "arabalar gördüm" derdim. Piyanoda trafik gürültüsünü, korna ve fren seslerini çıkarırdım. "Kuşlar gördüm" derdim, kuş cıvıltılarını seslendirmeye çalışırdım. Kahkahalarla gülerdi ben çalarken. Aklıma gelen her şeyi anlatır, melodiler icat ederdim. Bazen de bildiğim başka melodilerden parçalar aparırdım. O zaman daha uzun gülerdi.

Dersler hep böyle eğlenceli geçiyordu. Bu özgürlük ortamı, benim hem besteciliğimin hem yorumculuk kavrayışımın köklerini oluşturmuştur: İstediğimi dile getirmek, özgürce anlatmak... Büyük şanstır bu: Önce seslerin renklerini öğrenmek, seste "sesin rengi"ni hissedebilmek, sonda bunlarla bir şeyler anlatmaya yönelmek, doğaçlama yapmak, hep bir çocuk gibi içimden geleni seslere dönüştürmek, tertemiz çiçeklerin kokusunu duymak...

Dersin doğaçlamayla başlayan bu ilk bölümü, dilediğim uzunlukta olur. Genelde üç-beş dakika çalardım, sonra teknik alıştırmalar ve klasik dağar... Sonunda ise "işitme eğitimi" yapardık. Henüz beş yaşındayken beş sesli akortların seslerini sırasıyla söyleyebilirdim. On bir yaşıma geldiğimde, bitişik odadan daha karmaşık akortların, 7-8 sesli çağdaş müzik akortlarını bilmiş, jüriyi şaşırtmıştım. Bir de Beethoven sonatı çalmıştım onlara.

Dersime pek çalışmadığım günlerde, Mithat Hocama sunduğum doğaçlamaları uzattıkça uzatırdım. Asıl parçalara bir türlü gelemezdik. Bu iş yirmi dakikayı bulunca hocam beni durdurur, "hadi biraz da Mozart çalalım" derdi.

Hiçbir şeye sinirlenmezdi. Dünyayı pespembe görürdü. Herkese yumuşak davranır, İngiliz bale sanatçısı olan eşi Beatrice Fenmen'e "darling" diye seslenirdi. Dersin en can alıcı bir noktasında telefon çalacak olsa ben içimden "hay Allah" diye söylendiğimde, hocam uzunca bir an gözlerini yumar, sonra yavaşça yerinden kalkıp umursamaz bir edayla sallanarak telefona yürürdü.

Öyle soylu davranışları vardı ki onun dersine yeterince çalışmadan gitmek, utandırıcı gelirdi bana. Eğer iyi çalamazsam, oturup kendisi çalardı. Babam da teybine kaydederdi bu küçük konserleri. Eve gelince kasetleri hemen dinler, çalışırken onun müziğini örnek tutardım. Dünya gerçekten pespembeymiş!

Ben hiçbir şey yapmıyor duygusun-daydım: Sadece derin soluk alırdım, müzik dolardı içime.

Page 17: Mersin Polifonik Dergi - 8

17

O yıllarda babamla her Cumartesi sabahı konsere giderdik. Gümbürtülü orkestra yapıtlarına bayılırdım. Cumartesi öğleden sonraları ise sokağa çıkıp oynardım.

Oturduğumuz apartmanın yanı başında gecekondular vardı. Gecekondulu çocuklarla top oynuyordum; ağza alınmadık küfürler de öğrenmiştim onlardan. Sürrealizmin ipuçlarını bu küfürler sayesinde elde ettim.

Zırt fırt sokağa kaçmayayım diye, bez bir topla evin koridorunda babamla futbol oynuyorduk. Eve gelen konuklarla da maç yapardık. Zaten onlar "yazar takım”ındandı, her maça çıkarlardı.

Cemal Süreyya'yı iyi hatırlıyorum. Ceketinin kolundaki düğmeler kopuktu. Meğerse hoşlandığı kızlara kolundan bir düğme koparıp armağan edermiş.

Benim kardeşlerim, kitaplardı. Çocuk klasiklerinin yanı sıra, çağdaş yazarlardan da okurdum. "Şeker Portakalı" adlı kitabı altı kere okudum, bununla da kalmayıp beni etkileyen sayfalarını belki elli kere devrettim. Bu kitabın bazı sayfaları beni çok güldürür, bazıları da ağlatırdı.

Konservatuardaki ilk yılımda yine Mithat Fenmen'in öğrencisiydim. O zamanlar konservatuar, Cebeci'deki geleneksel binasındaydı. Biz piyano öğrencileri, "döner odalar" denen sekizgen bir bölümdeydik. Burada yaşam, sabah yedi buçukta başlardı. Görevliler, ıslak bezle piyanoların tuşlarını tangur tungur sesler çıkartarak silerken biz oradaki çay ocağının önünde toplanırdık. "Profesör" denen Hüseyin Efendi başta olmak üzere, bütün odacılarla dosttuk. Onlara danışarak Spor Toto oynardık. Akşamüstleri ise genelde maç yapardık. Ellerimizi korumak gerektiği için, konservatuarda top oynamak yasaktı aslında. Kimse dinlemezdi bu yasağı. Babam bile, "bir şey olmaz, git oyna" derdi.

Konservatuar benim için masallar diyarıydı. Dar koridorlarda viyolonsel çalışanları, elinde fagot ve trombon gibi koca çalgılarla koşuşturanları, sabahın köründe çalışma odası kapışanları, eski tip nota kâğıtları üzerinde armoni ödevi yapmak için kafa patlatanları görünce müzik öğrenimine bakışım değişti. Arkadaşlarımla aynı şeyleri paylaşıyordum, sevinçliydim.

1982'de konservatuara girdikten birkaç ay sonra hocam Mithat Fenmen öldü. Bunu aklıma hiç getirmemiştim. Hayalet gibi gezinmeye başladım. Soğuk ve yağmurlu bir günde cenazesi kaldırıldı. Cebeci Mezarlığı'na gittik. Çok üşüyordum. Yaşamım boyunca böyle üşümedim hiç.

Ölümünden birkaç gün Önce Mithat Hocayla yaptığımız son derste, Bach'ın Mi majör 6. Fransız Süiti'ni çalmıştım. Yeterince çalışmadığım için o gün öyle kötüydüm ki hocam yumuşak bir sesle "galiba biraz uydurma çalmışsın" demişti. Ondan duyduğum bu son sözler, hep aklıma gelmiştir. Bach'ın 6 numaralı Fransız Süiti büyülü gibidir benim için. Bu eserde sanki bir giz vardır. Yıllar boyunca çalıştım bu yapıta, inatla çalıştım, bir tutku halinde.

Aradan tam 16 yıl geçmişti. 16 yıl sonra "Bach" plağımın kaydı için Avrupa'nın en iyi kayıt stüdyolarından biri olan, Bordeaux yakınlarındaki Gradignan'a gitmiştim. Üçüncü ve son gündü burada. Kayıt bitmiş, tonmaister ve bizim ekiple bu olayı kutlamak için akşam yemeğindeydik. Tıka basa yemiş ve biraz da içmiştim. O sırada aklıma Mithat hoca geldi. Başımı eğip bir süre düşündüm, sonra ayağa kalkıp stüdyoya dönmek istediğimi söyledim. Şaşırdılar. "Fransız Süiti'ni yeniden çalacağım" dedim. Döndük stüdyoya, kayda geçmek için kırmızı ışık yandı ve yapıtı Mithat hocamın anısına baştan sona bir kere çaldı m. Tek bir kere ve kayıt bitti.

Bu CD'mdeki Fransız Süiti hakkında epey yazı yayımlanmıştır. "Yapıtın dünyadaki en iyi kayıtlarındandır" diye yazan eleştirmenler de oldu. Ne derlerse desinler, hocama neler borçlu olduğumu bilemezler. Ben borcumu ödemeye çalıştım o gece...

Müzikle dolu, müzikle soluk alıp veren melek gibi bir insana, sevgili hocama' duyduğum borcu...

Uçak Notları s. 30

Page 18: Mersin Polifonik Dergi - 8

18

SESLERLE DÜŞÜNME "Müzik tınlayan felsefedir" Nietzche

Vahap KOKULU İnsana, bütün sanatlardan daha büyük bir kolaylık ve etkileme gücüyle sevgiyle ulaşan

müziği "seslerle düşünme, sesler aracılığı ile yaşamı duyumsama ve geliştirme ve sevme sanatı" olarak tanımlayabiliriz.

Müzik, matematiksel bir mantık, disiplin, zamanı kullanma, susma, diyalog kurma, hareket etme ve sevgi yoğun ilişkiler sanatıdır da...

Normal yapıda her insan, işitme ve müzikle ilgili yetilerden kendi payına düşeni almış olarak doğar.

Normal yapıda bir insan müziği, varlığına, aldığı eğitime, ırkına, yaşadığı çağa ve sevgi birikimine, sevgi veri alış yeteneklerine göre üretir, geliştirir, kullanır.

Müzik malzemesi, insan doğmadan milyonlarca yıl önce hazırdı. Çünkü doğa, sonsuz bir "sesli malzeme"dir. Gök gürültüsü, yer kayması, yer sarsıntısı, suyun akışı ve çalkantısı, havanın dar boğazlardaki hareketi gibi olaylar, doğadaki müziğin sayısız sesler ve titreşimlerinden bir bölümünü oluşturur.

İlk insanlar gök gürültüsünde doğa üstü güçlerin simgesini, fırtınanın uğultusunda kötü ruhların sesini, denizin sakin görüntüsünde ya da patlamasında tanrıların sevgisini ya da nefretini buluyorlardı.

Görünüşteki dağınıklığa karşın doğa da her şey tamamen ölçülüdür. Gece ve gündüz, mevsimler, üreme, filizleme, çiçek açma, solma, yaşam ve ölüm... Hepsi kesin bir disipline boyun eğer. Bu da insanoğluna, doğanın ve kendi mekanizmasının ritimlerle çevrili olduğunu kısa sürede kavratmıştır.

İlk insan, ayakları, elleri ve gırtlağı ile yarattığı ölçülü iskeleti giderek çeşitli seslerle doldurdu. Zamanla basınçlı hava sütununun tınısını buldu, onu bir tüp içinde titreştirmeğe başladı. Delik bir öküz boynuzu, içi oyuk bir kamış ya da kemikten uyumlu sesler çıkarttı. Zengin üfleme çalgıları böyle doğdu. Avcılıkta kullandığı gerilmiş yayın çıkardığı ses, yeni bir çalgı ailesinin doğmasına neden oldu.

İlkel insandan kavim yaşamına geçildikten sonra, müzik toplumsal yaşama da girdi. Her toplum kendi yaşam biçimine, değerlerine, inanç ve törelerine uygun müzik üretti. Kendi çalgılarını, ezgilerini, ritimlerini oluşturdu.

Giderek müzik, ninni ya da sevgi iletişiminde ya da matem şarkısında olsun veya büyüyle karışmış bir törende olsun, insanın, bütün gereksinmelerine cevap verecek biçimde ve her alanda varlığına sıkıca girdi.

Kompozitörler, Müzik Bilimcileri, Sanatçılar ise sesin ve tınının sırlarını çözmeye uğraştılar.

Seslerle düşünme; düşünce ve duyguları seslerle insanların yüreğine ulaştırma sırrı ise "Sevgi"de bulundu…

Page 19: Mersin Polifonik Dergi - 8

19

Çocuklarımın Müzik Yeteneği Olsaydı

Yehudi MENUHİN - Çeviren: Nüvit BERİKAR Çocuklarımı kendim gibi büyütmemi bana sık sık söylemişlerdir. Bunu ileri sürenler

herhalde onların da sekiz yaşında sahneye çıkabileceklerini düşünmüşlerdir. Bütün bu önerileri "Allah göstermesin!" diye karşıladım. Bundan çocukluğumun mutlu geçmediği ya da yaşamımın başka türlü olmasını istediğim anlaşılmasın. Tersine, kendi deneyimlerimi hiç kimseyle değişmek istemem ve yaşamımda bana büyük zekası ile yol göstermiş olan babama müteşekkirim. Ama benim başarmış olduğum kariyer, önceden hesaplanan cinsten değildir.

Müzikle ilk ilgim üç yaşındayken oldu. Yoksul olan ailem, ısrarım üzerine beni bir keman konserine götürdü. Bu ilk iletişim sonucunda bir kemana sahip olmak istedim. O zamandan beri her gün saatlerce çalıştım. Romanya'da Enesco ve Paris'te Adolf Bush ile çalışmalarımı sürdürürken her 24 saatimden en fazla biçimde yararlanırdım.

San Fransisco'da verdiğim ilk konserin anısı, bana durmaksızın nane şekeri veren yaşlı bayanlarla doludur.

Şu güne kadar süren konser yaşamımda 2700 dolayında konser verdiğimi ve bunların çoğunun tatsız bir ortamda geçtiğini iyi anımsıyorum. Afrika'nın sıcağı, Alaska'nın soğuğu ve ekvatorun rutubeti kemanın sesini çok etkilemişti. Hemen hemen dünyanın bütün büyük orkestralarıyla çaldım. Bunların her biri müziği başka türlü anlıyordu. Her solist, belirli bir kompozisyon hakkında bir tek ideal fikre sahiptir, ama 70 ya da daha fazla insan ve kişisel yoruma sahip yeni bir şefle çalmak için onlara uyabilmek yeteneğine ve müzikal yumuşaklığa sahip olmak gerekir.

Yukarda anlattığım satırlarımı okuyanlar, çocuklarıma müzik eğitimi vermek istemediğimi sanabilir. Böyle bir şey düşünmedim. Gerçekten kendimi bütün babaların en mutlusu sayabilirim, çünkü 18 aylık oğlum Smithy, "Big bad wolf" şarkısını söyleyebiliyor. Üç ya da dört yaşından sonra ona müzik dinletmeye başlayacağım. Ama çalıştığım saatlerde oturup beni dinlemesini istemiyorum. Çünkü başkasının çalıştığını görmek, her zaman esin kaynağı olmaz. Eğer kemanımı üzerinde ses çıkarmak amacıyla eline aldığını ya da piyanoya giderek tek parmağıyla bir melodiyi aradığını görürsem, ilk müzik derslerine başlatacağım.

Bu müzik dersleri onu profesyonel yapmak amacını gütmeyecek. Bütün amaç yaşamına müzik sokmak ve dolayısıyla mutlu olmasını dilemektir. Müziğin bu güçte olduğuna kesinlikle inanıyorum. Duygularımızı dışa vurmayı kolaylaştırdığı için, yoksunluk anlarını cesaretle karşılarız ve görüş açımız genişler. Müzik gerçekten "hoşgörü" düşüncesinin en büyük şampiyonudur. Mesela Bach, Beethoven, Brahms, Wagner ya da Strauss'un (sadece birkaç ad söylemek gerekirse) müziğinden zevk alan bir kişinin bütün Almanlara kötü insan gözüyle bakmasını düşümde bile görsem inanmam. Bu nedenlerden dolayı çocuklarımın müzikle büyümelerini istiyorum.

Çocuklarımın profesyonel olmak amacıyla müzik dersleri alması sorununa gelince:

Çocuğumun yeteneği ve müzikçi olmak istediği benim karşı çıkmalarımı yenerse, o zaman babamın bana yaptığını yapardım. Ona dünyanın en iyi öğretmenlerini tutar, kafasını karıştıracak uğraşlardan uzaklaştırır ve genel kültürünü özel bir öğretmen aracılığıyla tamamlattırırdım.

Eğer kariyerine çocukluğunda başlarsa, ergenlik çağına geçerken iki yıl konseri ona yasaklardım. Birçok "harika çocuk"un sönüp gitmesinin nedeni işte budur. Çünkü dinleyiciye hayret veren çocukluk çağı geçmiş, bir insan olarak olgunluk ve daha büyük bir artistik ifade gereksinimi zorunlu olmuştur. On sekiz ve yirmi yaşları arasında tam bir özgürlük içinde geçirdiğim iki yılımı hiç unutamıyorum. İlk gerçek tatilime kavuşmuştum ve ondan önce yapamadığım şeyler için zamanımı bol bol harcayabiliyordum. Okuyordum, yüzüyordum, danslara gidiyordum, açık havada geziyordum. Özellikle kendi yaşımdakilerle birlikteydim. İşte o zaman

Page 20: Mersin Polifonik Dergi - 8

20

anladım ki, benim küçük müzik dünyamın dışında daha önemli bir dünya var ve bir artist olarak bu dünyayı tanımak ve sanatımla orasını daha mutlu bir hale getirmek gerekiyor.

Size tuhaf bir şey söyleyeyim: Kazandığım ödüllerin çoğunu keman çalmak için değil, işte bu geniş düşünce için aldım. Papa tarafından geçen yaz kabul edildiğim sırada, kemandaki başarım için değil, savaşın yıprattığı Avrupa'nın imarına az da olsa bir yardımda bulunmak amacıyla bu işin çıkarına verdiğim konserler için övgülerini dinlemiştim.

Evet, çocuklarımın her hangi biri "harika çocuk" olursa, kendisini ve çevresindeki dünyayı tanıması için ona birkaç yıl izin verirdim.

Çocuğunuza uygun öğretmeni bulmak her zaman kolay değildir. Bilgisiz öğretmen çocuğun müzik zevkini bütünüyle kırabilir ve dolayısıyla onarımı mümkün olmayan bir zarar getirebilir. Bununla beraber, öğretmen büyük bir müzikçi olmaktansa, çocukla anlaşmasını iyi bilmelidir, (burada amatör olan çocuklara ders verenleri kastediyorum).

Çocuğun Öğretmenine karşı tepkilerini yakından izlemeli ve olumsuz ise başka bir öğretmen denenmelidir.

Çocuğunuzun her hangi bir alet çalmaya hevesi yoksa onu zorlamayınız. Canını sıkmayacak biçimde yaşamına müzik sokunuz ve böylelikle yavaş yavaş ilgisini uyandırınız. Mesela radyoda güzel bir konser varsa susunuz ve dinlemesini isteyiniz. Bütün müzikçilerin yaşamlarına ilişkin ilgi çekici kitaplar okutunuz, konsere ve operaya götürünüz.

Şurası besbelli ki, yüzde doksan beşimizin içinde doğuştan müzik zevki vardır. Bunu uyandırmak ve doğru yollardan yürütmek suretiyle yaşamımızı daha mutlu, daha zevkli ve daha iyi yapmak olanağı elimizdedir.

Müzik Görüşleri, Sayı 15 s.4 Aralık 1950

Page 21: Mersin Polifonik Dergi - 8

21

MÜZİK ÖĞRETMENLİĞİNDEN MÜZİK EĞİTİMCİLİĞİNE

Doç. Mustafa APAYDIN Türkiye Polifonik Korolar Derneği

Genel Başkanı

Öğretmen sınıfa girdi. Yoklamasını yapıp programı gereği dersini işlemeye başladı.

Bir, iki, üç, dört, başla...

Do, mi, sol... re, fal, la...

Ta, tefe, tefe, ta...

Yağ satarım...

Noktalı dörtlük, sekizlik...

....Çıktık, açık alınla...

Ders bitiminde okul bahçesindeki servis otobüsünden ağlamaklı olarak, "Bana kaderimin bir oyunu bu" haykırışları yükseliyordu.

Öğretmen derse girdi;

Saygun, Mozart, Dede Efendi...

Dolmuşta, otobüste, evde… Gencebay, Müslüm, Kekilli,...

Okulda öğretmen,- Şarkı türkü, senfoni...

Evde televizyon sunucusu; Rap müzik, arabesk, fantezi

Okulda altmış kişinin paylaştığı, yıllık 60 saat müzik öğretimi... (O da öğretmen varsa)

Okul dışı yaşamda yılda 8700 saatlik karşı öğretim....

Sevgili Müzik Öğretmenim; hangi

koşullarla savaştığını anladın mı?

* * *

Üniversitenin Müzik Eğitim Bölümünün önünden, aydın olması beklenen, üniversiteli arkadaşı geçiyordu. Yüksek sesle bağırdı. "Ne haber ulan Mozart'ın kapı gıcırtıcı.." "Bırak şu gıy-gıyı da başımızın ağrısı geçsin"...

Lisenin müdürü, müzik öğretmenini bağırıyordu. "Yeter artık şu piyano gürültüsü"... "Für Elise midir, Mür Elise midir, ne karın ağrısıdır? Bundan sonra piyano öğretmenler odasında duracak. Piyano ile ders yapmak yasak"...

Milli Eğitim Müdür yardımcısı, Müzik Öğretmenleri Çoksesli Korosu kurmak ve gönüllü çalıştırmak isteyen öğretmeni azarladı. "Ne Çoksesli korosuymuş? Bizim müziğimiz tekseslidir. Ne o öyle? Bir "na" der öteki "mö". İzin vermiyorum....

Milli Eğitim Bakanı Müzik dersinin, iki haftada bir yeterli olduğunu (o da seçmeli ders) savunan kararı onayladı. "Müzik dersinden sınıfta kalmak yok" dedi.

Üniversitelere giriş sınavında ve benzeri diğer sınavlarda, müzik konulu hiçbir soru sorulmadı...

Okul protokol listesinde, resim ve beden eğitimi dersleriyle birlikte müzik dersi de "ıvır-zıvır" dersler nitelemesiyle son sıraya yerleştirildi...

Page 22: Mersin Polifonik Dergi - 8

22

Müzik Öğretmeni "Müzik derslerine istemeyerek giriyorum. İstediğim sonucu alamıyorum. Derste konu Mozart ise, "Mo" dediğimde ders zili çalarsa, "zart"ın anlamını öbür derse bırakıyorum"... Diye yakınıyor.

Sevgili Müzik Öğretmenim: Ülkemizin Müzik Eğitimi düzeyinin yükseltilmesi için, yönetimde karar verenlerin, müzik öğretiminin yanı sıra nitelikli müzik eğitiminden de geçirilmemeleri gerektiğini şimdi anladın mı?

* * *

Bir müzik öğretmeni seslendi; "biz ne yapıyoruz peki?"...

Öbürü yanıtladı: "Biz öğretim yapmaya çalışıyoruz. Ancak öğrettiklerimizi kişinin yaşam biçimi olarak benimseyip okul dışındaki yaşamında onu kullanabilmesine yardımcı olacak eğitim çalışmalarına yeterince katkıda bulunamıyoruz.":..

Öğretmen sordu : "Milli Eğitim Bakanlığı bize böyle bir görev verdi mi?"...

Diğeri yanıtladı: "Nitelikli Eğitimci için, (görev verilmez, alınır)... Yaşamın her anı ve yeri, eğitim için uygun yer ve andır"...

* * *

Bir gazeteci bana sordu: "Okulda verilen müzik eğitiminin yetersizliğini nasıl açıklarsınız?"...

Soru ile yanıtladım: "Siz hiç okuldan mezun olduktan sonra, ben özel coğrafya, tarih, matematik ve benzeri dersler almak istiyorum. Bunun için öğretmenler ya da kurslar arıyorum diyen biriyle karşılaştınız mı?"

...Yanıt; hayır...

Ben sordum: "Milyonlarca insanımız, okulunu bitirdikten sonra, binlerce koro ve müzik kursu ile özel öğretmenlerden yüklüce de para harcayarak özel dersler almaktadır. Bu durumu nasıl açıklarsınız?"

... Yanıt; "Müzik yaşamdır. Yaşamın ta kendisidir. Okullarımızda verilen müzik eğitim nitelik ve nicelik olarak yaşamın gerekliliğine göre yetersizdir....

* * *

Sevgili Müzik öğretmenim. Büyük Atatürk'ün müzik devrimlerinin toplumumuzca yaşanılır düzeye getirilebilmesi için, yine onun gösterdiği doğrultuda, özellikle de bu konuda çalışan sivil toplum örgütlerinin güce ve olanaklarından da yararlanarak, Müzik Öğretiminden, Toplumsal Müzik Eğitimine geçme zamanının çoktan geldiğine ve çalışmalarımızın hızla bu yöne kaydırılmasına gereksinme olduğuna ilişkin inancımı sizlerle paylaşmak istiyorum.

Bu böyle olmazsa, müzik eğitimine ilişkin kararları verecek olan eğitimciler, okul ve milli eğitim müdürleri, kültür ve milli eğitim bakanları, valiler, kaymakamlar, milletvekilleri ve diğer meslek dallarından destekçi bulunamayacaktır.

Sizlere selam ve başarı dilekleri SEVGİLİ MÜZİK EĞİTİMCİLERİ..

Page 23: Mersin Polifonik Dergi - 8

23

TÜRKİYE'DE MÜZİK EĞİTİMİNİN ÖNEMİ Halil Bedii YÖNETKEN

Batı müziği, yani Avrupa uygarlığının müziği, Türkiye'de kullanılmaya başlayalı yüz yılı çoktan geçtiği halde, genel nüfusumuza oranla çok sınırlı küçük bir çevre dışında, hala aydınlarımız tarafından benimsenmemiştir. Bunun nedenleri vardır:

Her şeyden önce, batı müziği, yeni girdiği bu alanı yerleşmeye uygun bulamamıştır. Türkler öyle güçlü bir yerel müzik kültürü ve geleneğine sahiptirler ki, o kültür ve beğeninin yerini almak değil, onun yanı başında yer tutmak bile zordur.

Batı müziği her açıdan yerli beğeniyle yabancı olduğundan, gönlümüze kolayca yerleşememiştir. Eğer bu kadar güçlü bir müzik geleneğine sahip olmasaydık, (müzik kültürü batı müziğine bu kadar zıt olmasaydı), batı müziği bizde bu ölçüde bir dirençle karşılaşmazdı.

Bu gerçek aynı zamanda şunu da gösterir ki, kulak aracılığıyla edinilen alışkanlıklar, başka duygu aracılığıyla edinilen alışkanlıklardan çok daha güçlü ve süreklidir. Batı müziğinin ülkemizde hemen yayılamamasının psikolojik başlıca nedeni, kulak alışkanlıklarımızın, kulak beğenimizin çok güçlü oluşu, bu beğeni ve alışkanlığa bağnazlıkla bağlı bulunuşumuzdur.

Bu beğeni, batı kulak beğenisine zıttır.

Öteki bir neden de, batı müziğini tanıtmak, sevdirmek, yeni müzik beğenisini aşılamak için nitelik ve nicelik bakımlarından gereği gibi bir sanat propagandasının yapılmaması, etkin bir eğitim sisteminin uygulanmamasıdır. Bu propagandanın yapılacağı, bu eğitimin verileceği başlıca ortam Okul'dur.

Batı müzik eğitimine ilk alışkanlıkların kolayca kazanıldığı ilkokuldan başlamak gerekir.

Oysa bizim ilkokullarımızda müzik öğretimi pek sınırlı bazı durumlar dışında, hemen hiç yapılmamakta, müzik eğitimi, onu almaya en uygun olduğu bir çağda çocuklarımıza verilememektedir. 7-12 yaş arasında, eğitime en uygun koca bir beş yıl, eşsiz değerde, hiç bir zaman giderilemeyecek büyük bir fırsat gibi elden kaçırılmaktadır.

Bugün müzik sorunu olarak en önemli işimiz, ilkokul müzik öğretimi sorununu çözümlemektir.

Yani kulak alışkanlıklarını vermeye ortaokulda başlamak, gecikme demektir. Kaldı ki ortaokulda çocuklar, özellikle erkek çocuklar, "mue"=ses değişimi ve ergenlik olayı ile karşılaşırlar. Bu olay uzun bir süreyi kapsar. Bundan ötürü ortaokulda müzik eğitimi fizyolojik arızalar yüzünden gölgelenir; tam bir ses ve kulak eğitimi vermek genelde pek mümkün değildir. Bu nedenle ortaokula gelinceye kadar, yani ilkokulda, müzik eğitimi alanında epeyce yol alınmış olması gerekir.

Öte yandan, ortaokuldaki müzik öğretim ve eğitiminin lise sınıflarında sürmesi zorunludur. Lise gençlik çağı, gençliğin bir estetik eğitimi, bir sanat ve müzik eğitimi almaya en uygun, en kıvamlı bulunduğu, kritik bir çağdır. İlkokul ve ortaokulda müzik eğitimini almış olan çocuklar, artık genç insanlar olarak lise sınıflarında bu eğitimi almayı sürdürürler. Böylece yarınki aydın insanımızın formasyonu bu yönden de tamamlanmış olur.

Lisede müzik öğretim ve eğitimi denince, bende iki anı ötekilerden daha güçlü olarak canlanır:

Bunlardan biri 1932 yılına ilişkindir. O yıl tatilde Berlin'de bir müzik eğitimi kursu izliyorduk. Kursa katılanlar içinde dünyanın her tarafından, Amerika'dan tutun Japonya'ya kadar birçok ülkeden gelmiş müzik öğretmen ve eğitimcileri vardı.

Birgün bizi bir liseye götürdüler. İçinde büyük bir sahnesi olan bir salona girdik. Sahnede, doğu ülkelerine ilişkin konusu olan müzikli bir temsil verilmekteydi. Bu temsilin metnini yazan

Page 24: Mersin Polifonik Dergi - 8

24

öğrenci, besteleyen öğrenci, rejisör öğrenci, orkestrayı yöneten, solistler, koro ve orkestra, hep o lisenin öğrencileriydi. Eseri hayranlık içinde seyrettik.

Başka bir lisede, okulun birkaç yüz kişilik koro ve orkestrası, müzik öğretmeninin yönetiminde Bach'ın Matheus Passion'undan bölümler seslendirdi.

Başka bir anım 1938 yılına ilişkindir:

O yıl yine Berlin'de okulları geziyordum. Bir kız lisesinde, müzik dersinde öğretmen plaktan Bach'ın Branderburg konçertoları'ndan birini çaldı. Eser birkaç kez tekrarlandı. Kızlar eserin ana temalarını imla ettiler. Eseri baştan sona tahlilden geçirdiler. Bach üzerine konuşuldu, Bach'ın dört sesli koralleri seslendirildi. Bu lisenin kız öğrencilerinden kurulmuş okul orkestrası Bach eserleri çaldı, okulun büyük korosu Bach eserlerini söyledi. Orkestra ve koroyu yöneten hep okulun müzik öğretmeniydi. Müzik dershanesinin plak dolabı ağzına kadar seçme plakla, nota dolabı da partisyonlarla doluydu.

Ülkemizin de bir gün bu düzeye yaklaşması ve bu noktaya yükselmesini candan dileriz. Yurdumuzda bugüne kadar ilkokuldan başlayıp üniversiteye kadar süren bütün öğrenim boyunca gereği gibi bir müzik eğitimi verilmemesi, Türk aydın insanının genel formasyonunun noksan bırakma sonucunu getirmiştir. Bu yüzden, lise ve üniversite öğrenimi yapmış geniş bir aydın kitle halen müzik beğenisi adına yalnız yerel müzik beğenisi taşımakta, batı müzik beğenisine genellikle yabancı kalmaktadır.

Bir uygarlığın her şeyini kabul edip yalnız bir tarafını benimsememek, uyumsuzluk, boşluk ve eksiklik doğurur. Kaldı ki benimsenmeyen şey, sanatların en insancıl, en öznel olanıdır. O zevkten yoksun kalmak, batı uygarlığının en büyük zevkinden yoksun olmak, ruh yönünden çok şeyden yoksun olmaktır.

Batı uygarlığının bütün bilim ve tekniğini, yerleşik tüm zevk ve zihniyetini kabul eden bir kişinin batı müzik beğenisine sahip olmaması, sanat eğitiminin, estetik eğitiminin en önemlisinden, eşsiz bir ruh zenginliğinden nasipsiz kalması demektir.

Bizde yüksek öğrenim yapmış aydın insanlarla dolu nice aileler vardır ki, en yeni inşaat teknolojisiyle yapılmış, en son modaya göre döşenmiş konutlarda otururlar, orada gözle görünen her şey batılıdır; sofralarında Avrupa yemekleri yenir, içkileri içilir, damak beğenisi de değişmiştir; kokteylde, plajda, her yerde batılı bir yaşam sürdürülür; toplumda laiklik egemendir, ama ne zaman ki radyoda batı müziği yayını başlar, düğmeler birden çevrilir, başka istasyonlar aranır...

Halk türküleri derlemeleri dolayısıyla Anadolu'da altmışa yakın ilde yaptığımız gezilerde, kahve, otel, lokantalarda, her yerde, radyoda batı müziği yayını başladığı zaman, ayrıcalıksız derhal düğmelerin çevrildiğine tanık olmuşuzdur. Radyoyla ilişkimizi bilenler (sadece aydınları kastediyorum), Türk radyosunda batı müziği dinlemeyi istemediklerini söylemişlerdir.

Bu şikayeti yapanlar arasında ilkin yüksek dereceli memurları da vardır. Ülkemizde son yıllarda öyle aydınlara (!) Rastlanmıştır ki, gazetelerde "Beethoven senfonisini dinlemektense kaynana zırıltısını dinlemeyi tercih ederim" diye yazılar yazmışlardır. Yerel müzik beğenisini bağnazlıkla taşıyan bazı çevrelerde pikabı bir Caruso plağı konduğu zaman, bu tarihsel insanın ilahi sesini dana sesine benzeterek plağı kaldırdığı görülmüştür.

Henüz bir senfonik konsere gitmemiş aydınlarımız çoğunluktadır. Modern bestecilerimiz, yapıtlarının anlaşamamasından yakınmaktadırlar. Batı müziği yapan icracılarımızın kitlelerden gördüğü ilgi, sanat dışı gösterilerle şarkılar söyleyen "sahne sanatçılarının, ses sanatçılarının" yanında hiç kalmaktadır.

Avrupa görmüş, Avrupa'da yüksek öğrenim yapmış nice aydınımız, müziğin eğitsel önemine ve rolüne hala inanmış değildir.

Eski Yunan, Latin ve tarih boyunca tüm Avrupa, hatta Amerikan edebiyatını bilen, antik Yunan felsefesini, Rönesans evrimini, yeniçağ felsefesini okumuş. Hitit'lerde, Frigyave Lidya'da, eski Çin, Hint, Mısır'da uygarlık ve sanat konularını incelemiş, derin toplumbilim bilgisine sahip,

Page 25: Mersin Polifonik Dergi - 8

25

özetle çeşitli bilim ve sanat dallarında uzmanlaşmış nice insanlar, hem de tanınmış insanlar, uzmanlar, yöneticiler vardır ki, bunlar henüz bir Beethoven senfonisi, bir Wagner lirik dramındaki ifade gücünü tanımak ve ona inanmaktan yoksun kalmışlar, o müziğin zevkini, kültür ve eğitimini alamamışlardır. Büyük uygarlık nimetlerinden habersiz kalmışlardır.

Hani amatör koro, orkestra ya da öteki müzik kurumlarımız? Nice kuruluşun atak ve çabaları derhal kırılmış, nasılsa kurulabilmiş olanlar da yaşayamamıştır.

Bütün bunların ara nedeni, insanımızın gereksindiği müzik eğitiminin, okulda öğrenim boyunca verilememiş olmasıdır.

Geçen yüzyılın sonunda Fransa'da, koro, armoni ve fanlar kuruluşlarının sayısı 9.000, bu kuruluşlardaki çalışmalara katılan gençlerin sayısı da 450.000'dir.

Nasıl bir müzikçi ordusu, değil mi?

Yalnız koro dernek ve topluluklarının sayısı 3.000, onlara devam eden gençlerin sayısı 150.000'dir.

İkinci Dünya Savaşı'nın arifesinde Almanya'da koral kuruluşlara devam edenlerin sayısı 190.000'dir. O yıllarda Almanya'da 4.000 orkestra ve 4.000 koro vardı.

Bizim için çok ibret verici olan bu sayılara Avrupa ülkeleri, aile, yaşam ve okul çevrelerinde verilen eğitim sayesinde varabilmiştir.

Biz bu eğitimi yalnızca okulda verebileceğiz. Biz, yöntemli bir okul müzik eğitimine her ulustan daha fazla muhtacız. Çünkü bugün ne verirsek ancak okulda verebileceğiz. Ne yaşam çevreleri, ne de aile ortamı böyle bir eğitim vermeye yakın değildir.

Dünyada hiç bir ulus, böyle ısrarlı, sürekli ve sistemli bir müzik öğretim ve eğitimine bizim kadar gerek duyamaz. Onun için, aydınlarımız, yöneticilerimiz, eğitimcilerimiz, müzik ve müzik öğretimi ile eğitimi önünde daha yakın, daha cömert olmalıdır.

Bu bir yurt sevgisi ve insanlık borcudur.

Sanat ancak, sanat kültürü almış, aydınlara sahip toplumlarda rahat soluk alır ve gelişir.

Avrupa'da müzik sanatı son yüz yılındaki büyük gelişmesini geniş ölçüde okul müzik eğitimi ve öğretimine borçludur.

Almanların müzikçi ulus olarak algılanmasının bir nedeni de okul müziğine belki her ulustan önce ve daha fazla önem vermeleridir.

Yüzyılımızın ortalarında, Amerika'da okullarda kurulmuş koro ve orkestralara etkin olarak katılan çocuk ve gençlerin sayısı dört milyondan fazladır. Bu sayıyı nüfusumuza oranlarsak, yaklaşık bir milyon olması gerekir.

Çocuklarımızı, gençlerimizi müziğe, müzik etkinliklerine yöneltmekten çekinmeyelim. Müziği seven çocuk insanı sever, insanları, toplumu sever, yaşamı sever, eşsiz bir ruh kudreti ve zenginliği kazanır.

Eflatun'un da inandığı gibi, estetik eğitim, ahlak eğitimini de etkiler. İnsan ruhu güzelliklerle yücelir.

Müzik bir güzellik ve iyilik eğitimi aracıdır.

Sokrates, gecikerek de olsa öğrenmeyi hiç öğrenmemeye yeğleyerek yaşlılığından müzik dersleri almıştır. Luther, "eğer çocuklarım olsaydı, onların yalnız yabancı dil ve tarih değil, müzik ve matematik de öğrenmelerini isterdim. Din bilgisinden sonra ilk yeri, en büyük onuru sevinçle müziğe verirdim" demiştir.

Şu sözler de ünlü Çek eğitimcisi Komenski'nindir:

Page 26: Mersin Polifonik Dergi - 8

26

"Müzik yarı disiplin bir eğiticidir. İnsanı yumuşatır, geliştirir ve eğitir. İnsanı daha erdemli ve uscu kılar... Müzik bir sanattır, onu öğrenelim. Ve siz ey sevgili Çek'ler! Şarkı söyleyiniz!"

Sözlerimi büyük İngiliz oyun yazarı ve şair William Sahekesheare'in "Venedik Taciri" adlı oyununun beşinci perdesinde Lorenzo'ya söylettiği şu sözleri anımsatmakla bitireceğim:

"Kendinde müzik olmayan, seslerin tatlı ahenginden heyecan duymayan insan, hainlik ve hırsızlık için yaratılmıştır. Onun ruhu geceden daha karanlık, tutkuları cehennemden daha karadır. Böyle bir insana güvenmeyiniz!"

Müzik Görüşleri-Ekim 1950

Page 27: Mersin Polifonik Dergi - 8

27

MÜZİK EĞİTİMİ VEREN KURUM VE KURULUŞLARIMIZ Fatih YAYLA (*)

Türkiye'de müzik eğitimi veren yüksek öğretim kurumları, Üniversite bünyesinde Konservatuar, Fakülteye bağlı bölüm ve anabilim dalı olarak yapılandırılmış durumdadır. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı olarak, Anadolu güzel sanatlar lisesi ve özel öğretim kurumları olarak bulunmaktadır. Bunun yanında belediyelere bağlı konservatuarlar ve açtığı özel kurslarla vakıf ve dernekler bulunmaktadır. Bu kurumları mesleksel müzik eğitimi veren ve özengen müzik eğitim veren kurumlar olarak iki gurupta ele alabiliriz.

Meslek müzik eğitimi veren kurumlarımızı Ortaöğretim düzeyinde Anadolu Güzel Sanatlar Liseleri, Ortaöğretim-Yükseköğretim düzeylerinde Devlet Konservatuarları, Ortaöğretim-Yükseköğretim düzeylerinde Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi Müzik Bölümleri, Yükseköğretim düzeyinde Güzel Sanatlar Fakülteleri Müzik Bilimleri ve Müzik Teknolojileri bölümleri, Yükseköğretim düzeyinde Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Müzik Eğitimi Anabilim Dalları olmak üzere sıralayabiliriz.

Güzel Sanatlar liseleri orta okuldan sonra özel yetenek sınavı ile öğrenci kabul eden bir okul olarak ülke çapında 43 adet bulunmaktadır. Bu kurumlarda 2002-2003 eğitim-öğretim yılı itibariyle 5875 öğrenci öğrenim görmekte ve 514 müzik öğretmeni görev yapmaktadır.

Devlet Konservatuarları ve Türk Müziği Devlet Konservatuarları olarak iki ayrı yapıdan oluşan konservatuarlar ülke çapında 18 ayrı üniversitemizin bünyesinde bulunmaktadır. Bu konservatuarların sadece lisans programlarında 2002-2003 eğitim öğretim yılı itibariyle 1021 öğrenci kontenjanı bulunmaktadır.

Güzel Sanatlar Fakültesi ile Müzik ve Sahne Sanatları fakültesi olmak üzere 8 ayrı üniversite bünyesinde yer almaktadır. Bu fakültelerin müzik programlarında 2002-2003 eğitim öğretim yılı itibariyle 220 öğrenci kontenjanı bulunmaktadır.

Devlet Konservatuarları ile Güzel Sanatlar ve Müzik ve Sahne Sanatları fakültelerinde 2002-2003 öğretim yılı itibariyle kayıtlı 3169 öğrenci bulunmakta ve 849 öğretim elemanı görev yapmaktadır.

Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Müzik Eğitimi Anabilim Dalları müzik öğretmeni yetiştirmeyi amaçlayan kurumlar olarak 20 ayrı üniversite bünyesinde bulunmaktadır. Bu kurumların bünyesinde 2002-2003 öğretim yılı itibariyle 645 öğrenci kontenjanı bulunmaktadır. Bu kurumlarda kayıtlı 3211 öğrenci ve görev yapan 208 öğretim elemanı bulunmaktadır.

Yukarıda belirtilen sayılara göre, mesleksel müzik eğitimi veren yüksek öğretim kurumlarımızın öğrenci kontenjanları, kayıtları, kayıtlı öğrenci sayıları ve öğretim elemanı sayıları şöyledir.

Öğrenci Kontenjanı: 1886 Kayıtlı Öğrenci Sayısı: 6380 Öğretim Elemanı Sayısı: 1049

Müzik eğitimi veren yüksek öğretim kurumlarımızda görevli öğretim elemanlarınızın unvanlarına göre dağılım 56 Profesör, 66 doçent, 80 Yardımcı Doçent, 591 Öğretim Görevlisi, 74 Okutman, 16 Uzman ve 167 Araştırma Görevlisi olarak görülmektedir.

Özengen müzik eğitimi kurumlarımız, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı özel kurslar, Belediye Konservatuarları ve müzik ile ilgili kurulmuş dernek ve vakıfların yürüttüğü özel kurslar ve müzik eğitimine yönelik yürüttükleri faaliyetler olarak sıralanabilir.

Belediyeler bünyesinde bulunan belediye konservatuarlarının hizmet verdiği öğrenci sayısı ve bu konservatuarlarda görev yapan öğretmenler hakkında kesin bir bilgi ve sayı vermek pek mümkün değildir. Bu kurumların faaliyetleri düzenli olmadığı gibi Milli Eğitim Bakanlığı ile de doğrudan bir ilişkisi bulunmamaktadır.

Page 28: Mersin Polifonik Dergi - 8

28

Milli Eğitim Bakanlığı kontrolünde Özel Öğretim Genel Müdürlüğüne bağlı olarak açılan özel müzik kursları, bakanlığın İl Milli Eğitim Müdürlüklerinden alınan eğitime elverişli olduğuna dair izinle açılmaktadır. MEB Eylül 2002 verilerine göre ülke çapında 48 özel müzik kursu bulunmaktadır. Bu kurslar, Müzik Kursu, Ses Düzeni ve Tonmaister, Ud, Bateri, Gitar, Piyano, Şan, Solfej, Org, Türk Müziği Nazariyatı, Bağlama, Türk Müziği, Kanun ve Keman branşlarında açıldığı görülmektedir. Bu kurumların Milli Eğitim Bakanlığına bildirdikleri bian kontenjanları toplamı ise 1632 olarak görülmektedir. Bu sayının sadece Milli Eğitim Bakanlığına bağlı kurslar olduğunu belirtmek gereklidir. Milli Eğitim Bakanlığı Kurs açma kriterlerine uymayan ve bu nedenle Müzik Organizasyon bürosu ismiyle açma ruhsatı alarak çalışan bir çok özel kursunda bulunduğu bir gerçektir.

Vakıf ve derneklerin yürüttüğü çalışmalara en güzel örneği Polifonik Korolar Dernekleri oluşturulmaktadır. Sayıları Ülke çapında her geçen gün artan Polifonik Korolar dernekleri ü yelerine ve bünyesinde oluşturulan koroların üyelerine verdikleri eğitim ve hizmetlere müzik eğitimine büyük katkıda bulunmaktadırlar. Bunun yanında Vakıflara bağlı açılan Özel Güzel Sanatlar liseleri de diğer bir örneği oluşturmaktadır.

Yukarıda ülkemizde müzik eğitimi veren kurum ve kuruluşların mevcut durumları saptanmaya çalışılmıştır. Bu saptama sonucunda dikkat edilmesi gereken hususlar şöyle sıralanabilir.

Mesleksel müzik eğitim veren kurumlarımız ayrı yapılarda aynı işlevleri taşımaktadırlar. Sanatçı, Araştırmacı ve Öğretmen yetiştiren kurumlar ayrı yapılanmaların içinde bulunmaktadırlar. Dünyadaki çağdaş modeller incelendiğinde bütün bu müzik kurumlarının tek bir yapıda bütünleştiği görülebilir. Ülkemizin sosyokültürel durumu göz önüne alındığında Müzik eğitimi kurumları, öğrenci ve öğretim elemanı sayıları arasındaki dengesizlik göze çarpmaktadır. Yetmiş milyonluk bir ülkenin müziği meslek olarak edindirebileceği Öğrenci sayısı son derece yetersizdir.

Belediye konservatuarlarının belirsiz durumları ve milli eğitim bakanlığı kontrolünde olmayan özel kursların açılabilmesi de müzik öğretim kurumlarının da bir düzene sahip olmadığı hatta ehliyetli, kişilerin elinde olmadığı izlenimi vermektedir.

Son yıllarda ülkemizdeki müzik eğitimi kurum ve kuruluşları içinde en sevindirici gelişmeyi Türkiye Polifonik Korolar Derneği göstermiştir. Gerek Derneğin faaliyetleri, gerek düzenlediği Türkiye Korolar Şenliği ile ülkemiz müzik kültürü ve eğitimine büyük katkılar sağlamıştır. Yine Türkiye Polifonik Korolar Derneği'nin katkılarıyla Adana ve Mersin Polifonik Korolar Derneklerinin kurulması ve kendi korolar şenliklerini düzenlemeleri de ülkemizdeki müzik kültürü ve eğitimi, özelliklede koro müziğinde yeni ufuklar açmıştır.

Müzik Eğitimi veren kurumlarımızın sayısal verilerin ışığında ülkemizin müzik eğitimini planlaması, yönetmesi ve geliştirmesi oldukça güçtür. Sivil toplum örgütlerimizin Polifonik Korolar Dernekleri örneğinde olduğu gibi yapacağı katkılar, ülkemizin müzik kültürü ve eğitimine bu güne kadar görülmemiş ölçüde katkı sağlayacağı muhakkaktır.

(*) Gazi Eğitim Fakültesi Müzik Eğitim ABD Araştırma Görevlisi

Page 29: Mersin Polifonik Dergi - 8

29

Ülkemizde çok sesli müzik ve çok sesli korolar G. Elif BÜYÜKKAYIKÇI (*)

İnsan sesinin, yeryüzünün en doğal ve en eski çalgısı olduğunun farkında mısınız? "İnsan sesi hiç çalgı olur mu?" Demeyin.... Müziksel sesleri çıkartan araçlara çalgı diyoruz. Sesimizle de müziksel sesler çıkartabildiğimize göre (şarkı söylerken olduğu gibi), sesimize bir ezgi çalgısı diyebiliriz. İnsanoğlu sesiyle iletişim sağlıyor ve kendi müziklerini yapıyorlardı. O zamanlarda beri, insan sesi hep ön planda kalmıştır: İnsanoğlu hâlâ ilk dinlediği her müzik çeşidinde insan sesini aramakta yada yeğlemektedir; ilk müzik deneyimi de her zaman "şarkı söylemek"tir.

İlk müzik topluluğu olan korolar da insan seslerinin grup olarak kullanılmasıyla oluşmuştur. Karşımıza yeni bir soru çıktı o zaman: Koro ne demektir? "Korolar, sayısal oluşum, ses türü, ses kapasitesi ve tını bakımından dengeli, önceden belirlenen bir modele uygun olarak tek ya da çok sesli müzik yapıtlarını seslendirme- yorumlama amacıyla oluşturulan, etkileriyle toplumun kültür ve sanat yaşamına katkıda bulunan ses topluluklarıdır" (Çevik, 1997, s.47). Tanımdan da anlaşıldığı gibi, koroları iki gruba ayrı biliriz.

1. Tek Sesli Korolar (Geleneksel Türk Halk Müziği Koroları, Geleneksel Türk Sanat Müziği Koroları, Tasavvuf Müziği Koroları)

Peki, müzikte çok seslilik nedir? "Çok seslilik (polifoni), her biri belli özellikler taşıyan birden çok ezgi çizgisinin, bir armoni bütünlüğünü oluşturacak biçimde birbiriyle kaynaşmasıdır" (Karolyi, 1996, s. 99). Daha basitçe söylersek, aynı anda birden fazla ezginin müzik bütünlüğü oluşturmasıdır. O halde, birden fazla ses (ya da çalgı) aynı anda aynı ezgiyi seslendirdiğinde "teksesli" bir koro (ya da çalgı topluluğu), birden fazla ezgiyi seslendirdiğinde "çok sesli" bir koro (ya da çalgı topluluğu) oluşturmaktadır.

Batı'da temelleri dokuzuncu yüzyılda atılmış olan çok seslilik, ülkemize nasıl girmiştir? Zengin bir kültür birikimine sahip, yapı olarak kendine özgü makamları ve usulleri içeren Geleneksel Türk Müziği, tek seslidir. Geleneksel Türk Müziği, "Sanat Müziği" ve "Halk Müziği"nin bir bileşimidir. Batıda yüzyıllar boyunca gelişen çok seslilik. Geleneksel Türk Müziği'nin yabancısıdır. Ancak Türk müzik kültürü. Batı Müziği'nin yabancısı değildir.

"Osmanlı Sarayı'nın Çoksesli Batı Müziği ile tanışması dışarıdan gelen konuk orkestra ve opera dinletileriyle başlar.

Bunlar müzikli oyunlar, orkestra konserleri, opera temsilleri, bale ve koro topluluklarıdır." (İlyasoğlu, 1998, s. 10) Batı müziği eğitimi için ilk adımları II. Mahmut atar; Yeniçeri Ocağı'nın dağılmasıyla mehterhanenin yerine Türk Müziği ve Batı Müziği eğitimlerinin verildiği Muzika-yı Hümayun adını alan bir boru takımını kurar. "Ünlü İtalyan besteci-şef Guiseppe Donizetti (Paşa) tarafından bu topluluğu yaylı çalgılar eklenir (1846). Bu topluluk yalnız padişahın törenlerine katılmakla kalmaz, kent sokaklarında verdiği konserlerle halka da çok sesli müzikle tanışma fırsatı verir. 1868'de ilk Türk operaları sahnelenmeye başlar. Çuhaciyan'ın "Leblebici Horhor" operası tarihe ilk Türk operası olarak geçer. 1890'da ise Zati (Arca) Bey, 65 kişilik ilk çok sesli koroyu kurar." (İlyasoğlu, 1998, s. 10) Bütün bu çalışmaların daha önce gerçekleştirilmemesinin bir nedeni, padişahların Geleneksel Türk Müziği eğitimiyle yetiştirilmelidir. Ancak II. Mahmut'un oğlu Abdülmecit ve ondan sonraki padişahlar Batı Müziği eğitimi almışlar ve bu alanda eserler vermişlerdir. Bu bilgilerden de anlaşıldığı gibi Osmanlı padişahları çalgıcılığın yanı sıra bestecilikle de uğraşıyordu.

Cumhuriyet'in ilanıyla çok sesli müzik çalışmalarına hız verildi. Atatürk, Türk Müziği'nin, evrensel müzikte yerini alabilmesi için, ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplayarak onları genel son müzik kurallarına göre işlemek gerektiğini vurguluyordu. İlk olarak müzik eğitimi için, halkın kolayca benimseyebileceği halk müziğini derleme işine başlandı. 1924'te okullara müzik öğretmeni yetiştirmek amacıyla "Musiki Muallim Mektebi" kuruldu. Daha sonra, bu kurumun bünyesinden iki ayrı eğitim kurumu oluşturuldu: Devlet Konservatuarı ve Gazi Eğitim Enstitüsü (1936)-ki her ikisi bugün birer üniversite bölümüdür.

Page 30: Mersin Polifonik Dergi - 8

30

Eğitim sistemindeki eleman eksikliğini gidermek amacıyla 1925'te on kadar öğrenci yurt dışına gönderildi. Harf Devrimi ile birlikte 1928-1930 yılları arasında metot eksiğini gidermek amacıyla çok sesli müzik ile ilgili kuramsal kitaplar yayımlandı. Yurt dışından ünlü müzik adamları getirtilerek açılan müzik kurumlarında eğitim sistemleri üzerinde çalışmalar yapıldı. 1948 yılında üstün yetenekli öğrencilerin, yurt dışında aileleriyle birlikte devlet tarafından masrafları karşılanarak eğitim görmelerine olanak tanıyan "Ha/ika Çocuklar Yasası" çıkarıldı. İlk uluslararası yaldızlarımız olan İdil Biret (piyanist) ve Suna Kan (kemancı) yurt dışına gönderildi. 1970'lere gelinceye kadar müzik yaşamı Ankara merkez olmak üzere, İstanbul ve İzmir ile sınırlı kaldı. 1970'lerden sonra birçok ilimizde orkestralar, operalar, korolar, konservatuarlar ve müzik eğitimi bölümleri kuruldu. (Kaygısız, 2000)

1971'de Ankara Radyosu Çok Sesli Korosu kuruldu. A capella (piyano eşliksiz koro) niteliğinde bir başka profesyonel koro da Kültür Bakanlığı bünyesinde 1989'da Ankara'da kurulan Devlet Çoksesli Korosu'dur.

"Öte yandan, toplumun sanat yaşamına katkıda bulunmak amacıyla bazı özel ve resmi kurumlar, amatör korolar kurdular. Halen çalışmalarını başarıyla sürdürmekte olan TRT Çocuk ve Gençlik Koroları, Kültür Bakanlığı Çok Sesli Devlet Çocuk Korosu ve Gençlik Korosu ile Türk Halk ve Türk Sanat Müziği Gençlik Koroları, Akbank Çocuk Korosu, Polifonik Korolar Derneği'nin Çocuk, Gençlik, Yetişkinler Koroları, Ankara Çok Sesli Müzik Derneği'nin Koroları, Filarmoni Derneği Müzik Öğretmenleri Koroları, Kültür Merkezleri, Koroları ve benzerleri, toplumumuzun kültürel gelişimi ve çağdaşlaşması doğrultusunda hizmet etmektedirler." (Çevik,1997, s. 238)

Yetenek sınavlarıyla üyelerini seçen pek çok amatör koronun sayısı her yıl artarken, ülkemiz çocuk ve gençlerinin giderek daha büyük bir bölümü müzik eğitimi alarak "çok sesli" bir toplumun ve sanatın tadına varmaktadır.

Kaynakça:

ÇEVİK Suna, "Koro Eğitimi ve Yönetim Teknikleri"; Doruk Yayıncılık, Ankara, 1997

İLYASOĞLU Evin, "Çağdaş Türk Bestecileri", Pan Yayıncılık, İstanbul, 1998

KAROLYI Otto, "Müziğe Giriş", Pan Yayıncılık, İstanbul, 1996

KAYGISIZ Mehmet, "Türklerde Müzik", Kaynak Yayıncılık, İstanbul, 2000

ÖZTUNA Yılmaz, "Türk Büyükleri Dizisi 39, Dede Efendi", Kültür Bakanlığı Ankara, 1996

Orkestra sayı 332,s.32

Page 31: Mersin Polifonik Dergi - 8

31

Koro ve Seyirci Bütünlüğü Servet TÜRKKAN

Müzik Öğretmeni

Koro, şef ve seyirci üçgeni diye başlamak istiyorum yazıma. Görünürde bu kadar somut

değil tabii ki. Dünya yuvarlaktır, demek gibi bir şey... Oysa içinde neler var, neler yaşanıyor bir

bilseniz!..

Koroda şarkı söylemek ayrı bir haz, ayrı bir tutku. Mutlu bir çocuk huzurluluğunu

buluyorsunuz arkadaşlarınızın yanında. Annesinin sıcak kollarında, güvenli!.. Şefinin bakışlarında

kararlı, uçuşa hazırlanıyor gibisiniz. Piyanodan alacağınız ilk seslerle bütün partiler hazır, kalkış

izni almanın sevincini yaşıyor. Aynı anda sizde ya sesinizle ya da duygunuzla ritmi yakalayıp

kanatlanıyorsunuz. Şefinizin bakışlarından ve yüz ifadesinden aldığınız enerjiyle müziğin akışına

kaptırmışsınız kendinizi; mutluluğu yaşıyorsunuz. Şefin el işaretiyle verdiği nüans ve hareketler,

ruhunuzdaki dalgalanmaları eşsiz kılıyor.

Yaşamak bu olsa gerek; dediğiniz bir anda seyircinin alkışlarıyla yüz yüze geliyor,

mutluluğunuza ayna tutulduğunu hissediyorsunuz. Paylaşmanın hazzını, büyüklüğünü anlıyorsunuz.

"Her insan mutlaka bir koroda söylemeli" inancınız güç kazanıyor. O zaman kararlı ve ısrarlı

bir şekilde birlikte söylemeliyiz diyorsunuz.

Haydi hep birlikte, küçük büyük demeden, MERSİN POLİFONİK KOROLAR bünyesinde

size de mutlaka bir yer vardır. Ama minnoşlar, ama yetişkinler kucaklar sizi.

Biz çok geniş ve sevgi dolu bir aileyiz biliyorsunuz!..

Page 32: Mersin Polifonik Dergi - 8

32

ÇAĞDAŞ MÜZİK EĞİTİMİ VE TEMEL ÖZELLİKLERİ İsmail BOZKAYA (*)

GİRİŞ Müziğin hem bir eğitim aracı, hem de bir eğitim alanı olduğu bilinmektedir. Eğitim alanı

olarak seçildiğinde özel koşullar gerektiren ve uzmanlık dalı olarak sunulan müzik, eğitim aracı olarak ise tüm insanlığı saran, kucaklayan bir özelliğe sahiptir. Eflatun'un (M.Ö. 427-327) Devlet adlı eserinde(1) insanın ruhsal ve toplumsal tüm sorunlarına değindiği, seçilmiş müziklerle eğitilmesi gerektiğini önermesinden bu yana, eğitim aracı olarak müzikten nasıl yararlanılacağı, ilgilileri her zaman çok düşündürmüştür.

Bu amaçla müzik bir eğitim aracı olarak, çağlar boyunca değişik kültürlerde hep gözde olmuş ve insanlık bu gizemli sanatın eğitici gücünden yararlanmanın yollarını araştırmıştır. Nitekim bu alanın terimlerinin ve öğelerinin zaman içinde belirginleşmesiyle müzik evrende, devlette ya da tanrı katında kanıtlanırlılığını ve gerçek yerini bulurken, günlük yaşamımızda da emin ve sağlam bir yer kazanmıştır.(2)

Türklerde de müzik toplum ve devlet yaşamında kendisine önemli bir yer edinmiş, bu durum Uygurlardan itibaren sanat ve halk müziği olarak iki koldan devam etmiş, Karahanlılar ve Selçuklulardan sonra Osmanlı toplum ve devlet yaşamında sivil ve askeri olmak üzere Enderun okulları ile Mehterhane'de öğretile gelmiştir.

İlköğretim Okullarında Müzik Eğitimi Bu çalışmada, yurdumuzda müzik eğitiminin önceleri ilkokul ve ortaokul, sonra temel

eğitim kapsamında ilköğretim okulu düzeyindeki görüntüsü, "programları, öğretmen gereksinimi ve öğretme ortamları" açısından ele alınarak değerlendirilmiştir.

Programlar Cumhuriyet öncesi dönemde Osmanlı toplumunda devlete yüksek yönetici yetiştiren

Enderun okullarının programlarında müziğe yer verildiği, planlı ve bilinçli bir eğitim gerçekleştirildiği görülmektedir. Bu durumu ile Enderun okulları sivil örgün eğitim kurumları olarak nitelendirilmektedir.(3) Başlangıçta birkaç Enderun türü kurum varken, daha sonra bunlardan yalnız Enderun-u Hümayûn ve Galata Enderunu bırakılmış, Osmanlı Devleti'nin gerileme sürecinde giderek gözden düşen bu okulu etkili bir kurum olmamakla birlikte 1909 yılına kadar varlığını sürdürmüş ve o tarihte kaldırılmıştır.(4)

1869 tarihli Maarif-i Umumiye Nizamnamesi / Genel Eğitim Tüzüğü uyarınca yapılan yeni düzenlemeler ile, kız öğretmen okulları ve kız ortaokullarının programlarına müzik dersi konulmasının yanında, bazı ilkokulların ders dışı etkinliklerinde müzik dersine yer verdikleri ve 1910'lu yıllarda da erkek ortaokullarının programlarında müzik dersinin yer aldığı görülmektedir.(5)

15 Temmuz - 15 Ağustos 1923 tarihinde Ankara'da toplanan Birinci Heyet-i İlmiye / Birinci bilim Kurulu'nun gündeminde "İlkokul programında değişiklikler" konusu yer almış, 1924 yılından itibaren yeni bir program uygulanmaya başlanmıştır.(6) Bu uygulama, kent ve köy ilkokulları ders programlarında müziğin değişik iki anlayışla yer almasını ve yorumlanmasını sağlamıştır. Buna göre kent ilkokullarının programlarında müzik ders olarak yer alırken, 1926, 1936, 1939 yıllarında yapılan yeni düzenlemeler ile köy ilkokullarının programlarında müziğe ders olarak yer ayrılmamış, diğer derslerin dışında ayrılan süre içinde öğrencilere müzik dinletilmesi, şarkı öğretilmesi ve söyletilmesi etkinliklerine yer verilmesi öngörülmüştür.

1948 İlkokul Programı ile müzik dersi köy okullarının programlarında da yer almış, böylece ülke genelinde 7-12 yaş gurubundaki tüm çocukların aynı program birlikteliği ile, müzik eğitimlerinin sağlanması amaçlanmıştır.

Deneme ilkokulları için 1956 yılında yapılan program çalışmalarında müzik dersini "sanat çalışmaları" dersleri içinde değerlendiren anlayıştan sonra,(7) 1960'lı yıllardan başlayarak, hem

Page 33: Mersin Polifonik Dergi - 8

33

okul müzik eğitimi anlayışı hem de program geliştirme anlayışında köklü değişikliklerin ve gelişmelerin olduğu söylenebilir. 1950'li yıllarda başlayan bu anlayış değişikliği 1960'lı yıllarda hız kazanmış, programlar çocuğun kendisinden ve yakın çevresinden yola çıkarak hazırlanmak üzere geliştirilmiştir.

Bu düşünceler 1962 programında kendisine yer bulmuş, 1968 ilkokul programı ile Türk okul müzik eğitimi alanında düşünsel açıdan çok önemli bir değişiklik yaşanmış, gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle 1968 ilkokul programı önemli bir dönemecin simgesidir. Bu dönemecin özelliği okul müzik eğitimi ile halk müziği arasında kurulan yapısal bağların programa yansıması, diğer bir deyişle okul müzik eğitiminin halk müziğini eksen alan bir anlayış üzerine yapılandırılmasıdır. Paul Hindemith'in (1895-1963) 1935 yılında Milli Eğitim Bakanlığı'na sunduğu "Türk Küğ Yaşamının Kalkınması İçin Öneriler" adlı mavi kitapta da belirtildiği üzere "Halk ezgisinin değeri yalnızca bıraktığı küğsel izlenimde değil, söyleyende budunsal, bölgesel ve zamansal ilişkilerde uyandırılan duygulardadır. Dolayısıyla okul eğitiminde kullanılacak çığırgılar, eski ve güçlü Türk halk küğünün şahane dağarından seçilmelidir."(8)

Ortaokullarda ise, müzik dersi Cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana zorunlu ders. Olarak programlarda yer almıştır. Ancak büyük bir çoğunlukla müzik öğretmeni yokluğu nedeniyle branş dışı öğretmenler tarafından okutulmuş, amacına uygun işlenememiş, sanatsal temellerden ve anlayıştan yoksun kalmıştır.

1970'li ve 1980'li yıllarda "temel 'eğitimin sekiz yıla çıkarılması" düşüncesine dayalı program çalışmalarından sonra, bugün ülkemizde sekiz yıllık ilköğretim okullarında, 22.04.1994 tarih ve 298 sayılı Talim terbiye Kurulu kararı ile kabul edilip "1995-1996 öğretim yılından itibaren denenip geliştirilmek üzere" yürürlüğe giren ilköğretim kurumları Müzik Dersi Öğretim Programı uygulanmaktadır. (9)

İçinde bulunduğumuz durumda programlar şu üç bakış açısından değerlendirildiğinde:

a. Cumhuriyetimizin başlangıcından günümüze süregelen gelişim ve değişimlerle, müzik dersi önceleri kent ilkokulları, 1948'den sonra da köy ilkokullarını içine alacak biçimde tüm ilkokul yaş gurubu için programlara girmiş, ortaokullar için ise yine Cumhuriyetimizin başlangıcından bu yana zorunlu tutulmuştur.

b. Programlar; program hazırlama, uygulama, deneme ve geliştirme tekniği açısından devamlı yenilik içinde olmuş, 1994 İlköğretim Kurumları Müzik Dersi Öğretim Programı bu anlayışın son aşamasını oluşturmuştur. Daha önceki programlar. Hayat bilgisi, Türkçe, matematik gibi "mihver" derslerin çevresinde dönen bir uydu nitelikli program olma durumunda iken, şimdi bu program aynı zamanda kendi ekseni üzerine oturan bir alan programı olma özelliğini taşımaktadır. Bu durum U.Ü. Eğitim Fakültesi Müzik Eğitimi bölümü tarafından 17 Nisan 1998 tarihinde Bursa'da yapılan "İlköğretim-Ortaöğretim Kurumları Müzik Dersi Öğretim Programları ve Ders Kitapları Semineri"nde açıklıkla ortaya konmuştur.(1O)

c. Programda eğitim aracı olarak yer verilen müzik türleri açısından da 1950'lerde başlayan düşünce değişikliği 1968 programında somutlaşmış ve "yöresel"den "ulusal"a ve oradan da "evrensel"e ulaşan bir düşünce çizgisinde eğitim verilmesi anlayışı yerleşmiştir. Bu da okul müzik eğitiminde halk müziğini eksen alan bir köklü değişimin sonucudur ve çok doğal bir gelişmedir.

Denilebilir ki, çağdaş müzik eğitimi anlayışı açısından temel müzik eğitimi konusunda, gerek düşünsel temele dayalı, gerekse programlar açısından bir sorun bulunmaktadır. Bu konuda, eğitim sisteminin bir alt boyutu olan müzik eğitimi alanının öncü bir yaklaşımı benimsediği, sergilediği ve gerçekleştirdiği söylenebilir.

Öğretmen Gereksinimi Ülkemizde Müzik Öğretmenliği eğitimi, 1924 yılında Musiki Muallim Mektebi / Müzik

Öğretmen Okulu ile verilmeye başlanmış,- bu okulun 1937 yılında Ankara devlet konservatuarı’nın açılmasından sonra, öğretmen yetiştiren kolu Gazi Orta Öğretmen Okulu ve Terbiye Enstitüsü'ne bağlanmıştır. Açılış sırasına göre ikinci kurum olan şimdiki Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim

Page 34: Mersin Polifonik Dergi - 8

34

Fakültesi Müzik Eğitimi Bölümü'nün 1969 yılında öğretime başladığı düşünülürse, demek 45 yıl ülkemizin müzik öğretmeni gereksinimi bir kaynaktan sağlanmaya çalışılmıştır. Ülke nüfusu 1927 yılında 13 milyon 648 bin, 1970 yılında da 35 milyon 605 bin idi.(11) Bu uzun dönem içinde nüfus yaklaşık üç katına ulaşmışken, müzik öğretmeni sadece bir kaynaktan ve gereksinimi karşılamayan kontenjanlar ile sağlanmaya çalışılmıştır.

19801i ve 1990'h yıllarda Müzik Öğretmenliği Programı uygulayan yüksek öğretim kurumlarının sayısı hızla artmıştır. Bugün 23-24 dolayında program uygulamadadır. Ancak bugüne gelinceye kadar, amaç ortaöğretim kurumlarına müzik öğretmeni yetiştirmek olduğu- için ilkokul/ilköğretim alanı hep yalnız kalmıştır. Öğretmen gereksinimi ile mezun öğretmen sayısı arasında bir türlü denge sağlanamadığı için, ortaöğretim kurumlarındaki açık da giderilememiş, okullar bayrak törenlerini yönetecek öğretmen bulamamışlardır.

1977'li yıllarda ilkokulda resim, müzik, beden eğitimi dersleri için branşlaşma uygulamasına gidilmiş, Hizmetiçi eğitimi programları aracılığıyla ilkokul öğretmenlerinden durumları uygun olanları seçilerek "İlkokul Öğretmenlerine Formasyon Kazandırma kursu" adı altında açılan yaz kurslarında eğitilmişlerdir.(12) Günümüzde bu uygulamadan da giderek uzaklaşıldığı görülmektedir. Nitekim Milli Eğitim Bakanlığı'nın 2000 Yılı Hizmetiçi eğitim Planı'nda müzik öğretmenlerine yönelik bir program olmadığı gözlenmiştir.

1968-1969 öğretim yılında Türkiye okullarında Musiki Muallim Mektebi, Yüksek Köy Enstitüleri, Gazi Eğitim Enstitüsü çıkışlı ve dışarıdan müzik öğretmenliği sınavını vererek atananlar olmak üzere 502 müzik öğretmeni görev yapmakta idi.(13) Günümüzde bu sayının 3750 dolayında olduğu ifade edilmiştir.* Atamaların şimdiki ilköğretim okullarına da yapıldığı düşünülürse bu sayının bir bölümünün sekiz yıllık ilköğretim okullarında görev yaptığı söylenebilir. Ancak tüm ilköğretim okullarında görev yaptığı söylenebilir. Ancak tüm ilköğretim okullarının ortalama bir müzik öğretmenine gereksinimi olduğu göz önüne alındığında, sayısal anlamda çok büyük bir açığın olduğu görülmektedir.

Burada asıl üzerinde durulması gereken nokta şu olmalıdır. Bilinen, genel anlatımıyla eğitim küçük yaşta başlar. İnsan bedeninin en eğitilebilir dönemi çocukluk dönemidir. Özellikle müzik eğitiminin de aynı ölçütleri içermesi beklenir. Nitekim Suzuki öğretim yöntemi ile çocuk, bebeklik döneminde müzik dinleyerek eğitilmekte, üç yaşına gelince de ezbere keman çalmaya başlamaktadır.(14) Ancak bizim eğitim sistemimizde müzik eğitimi tepede başlıyor. Mezunlar öncelikle ortaöğretim kurumlarına atanıyorlar. Okul çocuklarının en önemli 7-12/15 yaş arası kesimi müzik eğitiminden yararlanamamakta, ya da sınıf öğretmenlerinin görüşü, bilgi ve becerisi oranında eğitilebilmektedirler.

Oysa sınıf öğretmenleri, özel yetenek, bilgi ve beceri gerektiren müzik alanının eğitimini gerçekleştirememektedirler. Bursa'da 1997 yılında, iki ayrı özellik taşıyan ilköğretim okulunda 37 sınıf öğretmenine uygulanan ankette,- 34 öğretmen müzik dersini kendilerinin vermediklerini, müzik bilgisi olan öğretmen arkadaşlarından, stajyer öğretmenlerden, tanıdıkları müzik öğretmenlerinden, okul müdüründen, kendi çocuklarından, kaset, televizyon vb. Kaynaklardan yararlandıklarını ifade etmişlerdir.(15) Yine bu 37 sınıf öğretmeninin tümü, müzik dersinin, müzik öğretmeni tarafından verilmesi gerektiğini vurgulamışlardır.

Müzik Eğitimi tavandan değil tabandan başlamalı, ilköğretim okulları birinci kademesinde (ilk beş yıl) müzik dersleri müzik öğretmenleri tarafından okutulmalıdır. Almanya'da müzik sanatının gösterdiği olağanüstü gelişme, 1745 yılında uygulamaya konulan ilkokul müzik eğitimi ve başlıca merkezlerde birbiri ardı sıra açılan büyük müzik okulları, konservatuarlar yolu ile sağlanmıştır. (16)

Öğretme Ortamları Program, kitap, öğretmen, derslik ve diğer yardımcı araçlar, öğretme ortamının ayrılmaz

parçaları olarak birbirleriyle anlamlı bir bütün oluşturmaktadırlar. İlköğretim kurumları müzik dersi öğretim programının, çağdaş anlamda geniş açılımlara basamak oluşturan ve öğrenciyi sonraki

Page 35: Mersin Polifonik Dergi - 8

35

eğitim yıllarına taşıyan bir program olduğu ve burada program ile ilgili bir sorun bulunmadığı görülmektedir.

Program doğrultusunda temel ve yardımcı ders kitapları da yazılmaya ve giderek çoğalmaya başlamıştır. Önceki yıllarda ilkokullar için yazılan müzik kitapları bir koldan, daha çok ünitelere uygun düzenlenmiş birer albüm,(17) ya da ront denilen oyun müzikleri,(18) diğer koldan da 1968 programı doğrultusunda yazılmış ders kitapları olarak ön plana çıkmıştır.(19) Günümüzde artık, ilköğretim okulları müzik dersi öğretim programının yapısına uygun, sekiz yılı da içine alacak biçimde ders ve yardımcı ders kitapları yazılmaktadır.(20)

Öğretme ortamları kapsamında, derslik ve yardımcı ders araçları açısından öğrencilerimizin, özel olarak düzenlenmiş ortamlar dışında, devlet okullarında uygun ortamlarda müzik eğitimi yaptıklarını söylemek olası görülmektedir. Çevre müzik kültürü ile bir bütünlük içinde düşünüldüğünde de, birbirinden kopuk, çelişkilerle dolu, önü sonu belli olmayan bir ortamla karşılaşılmaktadır.

Tüm derslerin aynı yerde yapıldığı sınıf ortamında verilmeye çalışılan müzik eğitiminin, amaca ne derece hizmet ettiği düşündürücüdür. Albenisi olmayan, uyarıcı-yönlendirici-özendirici görsel ve işitsel ders araçlarının bulunmadığı sınıf ortamlarında yapılan müzik dersinin adı ile sınırlı kaldığı söylenebilir.

SONUÇ VE ÖNERİLER Ele alınan ve irdelenen üç başlık doğrultusunda sonuç şöyle özetlenebilir:

1. İlköğretim kurumlarında müzik dersleri ile ilgili olarak, program açısından bir sorun görülmemektedir. Elimizde 1994 yılında hazırlanmış, çağdaş bir müzik öğretimi programı vardır. İşin düşünsel altyapısı ile ilgili gelişme tamamlanmış ve bir temele oturtulmuştur. Bu temel, öğrenci merkezli, kendi ekseni üzerinde ve aynı zamanda diğer derslerle de geçişli, ileriki yıllara açılımı sağlayan bir program ile oluşturulmuştur. Program doğrultusunda yazılan ders ve yardımcı ders kitaplarının da giderek önemli bir birikim sağlayacağı söylenebilir.

Ancak programın uygulanmasında, ilköğretimin tüm sınıflarında, müzik dersi müzik öğretmenleri tarafından okutulmalıdır.

2. İlköğretimin tüm sınıflarında müzik dersinin müzik öğretmenleri tarafından okutulması düşünüldüğünde, ortaya önemli sayıda öğretmen açığı çıkmaktadır. Ancak bunun, estetik temele dayalı bireysel ve toplumsal bir düşünce geliştirme ve yaşam biçimini benimseme gereksinimi olduğu düşünülmeli ve çözüm getirilmelidir. Yoksa "7-12 yaş arasında, eğitime en uygun koca bir beş yıl, eşsiz değerde, hiçbir zaman giderilemeyecek büyük bir fırsat gibi elden kaçırılmaktadır." (21)

3. Öğretme ortamları ile ilgili sorunlar işin daha kolay çözümlenebilecek bir yanı gibi görünmektedir. Bu yolda yöneticilerin ve çevrenin yakın ilgisi ile güçlüklerin üstesinden gelineceği söylenebilir. Ancak daha uzak hedeflere yönelik, büyük projelerin hazırlanıp gerçekleştirilmesi, amaca ulaşmada gidilen yolu çok daha kısaltacaktır.

Şu sözler, bundan tam elli yıl önce, 1950 yılında söylendi:

"Bugün müzik sorunu olarak en önemli işimiz ilkokul müzik öğretimi sorununu çözümlemektir. "(22)

“İlkokulda müzik dersini artık ne yapıp edip okutulur bir ders haline koymak zorundayız."(23)

"İlkokul müzik öğretimi ve eğitimi bütün müzik öğretim ve eğitiminin temelidir." (24)

"Müzik dersini sınıf öğretmeninden alıp özel müzik öğretmenine vermekten başka umarımız yoktur." (25)

Page 36: Mersin Polifonik Dergi - 8

36

Şimdi neyin ne kadar çözümlendiğini, çağdaş anlamda toplumumuzun özellikle ilköğretim yaşı öğrencilerine yönelik müzik eğitimi sorununu ne kadar aşabildiğimizi düşünmeliyiz.

(*) Doç., U.Ü. Eğitim Fakültesi, GSE Bölümü, Müzik Eğitimi ABD öğretim üyesi.

(1) Eflatun, Devlet, s.92

(2) Necati GEDİKLİ, Ülkemizdeki Etki ve Sonuçlarıyla Uluslararası sanat Müziği, s.144

(3) Ali UÇAN, Müzik Eğitimi, temel Kavramlar-İlkeler-Yaklaşımlar,s.37

(4) Hafız Hızır İlyas Ağa, tarih-i Enderun, s.24 (5)Ali UÇAN, aynı,s.37

(6) ................ …..aynı,s.38

(7) Ali UÇAN, aynı, s.64

(8) Paul HINDEMITH, Türk Küğ Yaşamının Kalkınması İçin Öneriler, s.71

(9) İlköğretim Kurumları Müzik Dersi Öğretim Programı.

(10) İlköğretim-Ortaöğretim kurumları müzik dersi Öğretim Programı ve ders Kitapları Semineri.

(11 )Türkiye Profili, S.156

(12)MEB 1994yılı Hizmetçi eğitim Planı, s.25

(13) Muammer Sun, Eğitsel Müzik Öğretimi, Müzik Eğitimi s.91

* Bu bilgi Ahmet SAY'dan alınmıştır.

(14) Müfit BAYRAŞA, Çağdaş Müzik Eğitimi, s.14

(15) İsmail BOZKAYA, İlköğretim Okulu Müzik Öğretmenliği, U.Ü. Eğt. Fak. Derg., S.7

(16) H.B. YÖNETKEN ve diğerleri, Müzik Eğitim, s.24

(17) Belma IRVALI, Okullar için 230Şarkı

(18) Ferit Ragıp TUNCOR, İlkokullar İçin Rontlar ve Şarkılı Oyunlar

(19) Z. AYDINTAN-S. EGÜZ, İlkokulda Müzik Eğitimi.

(20) Muammer SUN, Temel Müzik Eğitimi.

(21) .......................H.B.YÖNETKEN, Müzik Eğitimi, S.17 (22) aynı, s.17

(23) .......................aynı,s.26

(24) ..................... ,aynı,s.26

(25)…………………,Aynı,s.25

Page 37: Mersin Polifonik Dergi - 8

37

MÜZİK, MÜZİK... Ahmet ADA (1947)

avanos'tayım taştan bir evde, pencereleri ıssızlığa açılan, avludaki testiler topraktan da kırmızı, sessizce bakıyorum göğe, dokunup geçiyor güle son yaz da, sapsarı bir kuş uçuyor uzakta bağların üstünde, doğanın eli dokunmuş bir kuş buralı insanlar geçiyor sakalları uzamış, bir parça kalmış gibi ömürleri, esmer yüzleri kararmış yağmur gibi avanos'tayım küçük taştan bir evde avluya bakan günebakanlar hafif hafif sallanıyor rüzgârda tekerlekleri kırık bir araba, birkaç bakır kova, söğütler uykulu, tamamlıyor avluyu birkaç kayısı ağacı evin dışında uyuyor üç beş kavak uzaklaşıyor sesleri buralı adamların çocuklar yok tenha sokak kuşlar uçuyor üstünden alçacık damların tanımadığım kuşlar mavi turuncu kara kuş cıvıltılarına gömülüyor sokak buraya kendimden kaçmak için geldim taşın filizini görmek için kuşların yalın bir dize gibi uçuşunu koşusunu atların ve eşeklerin arıların dans edişini fır dalayı yıldızların parlaklığını, rüzgârın dört el çaldığı stravinsky'nin bahar ayini'ni dinlemeye geldim elleri ceplerinde bir adamım pencerenin önünde duruyorum odadan müzik yayılıyor üzüm bağlarına doğru, içimde ikiz kuleler çöküyor, ölümün derin sessizliği geçiyor ağaçların arasından biliyorum bir göl serinliği yok dingin sessizliği yırtan kuş sesleri dökülüyor yavaş yavaş, akşamın can havliyle geçen rüzgârına müzik,müzik diyorum bir testiden çıkan ses, bir kuyunun ağzıyla konuşuyorum, savaşlar, açlık ve yoksulluk varken dünyada müzik, müzik diyorum hangi pencereyi açsam gökyüzü karşılık veriyor dağlar ve vadi sesimin dalgaları oluyor bir de fesleğenler bir de sardunyalar rüzgârın sesinde kokan ben buraya kendimden kaçmak için geldim yanımda stravinsky'nin bahar ayini bir de minör keman konçertosu kulağımda müziğin adımları, bir de kavakların hışırtısı, nerede bitiyor müzik, nerede başlıyor kavakların hışırtısı, ovaya yayılıyor bütün parçalarım ama biliyorum yaşayacak benden sonra da bahar ayini, uzaklaştıkça tek tek yanık ağaçlar ovada uzadıkça uzuyor bendeki keder

Page 38: Mersin Polifonik Dergi - 8

38

Öğretmen Kendini ve Dersini Sevdirmelidir Gökçe Pınar AKIN

Müzik Öğretmeni

Sokrates bir öğrencisinden bahsederken, "Ben ona ne öğretebilirim? O beni sevmiyor." Demiştir.

Gerçekten öğrencimiz bizi sevmiyorsa, biz kendimizi öğrencimize sevdirmemişsek, ona pek az şey öğretebiliriz.

Dersler öğretmenleriyle sevilir. Kendini sevdiremeyen öğretmen dersini de sevdiremez. En ağır ve soyut konuları kapsayan dersleri bile o derslerden soğumuşuzdur.

Müzik öğretmeninin, müzik dersinde kendisini öğrencisine sevdirmesi için, her şeyden önce kendisinin müzik ve müzik öğretmenliğini sevmiş olması gerekir. Müzik eğitimciliğini seven, neyi nasıl yapacağını bilen, sonuç alan, verim alan, işlevi olan, değerli bir kültür ve uygarlık öğesi halinde var olan bir müzik öğretmeni işinden zevk alır, yaşamından hoşnuttur, sevimli görünür, öğrencisini sever, öğrencisi de onu sever, ona ve dolayısıyla müziğe bağlanır.

Müzik dersi kendiliğinden sevimli bir derstir. Ama mesleğine bağlı olmayan, işini zoraki yapan, ne ve nasıl yapılacağını bilmeyen işlevi olmayan, asık yüzlü bir müzik öğretmeni elinde- bu ders çok sevimsiz, dayanılmaz bir hal alır.

Öğretmenin mesleğine bağlılığı, meslek heyecanı, sevimliliği, çocuğu tanıması, onu sevmesi, dersini sevdirmesi ve dersinde sıcaklık, sevimlilik yaratma yeteneği, onun bilgisi dışında kalan, kişiliğine ilişkin taraflardır ki bunlar, başarısı üzerinde bilgisi ve metodu kadar önemli rol oynar.

Bu kişiliğe ilişkin niteliklere sahip olmayan bir öğretmen sadece bilgi ve metotla istenilen verimi sağlayamaz.

Kişilik ve metot, ikisi birden gereklidir. G. Cokmpayre bu konuda bakın ne diyor:

"Öğretimdeki başarınız yalnız bilginize değil, çocuğa karşı olan sevginize de bağlıdır. Eğer çocuktan ilgi bekliyorsanız işe kendi eğitimciliğinizle ilgilenmekle başlayın. Kendimizin duymadığı bir heyecanı başkasına iletmemize olanak yoktur. Alınmak isteniyorsa, vermek gerekir."

Şu sözler de R. Cousinet'in:

"Öğretmenler, çocukların dikkatli olmadıklarını yineleyip dururlar. Çünkü kendileri çocuklara karşı dikkatli değildirler."

Yazımı başka bir eğitimcinin şu sözleri ile bitirmek sterim:

"Çocukları tanımak için onları sevmek gerekir.

Çocukları sevmek için de onları tanımak gerekir."

Ben, öğretmenlik hayatımın daha çok başında sayılırım ama başladığım ilk günden itibaren bu ilkelere uymaya özen gösteriyorum. Aynı ilkelere yeni yetişen öğretmen arkadaşlarımın a uyması ve uygulaması en büyük temennim.

Page 39: Mersin Polifonik Dergi - 8

39

öykü Keman Virtüözü Pilat Talip APAYDIN Müzik Öğretmeni

Fazıl SAY'a sevgiyle Konçertoları neden sevdiğimi o yazıyı okuyunca daha iyi anladım. Gerçi aşağı yukarı aynı

şeyleri düşünüyordum ama böyle açık deyimleyemiyordum. Yazıyı okuyunca aydınlanıverdim. Diyelim bir keman konçertosunda, toplumu simgeleyen orkestraya karşı kemanın bireysel özgürlüğü... Bazen karşı çıkışı, bazen uyumu, birlikteliği, ama her durumda "ben de varım" deyişi toplum içinde kendi yerini belirleyici... Her çalgı aynı şeyi yaparsa ne olur? Altından kalkılmaz elbet. Karmaşa olur. Bireyler kendi yerini bilmeli. Genel uyuma katkıda bulunmalı, onu tamamlamalı. Orkestranın hep birlikte çaldığı bölümler onun için daha canlıdır, görkemlidir. Sololar onu hazırlar. Kendi dilleriyle "bakın ben bunları söylüyorum ama gelin birlikte seslenelim, daha güzel olur" der gibidirler.

Keman konçertoları içinde benim için güzelim Beethoven, Mendelssohn, Tchaikovsky'de keman soloları zaman zaman bireyselliğe düşseler bile genel uyumun içinde görevlerini yaparlar. Toplumsal sınırı aşmazlar. Hem kişiliklerini korurlar, hem de orkestraya saygılıdırlar. Ne denli üzgün olsalar da son sözü hep orkestra söyler. Belki onun için yıllar yılı hiç usanmadan dinlerim onları. Dinlerken de -biliyor musunuz- ben çalarım o kemanları. Bir kulağım orkestrada, bir gözüm şefte, ama tam dikkatim elimdeki kemanımda, kendimden geçerim, nerede olduğumu unuturum. Berlin'in görkemli konser salonunda mı, Londra Kraliyet Orkestrasının önünde mi, yoksa Zürich gölüne bakan o eski ama anlamlı yapıda mı? Hiçbirini görmem, hepsini birbirine karıştırırım. Benim için önemli olan seslerdir. Seslerin dünyasıdır. Ve bu sesler yeryüzünün her yerinde aynıdır. Aynı değil belki, şeflerin orkestraların yorum farkları var ama benim kemanımın sesleri hangi salonda çaldıysam, aynı uyumu sağladı. Dinleyiciden aynı beğeniyi ve alkışı topladı. Menuhin'le, Kreisler, Oistrahk, Uto Ughi'yle birleşip olağanüstü dakikalar yaşattı. Şu karmaşık dünyaya uyum ve anlam getirdi. Genç yetenekli ve duyarlı bir kemancıyım ben. Gözlerimi kapayıp dinlerken hemen oradayım. Bir orkestranın önünde çalıyorum. Karşımda dinleyiciler arkamda orkestra üyeleri, elimde kemanım. Böyle dünyaların yaratıcısıyım.

Nasıl geldim buraya? Anlatması uzun şimdi. Bir özlem mi, düş mü, varılamaz kadar uzak bir yer mi, ama buradayım işte çalıyorum. Beethoven'i, Mendelssohn'u, Tchaikovsky'yi seslendiriyorum. Orkestra üyeleri göz ucuyla beni izliyorlar. Kiminin yüzünde belli belirsiz bir hayranlık, hatta şaşkınlık.. Dünkü provada daha açık duydum bunu. Bu genç adam nasıl kalkar da Beethoven konçertoyu çalar? Ne cesaret? Biz çoğumuz saçlarımızı ağarttık da oraya gelemedik... Ama daha ilk girişte donup kaldı hepsi. Kendi partisini unutanlar oldu. Şef tekrar baştan aldı. Kızmıştı ama bana değil. Beni orkestraya öneren Prof. Verdux, başını eğmiş, ellerini yüzüne kapamıştı. Çok heyecanlı olduğu belliydi. Sanki ben değil de o bir sınav veriyordu. Küçülmüş gibiydi oturduğu koltukta. Bense inadına rahattım. Ceketimi sandalyenin arkasına asmış, kısa kollu gömleğimle, kemanım elimde müziği koğuşturuyor, giriş yerimi bekliyordum. Yalnız bu değil, düzinelerle konçerto ezberimde. Nasıl çalıştım, nasıl hazırlandım, şimdi anlatamam, Anlatsam da kimse inanmaz. O kadar kolay öğrendiğim halde uykularımda bile keman çalıştım. Zorlandığım bölümleri yüz kez tekrarladım. Üç ayrı keman hocam "biz senin gibisine rastlamadık" dediler. "Beynine teyp mi yerleştirdin" diye takıldılar. Benim kadar kolay öğrenen ve ezberleyen bir kemancı belki de hiç; gelmedi yeryüzüne. Müzik tarihi İtalyan kemancı Paganini'den söz eder. Doğrudur, büyük ustadır.

Yapıtlarını çalmak çok zordur. Son bir yıldır ona çalıştım, hepsini de çaldım. Çoğu ezberimde. Prof. Verdux beni bu ünlü şefe getirdiğinde ilk olarak ondan bir parça sundum. Yaşlı şefin yumuk gözleri fincan gibi açıldı. Bravo diye alkışladı beni. Omzumu sıvazladı. Orkestranız eşliğinde Beethoven konçertoyu çalmak istiyorum deyince şaşırdı. Garip hareketler yaptı. Hemen ünlü girişini çalmaya koyuldum. "Dur dur, dedi, tamam. Yarın onda provaya gel."

Page 40: Mersin Polifonik Dergi - 8

40

O akşam bu tanımadığım kentin otel odasında, deniz gibi uzanan göle karşı, kendi başıma bir duble viski içtim. Bir şeyler olacak diye düşündüm. Olmalı hem de. Çok uzaklardaki annemi telefonla aradım, çıkaramadım. Bir ışık, bir yakın ses gereksinimim vardı. Ama hiç biri yoktu şimdi. Yapayalnızdım. Yatağıma sırtüstü yattım, zilleri sıraya girerdi. Şimdi hiç birisi yok. Buraların sarışınları ünlüdür. Uçaktaki hostes gelse şimdi, bir saatliğine. Göz süzdü durdu bana. Hem de iyi uyurdum. Şimdi zile basıp resepsiyondaki tanımadığım adama bana kadın gönderin denmez ki... Neyse, unut şimdi Pilat. Unut şimdi, sırası değil. Sonraya sakla o gereksinimi. Odanın kapısını tıklattım, "gel" dediler içerden, girmeye bak. Gir ve gereğini yap.

Yattım. Kendimi bıraktım yatağa. Uykum iyidir. Sağlımı ve gücümü uykuma borçluyum. Uyumak ve çalışmak çocukluğumdan beri özelliğimdir. Annem hep öyle söyler. Yabancı bir otel odasında bile olsa ve böyle bir günde... gene de uyumalıyım.

Pek sık rüya görmem. Ama o gece rüya gördüm. Mendelssohn konçertoyu çalışıyormuş. Neden Beethoven değil de Mendelssohn? Bilemiyorum. Orkestra ile bir türlü uyum sağlayamıyorum. Onlar yavaş çalıyorlar, ben hızlı gidiyorum. Öyle alışmışım. Şef provayı ikide bir durduruyor sarı renkli avizeye baktım uzun uzun. Alışmalıyım dedim. Bundan sonra belki hep böyle olacak. Tanımadığım uzak ülkelerin kentlerinde, yabancı otel odalarında, alışmalıyım. İçimde yarın çalacağım konçertonun andante hüznü. Masanın üstünde sessiz bekleyen kemanım. Evet, bir uzun yolun başındayım, hissediyorum bunu. Yarın belli olacak her şey. Ünlü şef, ya yürü diyecek bana, ya da dur, biraz daha hazırlan. Ben ki çok güveniyorum kendime. Kolay kolay heyecanlanmam. Nitekim bugün iyi bir sınav verdim. Koca orkestranın programı değişecek benim için. Bu olağan dışı bir şey. Nasıl açıklanacak bunca müzik adamına, bunca dinleyiciye? Ne bileyim ben?

Uyulmalıyım. Yarın dingin bir bedenle çıkmalıyım orkestranın önüne. Yirmi yaşımın gücüyle. En çok uzun trillerde mi zorlanacağım? Sol elimi kaldırıp tril provaları yaptım, boş elle olmaz elbet. Kalkıp kemanı çıkardım kutusundan. Çenemin altına yerleştirip arşe kullanmadan pro-valar yaptım, iyi... Su gibi çalacağımdan eminim. Sağlam bir tonlama tutturursam o gizli gücümün yardımı ile çalar giderim. Böyle ünlü bir orkestra ile, büyük bir şefle çalınmaz da ne yapılır? Dinleyici dersen dünyanın en seçkin dinleyicisi. Benim gibi bir kemancı burada çalmaz da ne yapar?

Ağzımı açıp soluklandım. Kemanı yerine koydum. Mutlu muydum acaba? Evet mutluydum. Düşlerim gerçekleşiyordu. İki adım kalmıştı. Yarım bardak daha viski doldurdum. Pencerenin önüne dikilip yudumladım. Dışarılara baktım, uzak gölün kıyılarında sıra sıra ışıklar yanmıştı. Sisler içindeydi kent. Bir gün ünlenince beni yalnız bırakmazlar diye düşündüm. Geçicidir bu yalnızlık. Belki telefonlar çalardı arka arkaya. Kentin gürültüsü duruyor. Sıkıntı içinde uyandım. Terlemişim. Hay Allah! Bir süre kendime gelemedim. Sonra rahatlayıverdim. Rüya bu. Rüyalarım hep ters çıkar. Çok denedim. Böyle seçkin bir orkestra ile uyum sağlayamamam olur şey değil. Çok kolay uyarım ben. Kendimden çok orkestrayı dinlerim.Bütün sesleri duyarım. Rüya bu, olamaz... Bir saat kadar döndüm durdum yatakta. Sonra tekrar uyumuşum. Saat dokuzda telefon çaldı, Prof. Verdux lobide beni bekliyormuş. Kahvaltıyı otelde birlikte yapacaktık.

Tüü... ayıp oldu. Çabuk hazırlanıp indim aşağı. Bozuk Almancamla özür diledim. Tahmin ettim, çok haklısın" dedi. Anlayışlı adam. Rahatlatıcı şeyler söyledi. Durumumu ondan iyi kim anlayabilir? yılların müzik hocası. Düzinelerle keman virtiyozu geçmiş elinden. "Gördüklerimin en iyisisin Pilat, dedi. Sakin ol." Sakinim profesör dedim.

İyi bir kahvaltı yaptım. Onun yediklerinin iki mislini yedim. Yirmi yaşın iştahı. Oğluna bakar gibi sevecenlikle bakıyordu yüzüme. "Hadi bakalım dedi, al kemanını koltuğuna. Yarından sonra sen taşımayacaksın nasıl olsa." Ne demek istediğini anlayamadım. Arabaya binince açıkladı, öyle bir ünlü olacaksın ki, bomba gibi patlayacaksın. Çevrene bir sürü insan doluşacak. Kemanını hep başkaları taşıyacak..." Şaka yapıyorsun profesör dedim. Karşılıklı gülüştük. Prova yapacağımız salona geldik ki orkestra üyeleri hep fuayede toplanmış konuşuyorlar. Aralarında tartışıyorlar. Bizi görünce bir sessiz-leştiler. Sonra profesörün çevresini kuşatıp, "nedir bu profesör, nerden çıktı bu?

Page 41: Mersin Polifonik Dergi - 8

41

Program nasıl bozulur, olacak iş mi?" Sıkıştırmaya başladılar. Profesör zor durumdaydı. Ellerini açıp kapadı. Bilmediğim Almanca sözcüklerle yanıt vermeye çalıştı. Ben de kemanım koltuğumda arkalarda dikilip kaldım. Şaşkındım. Hepsi de yaşlı başlı adamlardı. Belki ünlü müzisyenler vardı aralarında. Hele ki o sırada şef girdi içeri. "Herkes yerini alsın" diye ellerini birbirine vurdu. Müthiş bir otoritesi olduğu belliydi. Kimse ses çıkaramadı. Çalgısını alan sessizce salona yürüdü. Ama söylemeliyim, çoğunun yüzü bozuktu. Prof. Verdux bana bakıp gülümsedi, kulağıma bir şeyler fısıldadı. "Anlamazdan gel sakin ol. Biraz sonra pişman olacaklar. Hadi göreyim seni genç adam."

Öyle yaptım. Çok dingin, kendime güvenli adımlarla yürüyüp orkestranın önündeki yerimi aldım. Bir de inat olsun diye ağırdan alarak ceketimi çıkardım, sandalyenin arkalığına astım. Şefe hazır olduğumu işaret ettim. Şef ellerini kaldırıp sessizliği sağladı. Birkaç sözcükle beni üyelere tanıttı. Beethoven konçertoyu prova edeceğimizi söyledi. Notaları çıkarmalarını bekledi ve orkestra başladı. Hemen anladım, gerçekten iyi bir orkestra. Sesler dolu dolu çıkıyor. Tonlama müthiş. Şef tam yerinde işaretini veriyor. Böyle bir orkestra ile çalmak benim için çocuk oyuncağı. Salonun giriş yerine yakın, kemanı çenemin altına yerleştirdim ve tam bir güvenle başladım... Yüzüm hafifçe orkestraya dönük olduğu için görebiliyordum, hepsi bir sarsıldı. Kimisinin gözleri büyüdü. Bazıları şaşırdı, önündeki notaya bakmayı unuttu. Şef gülümsedi hafifçe, başını iki yana salladı, ama anlamazdan geldi. Hele solo yerlerinde şef dahil, hepsi işi bırakıp bana baktılar. Gözlerimi yumdum, kendimi Beethoven'in uğultulu dünyasına attım. Çok iyi çaldığımı anlıyordum. Orkestranın ana temaya katıldığı bölümde baktım, tüm orkestra üyeleri tam konsantre olmuşlardı. Yüzleri çözülmüştü, zevkle çalıyorlardı. Şef bir iki yerde durdurdu. Bazılarına adlarıyla seslenip parmağını salladı. Bana da özür diler gibi gülümsedi. Daha gerilerden tekrar başlattı. Çok iyi bir müzik çıkıyordu ortaya. Hiç beklemiyorlardı demek. İlk bölümü bitirdiğimiz zaman müzisyenler başlarını sallayarak, yüz ifadeleriyle beğenilerini gösterdiler. Birinci kemancı "bravo genç adam" diyerek beni kutladı. Şef elimi sıktı. Öbür eliyle tıp tıp omzuma vurdu. Orkestraya dönüp "bir mucize, diye seslendi. Bizim için de iyi olacak bu." İkinci bölüm için on beş dakika ara verdi. O zaman müzisyenler çevreme toplanıverdiler. Kutlayan kutlayana... Sorular, sıcak ilgiler... Prof. Verdux zorlukla yanıma gelebildi. Kolumdan çekip şefin odasına götürdü. Şef, meyve suyu ikram etti. Ağır ağır yudumladım. Nasıl çalıştığımı, kimleri sevdiğimi sordu. Yanıtladım. Bu yaşta repertuarımın genişliğine şaştı. Geleceğiniz çok parlak, dedi bana.

İkinci bölüm hiç ara vermeden, üçüncü bölüm, aynı parlak başarı ile sürdü. Birinci bölümü tekrarlattı. Herkesin yüzü gülüyordu şimdi.

"Bir de Meldelssohn, dedim. İsterseniz Tchaikovsky..."

"Yorulmadın mı?"

"Bu orkestra ile akşama kadar çalabilirim" dedim.

Şefin çok hoşuna gitti.

"Mendelssohn kısadır, onu prova edelim" dedi.

Gece gördüğüm rüya aklıma geldi, heyecanlandım biraz. Ama başlayınca rahatlayıverdim. Tam benim istediğim gibi çalıyorlardı. Coşkuyla giriştim. Hiç aksamadan, durmadan sonuna kadar götürdüm. İyi bir icra çıktı. Boş salonda tek başına oturan Prof. Verdux'un alkışı ile kendime geldim. Selam verdim ona.

Şef elimi sıktı. Birinci kemancı elimi sıktı.

"Keşke televizyonu çağırsaydık, teybe alsaydık. Prova değil, konser oldu" dedi, birinci kemancı.

"Yarın çağıralım, dedi Şef. Bir daha ele geçmez böylesi."

Beni ve Prof. Verdux'u yarın konserden sonra akşam yemeğine çağırdı. Program için televizyonla ilişki .kuracağını söyledi. Sonra orkestra üyeleri sıraya girip elimi sıkarak beni uğurladılar. Kendiliğinden bir tören oldu. Yıllardır düşlediğim yol açılıyor muydu ne? Rüyada gibiydim. Prof. Verdux arabasıyla benî otelime getirirken, dönüp dönüp omzuma vuruyordu. "Oldu

Page 42: Mersin Polifonik Dergi - 8

42

bu iş genç adam, oldu... Farkında mısın, müthiş bir şey..." Çok şeyler söylemek istiyordu ama aramızdaki dil engeli yüzünden aynı sözcükleri yineleyip duruyordu. Kendi kendime Almancamı ilerletmeliyim, dedim. Ülkeme varınca bir Almanca hocası tutayım, her gün bir saat çalışayım.

Yemeği birlikte yedik. Çok neşeliydi. Lokantanın garsonlarına takılıyor, benim kim olduğumu soruyordu. Onlar "bilmiyoruz" deyince "yarın akşam öğreneceksiniz, yarın tüm dünya tanıyacak bu genç adamı" diyordu. Garson kızlar "hım..." Yapıp uzaklaşıyorlardı yanımızdan. İçlerinden sarışın bir güzel hocanın sözlerini ciddiye almış herhalde, gelirken geçerken bana bakıp gülümsüyordu. "Kokuyu aldı bu kız dedi hoca. Yamandır bu bizim kızlar. Yarın akşam odana gelirse şaşmam."

Gülüştük.

O günü, ertesi günü biraz sıkıntılı geçirdim. Profesör derslerine gitti. Ben odamda yalnız kaldım. Günlük iki saatlik çalışmamı yapıp Zürich caddelerinde başıboş dolaştım. Mağazalara girip çıktım. Anneme güzel bir İsviçre masa saati aldım. Kendime de bir güneş gözlüğü. Ne kadar zengindi mağazalar? Kendi yoksul ülkemi düşündüm, aradaki fark içimi sızlattı. Öğleyin bir lokantaya girip çoğu Almanların yaptığı gibi kızarmış patatesle bira içtim. Sonra otelime dönüp banyo yapayım, elbisemi ütüleyeyim dedim. Bavulda kırışmış olabilirdi. Akşamdan assaydım kendiliğinden düzelirdi ama unuttum. Akşamki konseri düşündükçe bir hoş heyecanlanıyordum. Gerçi sinirlerim sağlamdır, dingindim. Gene de kendime moral vermekten geri kalmıyordum: "Başaracaksın Pilat, bu işin uzmanları hep böyle söylüyor/sakin ol..."

Akşama doğru kalkıp tıraş oldum, giyindim. Hafif bir şeyler yedim. Kemanımı kutusundan çıkarıp son provamı yaptım. Hazırdım artık. Derken telefon çaldı, tanımadığım bir ses sordu, "Heer Pilat mı?" Evet. "Ben orkestradan Heer filanca. (Adını anlayamadım.) Saat sekizde gelip sizi otelinizden alacağım."

Kimdi acaba? Tanımadığım birinin arabasına nasıl binerdim? İyi ki biraz sonra Prof. Verdux telefon etti, hazır mısın, gelip alacağım, dedi. Durumu anlattım. Güldü. "Bugün binebilirsin, yarın ve daha sonra tanımadığın hiçbir arabaya binmeyeceksin." Peki, dedim. "Korkma, ben de geleceğim, dedi."

Konser salonu bir harikaydı. Hani şu filmlerde gördüğümüz geçen yüzyıllardan kalma süslü, görkemli bir yapı. Daha kapısından girerken bir mabede girer gibi başka bir dünyaya göçüyordunuz. Fuaye şık beylerle, tuvaletli hanımlarla doluydu. Aralarında fısıldaşıp gülüşüyorlardı. Biraz sonra kulaktan kulağa duyulmuş olacak ki herkes bana bakmaya başladı. Kimisi gülümseyip selamlıyordu. Televizyoncular, gazeteciler çevremi kuşattılar. Konuşmak, röportaj yapmak istiyorlardı. Profesör ellerini kaldırdı, "şimdi olmaz, lütfen yormayın, konserden sonra" deyip kolumdan çekti. Bir odaya soktu beni. "Nasılsın, heyecanlı mısın?" Diye sordu. Yok, dedim, gayet iyiyim. "Evinde gibi rahat ol, heyecanlanma. İstersen bir diyazem vereyim." Hayır, dedim, gerek yok.

Biraz sonra şef göründü. Konser giysileri içinde tanınmayacak kadar şıktı. Selamlaştık. O da aynı şeyleri söyledi, "heyecanlanma, bu salon senden iyisini görmedi. Çok sakin ol." Gülümsedim, öyleyim, dedim.

Saatine baktı. Orkestra üyeleri dışarıda çalgılarını akortluyorlardı. Ben de kemanımı, çıkarıp akordunu kontrol ettim. Tamamdı her şey. Profesör elimden tutup beni tuvalete götürdü. İşimi bitirip ellerimi yıkadım. İyice kuruladım. Birbirine sürtüp ısındırdım. Gülümsüyor, başını sallıyordu. "Boğazın çok sıkı olmasın" diyerek papyonumu gevşetti biraz. Yaka cebimdeki mendilimi düzeltti. Omzumu tıpıştırdı, "hadi bakalım genç adam, bu akşam dünyaya bir yıldız doğacak. Göreyim seni."

Ortalık sessizleşmişti. Orkestra üyeleri yerlerini almış, salondaki uğultu da azalmıştı. Saat eliyordu. Şef bana bakıp gülümsedi. Kapıların kapandığı, duyuldu. Profesör başarılar dileyip yanımızdan ayrıldı.

Page 43: Mersin Polifonik Dergi - 8

43

Şef kemanımı almamı işaret etti ve yol gösterdi. Ben önde o arkada yürüdük. Daha sahneye girer girmez bir alkış koptu. Hiç duymamış gibi yaptım. Orkestranın önüne geçip yerime dikildim. Herkes bana bakıyordu. Pek genç ve yakışıklı bulmuşlardı. Kimisi elindeki broşürü inceliyor, kimi yanındakine eğilmiş, hakkımda bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu. Sonra susuldu. Şef yan tarafta birine işaret etti, ne olduğunu anlayamadım. Genç bir bayan yanıma geldi, seyircilere dönüp hakkımda bir şeyler söyledi. Tanıtıcı bir konuşmaydı. Hepsini anlayamadım. Program değişikliği için dinleyicilerden özür diledi. "Nedenini biraz sonra anlayacak ve bizi bağışlayacaksın iz" dedi. Televizyon aygıtları sessizce çalışmaya başlamıştı. Dinleyicilerin alkışlarını başımı hafifçe eğerek ve gülümseyerek yanıtladım.

Sonra şef ellerini kaldırdı ve müzik başladı. Rahatlayayım diye bir iki ayak değiştirdim ve kemanımı çenemin altına yerleştirdim. Göz ucuyla şefe bakıyordum. Bana döndü ve tam yerinde fırtına gibi girdim. Dinleyicilerin yüzlerinde bir hayret parlaması oldu. Kımıldandı bazıları, ama kendilerini tuttular. Kimisi elini ağzına götürdü, gözleri büyüdü. Beethoven konçerto bu görkemli salonda belki de hiç olmamış bir virtiozluk düzeyinde akıyordu. Arkamda orkestranın çok güzel çaldığını, benim de bu yana uyum sağladığımı hissediyordum. Biraz sonra öyle şeyleri düşünemez oldum. Beethoven müziğinin o alıp götüren büyülü dünyasına daldım. Görkemli bir çağlayan gibi akıyordu. Salon donmuş gibiydi. Yüzlerde sadece şaşkınlık ve hayranlık vardı. Ama ben onları göremez oldum. Gözlerimi yumdum. Kemanımın ve arkamdaki orkestranın sesi tüm beynimi doldurdu hücrelerime kadar onu yaşadım. Uyumlu devinimlerle ve yüz ifademle müziğin anlamını sergiledim. En duyarsız insanları bile kendinden geçirebilirdi. Üstelik şu salonu dolduran kişiler hep müzikle ilişkili insanlardı. Kim bilir kaç kez dinlemişlerdi bu konçertoyu. Ama bugünkü bir başkaydı, hemen herkes anlıyordu bunu. Bakışlarından, duruşlarından sezinliyordum. Böyle bir icrayı Beethoven bile düşlememişti belki. Görkemli bir ses evreni salonu doldurmuştu. Televizyonun canlı yayın yaptığını, aynı anda tüm Avrupa'ya yaydığını, daha önce sık sık anons ettiklerini bilmiyordum. Sonradan söylediler. Birinci bölümün bitimi ile şiddetli bir alkış koptu salondan. Tüm izleyiciler ayağa kalkmış alkışlıyor ve "bravoo" diye bağırıyorlardı. Gelenek değildi yapıtın ortasında alkışlamak. Sağa sola baktım, şefe baktım, o da alkışlıyordu. Elini uzattı ' bana, sıktım. Sonra seyircileri selamlamak aklıma geldi. Başımı eğdim, bir süre bekledim. Alkışların duracağı yoktu. Şef ikinci bölüme başlamak için değneğini kaldırdı. O zaman durdu alkışlar. Ve ikinci bölüme başladık. Ağır ve dokunaklı. Beethove'in o insancıl hüznü. Çok severim bu bölümü. Zaman zaman ağlayarak çalmışımdır. Beethoven ve Tchaikovsky konçertolarındaki andante bölümleri bence keman edebiyatının iki doruk noktasıdır. Doyumsuz bölümlerdir. İnsanlığın kara yazgısını deyimlerle. İyi çalınırsa ağlamadan edemez insan. Orkestra ile birlikte öyle bir seslendirdik ki hüzünle doldu salon. Kimi gözler yaşardı. Usulca mendiller çıkarıldı ceplerden, gözler silindi. Sinek uçsa duyulurdu, müziğin sihirli havası herkesi içine almıştı. İyi göremiyordum, gözlerim kapalıydı ama duyuyordum, olağanüstü etkilenmişti dinleyiciler. Dakikalar durgun bir su gibi aktı. Bitince kimse alkışlayamadı. Sanki eli kolu bağlanmıştı insanların. İçli bir durgunluk çökmüştü salona.

Sonra üçüncü bölüm. Umut dağıtan parlak bir müzik. Yavaş yavaş silkinip ayağa kalkan insanoğlu. Yaşamın ve başarının sevinci. Solo kemanın bireysel özgürlük savaşımı. Çok iyi çaldığımı anlıyordum. Çünkü yürekten katılıyordum Beethoven'e. Ana temaya götüren orkestra zaman zaman katılıyordu bana. Yeryüzünü kuşatan, güzelleştiren sevinci paylaşıyorduk. Nefes kesen bir neşe yaratıyorduk. Arada bir şefe bakıyordum, yaşlı bedeninden beklenmeyen bir coşkuyla yönetiyordu. Çok beğendiği yüzünden belliydi. Tutkulu bir katılım içindeydi bütün orkestra. Solist olarak onları benim sürüklediğimi anlıyordum. Çok iyi çaldım bu bölümü. Şimdiye kadarkilerin belki en iyisi. Yüzümle, mimiklerimle belli ediyordum bunu. Sanki çalmıyor yaşıyordum. Bitince salondan karşılık geldi, müthiş bir alkış tufanı koptu. Salon yıkılacaktı nerdeyse. Sahneye fırlayanlar, bağırıp çağıranlar, çiçek atanlar birbirine karıştı. Sonradan televizyondan da izlettiler, görülmemiş bir gösteriydi. Yalnız İsviçre değil, tüm Avrupa'nın ayağa kalktığını öğrendim. "Harika bir konser, yüzyılın konseri" diye nitelenmişti. Şefin ve birinci kemancının kolunda zorlukla çıkabildik sahneden. Alkışlar bitmiyordu. Herkes kucaklamak istiyor, elimi sıkmaya çalışıyordu. Arada kemanımın kırılacağından korkuyordum. Şefin dinlenme odasına

Page 44: Mersin Polifonik Dergi - 8

44

güçlükle girebildik. Kapıyı kapattılar. Dışardan uğultular geliyordu. Salonda bir kaç kişinin bayıldığı, ambulansla hastaneye götürüldüğü söylendi.

On dakika sonra tekrar çıktık sahneye. Daha kapıdan görünür görünmez alkış başladı. Kemanım elimde değildi, getirip verdiler. Akort edip hazırlandım. Salon susunca Mendelssohn'a başladık. Ne kadar severim bu konçertoyu. Hiç bıkmadan çaldığım yapıtlardan birisidir. Romantik dönemin parlak bir gençlik müziği. Neşeli, atılgan, diri... İyi çalacağımdan hiç kuşkum yoktu. Nitekim öyle gitti. Orkestra ile tam bir uyum içinde, hiç durmadan sonuna kadar götürdük. Rahat ve coşkulu bir icra çıkardık. En zor solo bölümlerini bile su içer gibi çaldım. Sonradan İsviçre gazetelerinin yazdığı gibi "nefes kesen" bir konser oldu. Bitişte dinleyicilerin alkışı görmeye değerdi. Bitmek bilmedi. Yedi sekiz kez sahneye çıkardılar. "Bis bis bis..." Diye tempo tuttular. Şef yorulmuştu. Ellerini açıp kapıyordu. "Yeter, yorulduk" demek istiyordu. Ben ter içindeydim. Şefin kulağına eğilip solo bis çalabilirim dedim. Dün yaptığım gibi ceketimi çıkarıp sandalyenin aralığına astım, papyonumu çıkardım. Seyirciler gülüyor, alkışlıyordu. Bach'tan, Paganini'den, Bela Bartok'dan, son olarak da Prokofiyef'ten birer solo parça sundum: her seferinde salon alkıştan inledi. Gecenin on bir buçuğu olmuştu. Dinleyicilerin usanacağı yoktu. Sonunda şef işe el koydu, "bitti dedi. Daha fazla yormayalım solisti, lütfen..." Bin güçlükle sona erdirdik.

Salondan bir ayrılışımız var, anlatılır gibi değil. Görülmemiş bir olaydı. Gazeteciler, televizyoncular, ünlü kişiler, sıradan insanlar... Çevremize doluşmuştu. Kimisi randevu istiyordu, kimisi evine çağırıyordu. İsviçre polisi beni kordon altına aldı. Şefin arabasına zorlukla binebildik. Kalabalıkta Prof. Verdux'u kaybetmiştik, şef onu almadan gitmek istemedi. Bir süre bekledik. Polis buldu getirdi. "Yanınıza yaklaşamadım, dedi. Üstüm başım parçalandı. Hep öyledir bizim yazgımız!" Gülüştük.

Önümüzde arkamızda arabalar, şefin göl kıyısındaki evine geldik. Orada da bir sürü gazeteci ile karşılaştık. Nasıl duymuşlardı. Hemen? Hiçbiriyle konuşmadan daldık içeri. Elimizi yüzümüzü yıkayıp sofraya oturduk ama telefonlar durmuyordu. Şef gidip fişi çekti, "oh", dedi, "genç adam şimdi rahatız işte, karnını doyurmaya bak." Bordo şarabı, fırında turna balığı, çeşitli salatalar... İştahla yemeğe başladım. Şefin hanımı gün görmüş madam "senin işin zor Heer Pilat, dedi. Bundan sonra ne yapacaksın bakalım..." Konseri televizyonda izlemiş. Daha Beethoven konçertonun ortasında iken Berlin'den, Milano'dan, Londra'dan telefon etmişler, konser istemişler. Hele Mendelsshon bitince anlamış ki dünya bölüşemeyecek beni. "Eminim deminki telefonların da çoğu yurtdışından" dedi.

"Dedim ben size, bu akşam bir yıldız doğacak..." Prof. Verdux hem şarabını yudumluyor, hem konuşuyordu.

Yaşlı şef başını salladı, "hepsi güzel de bu genç adamı nasıl kurtaracağız şimdi? Nereye gitse bulurlar" dedi.

"Polis korumaya aldı, belki devlet konuk evine götürürler."

"İyi olur, söyleyelim de öyle yapsınlar." Polisle konuşmak için aşağıya indi.

"Ben fazla ünden korkarım, dedi madam. Pek de genç ve yakışıklı. En başta ülkenin kızları peşini bırakmaz şimdi."

Heer Pilat, önceliği oteldeki sarışına vermelisin, ilk ilgilenen o oldu, dedi profesör.

Gülümsedim. Şarabımdan bir yudum aldım.

Page 45: Mersin Polifonik Dergi - 8

45

Müzik Yazınımızın En Üretkeni Ahmet Say'ın son yapıtı Müzik Sözlüğü*

Ahmet Say Matematik öğretmeni Fazıl Say ile felsefe öğretmeni Nüzhet Say'ın oğlu olan Ahmet Say,

1935'te İstanbul'da doğdu. Küçük yaşta özel derslerle piyanoya başladı. 1946'da Ferdi Statzer'in isteği üzerine İstanbul Belediye Konservatuarına girdi. Demirhan Altuğ'un teori ve solfej, Verda Ün'ün piyano, Raşit Abed'in armoni öğrencisi oldu. 1950'de konservatuardan ayrıldı; liseden sonra Almanya'da basın ve yayın öğrenimi yaptı (1954-60). Bu yıllarda müzikolog Kurt Köhler'in özendirmesiyle müzikbilime ilgi gösterdi. Yurda dönünce Bingöl'de öğretmen, halk eğitimcisi ve amatör folklorcu olarak çalıştı. Türkü, ağıt, masal ve destanlar derledi; çocuk ve gençlik koroları, halk dansları toplulukları kurdu (1960-64). İzlenimlerini edebiyat alanında değerlendirdi, roman ve öyküleriyle ödüller aidi: TRT Öykü Ödülü, Sabahattin Ali Öykü Ödülü, Milliyet Roman Yarışması Ödülü Antalya Film Festivali Öykü Ödülü, 1964'te Ankara'ya yerleşerek gazete ve dergilerde çalıştı, 1977-1983 arasında aylık edebiyat dergisi Türkiye Yazıları'nı yayımladı. 1974'ten başlayarak müzik eğitimciliği, müzik eleştirmenliği ve müzik yayımcılığına yöneldi. Ahmet Say, 1985'te kurduğu "Müzik Ansiklopedisi yayınları"™ yönetmekte, müzik kitapları ve müzik eleştirileri yazmaktadır.

KİTAPLARI: Kocakurt (roman). Milliyet Yayınları, 1976. -Bingöl Hikayeleri (öyküler). Milliyet

Yayınları, 1980. -İpek Halıya Ters Binen Kedi, (epik öykü), Dayanışma yayınları, 1982. –Die Katze, die sich rücklings auf den Seidenteppich setz, Express Verlag, Berlin, 1985. - Güneşin Savrulduğu Yerden, (Bingöl Hikayeleri'nin yeniden çalışılmış biçimi), Can Yayınları, 1988. Müzik Ansiklopedisi, 4 dit, Müzik Ansiklopedisi Yayınları, 1987, (10. Basım, 2001). Müzik Tarihi, Müzik Ansiklopedisi Yayınları, 1994, (4.Basım 2000). The Music Makers in Turkey, Müzik Ansiklopedisi Yayınları, 1995. Müzik Öğretimi, Müzik Ansiklopedisi yayınları, 1996, (3. Basım, 2000). Türkiye'nin Müzik Atlası, Borusan yayınları, 1998. müziğin Kitabı, Müzik Ansiklopedisi yayınları, 2001.

Yukarıda kısa yaşam öyküsünden ve kitaplarından bahsettiğimiz bu değerli insan 2002

yılında da boş durmamış oldukça önemli sağlık sorunlarına rağmen, müzik yazınımızda önemli bir boşluğu dolduran "Müzik Sözlüğü" gibi içeriği dopdolu hacimli bir esere daha imza atmıştır.

"Türkçe’mizde yayımlanmış olan müzik sözlüklerinin en kapsamlısı, Mahmut Ragıp Gazimihal'in hazırladığı "Müzik Sözlüğü"dür (1961). Aradan geçen bunca yıl içinde bu kitabın yeni basımları yapılmamış, onun 300 sayfalık içeriğini örnek alan başka bir geniş çalışma da yayımlanmamıştır. Öyle görünüyor ki sorun, yalnızca müzik sözlüğü alanındaki eksikliğimiz değildir. Sorun, bilim ve sanat dallarının her birinde yetkin Türkçe sözlükler hazırlama görevinin, ulusal kültürümüzü geliştireceğini anlamakta düğümlenmektedir. Sözlükler, ulusal kültürün zenginliğini sergileyen birer göstergedir."

Müziğin bütün bilgi dallarını içeren "Müzik Sözlüğü" dünyanın en gelişkin müzik sözlüklerinden yararlanılarak hazırlanmış.

Bu tür kapsamlı sözlüklerin ağırlıklı konularını müzik teorisi, çalgılar, müzik formları ve onlarla bağlantısı bakımından müzik tarihi ve müzikoloji oluşturmaktadır.

Amacın, her düzeyden müzikçinin genel sözlük ihtiyacını karşılamak olduğu sözlükte,- profesyonel müzikçi kadrolardan amatörlere, müzik öğretmenlerinden müzik öğrencilerine, bestecilerden seslendiricilere kadar uzanan geniş bir yelpazenin beklentileri dikkate alınarak hazırlandığı görülmektedir.

Aydınlanmamızın, özellikle müziksever çevrelerin de bu tür bir temel başvuru kaynağına kavuştuğu düşüncesiyle, müzik yazınımıza katkılarından dolayı sevgili Ahmet Say'a teşekkürlerimizi sunuyor, sağlıklı ve üretken nice yıllar diliyoruz.

* 600 s., Eylül 2002; Müzik Ansiklopedisi Yayınları, Ankara Tel.: 0 312 437 99 05

Page 46: Mersin Polifonik Dergi - 8

46

DAHA NİCE 70 YILLARA (*) Özge ÇONGUR

1924 yılı Anadolu'da kurduğumuz yeni devletin, Türkiye Cumhuriyeti Gazi Eğitim Fakültesi'nin bir bölümü olan Müzik Eğitim Bölümü için de önemli bir tarihtir. 1924 yılında eğitim ve öğretime kapısını açan Musiki Muallim Mektebi, 70 yıl önce bugünün Müzik Eğitim Bölümü'nün temeli olmuş, bu bölümün Türkiye Cumhuriyeti'nin "Müzik Eğitimi Sistemi"ni oluşturan kurumlar içerisinde en köklü ve başta gelen bir kurum olmasını sağlayan yolu açmıştır.

Bizim için büyük önemi olan 70 yıllık bu tarihi dönemi titiz bir çalışma konusu yaptığını bildiğimiz için bölüm başkanımız Prof. Dr. Ali, Uçan ile görüştük.

-Hocam söyleşimize başlamadan önce bölümümüzün kuruluşunun 70. Yıl dönümünde yayın hayatına giren dergimizin çıkarılışı ve ilk sayısı ile ilgili duygu ve düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

Prof. Dr. Ali Uçan -Önce şunu hemen belirteyim ki, öğrencilerimizin kendi girişimiyle bir dergi çıkarma çabası içinde olmaları beni son derece mutlu etmiştir. Zaten yıllardır böyle bir girişimin oluşmasını bekliyordum. Bu beklentimin sizler aracılığı ile gerçekleşmesi umutlarımın boşa çıkmadığını göstermektedir. Ve bu girişimin tüm yönleri ile siz öğrencilerimiz tarafından biçimlendirilmesi, bu konuda bize adeta hiçbir şey bırakmayacak kadar mükemmel bir hazırlıkla yola çıkılması, mutluluğumu arttıran diğer bir önemli nedendir. Sonuç olarak her yönü ile "Öğrenci İşi" bir müzik dergimiz yaşama geçmektedir, geçirilmektedir. Bir bölüm başkanı olarak bundan büyük kıvanç duyuyorum. Ayrıca bu dergiyi çıkarma girişiminin, ülkemizde "Müzik Öğretmenliği Eğitiminin 70. Yılı'na rastlaması mutluluğumu ve kıvancımı daha da artırmaktadır. Çünkü Müzik Öğretmenliğine hazırlanan sizler bu doğrultudaki çalışmalarınıza yeni ve anlamlı bir çerçeve kazandırarak, böyle bir dergi yoluyla daha bilinçli ve daha sorumlu yetişme ortamı yaratmaktasınız. Bu ortamın boyutlarını ve değerini daha iyi anlamak için ülkemizde Müzik Öğretmenliği eğitimi'nin 70. Yıllık oluşum, değişim ve gelişimin siz gençler tarafından da çok iyi bilinmesinden yarar görüyorum.

-Öyleyse Hocam söyleşimiz içerisinde bizlere Müzik Eğitimi Bölümü'nün kuruluş yılı olan 1924'ten 1994 yılına kadar geçirdiği zaman dilimini anlatabilir misiniz?

Prof. Dr. Ali Uçan -Biliyoruz ki, Türkiye'de Müzik eğitiminin köklü bir geçmişi vardır. Amaçlı ve düzenli müzik eğitimi Osmanlı İmparatorluğu dönemine ve hatta belli sınırlar içerisinde Selçuklu Dönemine kadar dayanır. Fakat modern anlamda genel müzik eğitimi 19.yy.da belirginlik kazanır. Belli okullara "müzik" derslerinin konulması ile bu derslerin bu iş için yetiştirilmiş öğretmenler tarafından verilmesi ihtiyacı ortaya çıkar. 20. Yüzyıl başlarında biraz daha fark edilmeye başlanan bu ihtiyaç Cumhuriyet'in kuruluşu ile birlikte daha bir açıklık, belirginlik ve kesinlik kazanır. Bunun üzerine Ulu Önder Atatürk'ün direktifleri doğrultusunda, 1 Eylül 1924'te Musiki Muallim Mektebi kurulur ve okul; 1 Kasım 1924 tarihinde eğitim ve öğretime başlar. Bu okulun amacı ortaokul ve liseler ile öğretmen okullarına, "Müzik Öğretmeni" yetiştirmektir. Okulun ilk kurucu müdür o sırada "Riyaset-i Cumhuriyet Orkestrası" şefi olan, İstiklal Marş’ımızın ünlü bestecisi O. Zeki Üngör'dür.

-Biliyoruz ki "Müzik olgusu", "zamanında müzik eğitimi" düşüncesini de beraberinde getiriyor. Bizler, Musiki Muallim Mektebi'nin uzun bir süre ilkokuldan sonra 6 yıllık bir eğitim verdiğini biliyoruz. Konuya bu açıdan yaklaşırsak, böyle bir eğitim sonucu Musiki Muallim Mektebi'nin "Müzik Öğretmeni" yetiştirme işlerinin yanı sıra başka işlevleri de olmuş mudur?

Prof. Dr. Ali Uçan -Evet başka işlevleri de olmuştur. Musiki Muallim Mektebi'ne sadece öğretmen yetiştiren bir kurum olarak bakılmamış, kurumdan "Sanatçı yetiştirme" beklentisi içinde girilmiştir. Musiki Muallim Mektebi'nde " Müzik Eğitim" yaklaşımı, zamanında ve etkin biçimde uygulandığından okulu bitirenlerin birçoğu sanatçı olarak sanat topluluklarından görevlendirilmişlerdir. Öyleyse Musiki Muallim Mektebi sadece "Müzik Öğretmeni" yetiştirmemiş

Page 47: Mersin Polifonik Dergi - 8

47

"Müzik Sanatçısı" da yetiştirmiştir. Ancak okulun uygulamada gördüğü bu ikinci işlev yönetmeliğinde açıkça belirtilmemiş, adeta örtülü olarak gerçekleşmiştir.

-Hocam isterseniz bölümünüzün kuruluş öyküsüne kaldığımız yerden devam edelim. Ve okulun kuruluşundan bir yıl sonrasına, 1925 yılına tekrar geri dönelim mi?.

Prof. Dr. Ali Uçan -Okulun kuruluşundan bir sonra (1925) öğretim kadrosunu güçlendirmek üzere Devletçe Avrupa'ya müzik öğrenimine gönderilenler, 1930'ların başlarından itibaren yurda dönerek Öğretim kadrosunda görev almaya başlıyorlar. 1934 yılında okul Milli Musiki ve Temsil Akademisi kapsamına alınıyor. Bu arada yurt dışından (Avrupa'dan) yabancı uzmanların getirilmesi ihtiyacı doğruyor. Uygulanan eğitim giderek "SANATÇI" da yetiştirmeyi amaçlayan bir nitelik kazanıyor. Bu bağlamda 1936 yılında "Konservatuarın açılması ile Musiki Muallim Mektebi aynı bina içerisinde 2 kol halinde bir yandan "Müzik Öğretmeni" diğer yandan "Müzik Sanatçısı" yetiştiren bir görünüm kazanıyor. Bundan bir yıl sonra, 1937-1938 öğretim yılında, "Öğretmen" yetiştiren kol Gazi Terbiye Enstitüsü'ne "Müzik Şubesi" olarak bağlanıyor ve bu ilk yıl, bölüm, Halil Bedii Yönetken tarafından yönetiliyor. Ertesi yıl ise, PAUL HINDEMİT'in önerisiyle 1936'da Almanya'da getirilmiş olan EDUARD ZUCKMAYER Bölüm Başkanlığı görevini üstleniyor. 1950'leredoğru gelecek olursak, bu yıllarda İstanbul'da açılan İlköğretim okulu "Müzik Semineri", 196O'lı yıllarda Ankara'da da açılarak Gazi Terbiye Enstitüsü Müzik Bölümü'ne aday öğrenci yetiştiriyor. 1975'te ise İlköğretmen Okullarının, 2 yıllık eğitim enstitüsüne dönüştürülmesi ile birlikte "Müzik Seminerleri" kapatıldıkları müzik bölümleri nitelikli aday öğrenci yetiştirme kaynağından yoksun kalıyor.

-Bölümümüzün şimdiki üniversite sistemi içerisinde yer alması daha önce hangi aşamalardan geçirilerek nasıl gerçekleşiyor?

Prof. Dr. Ali Uçan -Bu doğrultuda değişik zamanlarda çeşitli girişimler ve çalışmalar yapılıyor. Bu tür girişimler ve çalışmalar özellikle 1960'lardan itibaren belirginlik ve giderek yoğunluk kazanıyor. Bunları belki başka bir ortamda ayrıntılı bir biçimde ele almak daha doğru olur. Ben size 1970'lerdeki somut bir girişime değinerek gelişmeleri açıklamaya çalışayım.

1974-1975 öğretim yılında bölümümüzün öğretim süresi üç yıldan dört yıla çıkarılıyor. Programlar üniversite-akademik ilkeleri doğrultusunda yeniden düzenlenerek ve önemli ölçüde geliştirilerek dört yıllık bütünün birinci yılı uygulanmaya başlanıyor. Ancak bir yıl sonra bizim paylaşmadığımız bazı gerekçelerle bu uygulamadan vazgeçilip geriye dönülüyor. Ve tekrar üç yıllık yüksek öğretim esasına dayalı önceki program uygulamaya konuluyor. Bugünkü sistem doğrultusunda 2. Köklü ve kalıcı girişim 1970'li yılların sonlarında gerçekleşiyor. 1978 yılında Gazi Eğitim, "DÖRT YILLIK EĞİTİM ENSTİTÜSÜ" haline getiriliyor. Bu çerçevede 1974 yılında atılmış olan adım dört yıl sonra 1978'de, bir daha geriye dönülmemek üzere, daha köklü ve kapsamlı olarak yeniden uygulamaya konuluyor. Ve böylece bölüm yeni bir gelişim sürecine giriyor. Burada (1980'de) Gazi Eğitim Enstitüsü'nün adının "Gazi Yüksek Öğretim Okulu'na dönüşmesiyle bölümümüzde de bu yükseköğretim okulu'nun "Müzik Bölümü" adını alıyor. 1982-1983 öğretim yılında ise okulumuzun üniversite kapsamına alınması ile Gazi Yüksek Öğretim Okulu "Gazi Eğitim Fakültesine, bölümümüz de onun bünyesinde "Müzik Eğitim Bölümü" ne dönüşüyor. Ve yeni yapı içerisinde birtakım yeni işlevler kazanıyor.

-Üniversite sistemi içerisinde yer alması ile birlikte bölümümüz yeni ne gibi işlevler kazanıyor bizlere açıklayabilir misiniz?

Prof. Dr. Ali Uçan -Bölümümüz 1982-1983 öğretim yılından itibaren girdiği yeni yapı içerisinde yalnızca "eğitim öğretim" yapan bir kurum değil, aynı zamanda "Araştırma"; "Uygulama", "Yayın" da yapan Üniversite Akademik bir birim haline geliyor. Söz konusu öğretim yılında başlayan bu yeni köklü dönüşüm ile birlikte "Müzik eğitimi" alanı, "Lisans", "Yüksek Lisans", "Doktora" ve ona eşdeğer "Sanatta Yeterlik" derecelerine yönelik bir akademik öğrenim alanı haline geliyor. Bu köklü ve kapsamlı dönüşüm, gittikçe derinleşerek tüm hızı ve tüm yoğunluğu ile sürüyor.

Page 48: Mersin Polifonik Dergi - 8

48

-Söyleşimizde 1920'lerden 1990'lara geldik. Bölümümüzün 1924'ten 1994 kadar geçirdiği başlıca evreleri kısaca hatırlamış olduk. Şimdi de isterseniz bölümümüzün bugünkü durumu ve geleceği hakkındaki düşüncelerinizi alarak bu güzel söyleşimizi sona erdirelim.

Prof. Dr. Ali Uçan -Bölümümüz yeni kurulmuş bulunan "Müzik Kuramları Eğitimi", "Ses Eğitimi", "Çalgı Eğitimi" Anabilim / Ana Sanat Dalları ve "Eğitim Müziği Besteciliği", Bilim/ Sanat Dalı "Türk Müzik Eğitimi Araştırma Geliştirme Merkezi", "Müzik Kayıt Stüdyosu" ve "Çalgı Yapım/Bakım/Onarım Geliştirim Atölyesi" ile çok yönlü ve dinamik bir yeniden yapılanma içine girmiş bulunmaktadır. Bunun yanı sıra öğrenci ve öğretim elemanları düzeyinde Ulusal, Uluslararası ve Kıtalararası bir açılım içindedir. Ayrıca başta Milli Eğitim ve Kültür Bakanlıkları ile YÖK, diğer üniversiteler ve TRT olmak üzere bir çok kurum, kuruluş ve kişilere uzmanlık ve danışmanlık hizmetleri vermektedir. Bütün bu çalışma etkinlik ve hizmetlerin gelecekte de artarak sürmesi açılacak yen i bilim-sanat dalları ile 2000'li yılların başlarında bölümümüzün Avrasya'nın ve giderek Dünya'nın en önemli Müzik Eğitimi merkezlerinden biri olması beklenmektedir.

Sizler işte böylesine onurlu bir kuruluşun böylesine köklü bir geçmişe, üstün düzeye ve parlak bir geleceğe sahip bir bölümün öğrencileri olarak ne kadar övünseniz ne kadar gururlansanız azdır.

(*) Gazi Eğitim Fakültesi Müzik Eğitimi Bölümü Öğrencilerinin 1994 yılında çıkarmış olduğu Duyuşlar dergisi sayı l'den.

Page 49: Mersin Polifonik Dergi - 8

49

Bir Röportaj: FERHUNDE ERKİN Hazırlayan: Özge Çongur

Röportaj: Figen Yünlü - Özge Çongur

Baharın habercisi olan güzel bir günde, 28 Mart 1994'te saat on sekiz sularında, sanatı dolu dolu yaşamış bir eğitimci ve piyanistin, 'Türkiye'nin İlk Kadın Piyanisti" olan Ferhunde Erkin hocamızın evine konuk olduk. Emek. Yeşiltepe bloklarındaki bu güzel ve her yanı sanat ile içice olan evin kapısında girişimizden itibaren zaman durmuş ve sohbetin her anı ile geçmişi tekrar tekrar yaşamaya başlamıştık.

8 Temmuz 1909 yılında İstanbul'da dünyaya gelen Ferhunde Erkin (Annesi, Nazmiye Hanım, Babası Giritli Ali Remzi Yiğitgüden) 1920 yılında verdiği ilk konseri ile başlayan uzun sanat hayatı süresince çok şey görüp geçirmiş, başka bir deyişle müzik tarihimiz boyunca etkin rol oynamış bir sanatçı.

1. Dünya Savaşı'nın başladığı yıllarda eğitim çağına gelen Ferhunde Erkin, babasının kurmay binbaşı olarak görev aldığı Bandırma'da ilk defa piyano ile tanışıyor. İsterseniz gelin hep birlikte o yıllara dönelim ve Ferhunde Hoca'nın müzik ile olan bu ilk yakınlaşmasını kendisinden dinleyelim;

-Babam benim ve kardeşim Necdet'in eğitimi konusunda çok titiz davranırdı. Kendisi; keman, ud ve kanun çalmasına rağmen bizlerin batı müziği ile ilgili bir eğitim yapmamızı istemekteydi. Bunun üzerine Bandırma'da "Anesti" adında bir hocadan ders almaya başladık. Bu sıralarda babamın tayini İstanbul'a çıkmıştı. İstanbul Gedik Ahmet Paşa'da bir Amerikan İlkokulu'na giderken bu okulda bir Türk’le evli olan Madam Sadık isimli bir hoca,-benim piyano, kardeşimin de keman hocası oldu.

Bu arada Ferhunde Hoca, arkasına yaslanarak derin bir nefes aldı. Sanırız geçen o günleri tekrar yaşamak yılların sanatçısını biraz heyecanlandırmıştı. Gözleri çok uzaklara dalarak kim bilir hangi konseri veya neleri düşünüyordu. Buna bizim cevap vermemiz zordu...

Ferhunde ve Necdet Yiğitgüden kardeşlerin hayatları gitgide müzikle bütünleşiyordu. O sıralarda ise bir rastlantı sonucu İstanbul'a gelip yerleşmiş büyük bir sanatçıdan söz ediliyor. Macar kemancı Kari Berger. İki kardeşin bu müzik hocası ile tanıştırılmaları sonucunda müzik eğitimlerindeki ilk verimli yıllarda başlamış oluyor. Çalışmaya başlamalarından "40 gün" sonra 20 Mart 1920'de Galatasaray Lisesi salonunda bir konser veren iki kardeşi gazeteler:"... Bu melek yüzlü iki Türk çocuğu en karanlık, en umutsuz günlerimizde cihana karşı başımızı dik, göğsümüzü kabarık tutmamızı mümkün kılıyor..." Diyerek ifade ediyor. Bu konserden sonra köşke çağrılan küçük sanatçılar için. M. Kemal Atatürk, köşk sofrasında bulunan Recep Peker, Kılıç Ali, Resuhi Bey ile Sabiha Gökçen'in de hazır bulunduğu konuklarına şunları söylüyor: "Türk'ün sanat meşalesini yakıp medeniyet kavgasını daha bacak kadar çocukken en düşman bir muhit içinde yürütebilmesini becerebilen bu çocuklara, lütfen ayağa kalkmasını da biz bilelim efendiler..."

Bakın kendilerini böyle bir konsere kırk gün içerisinde hazırlayan hocaları Kari Berger ile olan bir hatırasını nasıl anlatıyor Ferhunde Erkin,-

-Bizim dersler için Berger'in Kalamış'taki evine gitmemiz hem zor hem de çok vaktimizi aldığından bir süre sonra Berger bizim evimize taşındı.

Bir gün eve biraz geç geldi. Biz de uyumamış ertesi günün ödevlerini yapıyorduk. Berger giyimine son derece özen gösteren yakışıklı ve titiz bir insandı. O gün de vapurdan inerken beyaz ayakkabılarına birisi basmış O'da buna çok sinirlenmişti. Bizim henüz yatmadığımızı görünce; "İyi aferin, şimdi sizinle ders yapacağım" dedi. Ve hemen Necdet ile derse başladılar, fakat ne olduysa Necdet sürekli aynı yerde takılıp duruyordu. Berger sinirlenerek; - "Git kalem kağıt getir, filan sahifede, filan ölçüde, filan hatayı yaptım diye yaz." Dedi. Necdet yazdıktan sonra tekrar çalmaya başladı, aynı yerde tekrar hata yapınca Berger hiddetle,- "Git yaz orda sen bir eşşek var."diye bağırdı bozuk Türkçe’siyle. Ben de çocuğum. Necdet'in "Ben bir eşeğim" diye yazması çok komik

Page 50: Mersin Polifonik Dergi - 8

50

geldi ve başladım kıkır kıkır gülmeye. Sen misin gülen bu sefer de beni yanına çağırarak; - "Sen çal bakalım Ferhunde Hanım." Dedi. Ben de Schubert'in "Moment Muslca Nerinden birini çalmaya başladım. Biraz çaldıktan sonra, - "Parmaklarını ezberlemişsin kalk notaları söyle." Başladım notaları söylemeye, -"Do, La, Do, Re, Sol...!"

-"Olmadı olmadı Ferhunde Hanım Re nerde?" Diye söylenirken o iki siyah göz iki büyük çukur oldu karardı ve ben kendimi yerde buldum. Annem; "Bu adam beni çocuklarımdan edecek" diyerek bizi odadan götürürken ilk defa isyan etmiş, Berger ise üzüntüden ağlamıştı. Ve ben o zamandan beri bütün konserlerde çabuk çıkabileceğim kapıya yakın yerlerde otururum.

Evet 1920'lerden 1930'lara doğru gelirken kolej eğitimini tamamlayan bu gençler, burs kazanarak (Alexander Van Humbatstiflung Bursu) 1928 yılında Leipzig Konservatuarı’na giriyorlar. Ferhunde Hoca burada Otto Weinreich ile çalışıyor ve eğitimlerini başarıyla tamamlayarak 1931 yılında yurda dönüyorlar. Ankara'ya bir konser için geldikleri ikinci gün köşkten Musiki Muallim Mektebi'nde hocalık yapmaları için haber gelince iki kardeş Musiki Muallim Mektebi Müdürü Zeki Üngör ile görüşerek 7 Nisan 1031 yılında göreve başlıyorlar. Bu arada hocamıza Ulvi Cemal Erkin ile nasıl tanıştığını soruyoruz,-

-"Ulvi ile (7 Nisan 1931) Zeki Beyin bizim hocalık yapacağımızı söylemek için O'nu da odasına çağırmasıyla tanıştık. Kısa bir süre Ulvi'yi kaçamak gözlerle süzdükten sonra içimden "Bu adam ne güzel dans eder" diye geçirdim fakat evliliğimiz boyunca ne dans etmeyi sevdi ne de dans etti. Fakat O'nu gördüğüm ilk anda evlenmeyi kafama koymuştum."

Her ikisi de piyanist olan Ferhunde Hanım ve Ulvi Bey'in o ilk karşılaşmadan sonra arkadaşlıkları giderek artmış ve aralarındaki ortak yönlerin belirmeye başlamasıyla 29 Eylül 1932'de hayatlarını birleştiren bu mutlu çift tam kırk yıl evli kalmışlardı.

1931'den 1968'e kadar geçen 37 yıllık sanat hayatında birçok konser vermiş, otuza yakın piyano konçertosunun Türkiye'de ilk icrasını gerçekleştirmiş bir sanatçı olan hocamızın en çok sevdiği besteciler BACH ve MOZART. Bu kadar çok eser içerisinde hissederek çaldığı ve kendisi için farklı bir önem taşıyan eserleri sorduğumuzda, sesi biraz titreyerek ve gözleri tekrar uzaklara dalarak hiç düşünmeden;

- "Kocamın eserleri. Özellikle 1932 yılında yazdığı konçertosu'nu bana ithaf etmişti ve bu eseri (11 Mayıs 1934) Riyaset'i Cumhur Filarmoni Orkestrası eşliğinde ilk ben seslendirdim."

- Siz hayatınızın büyük bir bölümünü piyano çalarak geçirdiniz. Piyano ile bugünlere doğru gelirken her gün İlgilenebiliyor musunuz? Tuşlara tekrar dokunmak istiyor musunuz?

F. Erkin - "Artık şimdi çalamıyorum çünkü ellerim titriyor. Bakın şimdi çalayım da görün" diyerek piyanonun başına doğru gidiyor, bastonunu piyanonun kenarına dayayarak Ulvi Cemal Erkin'in DUYUŞLAR adlı eserinden "Çoban" isimli bölümü çalmaya başlıyor. Çalarken bir yandan da bizlere "Çoban"ın hikayesini anlatıyor.

-Uzun yıllar bir çok öğrenciniz oldu ve değerli sanatçılarla birlikte çalıştınız. Bunlardan devlet sanatçısı Suna Kan'ın yan dairede size komşu olduğunu ve sizinle uzun yıllar birlikte çalıştığını biliyoruz. Bizlere bu değerli sanatçımız ile ilgili varsa bir hatıranızı anlatır mısınız?

F. Erkin -Tabii ki... Suna'yı kızım gibi severim ve çok uzun yıllar birlikte çalıştık. Bir gezimizde, Pakistan'ın Lahor kentinde konserler vereceğiz. İlk konserimizi verdikten sonra ikinci konseri vermek üzere bizi özel bir konuta getiriyorlar. Fakat işin ilginç yanı piyano yok. Bana,-"Kusurumuza bakmayın piyano bulamadık fakat Suna, Hanım keman çalarken siz de şarkı söylerseniz olur biter" dediler. Biz hayretler içerisindeyiz. Suna genç olduğu için böyle bir münasebetsizliğe kızmıştı. Neredeyse isyan edecekken, ben O'nu yatıştırarak salondakilere; "Bakın, şimdi piyanosuz olmaz, çünkü bizim çaldığımız eserler keman ve piyano için yazılmış, en iyisi ben sizlere Türkiye'deki müzik ve çağdaş Türk kadını hakkında bilgi vereyim dedim ve Türkiye'den gelmiş ilk kadın çalgıcının verebileceği kırk konsere bedel bir konuşma yaptım. İngilizce verdiğim bu konferanstan çok etkilenmişlerdi.

Page 51: Mersin Polifonik Dergi - 8

51

Bakın sayın Suna Kan 28.3.1991 yılında Ferhunde Hoca için düzenlenen onur gününde neler diyor;

"Bir keman - piyano ikilisindeki arkadaşım olarak, hocam olarak, bunların dışında yirmi seneyi aşkın süredir kapı komşum olarak, kendisine her zaman büyük saygı duyduğum, her zor anımda yanımda bulduğum bu güzel insanı tanıdığım ve uzun yıllar kendisiyle çalıştığım için hem çok mutlu hem de kazançlıyım."

-Siz meslek hayatınız boyunca işinizi büyük sevgi ve saygıyla yapmış ve bu güzel sanat için yıllarınızı vermiş bir sanatçısınız, müzik eğitimi gören biz gençlere neler söylemek istersiniz?

F. Erkin - Çalışmalar... Kendi yaptıklarından hiçbir zaman mutlu olmamalılar. Sanatçı demek, kendi yaptığı ile yetinmeyen ve daima daha iyisini yapmak için çaba harcayan kişi demektir. Müzikle uğraşıyorum diye kendinizi bununla sınırlandırmamalısınız. Sanatın her kolundan haberdar olarak, insanlığın ve çağın sorunlarını bilerek duyarlılığınızı geliştirmeli ve bunu yaptığınız işe aktarmalısınız. Burada sanatçının kişiliği önemli bir rol oynuyor. Kendini geliştirmiş, kültürlü bir sanatçı bunu müziğindeki renklerle ve yorumuyla yansıtır.

-Günümüzdeki müziği ve bugünün gençliğini nasıl buluyorsunuz?

F. Erkin - Gençlerin müzik anlayışı bizlerden çok farklı, güzel değişik müzikler de var. Fakat, genel olarak hepsi tek düze, pek beğenmiyorum. Çok sesli müziğe karşı ilgisizlik ise üzücü . Burada müzik eğitimcileri sanatı ve toplumu bütünleştirmede çok önemli bir rol oynayarak kaliteli müzik dinleyen kitleler oluşturmalılar. (Bu sorumuzu ve daha bir çok sorumuzu cevaplanmasında, Kızı İçten Hanım hocamıza yardımcı oluyor.)

Geçen dört saat boyunca hocamızın kırk yıllık sanat hayatını, O'nunla birlikte tekrar tekrar yaşamış ve bu değerli sanatçıyı tanımanın verdiği coşkuyla zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştık.

Cumhuriyet'in ilk yıllarında genç kuşağı temsil eden bütün sanatçılar, çağdaş bir Türkiye yaratmaya yönelik uğraşlar içerisinde kendi paylarına düşen görevleri büyük bir sorumluluk bilinciyle üstlenmişler ve başarılı da olmuşlardır.

Meslek hayatı boyunca işini büyük bir sevgiyle yapmış ve Türk toplumuna çok sesli müziği benimsetmede etkin bir rol oynamış Ferhunde Erkin ve diğer sanatçılarımızı n hayat hikayeleri yeterince bilinmedikçe, kimlerin mirasını paylaştığımızı ve kimlerin katkılarıyla bu birikime ulaştığımızı algılayabilmek imkansızdır.

Figen ve Ben

Ferhunde Hocamızın elini öperek veda ettiğimizde, O'nunla yaptığımız uzun görüşmenin yorgunluğundan çok, içimizde anlatılması güç bir duygu vardı. İçimizi ısıtan bir duyguydu bu.

Kapıdan çıkarken, antrenin duvarını süsleyen Kütahya işi bir çini tabak, O cıvıl cıvıl renkleri ile bizim duygularımızı paylaşır gibiydi. Az önce Hocamızın parmaklarında can bulan "Duyuşlardan bir ezgi bu çini tabaktaki mavilikler, turkuvazlar, sarılar ve yeşillerle karışıp kaynaştılar...

(Gazi Eğitim Fakültesi Müzik Eğitimi Bölümü Öğrencilerinin 1994 yılında çıkardığı Duyuşlar Dergisi Sayı1'den)

Page 52: Mersin Polifonik Dergi - 8

52

Türk Dostu Zuckmayer Müge Parin YAZICI(*)

ZUCKMAYER adını duyduğumda henüz 14-15 yaşlarında mesleki müzik eğitimi almakta olan bir lise öğrencisiydim. Adını duymama neden olan "Dostluk" şarkısıyla tanışmam ise çok daha önceleri belki de ilk çocukluk günlerime dayanır. "Dostluk" şarkısını söylemeyen bir çocukla karşılaşmak benim çocukluğumda pek mümkün değildi.

Lisans yıllarım da, tıpkı lise yıllarında olduğu gibi bu adla ilgilenmeden geçti. Hatta 4 yıllık öğretmenlik yaşamımın 3 koca yılı da öyle. Ta ki "Bu Nasıl Profesör?"! 1) başlıklı yazıyla karşılaştığım 4. Yılıma kadar...

Bir profesör fakülteye sigara odası yaptırmak için müzisyenlerin eserlerini nasıl yaktırabilir? Üstelik bahçede söğüt ağacının altında öğrencilerin gözü önünde... Olayı "Bir iş kazası" olarak niteleyen Prof. Salih AKKAŞ, temizliğin Fakülte Dekanı'nın talimatıyla yapıldığını ve hizmetlilerin bilmeden bu eserleri, kitapları, el yazması nota defterlerini diğer eşyalarla birlikte yaktığını söylüyordu.

Çocukluğumdan beri müziği seven, ilgi duyan ve 12 yıldır da eğitimini alarak müziği meslek edinmiş biri olarak, her şey bir yana bir insan olarak; günler, aylar, yıllar hatta bir ömür harcanarak var edilmiş bu eserlerin sigara odası yapmak için yakılmış olmasının, sanata, sanatçıya ve emeğe yapılmış çok büyük bir saygısızlık olduğunu düşünüyorum. Ayrıca bir müzik öğretmeni olarak, yakıldığı belirtilen eserlerin müzik eserleri olmasının da beni derinden yaraladığını söylemeliyim.

36 yıl süresince ülkemize birçok hizmetlerde bulunmuş, etrafında büyük bir kitlenin sevgi ve saygısını kazanmış bu kişi için Prof. AKKAŞ, onun bir besteci olmadığını yalnızca küçük şarkıları olduğunu; Nazi döneminde Almanya'dan kaçtığını ve devletimizin ona kucak açarak Bölüm Başkanı yaptığını söylüyordu. Bir de okula bırakmadığı, bir erkek öğrencisine hediye ettiği piyanodan bahsediyordu. ZUCKMAYER, Soner SERTÇETİN'e (2) başarılı olmasından dolayı vermişti bu piyanoyu. Bu olaya belli ki çok sinirlenmişti Soner SERTÇETİN ve "Hocam bu ünlü piyanoyu bana vermeseydi belki şimdi onu da yakarlardı", demişti. Ben de, Soner'in bu düşüncesinde yerden göğe kadar haklı olduğunu düşünüyorum.

Bu olayı yaşamış olmama, onunla ilgili düşünmeye başlamama ve onunla ilgili okumam rağmen, yine de onunla bir bağı olan insan olup olmadığım konusunda herhangi bir sonuca varamadım.

Sonra bu konu uzun süre düşüncemi meşgul etti ve ben gerçekten bir ilişki buldum. Gazi Eğitim Enstitüsü'nden mezun, ZUCKMAYER'in öğrencisi olmuş birçok öğretmenim olmuştu lisans yıllarımda. Yüksek lisans eğitimim sırasında hala bu öğretmenlerimin değerli bilgilerinden yararlanıyorum. Aynı bağlantı Profesör Salih AKKAŞ için de geçerli olabilirdi kanımca. 1974-1975 öğretim yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü'nden mezun olmuştu Salih AKKAŞ. Peki, şimdi bu bölümün başkanı olan sayın profesörün hiç bağlantısı olmamış mıydı ZUCKMAYER ile? Belki ZUCKMAYER onun öğretmeni olamamıştı ama ZUCKMAYER'in öğrencisi olmuş olan öğretmenleri vardı elbette..

Bizim genel olarak bazı unutkanlıklarımızın olduğu hep söylenir. ZUCKMAYER konusunda da böyle bir unutkanlığın söz konusu olduğunu düşünüyorum. Oysa daha 66 yıl önce uzun aramalar sonucunda ona ulaşılmış ve bilgilerine, deneyimlerine ihtiyaç duyulan bir kişi olarak davet edilmemiş miydi?

1936 yılıydı Profesör Paul HINDEMİTH'in teklifi ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yapılan çağrıyla geldiğinde Türkiye’ye. İkinci vatanım demişti öldüğü 1972 yılına dek birçok alanda büyük bir özveriyle çalıştığı bu ülke için.

ZUCKMAYER ile yapılan ilk sözleşmeye göre; Müzik Öğretmen Okulu ve Konservatuar bölümlerinde organizatör olarak Paul HINDEMİTH'in verdiği rapor ve planların uygulanışına

Page 53: Mersin Polifonik Dergi - 8

53

bakmak ve piyano öğretmenliği yapmak vardı. Sonraki iki yılda bu kurumlarda birçok etkinliklerde bulundu. 1938'de Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü Başkanlığı'na atanmış, o günden itibaren bütün hayatını bu görevine vermişti. Onun bu kurumda yapmadığı iş, vermediği ders yok gibiydi. İdarecilik, kütüphane işleri, koro ve orkestra yöneticiliği, oda müziği, koroepetisyon, piyano, armoni, kontrpuan, biçim bilgisi, açıklamalı müzik dinleme ve bunun gibi birçok çalışma.

Birçok yönüyle cumhuriyet fikrinin ve Atatürk'ün müzikte hedeflediklerinin gerçekleşmesi yolunda en etkin rollerden birini üstlenmiş ve hedeflerini başarıyla yerine getirmişti. Yurdumuzdaki müzik eğitimini yeni bir yola koyan kişilerin başında geliyordu. 1950 yılından itibaren yurdun her yanında, bölümüyle birlikte müzik öğretmenlerine yeni bir güç kazandıran, müziği en uzak yurt köşelerine kadar götürmeyi amaç edindiği konser gezileri yapmıştı.

Müziğin gelişmesinin, milletin içinde bulunduğu tarihi, siyasi ve ekonomik şartlarla birlikte incelemesi gerektiğini söylemişti. Ayrıca yurtta geleneksel ve eski zamanlardaki değeri inkar edilemeyen Türk Sanat müziği ve taraftarları vardı. Bu musikiye bağlı kalıp onu bugünkü düşük piyasa seviyesinden ve korkusundan kurtarıp yükseltmek için çaba gösteren bir insanın, bir zihniyet değişikliği için uğraştığını ama tarihin gidişinin geriye çevrilemeyeceğini ve bu gibilerin anlayışını yanlış yöne yöneltebileceğini söylemiş.

Türkiye Cumhuriyetinin ilk devresinde özellikle Atatürk'ün öngörme kabiliyeti sayesinde, her alanda yeni bir zihniyete doğru gidiş olduğu gibi, müzik alanında da yapılan hamlelere hayran kalmamak elde değildi. Bütün yurdu kapsayan bu akıma rağmen özellikle müzik alanındaki gelişmelerin Ankara dışını etkileyememesinden ZUCKMAYER de endişelenmiştir.

Yurdun büyük bîr bölümünü gezen ZUCKMAYER, Türkiye'nin devrimlerin çizdiği yolda devam edeceğine güveniyor, ekilen tohumların meyvelerini vereceğine inanıyordu. Folkloru bu kadar zengin olan bir memleket için de başka bir sonuç düşünülemezdi. Anlayış ve zihniyet değişikliği çok az olsa da müziğe karşı merak ve ilginin gittikçe artmakta olduğu görülüyordu.

Müzik ve müzik öğretmenlerinin durumuyla çok yakından ilgilenmeyi görevinin ve vicdani sorumluluğunun tabii bir sonucu olarak görüyordu. Sorumluluk duygularının etkisiyle, müzik eğitimi ve öğretimini uygun ve gerekli gördüğü yöne yöneltmek için Milli Eğitim Bakanlığı'na çok sayıda yazı ve raporlar sunmuştu. Tekliflerinin tamamen sonuçsuz kalmamasıyla beraber bu sorunları çözümleyebilmek üzere de belli bir yöne gidilmemişti.

Türkiye'deki yaşantısından hoşnut olup olmadığı sorulduğunda İse; İkinci Dünya Savaşı'ndan sonrası Batı Almanya'nın birkaç şehrinin yüksek müzik okul müdürlükleri tekliflerine rağmen, O Ankara'da görevinin başında kalarak, meslektaşlarıyla öğrencileri arasında burada, yani ikinci vatanında mutlu olduğunu anlatıyordu.

Her türlü koşul altında yaşama bağlılığını sürdürebilen, esprili ve neşeli bir karaktere sahip bir kişi olan ZUCKMAYER, müziği meslek edinmiş bir kişinin yaşamının müzikle dolu olması gerektiğini öğrencilerine aşılamıştı.

Eduard ZUCKMAYER gerçek bir Türk dostu olup, dilimizi mükemmel derecede iyi kullanmıştı. Türkiye'ye ve Türk insanlarına olan sevgisini, yapmış olduğu değerli çalışmaları, Türkiye-Al manya arasındaki müzik ilişkilerini geliştirmişti.

Yönetici, öğretici ve eğitimciliğinin yanı sıra; insancıl yönü, şaşmaz prensipleri ve yılmayan çalışkanlığı ile herkesin sevgi ve saygısını kazanmış bulunan Eduard ZUCKMAYER, bence her türlü övgünün üstünde bir insandır. Müzik eğitimi gören birçok genç, koro eğitimi, müzik bilgisi, piyano sanatı alanlarında öğrendiklerini, birikimlerini ve becerilerini Profesör Eduart ZUCKMAYER'e borçludurlar.

(*) Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Güzel Sanatlar Anabilim Dalı Müzik Eğitimi Bilim Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi, TED Bursa Koleji Müzik Öğretmeni.

(1)15 Mart 2002 tarihli Sabah gazetesi.

Page 54: Mersin Polifonik Dergi - 8

54

(2) Soner Sertçetin; Gazi Eğitim Enstitüsü'nü birincilikle bitiren ve başarılı öğrenci statüsüyle Almanya'ya devlet bursuyla gönderilen öğrenci.

Orkestra sayı 333 s. 34

Page 55: Mersin Polifonik Dergi - 8

55

Piyano Öğretmenim Eduard Zuckmayer Doç. Dr. Rıdvan SÜER(*)

Giriş: Eduard ZUCKMAYER'in (1890-1972) piyano öğretmenim olması 1953'lü yıllara rastlar.

Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik bölümü Şefi ve "Armoni" ile "Koro" derslerinin de öğretmeni olan Prof. ZUCKMAYER'in piyano öğrencisi olduğum dönemlerde (1953-1955) U. Cemal ERKİN, Ferhunde ERKİN, Fuat TÜRKAY, Leyla ATAK ve Suavi SERDAROĞLU da müzik bölümünde piyano dersleri vermekteydiler.

ZUCKMAYER'in Piyano Öğretimine İlişkin Temel Yaklaşımları Türkiye'de müzik öğretmeni yetiştiren en eski kurum olan Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik

Bölümü'nde piyano öğretmeni olarak uzun yıllar çalışmış bulunan Eduard ZUCKMAYER'in piyano eğitimine çeşitli yöntemler ve süreçler açısından yaklaşımları; geçmişteki gözlemlere dayanılarak aşağıda çeşitli altbaşlıklar altında belirlenmeye ve değerlendirmeye çalışılmaktadır.

Öğrenci Seçimi: ZUCKMAYER genelde öğrencilerini seçerken iki yaklaşım izlemekteydi.

1. Bölüme girişte yapılan seçme ve kabul sınavında genel müzik yeteneği, piyano çalmaya hazır bulunuşluk düzeyi gibi yönlerden her bir öğrenciyi dikkatle inceleme,

2. Bölümdeki öğrencileri ders içi ve ders dışı etkinliklerde ve piyano çalışmalarında sürekli gözleme;

Sonuçta; bu iki yoldan seçerek öğretmenliğini kabul ettiği öğrencilerini gözleme ve değerlendirme işini sürekli kılmaya büyük bir çaba gösterirdi.

Piyano Dersleri için Parça Seçimi:

Piyano öğretiminin içeriğini oluştururken:

-Piyano edebiyatının genel olarak tanımına yönelik eserleri,

-Çeşitli çağ ve ekollerden, çeşitli bestecilerden öğrencinin çalışma düzeyine uygun parçaları,

- Çeşitli müzik biçimlerini tanıtıcı parçaları (Prelüd, Tocata, Invantion, Füg, Variation, Rondo, Vals, Impromtu, Romans, Menuet, Sonatin, Sonat, Konçerto vb...),

- Çalışılan esere hazırlayıcı etütler, diziler ve kadansları,

-Kısa dönemli amaçlarla seçilen teknik parçaları,

- Eşlik etme, Bölümdeki konserlerde çalma, Konser Salonunda solo ve orkestra ile çalma gibi uzun dönemli amaçlara uygun eserleri,

- Piyano edebiyatının popüler ve orijinal eserlerini seçmeye özen gösterirdi.

Örnek Dinleti ve Öğretme Durumları:

Piyano derslerinde,--Mutlaka örnek dinleti yapma, -Zor geçit ve bölümleri tekrar çalma, -Kolaylaştırıcı parmak numaraları ekleme,

-Parçaların biçimsel çözümlemesini kısaca yapma,

-Bestecisinin eserleri arasındaki yerini belirleme,

-Yeni karşılaşılan terim ve işaretleri açıklama (Hız, Nüans işaretleri)

-Tril, Mordan, Grupetto gibi teknikleri eser ve besteci özelliğine göre belirleme,

-İlk planda öngörülen haftalık çalışma bölümlerini saptama(1 ders için),

Page 56: Mersin Polifonik Dergi - 8

56

-Dersi eser bestecisinin bir başka eserinin dinletisi ile zenginleştirerek, ilgi çekme, başlıca işlem basamaklarını oluştururdu.

Ders Dinleme ve Eleştiriler: Piyano derlerinde,-

- Ders; ayrılan saatte mutlaka yapılır.

- Herhangi bir amaçla kesinti yapılmaz.

-Çalmada gözetilecek ilke, -parçayı takılmadan, doğru, anlamlı, uygun tempoda ve nüanslarıyla çalabilirle.

-Bu ilkeye göre hazırlanabilen bölümleri seslendirme (öğrenci tarafından)

-Öğrenciyi dikkatle dinleme,

-Sözü eleştiriden çok; doğru çalış biçimini örneklendirerek düzeltme,

-Özendirici; geliştirici nitelikte yapıcı eleştirilerde bulunma,

-Çok defa mizah duygusu içinde rahatlatıcı bir ortam hazırlama ve sürdürme.

Derse İlişkin Değerlendirmeler:

- Ders içi ve dışı tüm piyano etkinliklerini gözleme (bireysel çalışma, çalma, birlikte çalma, konser...),

- Sonuçları bilgi, beceri ve ilgi gibi temel davranış boyutlarından değerlendirme,

- Duyulan memnuniyeti; küçük bir ikram, birlikte yemek, tatil yürüyüşleri gibi sempati örüntüleri ile ifade etme.

Öğretmen - Öğrenci İletişimi: Okul ortamında,-

-Ders içinde, -olumlu ve geliştirici bir öğrenme ortamı sağlayan etkileşimler,

-Ders dışında, -öğrencileri sürekli gözleme, sağlık ve çalışma sorunları ile ilgilenme,

-Özel kitaplığını kullandırma. -Okul dışında;

-Bireysel ve toplumsal içerikli etkileşimler, (yürüyüşler, toplu geziler, lokanta yemekleri)

-Yaz haberleşmeleri (tatilde)

-Mezunlarla haberleşmeler.

Sonuç:

Öğrencileri ile sağladığı sürekli ve sağlıklı etkileşim Prof. ZUCKMAYER'in iyi bir öğretmen olduğu kadar, iyi bir rehberlik uzmanı ve müzik eğitimcisi olduğunun da bir göstergesi sayılabilir.

Bu olumlu davranışların temelinde,- içten bir insanlık sevgisi, köklü bir sanatçı kişiliği, Türkiyeli olmaktan duyduğu derin mutluluk vardı denilebilir.

Aradan geçen yıllar; tüm öğrencilerine ve tanıyanlarına kendisini unutturmadı. O'na karşı duyulmakta olan sevgi, saygı ve bağlılık; kendisine olan şükran duygularının anlamlı bir ifadesi olarak kabul edilmelidir.

Eduard ZUCKMAYER'in Türk Müzik Sanatının gelişimine ve müzik öğretmeni yetiştirme çabalarına olan büyük katkıları ile yarım asın aşan bir zaman süreci içerisinde gittikçe sayıları azalan ancak müzik öğretmeni yetiştirme işini ve müzik gelişimini kendisinden sonra azimle sürdüren öğrencileri ile daima bütünleştiği söylenebilir.

(*) Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, Güzel Sanatlar' Bölümü, Öğretim Üyesi.