politika dergisi sayi 12

100

Upload: politikadergisi

Post on 28-Mar-2016

262 views

Category:

Documents


14 download

DESCRIPTION

Politika Dergisi Sayi 12, Banu Avar, Baba Zula

TRANSCRIPT

Page 1: Politika Dergisi Sayi 12
Page 2: Politika Dergisi Sayi 12
Page 3: Politika Dergisi Sayi 12

09.02.2009 Sayı 12

Politika Dergisi

Editörden... Yeniden merhaba, Politika Dergisi’nin de-ğerli okuyucuları. Şubat 2009 sayısı ile kar-şınızdayız. Umarım, istemlerinizi karşılaya-bilecek bir sayı çıkarabilmişizdir.

Bu sayımızla ilgili, genel olarak bilgileri vermeden önce aramızdan ayrılan ve aramı-za yeni katılan arkadaşlarımızı sizlere sun-mak istiyorum.

Aramıza yeni katılan yazarlarımızdan ilki; Almanya’da Türkiye’yi başarıyla temsil eden Prof. Dr. Levent Seçer. Sayın Seçer’i site-mizde uzunca tanıttığımız için, burada ayrı-ca değinmiyoruz. Bu sayıda Levent Hocamı-zın yazısı bulunmamaktadır. Daha sonraki sayılarımızda, bir aksilik çıkmazsa, Seçer’in yazılarını bulabileceksiniz.

Aramıza katılan diğer arkadaşlarımız ise; Nihat ATAR, Neylan ÇEVĐK ve Nuran TALAY. Nihat ATAR; emekli bir müfettiş ve zaten daha önceki sayılarımızda okur yazısı olarak yazılarına yer verdik. Neylan ÇEVĐK; şehir planlamacılığı okuyan ve politikaya çok fazla ilgisi olan bir arkadaşımız. Nuran TALAY; birçok haber portalında yer alan bir arkadaşımız. Yeni yazarlarımızın tümü, der-gimize ve ülkemize katkı vereceği öngörüle-rek kadromuza katılmıştır. Đnanıyorum ki siz de onların yazılarını çok beğeneceksiniz. Üç arkadaşımız da bu sayıda yazılarıyla yer almıştır.

Ceren YALDIZ ve Burak ĐNAN arkadaşla-rımızla ise, “kadrolu yazar” olarak yollarımız ayrılmıştır. Aramızda kesinlikle bir düşman-lık olmadığından, daha sonra bu veya başka şekilde aramızda olabilirler. Onlara yaşamla-rında başarılar diliyorum.

Gelelim; bu sayımızın içeriği hakkında bilgi vermeye. Bu sayımızda iki önemli röportajı sizlere sunacağız. Bunlardan ilki; araştırma-cı, gazeteci, yapımcı, ülkemizin çıkarlarını her platformda savunan değerli aydınımız; Banu AVAR. Banu AVAR, sıkışık programı arasında, Davos olaylarıyla gündeme gelen Orta Doğu politikaları hakkında düşünceleri-ni bizimle paylaştı. Verdiği destek için Banu Hanım’a teşekkür ediyoruz. Şaşıracağız bilgileri içeren röportajı okumanızı salık veri-

rim.

Röportaj yaptığımız diğer konuğumuz, daha doğrusu konuklarımız; ünlü müzik gru-bumuz Baba Zula’nın üyelerinden Murat ERTEL ve Levent AKMAN. Akman ve Ertel ile eğlenceli, düşündürücü, sürükleyici bir mülakat yaptık. Beğeneceğinizi umarım.

12. sayımızın içeriğine kısaca göz atarsak; Gamze G. KONA Hocamız, Türkiye - Đsrail ilişkilerinin niteliğini ve yakın geçmişte yaşa-dığı önemli noktaları kaleme aldı. Ben, sizle-re yaşamın içinden bir cemaat gerçeği sun-maya çalıştım. Ekonomi-finans konusunda yine Timur ve M. Burak arkadaşlarımız güzel yazılara imza attılar. Ali Đhsan UĞUZ’un Che, Fidel ve Mustafa Kemal’i ele aldığı yazısı da mevcut. Asaf ŞĐMŞEK, yazısıyla, Siyonizm’in faşist yönetimler ile bağlantısını ortaya koy-maya çalışıyor. Evren YELKANAT da 3 sayı aralıktan sonra 12 Eylül dosyasını aralama-ya devam ediyor. Kültür sanat içeriğimiz de geniş ve başarılı, diye düşünüyorum.

Buradan tüm arkadaşlarımızın yazılarına değinemeyeceğim için, sizlere içeriğin hepsi-ni okumanızı tavsiye ederim. Gerçekten ola-bildiğince başarılı bir sayı ortaya koymaya çalıştık.

Üzüntü verici bir haberimiz var. Maalesef; aydın, ilerici, bilim kadını Türkel MĐNĐBAŞ’ı yitirdik. Değerli hocama Tanrı’dan rahmet, sevenlerine ve tüm Türkiye’ye başsağlığı diliyorum. Türkel Hocamızın geçmişte yazdı-ğı bir makalesini de dergimizin içeriğine koy-duk.

Bu arada, yazarlarımızdan Mehmet Burak KAHYAOĞLU resmen öğretim görevlisi oldu. Bu sevinçli haberi de sizlere iletiyorum. Kahyaoğlu’yu tebrik ediyor ve ona yeni yo-lunda başarılar diliyorum.

Aydınlık, barış dolu günler diliyorum. 13. sayımızda görüşmek dileğiyle...

[email protected]

Editörlerimiz > Emrah ÖZDEMĐR > Gökhan DAĞ

Yazar Kadromuz

> Ahmet Tuna ALP > Ali Đhsan UĞUZ > Asaf ŞĐMŞEK > Beşir ĐSTEMĐ > Bilgin TÜRK > Emrah ÖZDEMĐR > Erbil DENĐZ > Erdal ALTUN > Erdinç AYDIN > Evren YELKANAT > Gamze G. KONA > Gökhan DAĞ > Kadir Levent BECĐT > Levent SEÇER > M. Burak KAHYAOĞLU > Miraç ÇEVEN > Naile DUMAN > Neylan ÇEVĐK > Nihat ATAR > Nuran TALAY > Osman ACAR > Osman BUDAK > Özcan NEVRES > Sevda EĞER > Timur V. DOĞRUOK > Yamaç KONA

Karikatürler

> Irmak ATABERK

Redaksiyon

> Emrah ÖZDEMĐR > Mehmet Mustafa KAKI

Kapak Tasarım

> Emrah ÖZDEMĐR

Web Tasarım > Gökhan DAĞ > Metin TINAY Not: Bu tabloda alfabetik sıralama kullanılmıştır.

[email protected]

Page 4: Politika Dergisi Sayi 12

09.02.2009 Sayı 12

Politika Dergisi

Đçindekiler

Banu AVAR Röportajı

“Osmanlı geliyor”, “Üçüncü Abdülhamit geli-yor” sloganları arasında Türk halkı uyutulurken, “Büyük Đsrail Projesi” plan-lanıyor.

(Araştırmacı-yapımcı Sayın Banu AVAR’la ya-pılan röportaj)

sy. 38

LA

KA

T

Baba Zula Röportajı

Baba Zula’dan Murat ERTEL ve Levent AKMAN’la yaptığımız keyifli röportaj...

Türkel MĐNĐBAŞ’ın anısına: Genç Đş-sizler Ordusunun Oyu

Yitirdiğimiz Türkel Hocamı-zın anısına, O’ndan bir ma-kaleyi sizlere sunuyoruz.

sy. 64

LA

KA

T

sy. 41

[email protected]

Geçmiş Sayı Kapağı Politika Dergisi Sayı 11

Gündeme Dair

Gökhan DAĞ’ın GÜNDEMDEKĐ KONU-LARLA ĐLGĐLĐ DEĞERLENDĐRMELERĐ sy.8

Page 5: Politika Dergisi Sayi 12

09.02.2009 Sayı 12

Đçindekiler

Davos Krizi ve Türk - Đsrail Đlişkile-rine Özel Bir Bakış (Dış Politika) DR. GAMZE GÜNGÖRMÜŞ KONA

sy. 14

Bir Siyonist’in Hatıra Defteri (Đnceleme-Yazı Dizisi) ASAF ŞĐMŞEK

sy. 20

Köstebek Var! (Đnceleme) EMRAH ÖZDEMĐR

sy. 17

Kapitalizm ve Kapitalizmin Birey Üzerindeki Hegemonyası (Yorum) MĐRAÇ ÇEVEN

sy. 23

Demokrasi Anlayışının Değişen Yüzü (Đnceleme-Yorum) NEYLAN ÇEVĐK sy. 28

[email protected]

Hakkımızda

Politika Dergisi, Uludağ Üniversitesi öğrencilerinin kurmuş olduğu bir politik gençlik hareketidir. Yara-tılmış ve halen de yaratıl-mak istenen apolitik genç-liğe bir karşı duruş fikrin-den doğan Politika Dergi-si, kanunlara uyulduğu ve okuyucusuna saygılı oldu-ğu taktirde her türlü görü-şe önem verir. Türkiye Cumhuriyeti'nin temel niteliklerini benimsemiş, cesaretini Mustafa Kemal Atatürk'ün Bursa Nutku'n-dan, görevini ise Gençliğe Hitabe’den almıştır.

Page 6: Politika Dergisi Sayi 12

09.02.2009 Sayı 12

Politika Dergisi

Đçindekiler

Neden Üretmiyoruz? (Ekonomi-Finans) M. BURAK KAHYAOĞLU

Bu Döngüde Sen Nerdesin? (Ekonomi-Finans) TĐMUR DOĞRUOK

Bursa Tarihi Üzerine; Đki Biyografi, Bir Yüzleşme (Tarih-Yorum) ERDĐNÇ AYDIN

Tarih Yapraklarından Üç Devrim-ci (Fidel Castro, Che, M. Kemal) (Tarih-Yorum) ALĐ UĞUZ

Mumcu Đle Söyleşi (Đnceleme-Yorum) SEVDA EĞER

sy. 30

sy. 79

sy. 32 sy. 42

sy. 47

Timsah Gözyaşları (Yorum-Güncel) OSMAN BUDAK

12 Eylül’ün Ardından (2) (Yakın Tarih-Yazı Dizisi) EVREN YELKANAT

Alman Derin Devleti BND, Ergene-kon ve Bir Taşla Birçok Kuş... (Đnceleme-Yorum) BĐLGĐN TÜRK

Siyaset Yerelde Başlar (Tarih-Yorum) ERDĐNÇ AYDIN

Türkler ve Kürtler (Đnceleme-Yorum) BEŞĐR ĐSTEMĐ

sy. 51

sy. 55 sy. 76

sy. 60 sy. 62

[email protected]

Görevimiz

1. Gençlerin ve genç be-yinlilerin politik düşüncele-rine yer vererek, depolitize olmalarını engellemek ve bu yolla ülkemiz politikası-na bir ivme kazandırabil-mek,

2. Cumhuriyetimizin, Türk devrimlerinin, insan hakla-rının, demokrasinin ve laikliğin özü korunmak kaydı ile fikir serbestîsi sunabilmek,

3. Geniş bir politik yelpa-zenin sunulması ile okuru çok yönlü düşünmeye sevk etmek,

4. Tüm bunların kazanım-l a r ı i l e d ü ş ü n s e l politizasyonu sağlayarak, gelecek için gerçek bir demokrasi oluşturmaya katkıda bulunmaktır.

Page 7: Politika Dergisi Sayi 12

09.02.2009 Sayı 12

Politika Dergisi

Çağdaşlığa Giden Yol

(Yorum) NĐHAT ATAR

Đçindekiler

Lider

(Yorum)

OSMAN ACAR

Alt Katmanlarda “Biz Kime Hizmet Edi-yormuşuz” Sorunsalı

(Yorum)

AHMET TUNA ALP

Alkışlar Başbakan’a (Sahne Sizin)

(Yorum-Güncel) NURAN TALAY

Ayrılaşmış Aynılar

(Yorum-Güncel)

ERBĐL DENĐZ

Neler Oluyor?

(Yorum)

ÖZCAN NEVRES

sy. 35 sy. 37

sy. 45 sy. 58

sy. 57 sy. 83

Cumhuriyet Çınarı—2. Bölüm (Sayfa 89)

P—Tiyatro: Bernarda Alba’nın Evi (Sayfa 94)

P—Kitap: Parfümün Dansı (Sayfa 97)

Türk Rock’ının Şubat Matemi (Sayfa 87)

P—Kitap: Yeni Çıkanlardan (Sayfa 88)

P—Film: Seçkiler (Sayfa 86)

ÇIZIKTIRMAK (Sayfa 21, 84, 98)

PD KÜLTÜR SANAT

[email protected]

Görümüz Politika Dergisi’nin görü-sü; gençlerin ve genç dü-şüncelilerin kavga ile değil fikirlerle politik katılımını sağlamaktır. Politika Der-gisi, Türkiye için demokra-siyi; sadece seçimlere özgülenmiş bir rejim ola-rak değil Türkiye Cumhuri-yeti’nin temel esaslarına uyulmak şartıyla her kesi-min katılımının sağlandığı bir rejim olarak tanımlar.

Page 8: Politika Dergisi Sayi 12

Gündeme Dair...

09.02.2009 Sayı 12

Politika Dergisi

Gökhan DAĞ

Küreselleşme denilen şeyin faydaları var mı diye sorsam birçok kişi bana ha-yır yok der. Ben de onlara hadi be ora-dan derim.

Küreselleşmenin faydaları git gide artıyor. Küreselleşme bir anlamda yere-lin evrenselleşmesi değil de nedir ki?

Bakın bizim yerelimiz, yerel seçimleri-miz nasıl da bir anlamda Davos’ta ev-renselleşebildi! Bu küreselleşmenin fay-dası değil mi şimdi sorarım size!

Başbakan bir anda yerel seçim mantı-ğıyla hareket edip, yerel seçimlerimizi evrensel hale getirmedi mi?

Bence getirdi. Đşte küresel Başbakan budur. Küresel Başbakanın şerefine, bu sayıdaki gündeme dairi yazdığımı belir-tirim. Bu sayıda bu köşe senin şerefine Başbakan!

Halkın şerefi nerede derseniz, git gide şerefsizlerce elden, avuçtan alınıyor; ele veriliyor.

O yüzden bu sayı Başbakanın şerefi-ne. Ne de güzel gösterdi hitabet sanatı-nı tüm dünyaya. Davos bir forum, laf edene korum mantığıyla hareket etti.

Sonu hayrola. Birazdan değineceğiz.

Kemal Kılıçdaroğlu; bizim de çok ön-ceden bildiğimiz üzere, Đstanbul Büyük-şehir Belediye Başkan Adayı oldu. Açık ve seçik belirteyim ki, oyum ve dualarım onunla olacak.

Yalnız Kur’an Kursu olayını söylerse bir dakikalığına düşünebilirim. Gündem-de birde böyle bir bomba var.

Kur’an (Kursun) Kursu, bize ne diye-meyeceğimiz bir olay bana kalırsa.

Bekir Çokun’un dediği gibi:

Ce Ha Pe(S)!

Neymiş her mahalleye bir Kur’an Kursu’ymuş. Böylece bu tarz kursların idaresi daha kolay olacakmış.

Bunlar hiç atasözlerini kulaklarına kü-pede mi yapmaz: Nerede çokluk orada b.kluk!

AKP bu olaya tepkili. Ülkede siyasetin beyni sulandı:

Bir şeyi savunması gerekenler sa-vunduklarına karşı çıkıyor, savunma-ması gerekenler savunmadıklarına sarılıyor. Boşuna okumuşuz siyaset bilimini. Yanlış anlatmışsınız değerli ho-calarım!

Başka ne oldu ya! Benim de beynim sulandı tüm bu olanlardan.

Haa! Melih Gökçek mal varlığını açık-ladı. Ne fakirmiş meğer. Boşuna günahı-nı almışız. Boşuna keşke Đ. Melih Gök-çek kadar zengin olsam demişiz. Allah iyi ki dualarımızı kabul etmemiş, yoksa gerçekten dileklerimiz boşuna olurdu.

Đ. Melih Gökçek ve boşuna. Ne kadar da güzel uydu. Ne yapsak boşuna. An-ketler Melih Gökçek’in hala seçim yarı-şında önde olduğunu gösteriyor. Fakire genelde acır bizim milletimiz. Bu fakirliği Melih Gökçek’e artı oylar getirecektir muhakkak.

Ekonomik kriz bizi teğet geçecek de-mişti Başbakan. Gerçekten de onları teğet geçti. Bizi ise delip geçmeye de-vam ediyor.

Eskinin işçileri, emekçileri, bugünün işsizler ordusu elemanları. Allah hepsi-

[email protected]

Page 9: Politika Dergisi Sayi 12

09.02.2009 Sayı 12

Politika Dergisi

nin işi rast getirsin.

Değerli Uğur MUMCU’yu ve Abdi ĐPEKÇĐ’yi bu senede olanlardan haber-siz andık. Đşte habersiz olduğumuz ko-nular?

Yakalananlar gerçekten katil mi?

Bu olayların arkasında gerçekten Er-genekon var mı?

Tuncay Güney katili veya katilleri biliyor mu?

TRT 2’nin adının değişmesini öneriyo-rum. Adı Tuncay Rahatça Tıraşla olsun istiyorum. Demokratik olarak böyle bir talepte bulunuyorum.

TRT 1’de zaten Tayyip Radyo Tele-vizyonu olmaya doğru gidiyor. Ödediği-miz faturalarda sürekli TRT için vergi ödüyoruz. Yazıklar olsun. Haram, zık-kım olsun. Hakkımı helal etmiyorum ben.

Silahları yerin altına gömen, o kadar kişi öldüren bu örgütün gücü bir Tuncay Güney’e yetmedi. Ne gerizekalı bir ör-gütmüş ki, her şeyi Tuncay Güney’e anlatmışlar.

Tuncay Güney her geçen gün örgütün bir numarasını değiştiriyor. TRT 2’den alt yazılar geçiyor: x kişisi Ergenekon ile ilişkili. Sonuç: x kişisi 2 saat sonra emni-yetin elinde.

Bu kadar ucuz mu ya tüm bunlar?

Yılmaz ÖZDĐL’in dediği gibi; Yahudile-re yalancı diye laf söyleyeceksin, sonra da bir Haham’ın ağzının içine bakacak-sın. Oh ne ala!

Ve maalesef Türkel MĐNĐBAŞ’ı son-suzluğa uğurladık. Ergenekon’a bulaş-madan aramızdan ayrılan bir aydın, dersleri sonsuza kadar devam edecek bir akademisyen olduğu için, kendisini yazılarından ötürü az da olsa tanıyabil-

diğim için mutluyum. Türk milletinin başı sağ olsun.

Tuncay Güney onun adını anmadığı için de ayrıca huzurluyum.

Şimdilik geçen dönemle ilgili aklıma gelenler bunlar. Hemen genelden özele doğru değerlendirmeye başlayalım.

Davos Olayı

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ki-misine göre bu olayda sonuna kadar haklı,

Kimisine göre sonuna kadar haksız,

Kimisine göre ise bazı yerlerde haklı, bazı yerlerde haksız.

Modertaörün tavrı konusunda Başba-kan’a katılmamak elde değil. Bir ülkenin Başbakan’ına bu tarz bir el kol hareke-tiyle yaklaşmak oldukça yakışıksız.

Ben bu olay ile ilgili Đnal Batu’nun söy-lemine sonuna kadar katılıyorum: “Doğru sözleri yanlış bir adam, yanlış bir yerde söyledi.”

Neydi doğru sözler?

Filistin’in Đsrail tarafından yok edildiği.

Peki, neden yanlış bir adam olarak nitelendirme yapıldı?

Çünkü daha düne kadar, hatta belki bugün bile Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eşbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan’-dan söz ediyoruz. Dolayısıyla BOP çer-çevesinde Filistin’in bu halde olduğu bilinirse, Recep Tayyip Erdoğan direk yanlış bir adam konumuna düşüyor.

Peki, neden yanlış bir yer?

Çünkü orası nihayetinde bir diplomatik arena. Bu şekilde davranışlar gerek Başbakan’dan olsun, gerekse başkası tarafından son derece yanlış.

[email protected]

Page 10: Politika Dergisi Sayi 12

09.02.2009 Sayı 12

Politika Dergisi

Başbakan ve yanında o oturumda bulunanların tümünün kontrolü kaybetti-ğini gördük.

Peki, Davos’ta yaşananlar bir yerel seçim oyunu olabilir mi?

Ben bunu yüksek olasılık görüyorum. Çünkü;

1– Başbakan, Davos’ta Filistin’e tank-larla girerken mutlu olan Đsrail Başba-kanları olduğunu söyledi. Bu bilgisine rağmen neden hala Filistin konusunda ve diğer konularda Đsrail ile ortak hare-ket etti.

2– Türkiye’yi temsil eden bir Başba-kan’ın elinde neden AKP klasörleri var-dı.

3– Yerel seçimler öncesi bozulan iti-bar bu şekilde yeniden onarılabilirdi.

Tüm bunlar Davos’ta yaşananların bir oyun olabileceği ihtimalini de beraberin-de getiriyor. Aman dikkat diyoruz.

Bir site: www.davosfatihi.com

CHP’nin Açılımları

Her parti bir açılım tutturdu gidiyor; ama CHP gerçekten kimsenin eline su dökemez bu konuda.

Kara çarşaf açılımından sonra yeni açılım her mahalleye Bir Kur’an Kursu..

Amaç buraların CHP tarafından açıla-rak çok iyi bir şekilde denetlenebilmesi. CHP şu mantığı yaymaya çalışıyor: bi-zim dışımızda Kur’an Kursu açanlar buraları iyi denetleyemezler!

CHP’ye yakışan siyaset bu değil. CHP Halkın Düzeyine Çıkmalı. Yoksa iş tekrardan bir felaket olabilir.

Az öncede belirttiğim gibi bir şeyi sa-vunması gerekenler onu savunmuyor, bir şeyi savunmaması gerekenler onu

savunmaya başlıyor ve bir anda savu-nulan, savundukları şeye bir karşı ref-leks oluşuyor. Olan politikaya oluyor maalesef.

Yanlış politika yapmak, doğru politika yapmak yerine konunca doğru politikala-rı uygulamak da yanlışmış gibi algılanı-yor.

Sonuç: Bugünün Türkiye’si işte...

Nitekim A&G Araştırma Şirketi’nin yapmış olduğu anketler sonrası halk yapılan bu açılımları samimi bulmadığını ve bir seçim yatırımı olarak gördüğünü belirtti.

Sadece çarşaf açılımı ya da Kur’an Kursu açılımıyla da sınırlı değil üstelik bu araştırma.

AKP’nin Alevi açılımı,

AKP’nin Nazım Hikmet açılımı

AKP’nin TRT 6 (Şeş) açılımı.

Açın bakalım daha nereye kadar aça-caksınız. Bir gün bu halk size bir şey açacak ama burada yazamıyorum maa-lesef. Anlayan anladı işte..

Kemal Kılıçdaroğlu Đstanbul Büyük-şehir Belediye Başkan Adayı

Laf CHP’den açılmışken devam etsin bari. CHP geçtiğimiz günlerde sizin de hatırlayacağınız üzere Đstanbul Büyük-şehir Belediye Başkan Adayını belirledi:

Kemal Kılıçdaroğlu..

CHP bunun yanında çarşaf açılımında büyük rol oynayan ve birçok ünlü ismi CHP’ye katan birisini Belediye Meclis Başkan Adayı olarak belirledi:

Gürsel Tekin..

Genel Sekreterlik görevi içinde şehir planlamacısı Dr. Alper Ünlü.

[email protected]

Page 11: Politika Dergisi Sayi 12

09.02.2009 Sayı 12

Politika Dergisi

CHP Đstanbul için üçlü bir modelden yana hakkını kullandı açıkçası.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun Đstanbul için aday gösterilmesini ben açıkçası istemi-yordum. Çünkü kendisi daha önemli görevleri üstlenebilecek bir karakterde; fakat olaya başka bir açıdan bakarsak daha önemli görevlere gelmesi için de bulunmaz bir fırsat.

CHP, ĐSKĐ olayından sonra Đstanbul’-da sol partilere olan bakışı kırmak için çabalıyor.

Anketlere göre şansı pek yok; ama Fatih Çekirge’nin yazdığı habere göre AKP anketinde Đstanbul için Kemal Kılıçdaroğlu önde çıkmış.

Dolayısıyla bu AKP’de bir panik yarat-tı.

Bu paniği Recep Tayyip Erdoğan’dan görebilmek de mümkün. Her fırsatta, her alanda Kemal Kılıçdaroğlu’na yükle-nen bir başbakan izliyoruz televizyonlar-da.

Kemal Kılıçdaroğlu zeki bir şahsiyet. Geri planda kalmadı ve Ekrem Tosun denilen bir kişiyi başbakana sordu.

Bakalım Ekrem Tosun kim, Başbaka-nın oğlunun neyi?

En kısa zamanda öğrenmek dileğiyle.

Burada benim canımı sıkan Başba-kan’ın tavrı.

Başbakan’ın Recep Tayyip Erdoğan olması dolayısıyla değil. Bu harekette bulunan başbakanlık sıfatını üstlenen her kim olursa olsun bu tavır çok yanlış.

Peki, bu tavır, nasıl bir tavır?

Politika Dergisi’nin sitesinde yazmış olduğum yazılarda bu konuya değinmiş-tim. Yazımın başlığı Demokratik Şizof-reni.

Burada yazımı uzun uzun tekrar belirt-meyi düşünmüyorum.

Özetlemek gerekirse, demokrasilerde-ki tavır bir demokratlık tavrıdır şüphesiz. Aynı zamanda demokrasinin mekaniği demokratik kurumlarla işler.

Yine aynı şekilde demokrasi bazen yerelden genele ulaşır. Hatta yerel de-mokrasi genel demokrasinin işleyişi için bulunmaz bir fırsattır.

Yukarıda yazdıklarım demokrasi teori-sinde bize öğretilenler…

Fakat durum böyle olamayabiliyor. Demokratik olduğunu savunanlar sırf kendi çıkarları için demokrasiye kilit vu-rabiliyorlar. Đşte kendi çıkarları ile de-mokrasinin çıkarları arasında sıkışıp kalanların hastalığına ben yazımda da-ha önce hiç kullanılmamış olan Demok-ratik Şizofreni kavramını uygun gör-düm.

Daha detaylı bir çalışmaya yaklaşık bir ay sonra başlamayı ve bu konuda bir kitap yazabilmeyi umuyorum.

Şimdilik daha uzunca bir yazı için; http://www.politikadergisi.com/node/668 adresine bakılabilir.

(Bu arada Değerli Yazarımız Sevda Eğer’in yazıma yorumlarıyla renk katma-sı beni gerçekten mutlu etti. Kendisi başka hastalıklarda tanımladı. Takdire şayan)

Eklemeyi unuttum: Đstanbul için oyum Kemal Kılıçdaroğlu’na. CHP’li olduğu için değil, sonuna kadar hak ettiğini dü-şündüğüm için.

Đ. Melih Gökçek Mal Varlığını Açıkla-dı

Neredeyse her siyasete atılanın, her belediye başkan aday adayının hayalidir

[email protected]

Page 12: Politika Dergisi Sayi 12

09.02.2009 Sayı 12

Politika Dergisi

Đ. Melih Gökçek kadar zengin olmak.

Örneğin; Ahh, bir gün ben de belediye başkanı olsam da Đ. Melih Gökçek ka-dar zengin olsam..

Đşte Đ. Melih Gökçek bu hayallerin tü-münü mal varlığını açıklayarak yıktı.

Neyi var Đ. Melih Gökçek’in?

Eşinin emekli ikramiyesi ve kendisinin birikimi sonrasında bankada 100 bin TL.

Akçakoca’da bir evini sattığı için 95-100 bin TL para bankada.

Eşinin ve oğlunun evleri. Çayyolu’nda kooperatif ev.

Pursaklarda 500 metrekare arsa

Ve bir Silah.

Silah’dan sonra da bana iki de bir bunların sorulmasından rahatsız olu-yorum bilesiniz lafı.

Kaynak: www.ensonhaber.com

Gökçek Mal Varlığın Ne?

Ben tekrar soruyorum. Đ. Melih Gök-çek’in mal varlığının bu olduğuna inan-mıyorum çünkü.

Hiç arabası yok Đ. Melih Gökçek’in. Silahı var ama mermisi yok mesela.

MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural; Đ. Melih Gökçek’in yalan bildirimde bu-lunduğunu belgeleriyle ortaya koydu ve Đ. Melih Gökçek’in istifasını istedi.

Đ. Melih Gökçek de eğer öyle bir şey varsa istifa ederim dedi. Bakalım neler olacak?

Oktay Vural’ın söylemleri doğru çıkar-sa Đ. Melih Gökçek görevinden ayrılabi-lir; ama ayrılması yetmez önümüzdeki seçimlerde de adaylıktan çekilmesi ge-rekir. Bunu da unutmamak lazım tabii.

Sonuç olarak artık Đ. Melih Gökçek

kimseni hayallerini süslemiyor. Đ. Melih Gökçek kadar zengin olsam keşke söy-lemlerini artık duyamayacağız. Meğerse Đ. Melih Gökçe ifa ettiği göreve göre ol-dukça fakir biriymiş. Ne saf, temiz duy-gulu bir adammış meğer.

Merak ettiğim bir konu var: Acaba sila-hı elmas kaplı mı?

Nokta.

TRT Skandalları Devam Ediyor!

TRT son yıllarda Türkiye’nin televizyo-nu olmaktan çok sanki bir partinin yayın organı gibi hareket ediyor.

Đktidardaki parti TRT’ye nasıl hareket etmesi gerektiğini detaylarıyla anlatıyor ve TRT’de bunu uyguluyor.

TRT devletin yayın organı. Dolayısıyla TRT’nin devleti, sadece iktidar olarak algılayan tutumundan uzaklaşması ge-rek.

TRT, AKP; Alevi açılımına başlama-dan önce neredeydi? O zaman neden Alevilerin Cem Törenleri’ni yayınlamı-yordu.

Aleviler için iftar vakti, TRT ve AKP’nin samimi olmayan hareketlerini yemekle başlamaz.

TRT 6 çıktı şimdide. TRT 6 denilen şey birleştirici bir varsayım olarak sunul-duysa bana kalırsa tutmayacaktır.

Türk’sen TRT 1’den başlayarak TRT 5’e kadar izle. Kürt’sen TRT 6’yı izle. Yok ya!

Buna çanak tutacaktır TRT 6 mantığı. Birleştiricilikten çok ayrımcılığa işaret edecektir.

Sadece bununla ilgili de değil yaşa-nanlar. Yazımın başlarında da belirttiğim gibi TRT 2, Haham mı, MĐT ajanı mı yoksa şaklaban mı olduğu bilinmeyen bir adamın sorgusunu yayınladı.

[email protected]

Page 13: Politika Dergisi Sayi 12

09.02.2009 Sayı 12

Politika Dergisi

Kim yapmıştı bu sorguyu?

Emniyetin böyle bir soruşturma kay-dından haberi olmadığı ortaya çıktı üs-telik!

TRT’de saatlerce birçok insan, Tun-cay Güney’in açıklamaları doğrultusun-da suçlu gibi algılandı.

Devletin televizyonu bunun hesabını verebilir mi?

CHP kalksın özür dilesin diyor!

Hayır yetmez. Daha fazlasını yapmalı.

Ney düğü bilinmez bir adamı al, dev-letin televizyonunda ifadesi işte budur diye yayınla. Bu nasıl mantık?

TRT’nin reyting kaygısı mı var?

Bizlerden alınan vergilerle TRT geçi-mini sağlayamıyor mu?

Tuncay Güney denen şaklabanın bu görüntüleri nereden ve ne kadara alın-dı?

Hiç kimse kusura bakmasın ben vergi-mi TRT böyle şaklabanları yayına çı-kartsın diye vermiyorum. Ben masum insanların benim vergimle suçlanması-na izin vermiyorum.

TRT benim kanalım olduğu kadar, orada suçlanan insanların da kanalı.

TRT’nin bunu yapmaya ne hakkı var?

Acilen hesap verilmeli.

2B Yasası Hakkında

Aslında söylenecek pek bir şey yok. Sadece yazıklar olsun demek geliyor içimden.

Ahmet Necdet Sezer bu kanunu veto etmişti; fakat Abdullah Gül…

Çevrecinin Daniskanı Başbakan’ı yük-sek derecede kınıyorum. Bu olaya dur diyebilecekken demedi. Yazıktır.

Orman vasfını yitirmişse bu alanlar bu yasaya evet diyen herkesi o ormanlarda odunluğa davet ediyorum. Hakkımda dava açılacaksa da açılsın. TEMA Vakfı bu konuda bir şeyler yapmaya çalışıyor, lütfen desteğinizi esirgemeyiniz.

Obama Koltuğuna Oturdu!

Dönekler için önemli olan “iktidarda kimin olması gerektiği” değil, “iktidarda kimin olduğudur” (Amerika’nın Bağım-sızlık Savaşı’nı konu alan Revolution filminden)

Dolayısıyla bizde de dönek çok. Bush gitti, yerine Obama geldi; fakat dönek hala aynı dönek.

Hemen dalkavukluğa başladık. Yakışır mı Türk halkına?

Hayır yakışmaz.

O yüzden Bush ve Obama arasında bir fark varsa bu farkı çok iyi analiz edip ona göre stratejiler belirlemek gerekiyor. Bu stratejinin de döneklik, dalkavukluk aşamasında olmaması şart.

Bu sayılık benden bu kadar değerli okuyucular. Yerel seçimlere kısaca de-ğinsem de daha detaylısına inşallah gelecek sayımızda. Bazı konuları atla-dım biliyorum ama altı sayfalık köşem doldu maalesef. Mazur görün lütfen.

Başımdan birçok sorun geçiyor bu aralar. Dik durmaya çalışıyorum; ama nereye kadar?

Desteğinize ihtiyacım var. Mutlu gün-ler temennisiyle.

Hoşça kalın…

[email protected]

[email protected]

Page 14: Politika Dergisi Sayi 12

Dr. Gamze Güngörmüş KONA

Đsrail’le olan ilişkiler, Soğuk Savaş döneminden sonra, özellikle 1990’ların ikinci yarısında beklen-medik biçimde gelişmiştir. Bununla birlikte, bu iki devlet arasındaki ilişkilerin geçmişini incelediğimiz-de, Türkiye’nin Đsrail’e yönelik politikasının esas olarak; 1946-64 yılları arasındaki güvenlik kaygıla-rı, 1964’den sonraki Kıbrıs sorunu ve 1977-83 ara-sında yaşanan petrol krizi gibi dış faktörlerle şekil-lenmiş olduğunu görürüz. Türkiye’nin Đsrail’le ilgili politikası, ayrıca Türkiye’yi yönetenlerin seküler ve

demokratik Đsrail devletini algılayış biçimleri ve Đsla-mi gruplardan yükselen Đsrail karşıtı baskılar gibi ülke içi faktörlerden de etkilenmiştir. (Yavuz,1991, ss.42-43)

Đsrail’le ilk diplomatik ilişkilerin kurulması 1949 yılında Türkiye'nin Đsrail’i tanımasına kadar uzanır. Türkiye’nin, tarihsel nedenlerden dolayı Arap dev-letlerine duyduğu güvensizlik; Türk yetkililerce Orta Doğu’da Türkiye’ye en yakın devlet modeli olarak görülen Đsrail’in modern, demokratik ve seküler devlet modeli; Arap devletlerinin başındaki yönetim kadrosunun antidemokratik, despot ve totaliter ol-ması; Türkiye’nin 1923’te Irak’la Musul sorunu ve 1939’da Suriye’yle Hatay problemi gibi toprak an-laşmazlıkları; ABD’de etkili bulunan Yahudi lobisi-nin önemi; bölgedeki Arap devletleriyle, özellikle Suriye’yle mevcut anlaşmazlıklar; 1492’de Đspan-ya’dan kovulan Yahudileri ülkesine kabul eden Os-manlı Đmparatorluğu döneminden itibaren Yahudile-re karşı beslenen olumlu duygular; bunların tümü Türkiye’yi önce Đsrail’i tanımaya, ardından özellikle 1945 ve 1965 yılları arasında bu devletle ilişkilerini artırmaya sevk etmiştir.

Bununla birlikte, 1965’ten sonra bazı siyasal ve ekonomik nedenlerden dolayı, Türkiye’nin Đsrail’le olan ilişkileri giderek bozulmaya başlamıştır. Siya-sal nedenler arasında en önemli olanı 1963 ve 1964’deki Kıbrıs krizi esnasında ve 1974’deki Türk

Davos Krizi ve Türk - Đsrail Đlişkilerine Özel Bir Bakış

“Đsrail’le ilk diplomatik ilişkilerin

kurulması 1949 yılında Türkiye'nin

Đsrail’i tanımasına kadar uzanır.”

Sayfa 14 Politika Dergisi

Page 15: Politika Dergisi Sayi 12

Barış Harekatı’nı takiben Türkiye’nin siyasal yal-nızlığa itilmesiydi. Türkiye, Kıbrıs sorunu konusun-da uluslararası siyasal arenada desteksiz kaldığını ve ABD ile ilişkilerinin soğuduğunu yoğun olarak hissetmeye başladığı dönemde, Arapların desteği-ne şiddetle ihtiyaç duydu ve Arap devletleriyle iliş-kilerini geliştirme yolları aramaya başladı. 1973 Arap-Đsrail Savaşı sırasında Ankara, Đsrail’e yardım sağlamak amacıyla Türkiye'deki askeri üslerin kul-landırılmayacağını resmi olarak ifade etti. Filistin Kurtuluş Örgütü’nün 1979 yılında diplomatik olarak tanınması, siyasal yalnızlığından kurtulmak ama-cıyla Arap dünyasının desteğini almak için Türki-ye'nin attığı ikinci somut adımdı. Siyasal nedenle-rin yanında, 1979’daki petrol krizi ve 1980’lerde Türkiye’nin karşılaştığı ekonomik sorunlar da Tür-kiye’yi, daha Arap yönelimli, daha az Đsrail taraftarı bir dış politika izlemeye zorladı. Daha çok bu dış nedenler ve kısmen de dönemin koalisyon hükü-metindeki diğer ortağının Đslami ideolojisine bağlı olarak Türkiye, Đsrail'in Kudüs’ün daimi başkent olduğuna ilişkin 30 Temmuz 1980’de yaptığı resmi açıklamayı eleştirdi. Bir ay sonra da Kudüs’teki Başkonsolosluğu kapattı. Eylül 1980’deki Askeri Darbenin ardından üç yıl süren askeri rejim, Türki-ye’nin bir yanda ĐKÖ’deki katılım ve sorumlulukları-nı artırırken, diğer yanda Đsrail'le olan ilişkilerini azalttı.

Türkiye’de 1983 yılında, askeri rejimin sona ermesinden sonra yapılan ilk seçimlerde iktidara gelen Anavatan Partisi Genel Başkanı Turgut Özal, Türkiye’nin dış politika girişimlerinde hiçbir tarafı ihmal etmeksizin Arap devletleri-Đsrail ve ABD-Orta Doğu dengesini sağlamayı başardı. Đsrail'le ilişkiler giderek gelişmeye başladı. Özal’ın dış politikası esas olarak, Türk ekonomisinin gelişmesi için Türkiye’ye maksimum faydayı sağlayacak devletlerle ilişkiler geliştirmeyi hedefleyen liberal ekonominin iyileştirilmesini amaçlıyordu.

Türk-Đsrail ilişkilerindeki en dikkate değer gelişme Soğuk Savaş dönemi sonrasında yaşandı. Türkiye’nin, güvenlikle ilgili olarak, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra dikkatini kuzeyden güneye, Türkiye'nin sorunlarının bulunduğu Đran,

Irak ve Suriye gibi ülkelere çevirmesine yol açan yeni oluşumlar, Türkiye'yi Đsrail'le dostluk kurmaya zorladı. Bundan başka, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik sürecinde ortaya çıkan gecikme de Türk yetkililerin bu devletle ilişkilerini geliştirmesini hızlandırdı. Đki devlet arasında gelişen ilişkiler, Şubat 1996’da Askeri Eğitim Anlaşmasının imzalanmasıyla zirveye ulaştı. Görüşmeler gizlilik içinde yapıldı ve sadece Nisan 1996’da Türk tarafından sızan haberlerden duyulabildi. Bilinen nedenlerden dolayı Türkiye, bu yeni ortaklığın sadece ekonomik boyutu üzerinde durmayı uygun buldu. (Robins, 1997, s.83; Economist, 1998) 1996’dan bu yana iki devlet arasındaki ilişkiler, her iki taraf için de pratik sonuçlar sağlayarak gitgide gelişmektedir. Ancak tüm bu olumlu gelişmelere rağmen, 11 Eylül 2001 yılından itibaren Türkiye, Irak operasyonunu takiben Kuzey Irak’ta oluşması kuvvetle muhtemel bir Kürt devleti karşısında Đsrail’in alacağı kalıcı politik tavrı büyük bir endişeyle beklemektedir.

Türkiye’nin Đsrail’le olan inişli çıkışlı ilişkisi, Türki-ye’nin Đsrail’e karşı takındığı olumsuz tavrın arka-sında yatan etki-tepki ilişkisine dayanmaktadır. Bir başka ifadeyle, Türkiye’nin her bir Đsrail karşıtı poli-tik tavrı, o anda mevcut uluslararası veya ülke içi durumların sebep olduğu ve Türkiye’nin karşı karşı-ya bulunduğu veya yararlanmak istediği hadiselere gösterdiği tepki olarak yorumlanmalıdır. Hadiseler kısaca ele alındığında dahi Türkiye’nin Đsrail’e karşı takındığı olumsuz tavırların arkasında, o dönemde-ki iç ve dış olayların sebep olduğu ve Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı veya yararlanmak istediği me-selelerin sebep olduğu etki-tepki bağlantısının yattı-ğı gerçeği görülmektedir. Bu hipotez, altı somut örnek çerçevesinde çözümlenerek kanıtlanabilir.

1. Đlk örnek olarak, Türkiye’nin 1966 yılında Đsrail’-le ilişkilerini dondurma kararı vermesi, ki bu çözüm-

“Türkiye’nin Đsrail’le olan inişli çıkışlı

ilişkisi, Türkiye’nin Đsrail’e karşı

takındığı olumsuz tavrın arkasında

yatan etki-tepki ilişkisine

dayanmaktadır.”

Sayfa 15 Sayı 12

Page 16: Politika Dergisi Sayi 12

lememizde tepki kısmını ifâde etmektedir, hadisesi alınabilir. Türk Askerî Đstihbaratı’ndan Sezai Orkunt 1966 senesinde Đsrail askeriyesine Türkiye’nin Đs-rail’le ilişkilerini, ABD’nin Rum Ortodoks Kilisesi’nin Đstanbul üzerinde tarihi hak iddialarını destekleme-si sebebiyle dondurmak istediğini bildirmiştir. Bu durumda itki, Türkiye’nin ABD’yle söz konusu me-sele üzerinde bir diyalog zemini yaratmak için Đsra-il’le olan ilişkilerinden faydalanmak istemesidir.

2. Đkinci örnek, 1973 yılında Türkiye’nin Filistin Kurtuluş Örgütü’nü Filistin halkının tek temsilcisi olarak tanıması; 1975 yılında Siyonculuğu ırkçılıkla bir tutan BM kararı için olumlu oy kullanması; ve 1979 senesinde Filistin Kurtuluş Örgütü’ne Đstan-bul’da büro açmasına müsaade etmesidir. Bunların hepsi 1973 senesinde yaşanan petrol bunalımı neticesinde Türk karar alıcıların petrolün petrol ithal eden ülkelere karşı bir silâh olarak kullanılabi-leceğini düşünerek Arap dünyasının petrol kaynak-larından mümkün mertebe sorunsuz bir şekilde faydalanılması amacıyla verilmiş ve uygulanmış kararlardır. Bu örnekte itki, petrol ihtiyacı ve bu ihtiyaca dayanan bir tehdit algılaması; tepkiyse, bu tehdit algılaması sebebiyle Arap dünyasıyla ilişkile-rin geliştirilmesi için FKÖ’nün desteklenmesi ve

BM’de Đsrail’e karşı bazı kararların lehinde oy kulla-nılmasıdır.

3. Üçüncü örnek, Đsrail’in 1980 yılında Kudüs’ün birleşik başkenti olduğunu açıklaması üzerine Tür-kiye’nin Đsrail’le ilişkilerini 1981 senesinde azaltma-sıdır. Đlişkilerin azaltılması şeklinde tezahür eden tepkiye sebep olan itkilerden biri, o dönemde Türki-ye’yi idare eden askerî darbe yönetiminin çoğunlu-ğu Müslüman olan halkın nazarında meşruiyet ka-zanmak ve yetkesinin desteklenmesini temin et-mek; diğeri de, bu ihtiyacın en iyi şekilde Arap dün-yasından uzaklaşmadan yapılabileceği inancıdır.

4. Ele aldığımız dördüncü örnekteki tepkiler, 1987 yılında patlak veren Đntifada üzerine Türkiye’nin Filistin tezlerine yönelik duygudaşlığını artırması; Filistin Devleti’ni 1988 senesinde tanıması ve Đsra-il’le askerî anlaşmasını durdurması şeklinde ortaya çıkarken, bu tepkiye sebep olan itki, anılan dönem-de Türkiye’nin Arap dünyasıyla olan ticaret hacmi-nin beş kat artmış olmasıdır.

5. Đnceleyeceğimiz beşinci örnek ise 2000 sene-sinde vukuu bulan Đkinci Đntifada’dır. Đkinci Đntifada üzerine Başbakan Erdoğan Đsrail hükümetine, Filis-tinlilere karşı giriştiği eylemler ve uyguladığı politi-kalar sebebiyle sert eleştirilerde bulunmuş ve Şaron hükümetini devlet terörü uygulamakla suçla-mıştır. Bu tepkilere yol açan etki, Erdoğan’ın kamu-oyunu memnun ederek itibarını arttırmak isteğidir.

6. Đnceleyeceğimiz son örnek ise geçen hafta Davos’ta gerçekleştirilen Filistin Oturumu esnasın-da yaşanan krizdir. Oturumda Başbakan Erdoğan Đsrail hükümetine, Gazze’de Filistin halkına yönelik olarak düzenlenen eylemler ve uyguladığı politika-lar sebebiyle sert eleştirilerde bulunmuş ve Đsrail hükümetini devlet terörü uygulamakla suçlamıştır. Bu tepkilere yol açan etkiler dizgesi halen tartışıl-makta olup, bu tepkiye yol açan temel etkenin; Er-doğan’ın Orta Doğu halklarını memnun ederek iti-barını artırmak ve Türkiye’yi Orta Doğu’da yönlen-dirici güç konumuna taşımak istediğidir.

Netice olarak, iki ülke arasında yaşanmış olan tüm olumsuz gelişmelere rağmen, Türkiye’nin Đsra-il’le 1950 yılından beri süregelen ilişkisi her ne ka-dar inişli çıkışlı olsa da, tedrici biçimde ve olumlu yönde gelişmiştir. Bir bakıma bu ilişki “Orta Doğu’-da komşu olmaya sonsuza dek yazgılı iki yalnız adamın geç kalmış işbirliği “ olarak da tanımlanabi-lir.

[email protected]

“Başbakan Erdoğan Đsrail hükümetine,

Filistinlilere karşı giriştiği eylemler ve

uyguladığı politikalar sebebiyle sert

eleştirilerde bulunmuş ve Şaron

hükümetini devlet terörü uygulamakla

suçlamıştır. Bu tepkilere yol açan etki,

Erdoğan’ın kamuoyunu memnun

ederek itibarını arttırmak isteğidir.”

Sayfa 16 Politika Dergisi

Page 17: Politika Dergisi Sayi 12

Emrah ÖZDEMĐR

“Türkiye’deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cepheni-ze çekeceğiniz ana kadar; her adım erken sayılır, her adım 20 gününü doldurmadan yumurtayı kırma gibi bir şeydir, civcivleri terk eden kuluçka gibi, civ-civleri doluya, fırtınaya terk etmek gibi bir şey-dir…” (Fethullah GÜLEN)

Necip Hocam ve Onun gibiler yazdı; komplo teo-risi dediniz, küresel fotoğrafı sunduk; uçarı dediniz. Hocamı öldürdüler; Ergenekon öldürdü dediniz. Bu kez size yaşamın içinden iki öykü sunacağım. Bu öykülerdeki olaylar tamamen gerçek, kişiler -güvenlik nedeniyle- düş ürünüdür.

***

Sıradaki Hedef TSK!

Öykünün Geçtiği Yer: Ankara.

Öykünün Kahramanları:

Abi: “Malum” cemaatte sıkça kullanılan bir un-van. Bölge abisi, ev abisi gibi tanımlamalarla etkin-liği değişkenlik gösterebilir. Öyküdeki “Abi” Anka-ra’nın merkez ilçelerinden birisinde “bölge abisi” konumunda yer alan bir kişidir. Lise ve üniversite-ye hazırlık aşamasında bulunan gençleri organize etmekle yükümlüdür.

Osman: Lise döneminde cemaate girmiş ve abartısızca söylenebilir ki, cemaatin kulu durumun-da yer alıyor.

Bekir: Bekir de Ahmet gibi, cemaatin sözünden ayrılmayan bir genç.

Ahmet: Bekir ve Osman’dan bir sınıf altta olup, hizmet (!) evlerinde çok zaman geçiren, “abi”lerinin sözünden çıkmamaya çalışan bir liseli.

Yasin: Gelir durumu pek iyi bir durumda olma-yan, kırsal kökenli bir gencimiz. Uzun yıllar cemaa-tin içinde bulunmuştur.

Osman, Bekir ve Yasin’in lise dönemleri bitmek üzereydi. Abi, onlara gelecekleri konusunda yön-lendirme yapacaktı. Hizmet aşkından, gücü elde etmeleri gerektiğinden bahsederek bir giriş yaptı konuşmasına. Sonra devam etti: “Arkadaşlar, Aske-riye’ye girmemiz isteniyor.” Tabii bu konu, bir anda şaşkınlığa yok açtı. Evet, bazı hizmetlerde bulun-mayı kabul etmişlerdi zaten; ama bu çok şaşırtıcı bir istekti. Cemaatin Ordu ile ne işi olabilirdi? Diye-lim ki işi oldu; Ordu, cemaattekileri bünyesine alır

Köstebek Var!

“Necip Hocam ve Onun gibiler yazdı;

komplo teorisi dediniz, küresel fotoğrafı

sunduk; uçarı dediniz. Hocamı

öldürdüler; Ergenekon öldürdü dediniz.

Bu kez size yaşamın içinden iki öykü

sunacağım. Bu öykülerdeki olaylar

tamamen gerçek, kişiler -güvenlik

nedeniyle- düş ürünüdür.”

Sayfa 17 Sayı 12

Page 18: Politika Dergisi Sayi 12

mıydı?

Osman söz aldı: “Abi, ama benim gözlerim bozuk ve burnumun görünüşünde sorun var.” Abi, çok rahattı: “Osman hocam, gözlerine lazer operasyo-nu, burnuna da estetik müdahale yapılacaktır; tabii maddi karşılık alınmadan. Sen meraklanma.” Os-man, hizmet aşkıyla yanıyordu, istekliydi; ama soru sormaya devam ediyordu: “Peki, lazerle göz teda-visi anlaşılmıyor mu? Bildiğim kadarıyla anlaşılıyor Abi.” Abi, hafifçe Osman’ın sırtına vurdu ve “Sen meraklanma Osman. Halledeceğiz.” dedi.

Durum şaşılmayacak gibi değildi. Sırf dindar ço-cuğu diye subay okullarına öğrenci adaylarının alınmadığı söylenirdi hep. Ama şimdi hak etmedik-leri hâlde, üstelik cemaatten oldukları için bunlar alınacak mıydı?

Bekir’in de fiziksel sorunları vardı. Peki, subay okuluna girmesinde engel teşkil edecek miydi bu durum? Tabii ki hayır.

Peki, subay okuluna girmek istemezlerse ne ola-caktı? Bu sorunun cevabını, diğer arkadaşlarımızın durumlarına dönerek bulacağız. Anlaşılan o ki bu bölgeye, subay gönderme görevi verilmişti.

Gelelim Yasin’in durumuna. Yasin’in maddi ola-nakları az olduğundan; cemaat, nur evlerinde de-vam etmesi karşılığında -tabii bu böyle dile getiril-mez- ona ücretsiz olarak, dershane hizmeti veril-mesi sağlandı. Elbette, böyle pazarlık yapar gibi olmazdı bu işler. Öyle olurdu ve uygulanırdı. Söy-lenmezdi. Yasin, dershaneye kaydolurken, senetle-re imza atmış; fakat ödenmesi beklenmemişti. Ma-dem ödenmesi istenmeyecekti; neden senetler çö-pe atılmıyordu?

Yasin’e de “Abi” tarafından diğerlerine yapılan yönlendirme yapılmak istendi. Yasin, Abi’ye, üniver-site öğrenimi görüp, bu şekilde bir hayat kurmak istediğini belirtti. O da ne? Bugüne kadar, kafamız-daki şekilleri hep tebessüm dolu olan “abiler” bir anda sertleştiler. Kibar yolla, şu anki insan kaynağı ihtiyacının Orduda olduğu belirtildi. Emirlere uyul-ması ve hizmetin sizi nerede kullanacağına karışıl-maması gerçeği vardı demek ki. Yasin, karşılıksız diye söylenegelen hizmetin, o kadar da karşılıksız olmadığı gerçeğini gördü. Elbette büyük bir şaşkın-lık içindeydi.

Sonrası mı? Ücretsiz olarak dershaneye kaydo-lan Yasin’den, vicdansızca son iki taksit istenilmiş ve tahsil edilmişti.

[Ahmet’in öyküsünü buraya koymamızın sebebi, bir gerçeği göz önüne getirmektir. Ahmet, bunlarla aynı dönemin öğrencisi olmamış ve öyküleri aynı zaman diliminde gerçekleşmemiştir.]

Ahmet de bir yıl sonra, yine abilerinden aynı telki-ni almıştı. Ahmet, askerî disipline giremeyeceğini ve olursa, polis olabileceğini belirtti. Abi, birçoğu-muzun bildiği; fakat medyanın dillendiremediği şu gerçeği söyledi: “Emniyet zaten elimizde, hizmet edeceksen eğer, Orduya girmelisin. Şu an elimize geçirmemiz gereken yer, orasıdır.” Ahmet de bu şok karşısında “hizmet”ten çıktı.

Şu an ne mi oluyor? Bekir ve Osman, tüm fiziksel sorunlarına rağmen, -adını burada veremeyeceğim- subay okuluna devam ediyorlar. Ankara’ya döndük-lerinde, abileri ile görüşüyorlar ve yüz yüze görüş-meler dışında, kesinlikle konuşmuyorlar. Peki, bu “şakirtleri” hak etmedikleri hâlde, subay okuluna alan güç kimdi?

Bunları alan güçlerle, TSK’dan dışarıya bilgi sız-dıranlar aynı güçler olabilir mi? E, biz boşuna mı yırtınıyoruz “fetokrasi” diye!

***

Abi, birçoğumuzun bildiği; fakat

medyanın dillendiremediği şu gerçeği

söyledi: “Emniyet zaten elimizde,

hizmet edeceksen eğer, Orduya

girmelisin. Şu an elimize geçirmemiz

gereken yer, orasıdır.”

Sayfa 18 Politika Dergisi

Page 19: Politika Dergisi Sayi 12

“Biz O Büste Tükürüyoruz.”

Öykünün Geçtiği Yer: Konya.

Öykünün Kahramanları:

Abdullah: Konya’nın bir ilçesinde cemaatçi bir yurtta kalan öğrenci. Militan bir cemaatçidir.

Önder: Atatürkçü duyarlığı olan, Abdullah ile aynı ilçede bulunan bir genç.

Olay, 28 Şubat sürecinde gerçekleşmiştir. Abdul-lah, fanatik bir cemaatçi olup, söylemleriyle tam bir Cumhuriyet karşıtıdır. 28 Şubat sürecinde sinmeye başlayan anti-laik hareketlerin maske takmaya başlamasıyla birlikte, Abdullah’ın kaldığı öğrenci yurdu da bir takım riyakârlıklar yapmaya başlamış-tır. Yurda Atatürk büstü yaptırıldığını öğrenen Ön-der, Abdullah’a sorar: “Hani, Atatürk’e karşıydın? Bak, sizinkiler bile Atatürk büstü yaptırmışlar yur-dun girişine.” Abdullah’ın cevabı alçakçadır: “Biz yurda girerken, o büste her gün tükürüyoruz.”

***

Bu öyküleri sizlerle paylaşmaktaki amacım; za-ten yıllardır size göstermeye çalıştığımız büyük

resmin, küçük kanıtlarını ortaya koymaktır. Cemaa-tin faaliyetleri konusunda araştırmalarım ve belge-lerim mevcuttur; fakat bugün ortaya konması için yeterli olgunluğa erişmemiştir. Süreç bu biçimde işlerken, size dosyanın ucundan ve yaşamın için-den örnekler vermeyi uygun buldum. Đleride yazı dizisi veya kitap olarak, sizlere sunacaklarımız el-bette var. Demokratik hakları savunmak başka, yabancı güçlerle işbirliği yapıp ülkenin kuyusunu kazmak başka. Cemaatin içindeki yurtseverlerimiz, kendilerine gelsinler; yoksa düzeltemeyecekleri hatalara aracı olmaktan, tarih onları yargılayacaktır.

Şimdi yazıma M. Said al-Ashmawy’nin “Đslama karşı Đslamcılık” adlı kitabından bir alıntı ile son ve-riyorum. Ülkenin tüm değerlerini yozlaştırıp, gücü cemaate teslim edenlere ithaf olsun:

“Siyasal iktidar ciddiyet ve olgunluktan uzak olu-şu, gerçekçilikten uzak davranışı ya da cehalet yü-zünden zenginlikleri bol bol harcayıp gerçek anlam-da gelişme kaygısı taşımaksızın ulusun diri güçleri-ni tüketti. Daha da kötüsü, -en azından kısa erimli, yani yöneticinin ömrü süresince- halka hesap ver-memek için halkı yozlaştırıp, ülkenin özlemleriyle bağdaştıracak yerde kitlelerin isteklerini başıboş bıraktı. Geliriyle emeği, özlemleriyle olanakları ara-sındaki dengeyi kollamaksızın herkes bir tüketim yarışına kaptırdı kendini. Mal birikimi, toplumsal, iktisadî ve siyasal düzenin bozulması pahasına top-lumsal statü göstergesi haline geldi.”

Yazı, Mısır’dan ve Mısır’daki Siyasal Đslam hare-ketinden bahsediyor. Yoksa siz, Türkiye’yle mi ilgili sanmıştınız?! Bilmem, anlatabiliyor muyum derdi-mi?

[email protected]

www.emrahozdemir.net

Abdullah’ın cevabı alçakçadır: “Biz

yurda girerken, o büste her gün

tükürüyoruz.”

Sayfa 19 Sayı 12

Demokratik hakları

savunmak başka,

yabancı güçlerle

işbirliği yapıp ülkenin

kuyusunu kazmak

başka.

Page 20: Politika Dergisi Sayi 12

Asaf ŞĐMŞEK

Alman Siyonistlerine hayranım; çünkü onlar müt-tefiklerle birlikte hareket etmediler. Alman Siyonist-ler, Hitler’le işbirliği yaparak tarihin seyrini değiştir-diler. Almanya’da Hitler döneminde dahi nasıl ayakta kalınacağını bize öğreten onlardır. Yahudi-lerle Alman Siyonistlerin değeri, Hitler için başka başkaydı. Bunu sağlayan, Alman Siyonistlerin dâ-hiyane politikasıydı.

Eğer amacımız bir Yahudi devleti kurmak idiyse -ki böyledir- soykırım karşıtı Đngilizlere değil, Yahudi karşıtı Nazilere yakın durmak gerekirdi; çünkü ırkı-mız ancak ırkçı bir ideolojinin paletleri altında ezile-rek kendine bir vatan arayabilirdi. Đşte böylesi bir fırsatı bize sunduğu için elbette tanrıya değil ama bir Siyonist olarak Hitler’e müteşekkirim.

Bazı sözüm ona Yahudi geri kafalılar bizi Hitler ve Mussolini faşizmi döneminde anti-faşist bir mü-cadele içinde olmamak ve hatta onlarla anlaşma içinde bulunmaktan dolayı suçlayacaklardır. Böyle-si kudretli ordulara karşı biz Yahudiler elbette dire-nemezdik. Nitekim bunu deneyenler oldu. Sonuç hüsrandan başka bir şey değildi. Eğer biz de böy-lesi bir çılgınlığa katılacak olsaydık ırkımızın gele-ceğini tehlikeye atmış olacaktık. Yapılması gere-ken reel politika, elbette güçle uzlaşmak olmalıydı; ama bunu sadece Siyonist kurulumuz bilmeliydi.

Siyonist kurulumuzun asıl gayesi, Yahudilerin hayatlarını kurtarmak olamazdı; çünkü bunu yapa-cak şartlar yoktu. Bu kadar güçlü değildik. Hitler gibi bir delilin karşısında şansımız yoktu. O halde Filistin’de devlet kurmak, ırkımızın tek kurtuluşu

olacaktı. Büyük üstat, Đsrail devletinin ilk yöneticile-rinden Ben Gourion, 1938’de bu konuda çok açık konuştu: Eğer bilsem ki hepsini Đngiltere’ ye götü-rerek bütün Almanya (Yahudi) çocuklarının tama-mını kurtaracağım ve Đsrail toprağına götürerek de yarısını kurtaracağım, ben ikinci çözümü tercih ederim. Zira bizler yalnızca bu çocukların hayatları-nı değil, Đsrail halkının tarihini de düşünmek zorun-dayız.” (1)

Biliyorum ırkdaşlarım, bunları duymak sizi üzebi-lir; ancak bilmelisiniz ki tarih boyunca sürgünlere maruz kalmış vatansız ırkımızın devlet kurması birkaç Yahudi’nin hayatından daha önemlidir. Biz Siyonistler için açıktır ki Yahudi devleti Yahudilerin hayatından elzemdir. Çünkü Đsrail’i kurmak için böy-lesi bir fırsat elimize bir daha geçemeyebilirdi.

Biz Siyonistler, saf kanı koruma idealiyle yaşarız. Yahudi, Yahudi doğandır ve bu böylece sonsuza kadar sürer. Biz başka milletlere karışmamalıyız, başka milletler de bize karışmamalıdır. Bu, Tanrısal bir vazifedir. Evet, tarihte bizler ırkçılıktan hiç rahat-sız olmadık. Öyle ki Siyonistler olarak Hitler’e hep hayranlık besledik; çünkü aramızda söylem olarak fark yoktu. Bugün yaşıyorsak, Hitler sayesindedir.

Irkdaşlarım, sakın ola bizi kutsal emanete ihanet-le suçlamayın. Evet biz Siyonistler Nazilere bir çok kez hizmet ettik. Biz Alman Siyonist Federasyonu olarak Nazi partisine 21 Haziran 1933’te şifreli bir yazı gönderdik: Irk ilkesini temel almış olan yeni devletin kuruluşunda, bizler cemaatimizi bu yeni yapılara uydurmayı temenni ediyoruz. Bizim Yahudi milliyetini kabulünüz bize Alman halkıyla ve onun milli ve ırki gerekçeleriyle açık ve samimi ilişkiler kurma imkânı vermektedir. Bu tavrımız şüphe gö-türmez, çünkü bizler bu temel ilkeleri küçük görmü-yoruz, çünkü bizler de Yahudi topluluğunun saflığı-nın korunması için karma evliliklere karşıyız.” (2)

Evet, biz rasyonel ve gerçekçi bir tavırla Nazilere bir teklif de sunduk: “Almanların bu işbirliğini kabul etmeleri durumunda, Siyonistler yabancı ülkelerde-ki Yahudileri Alman aleyhtarı boykottan uzak tutma çabasında bulunacaklardır.” (3)

Đşte Alman Siyonist örgütümüzün böylesi özverili çalışmaları sonucunda Hitler’in kadroları bizim bu tavrımızı memnuniyetle karşıladılar. Çünkü Hitler ve Nazi partisi Almanya’dan Yahudileri sürmek isti-yordu. Biz de tüm Avrupa’ da ki Yahudileri kurulma aşamasında olan topraklara bekliyorduk. Đşte bu iki politikanın birlikte uygulanabilirliğini gösteren Alman Siyonistlerinin dâhiyane siyasetiydi. Zayıfken dahi diplomasimizin başarıya ulaştığının en açık kanıtı, Nazi teorisyenlerinden Alfred Rosenberg’ in şu ifa-deleridir. “Alman Yahudilerinin her yıl belli bir kısmı-

Bir Siyonist’in Hatıra Defteri (1)

“Eğer amacımız bir Yahudi devleti

kurmak idiyse -ki böyledir- soykırım

karşıtı Đngilizlere değil, Yahudi karşıtı

Nazilere yakın durmak gerekirdi; çünkü

ırkımız ancak ırkçı bir ideolojinin

paletleri altında ezilerek kendine bir

vatan arayabilirdi.”

Sayfa 20 Politika Dergisi

Page 21: Politika Dergisi Sayi 12

nın Filistin’ e taşınması için Siyonizm ciddiyetle desteklenmelidir.” (4)

Bundan sonra Naziler Yahudileri yeni bir tasnife tabi tuttular. Kötü Yahudiler ve görece daha iyi, işe yarar Yahudiler. 1935’te, SS Güvenlik Örgütü baş-kanı iken, SS’in resmi organı Das Schwarze Korps’ta “Görünmeyen Düşman” adlı yazısında, Reinhardt Heydrich, Yahudiler arasında şöyle bir ayrım yapıyordu: Yahudileri iki kategoriye ayırmalı-yız: Siyonistler ve asimilasyon yanlıları. Siyonistler tavizsiz bir ırkçılık anlayışını savunuyor ve Filistin’ e göç yoluyla, kendi Yahudi devletlerinin kurulma-sına yardım ediyorlar… Bizim iyi dileklerimiz ve resmi iyi niyetlerimiz bu kimselerden yanadır.” (5)

Ve siyasetimizin ulaştığı başarıdan diğer kanıt-lar… Wilhelmstasse’nin genelgesi: Đlk sırasında Siyonistlerin bulunduğu bir kategorinin güttüğü gaye, aslında Alman politikasının Yahudilere karşı takip ettiği gayeden pek az uzaktır.” (6) Övünç duyduğumuz başka bir alan da medya idi. Siyonist kuruluşumuzun yayın organı olan Jüdische Rundschau 1938’e kadar yayın hayatını sürdüre-bilmişti.

Ve artık en iyi olduğumuz alanda, 1933’ den iti-baren Nazilerle ortak çalışmalara başlamıştık: Eko-nomi. Bu çerçevede iki ayrı şirket kurduk. Tel-Aviv’de ve Berlin’de. Bu iki şirketle daha Siyonistler

olarak Yahudilerin göçünü sağlıyorduk. Berlin ya da Hamburg’taki belirlenmiş olan bankalara 1.000 ster-lin para yatıran bir Yahudi göç edebiliyordu. Göç-men, Filistin’e vardığında yatırdığı parayı oradan alabiliyordu. Bütün bu işlemler, Nazi iktidarı tarafın-dan keyifle izleniyordu.

Biliyorum, yeni nesil Yahudiler bunu anlamakta güçlük çekecektir. “1.000 sterlini olmayanlar peki?” diye soracaklardır. Evet, biz de farkındaydık, “seçici bir göç”tü bu. Mecburduk, geride kalanları düşüne-mezdik ve milyoner olanlar yeni devletin kuruluşun-da hayati bir öneme sahipti. Bu bir itiraf aslında; ama aynı zamanda tarihi bir gerçek. Bizler, Siyo-nistler olarak Nazi Almanyasından Yahudi serma-yesini kurtarmayı, bizler için yük olacak olan işe veya savaşa elverişsiz, sefil Yahudilerin hayatların-dan daha önemli buluyorduk. Đşte böylece Nazilerle işbirliği 1941 yılına kadar böylece sürdü.

Bütün bu olup bitenler Siyonist kongrenin emriydi zaten.. Ben Gurion’un bakış açısı da böyleydi: “Siyonist ’in görevi, Avrupa’da bulunan Đsrailoğulları’nın “geri kalanı”nı kurtarmak değil, ak-sine Yahudi halkı için Đsrail’in toprağını kurtarmak-tır.” “ Yahudi Ajansı’nın yöneticileri, şu hususta mu-tabık kalmışlardı: Kurtarılabilecek olan azınlık, Filis-tin’deki Siyonist planın ihtiyaçları göz önünde bu-lundurularak seçilmeliydi.” (7)

Sayfa 21 Sayı 12

[email protected]

Page 22: Politika Dergisi Sayi 12

Siyasetimizi elbette açıklamak mümkün değildi. Kendi içimizde çelişkiler taşıyorduk. Belki tam anla-mıyla haklı olduğumuza inanmıyorduk; ama bütün bunları düşünerek de vakit kaybedemezdik. Dö-nem romantik olma dönemi değildi. Đşte bu hisleri-mi bir akşam birlikte kahve içtiğimiz Dünya Yahudi Kongresi Başkanı Namun Goldman da paylaşıyor-du. Daha sonra otobiyografisinde de anlatacağı bir olayı benimle o gece paylaşmıştı. 1935 yılında Çek Dışışleri Bakanı Edouard Benes ile sohbet eder-ken, Çek bakanın kendisine hitaben yaptığı konuş-mayı aktarıyordu: “Transfer uzlaşmaları yoluyla Hitler’e yapılan boykotu kırmalarından ve Dünya Siyonist Teşkilatı’nın Nazizm’e karşı direnişi red-detmesinden dolayı sizleri kınıyorum. Ve Goldman bu konuşmayla ilgili düşüncelerini: “Hayatımda, çok sayıda can sıkıcı müzakerelere katılmak zo-runda kaldım; fakat kendimi hiçbir zaman o iki saat içindeki kadar zavallı ve mahçup hissetmedim. Benes’in haklı olduğunu hücrelerime varıncaya kadar hissediyordum.” ifadeleriyle aktarıyordu. (8)

Siyonist kurul, sadece Hitler’le değil, Musollini ile de temas kurmuştu. Đlk görüşmeler 1922 yılında oldu. 1922 yılında, kurulumuz, Đtalyan faşizminin mimarı Musollini ile üç kez görüşmüştü ve bu gö-rüşmelerin sonucunda Büyük Üstad Weizmann Musollini tarafından 3 Ocak 1923’te ve 17 Eylül 1926’da kabul edildi. Nihayet Musollini, bütün bu görüşmeler sonrasında ona şöyle dedi: “Bir Yahudi devleti kurmanızda size yardım edeceğim.” (9)

Bizler Avrupa’da tüm faşist yönetimlerle ciddi görüşmeler yapabilecek durumdaydık. Öyle ki Hitler’in Avrupa Yahudilerine karşı zulmünün en acımasızlaştığı dönemlerde bile ilişkilerimiz değiş-medi; çünkü doktrinimizin hedefi Yahudileri kurtar-mak değil, güçlü bir Yahudi devleti kurmaktı. Nite-kim bu ideal çerçevesinde 2 Mart 1948’de Haham Klaussner, Amerikan Yahudi Konferansı’na bir ra-

por sundu : Đnsanları Filistin’ e gitmek için zorlamak gerektiği kanaatindeyim… Onlar için bir Amerikan doları hedeflerin en büyüğü olarak gözükmekte. “Zorlamak” kelimesiyle teklif ettiğim bir programı kastediyorum… Bu program daha önce ve çok ya-kınlarda işe yaradı. Polonya Yahudileri nin boşaltıl-masında ve “toplu göç” tarihinde yararlı oldu…

Bu programı uygulamak için, “yer değiştirmiş kim-seler”e konfor sağlamak yerine, onlar için mümkün olabilen en fazla konforsuzluğu icat etmek lazım… Ardından da Yahudileri hırpalamak için Haganah’a başvuran bir yol izlemek gerek.” (10) (Haganah: Đsrail ordusunun temelini oluşturan terör örgü-tüdür. 1920 yılından Đsrail’in kurulduğu 1948 yılına kadar terör faaliyetlerini sürdürmüş, Filis-tin’deki köylerde sayısız katliam gerçekleştir-miş, dünya üzerindeki tüm Yahudi halkını Filis-tin toprakları üzerine yerleştirmeyi hedeflemiş-tir. 1948 yılında Hanagah, “Tsva Hagana le-y Israel” adını almış ve Đsrail ordusuna dönüştü-rülmüştür. )

Bütün bunlar yaşanırken Đngiliz ahmaklar bizi kur-tarmaya çalışıyordu. 1940 yılında Hitler’in tehdidi altındaki Yahudileri Maurice Adası’na göndererek güya bize iyilik yapmaya çalışıyorlardı. Bu, kongre-miz tarafından duyulduğunda tüm üyeler sinirden ayağa kalkmıştı. Acilen bir şeyler yapılmalıydı ve uzun mülahazaların ardından eylem planı belirlen-mişti. Bu plana göre Đngilizlere karşı kin ve öfke uyandırabilmek için, bu Yahudileri taşıyan Patria adlı Fransız gemisi 25 Aralık 1940’ta Hayfa lima-nında havaya uçurulacaktı ve böyle de oldu. 252 kurtulmaya çalışan Yahudi ve geminin Đngiliz müret-tebatı öldü. Planın başarıya ulaşması, kongremiz-de büyük bir sevinçle karşılandı.

Evet ırkdaşlarım. Siyonistler olarak bizler küçük sayılarda Yahudi’yi kurban etmiş olsak da koskoca bir siyon yıldızının parlamasını sağladık. Kendi vatanımızı elde etmek ve kendi Siyon yıldızımızın altında sonsuza kadar var olmanın idealiyle yaşa-dık. Belki acılar çektik, belki zayıflarımızı faşizmin kollarına teslim ettik; ama bütün bunlar Siyonist kurulumuzun dâhiyane iradesiydi. Böyle olmasaydı Đsrail olmazdı ve Đsrail olmasaydı bütün dünyada Yahudiler hala acı çekiyor olurlardı. (Devam ede-cek)

[email protected]

Nihayet Musollini, bütün bu görüşmeler

sonrasında ona şöyle dedi: “Bir Yahudi

devleti kurmanızda size yardım

edeceğim.”

Sayfa 22 Politika Dergisi

Page 23: Politika Dergisi Sayi 12

Miraç ÇEVEN

Kapitalizmin birey üzerindeki etkisini anlamak için Max Weber’in “Protestan Ahlakı ve Kapitaliz-min Ruhu” adlı kitaba başvurmak gerekir. Ben kita-bı okuyup okumadığınızı bilmediğimden Yrd. Doç. Dr. Suna Tekel’in ders notlarından alınmış bir özet-le yazmaya başlıyorum:

“Weber, toplumsal yaşamda insanların düşünce, inanç ve değerlerinin belirleyici olduğunu ileri sürer ve çağdaş Batı toplumlarında ortaya çıkan kapita-lizmin; yalnızca Batı Avrupa toplumlarında yer alan inanç ve değerler sisteminin etkisi altında ortaya çıktığını ileri sürmüştür. Weber'e göre tarihsel sü-reç içerisinde çeşitli toplumlar kapitalist nitelikteki ekonomik etkinlikler içinde bulunmuşlardır; ancak kapitalizm tarihsel özgünlüğe sahip somut bir top-lumsal sistem olarak yalnızca Batı Avrupa'da orta-ya çıkmış ve çağdaş Batı dünyasının uygarlığına dönüşmüştür.

Max Weber' e göre kapitalizm amacı en fazla kâr yapmak olan ve aracı durumdaki işle ilgili faaliyet-lerin ve üretimin örgütlenmesi olan işletmelerin varlığıyla tanımlanmaktadır. Bu ise Weber'e göre batı kapitalizminin tarihsel olarak temel özelliğini oluşturan kar isteğiyle akılcı disiplinin birleşmesi olarak görülmektedir. Weber'e göre bilinen tüm toplumlarda para kazanma hırsında olan insanlar vardır, ama ender olan bu isteğin fetihle, spekü-lasyonla ya da serüvenle değil disiplin içinde ve bilimin öncülüğünde yapılan para kazanma faali-

yetleri, kapitalist faaliyetlerdir. Kapitalist bir işlet-me bürokratik örgütlenme aracılığı ile en fazla kar etmeyi amaçlamaktadır. Burada en fazla kar deyimi de sadece olabildiği ölçüde kar etmek değil sınırsız birikim yapma isteğini de içermektedir. Her tüccar yaptığı herhangi bir işte olabildiğince kar etmek ister. Kapitalisti belirleyen ise, kazanç isteğini sınır-lamaması ve üretim isteğini de sınırsız kılacak bir biçimde daha çok biriktirme isteği ile harekete ge-çirmesidir.

Weber çeşitli toplumlardaki insan davranışlarının, insanların var oluşları konusundaki genel anlayışla-rı çerçevesinde anlaşılabilir olduğunu savunur. Din-sel dogma ve bunların yorumlarının dünyanın bu görüşünün ayrılmaz parçası olduğunu, bireylerin grupların davranışlarını özellikle de ekonomik dav-ranışlarını anlamak için bunları anlamak gerektiğini ileri sürmüştür. Böylelikle Weber, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eserinde dinsel anlayış-ların ekonomik davranışların gerçekten belirleyicisi olduğunu buradan toplumlardaki ekonomik değiş-melerin nedeni olduğunu göstermek istemiştir. Böy-lelikle Weber, Protestan ahlak anlayışı ile kapitaliz-min işleyişi anlayışı arasında entelektüel ya da tinsel bir uygunluk kurmayı amaçlamıştır. Max Weber'in iddiası, öne sürdüğü tez kapitalizm anla-yışı ile Protestanlık arasında anlamlı bir uygunluk olmasıdır. Şimdi Weber'in kullandığı Protestan ah-lakının temel özelliklerinin neler olduğunu görelim:

Bu anlayışa göre dünyayı yaratan ve yöneten, mutlak, yüce bir Tanrı düşüncesi vardır. Ancak in-san sınırlı aklı ile bunu kavrayamaz. Mutlak, güçlü, esrarlı Tanrı her bir insanın kurtuluşunu ya da la-netlenmesini önceden belirlemiştir. Đnsan, çabaları ile önceden alınan bu kararı değiştiremez. Kurtulu-şu ya da lanetlenmesi Tanrı tarafından belirlenmiş

Kapitalizm ve Kapitalizmin Birey Üzerindeki Hegemonyası

“Weber'e göre tarihsel süreç içerisinde

çeşitli toplumlar kapitalist nitelikteki

ekonomik etkinlikler içinde

bulunmuşlardır; ancak kapitalizm

tarihsel özgünlüğe sahip somut bir

toplumsal sistem olarak yalnızca Batı

Avrupa'da ortaya çıkmış ve çağdaş Batı

dünyasının uygarlığına dönüşmüştür.”

Sayfa 23 Sayı 12

Page 24: Politika Dergisi Sayi 12

olan insanın bu dünyadaki ödevi ise Tanrı için ça-lışmaktır.

Weber'e göre bu dinsel öğeler diğer dinlerde de dağınık halde bulunmaktadır; ama bu öğelerin Pro-testan din anlayışı içersinde bileşimi özgün, tektir ve sonuçları açısından da önemlidir; çünkü bu gö-rüş her türlü mistisizmi (insanın sınırlı aklı ile sınır-sız akla sahip Tanrı'yı kavrayamaması) dışlamak-tadır. Yaratılanın sınırsız aklı ile yaratıcının sınırsız aklı arasında iletişim önceden yasaklanmıştır. Böy-lelikle ayinlere de karşı çıkılmıştır. Đnsan bilinci bu anlamda doğa düzenini kavramaya yönelmiştir. Weber'e göre bu anlayış bilimsel araştırmanın ge-lişmesine dolaylı olarak yararlı olmuştur. Bu anla-yışa göre bu dünyada inanan kişi Tanrı için çalış-malıdır. Birey kurtuluşunun belirsizliğinden kaynak-lanan onu içinde tutamayacağı korkuyu aşmak için çalışmaya sevk edilmektedir. Böylelikle dün-yevi başarılar, özellikle ekonomik başarılar, top-lumda önem kazanmaktadır. Bu teolojik anlayışın yorumu aynı zamanda bireyciliği de güçlendirmek-tedir. Herkes Tanrı karşısında yalnızdır. Akılcı, dü-zenli, sürekli çalışma Tanrının emrine boyun eğme bir çeşit ibadet olarak yorumlanmaktadır. Protes-tan ahlakı, inananlara bu dünyanın nimetlerinden sakınma ve çileci bir davranış emretmektedir. Di-ğer taraftan akılcı bir biçimde çalışmak ve karı harcamamak, kapitalizmin gelişmesi için zorunlu bir davranıştır; çünkü tüketilmeyen karın sürekli olarak yeniden yatırımlara ayrılması ile aynı anla-ma gelmektedir. Kapitalizm işin akılcı örgütlenme-sini gerektirmektedir, üretim araçlarının gelişmesini sağlamak için karın büyük kısmanın tüketilmeyip biriktirilmesini içermektedir. Bu anlayış ise yukarıda anlatıldığı gibi Weber'e göre Protestan ahlak anla-yışının değerleri ile örtüşmektedir.”

Burada belirli noktalara değinmenin gerekli oldu-ğunu düşünüyorum. Đnanan kişi Tanrı için çalışma-

lıdır ve kâr elde etmelidir. Başarı kazanmalıdır. Bu düşünce biraz akıl yorulduğunda aşırı mistikleşmiş Hristiyan düşüncesi içine Martin Luther tarafından enjekte edilmiş, yarım yamalak anlaşılmış Đslami düşüncedir. Amacı insanları çalıştırmak, çalıştırmak ve daha çok çalıştırmaktır.

Protestan düşüncenin temelinde bu dünyanın hakimiyeti yatar ve bu bir an önce elde edilmelidir. Đşte biz de Amerikalılar tarafından düzenlenmiş eği-tim sisteminde bunu içselleştirdik. Sürekli iyi ya da doğru yapmak yerine başarılı olmak savı beynimize yerleştirildi. Đlkokuldan üniversiteye aldığımız ders-leri hakkıyla öğrenip öğrenmediğimizden çok hangi sınavdan ne kadar başarılı olduğumuz ile Anadolu Lisesi, Fen Lisesi, Üniversite Sınavı ile yarış atı gibi yarıştırıldık. Başarısız olanlar önce aileleri, sonra çevreleri tarafından aşağılandılar. Çocukluğunu yaşamayan, merak ettikleri şeyleri araştırmaya vak-ti ve gücü olmayan, tamamen ezbere dayalı bir sis-temde nasıl en iyi ezberlenir ya da öğrenmeden kısa yoldan nasıl sınavlardan kurtulunuru öğrenen nesiller yetiştirildi. Bu nesil yetişirken sürekli yalan-larla beslendi. Üniversiteye girerlerse hayatlarının kurtulacağı yalanı idi bunlar ve bu yalanlara aileler de inandırılmıştı.

Bu “başarı” kavramını sosyal hayatın her yerine zerk ettiler. Bir nesil Amerikan film ve dizileri ile bü-yütüldü ve dikkat edilirse o dizilerde hep dalga geçi-len tiplemeler ya çalışkan, öğrenmeye çalışan; şişe dibi gözlüklü tipler ya da “loser” dedikleri utangaç, içine kapanık tiplerdir.

Hâlbuki Doğu toplumu, tarihsel geleneğinden ve inanç yapısından dolayı bilgili insanları sever. Hatta alim diye onları ayrı bir sınıfa sokar. “Loser” adı verilen zavallı ya da içine kapanık tiplere de yardım etmek, topluma kazandırmak ister. Dizi ve filmler ile arkadaşlık ilişkilerimizden sevgili nasıl olunura ve hayallerimize kadar her şeyi bu film ve dizilerle şe-killendirdiler.

Ezberci bir eğitim sistemi, önünde sonunda isteni-len insan tipinin harcını oluşturacaktır. Öğrenme-

“Đnanan kişi Tanrı için çalışmalıdır ve

kâr elde etmelidir. Başarı kazanmalıdır.

Bu düşünce biraz akıl yorulduğunda

aşırı mistikleşmiş Hristiyan düşüncesi

içine Martin Luther tarafından enjekte

edilmiş, yarım yamalak anlaşılmış

Đslami düşüncedir.”

Sayfa 24 Politika Dergisi

Page 25: Politika Dergisi Sayi 12

yen, kafasını kullanmayı bilmeyen insan “loser” olmamak için ve de çoğunlukla araştırma isteği ve çalışkanlığı olmadığı için sloganlar ve düşünce kalıpları üretecek, çevresine öyle bakacaktır. Bu insan başarılı olmak istiyorsa bencil olmak zorun-dadır. Herkes rakibidir ve onların önüne geçmeli ve kazanmak için her türlü hile ve ayak oyununu, ya-lanı ve düzenbazlığı yapabilmelidir ve yapacaktır. Ahlak, din gibi şeyler ayak bağıdır. Bazı zamanlar-da işe yarar ama sadece Tanrı isim olarak kalmalı insanların hızını kesmemelidir. Öyle çok çalışma-ya, çabaya falan gerek yoktur. Bu düzende başarılı olanlar bilenler değil, çalışanlar değil, çakallardır.

Yukarıda halkın ağzıyla yaratılmak istenen kişi-nin tipolojisini özetlemeye çalıştım. Kapitalizm çok kâr etme ve bunu biriktirme sanatıdır. Buna göre toplumda elde bulunan para az sayıda kişinin eline geçebilmesi için birilerinin bu paraları geniş kitlele-rin elinden gasp etmesiyle ancak mümkün olabilir. Bunun olabilmesi için de insanların yalnız kendile-rini düşünmeleri, “ne yaparım da bunu elde ede-rim” hayali kurabilecek kadar vahşileşmeleri gere-kir. Đşte kapitalizm savaşı esas bu fikri üretmek üzerinedir. Bunu ülkemizde bildiğimiz gibi bir gece-de zengin olan insanlar, yıllarca boşuna okumuş ve büyük kısmı neredeyse hiçbir şey öğrenmemiş insanları üreterek yaptılar. Biz bu cahil toplumun içinde bilgi, kültür, sanat gibi kavramaları sevdiği-miz için yalnız bırakıldık. Đnsanlar açtı ve bunlara vakitleri ve de istekleri yoktu. Đyi, ahlaklı insan söz-lerle göklere çıkarılırken; yaşarken yok edildi, ce-zalandırıldı.

Çok üretimin olduğu bir dünyada tüketim de çok olmalıdır. Kapitalizmin özü, her şeyi metaya, tüke-tim malzemesine dönüştürmektir. Đnsanı toplumun diğer fertleri ile aynı yapmaktır. Farklı olanların ru-hunu, gücünü isteğini kısacası karakterini bin bir zorlukla yok etmektir. Bu işin en iyi yapıldığı yerler, büyük şehirlerdir. Başarıyı ve çabayı hemen iste-yen düzenin askerleri de aynen onun gibi hareket etmeli, sabırsız davranmalıdır. Ve de öyle yaparlar, artık inanç, sabır, vefa, iyilik sözden ibarettir. Zaten bu bencil insan kavramının yok etmek istediği mo-del; çalışkan, idealist, başkalarını da kendi kadar düşünen iyi insandır.

Đşte bu cendere içinde bizler eriyip gitmekte hik-metli ve önemli sözleri duymak bile istememekte-yiz. Ve üretilmiş kelimeleri kullanarak kendimizi tü-ketiriz.

Ne de olsa hayata bir kere geldik yaşamak lazım.

Bir daha genç olamayacağız

Artık başkalarını değil kendimi düşünmek istiyo-rum.

Anlamak değil yaşamak istiyorum.

Sabretmek istemiyorum şimdi istiyorum.

“Aşk” kelimesinin manasını bile kendi filmleri ile öğrettiler. Aşkı heyecanla ve de cinsellikle sınırladı-lar. Hâlbuki aşkın ne olduğunu en iyi bilen Leyla ve Mecnunları, Ferhat ile Şirinleri yazan bizler, aşkı bile Batı mantığı ile kirlettik. Günümüz toplumunda artık insanlar birbirleri için mücadele etmeyi bırak-mış bir toplumdur. Evlilikler bile bir ego savaşına dönmüştür.

Đyi de, bu birey kapitalizm için neden önemlidir? Çünkü bu bireyin yok etmek istediği zihniyet, insan-

“‘Aşk’ kelimesinin manasını bile kendi

filmleri ile öğrettiler. Aşkı heyecanla ve

de cinsellikle sınırladılar. Hâlbuki aşkın

ne olduğunu en iyi bilen Leyla ve

Mecnunları, Ferhat ile Şirinleri yazan

bizler, aşkı bile Batı mantığı ile kirlettik.”

Sayfa 25 Sayı 12

Page 26: Politika Dergisi Sayi 12

lara iyi ve güzeli anlatabilir. Bunları onlara gösterip sunabilir. Bu zihniyet yargılar. Niçin insanların çoğu açken birileri zevk için milyon dolarları sokağa ata-bilir, der. Ülkesini, insanlığı korumaya çalışır. Bu birey yok edilmelidir. Bunu yapabilmek için gerekli zemin hazırlanır. Bu zihniyetteki bireylerde yavaş yavaş yorulur, yenik düşer ve onlar gibi olur ya da acı içinde yok olur.

Bu zihniyet ancak yeterli bilgi ile donatılmış ve temiz bir inançla kendini beslenmiş bir şekilde bu savaştan çıkabilir. Yoksa bize sundukları yol belli-dir. Toplumda pop şarkıcısı ya da dansçı olmayı hayal eden çok insan çıkabilir; çünkü bu, resmi ideolojinin desteklediği şeylerdir. Bunlar yıllarca filmlerle beslenmiş insanların metalarıdır; çünkü bu tarz hayaller sistem için yararlıdır. Suya sabuna dokunmaz insanlar için iyi ve güzel değerler üret-mezler. Toplumda bol miktarda bu hayallerle bezeli insanlar bulabilirsin; ama “ben iyi bir yazar olaca-ğım” diyen insan sayısı diğerine göre çok azdır. Artık hayaller “ben en fazla parayı kazanacağım”, “en fazla kadınla yatacağım” ile sınırlıdır ve Đslami-yet’in özellikle uyardığı şey bize hakim olmuş du-rumdadır. Bu da nefstir.

Nefs, insanın önüne haz ve dünyevi zevkleri ko-yar, sürekli bir şeyler ister ve elde ettiklerinde asla tatmin olmaz. Bu istekleri karşılanmazsa ele geçir-diği insana sürekli ruhsal acılar verir. Onu, elde etti-ği iyi ve güzel şeylerden mahrum eder. Şımarık bir çocuk gibidir ve eğitilebilir; ama kapitalizm, onun eğitilmesini değil, azdırılmasını ister. Çünkü nefsi terbiye olmuş insan satın alınamaz, korkutulamaz. Bu istek ve arzuların hangisinin ilahi, hangisinin nefsle ilgili olduğunu ancak şu şekilde anlarız: Man-tıksız bir şekilde bunun için içimizden gelen bir istek duyuyorsak ve de bunun mantıksal bir açıklamasını ya da iyi bir amaca ulaşıp ulaşmayacağını düşün-mek bile istemiyorsak, bu nefsten kaynaklanır. Doğruluk değil, mutluluk vaat eder ve son perdede acı verir. Günümüzde adı “bencillik” olmuştur ve bencil insan güçlü değil, aksine, zayıf ve sorunların çözümlerinden kaçan insan tipidir. Kendini kandır-mak için “ben güçlüyüm” yalanına sığınır. Esas güçlü kişi kendi zararına ve mutsuzluğuna yol aça-caksa bile iyi olanı yapandır.

Kapitalist ahlak iyiye düşmandır ve yenebilmek için türlü yollar dener. Diğer açıdan da şeytan nefsle ortak çalışarak insana mutluluk vaadi ile ge-çici, boş işlere hatta kötü işlere yönlendirir. Cennet yolu insana zor ve tatsız gelen işlerle doludur. Ce-hennem yolu ise zevk, eğlence ve sefa ile doludur. Annelerimizi hatırlayalım, eğer ikinci yolu seçseler-di, bizler asla bugünkü halimize gelemeyecektik.

Yolu bilmek ile o yolda ilerlemek çok faklı şeyler-dir. Şimdi şu soruyu kendine sor: Nasıl bir insan olmak istiyorum?

Đyi insan, bu dünyada türlü işkencelere maruz kalsa da huzurludur ve mutluluğu buradan yakalar; çünkü elindeki gücü sabır ve imandır. Son tahlilde yaşarken de, öbür dünyada da başı diktir.

Bencil insan ise heyecanın, anlık mutlulukların, keyif ve zevkin peşindedir. Kısa vadede mutlu olsa da uzun vadede huzur ve mutluluğu yoktur. Çünkü sürekli kendini kandırır. Geçmişiyle ve bugünüyle yüzleşemez. Sonrasında da bunun hesabını vere-mez.

Şimdi buna siz karar verin ve cevabı içinizde tu-tun.

“Nasıl bir insan olmak istiyorsunuz?.”

Đyi mi?

Bencil mi?

Çünkü bilin ki ikisi aynı bünyede yaşayamaz!

[email protected]

“Nasıl bir insan olmak istiyorsunuz?

Đyi mi?

Bencil mi?

Çünkü bilin ki ikisi aynı bünyede

yaşayamaz!”

Sayfa 26 Politika Dergisi

Page 27: Politika Dergisi Sayi 12

Sayfa 27 Sayı 12

Page 28: Politika Dergisi Sayi 12

Neylan ÇEVĐK

Türkiye’nin demokratikleşme süreci, kimi zaman, gerçek demokrasi kavramına gölge düşürecek poli-tikalara sahne oldu. Hem hükümetler, hem de uzun vadede bundan yarar sağlayacak kişiler tarafından bilinçli veya bilinçsizce türlü uygulamalar gerçek-leştirilerek toplumun bütüncül demokrasi anlayışı-na balta vuruldu. Bu uygulamalar, ideolojisiz ve apolitik bir toplum yarattı. Yoruma açık olmayan, üstünde kişilerin eleştiri yapmasının mümkün ol-madığı, belki de bilime has özellikler olan kendi içinde doğruluğu kanıtlanabilen bir yapıya dönüştü-rülmek istendi; dinamik yapısından çıkıp statikleşti, pratik yapısının yerini teori aldı. 1960’ların sonun-da, yönetimin gidişatına muhalif üniversite öğrenci-lerinin mahkemelerde yargılanması, devlete tehdit oluşturdukları düşünülerek yargı tarafından kimile-rinin idam edilmesi, 1980 askeri darbesinde birçok aydının gözaltına alınması ve işkence edilmesi gibi olaylar; bilerek ya da bilmeyerek, korku kültürünü yaratma politikasına dönüştü. Durumun kötü tara-fıysa, iktidarların bu uygulamaları toplumun yararı-na yaptıklarını sanmasıydı. Bu süreçlerden sonra toplumda oluşan psikoloji dahilinde, insanlar, politik uygulamalara ve demokrasiye bilinçlerini kapaya-rak körleştiler, sağırlaştılar, gördükleri şeyi görmez-likten geldiler. Yıllar geçtikçe, yanlış uygulamaları içlerinde yargılasalar da kanıksadılar. Bu uygula-malar, demokrasiye geçişteki sancılar olarak her-kesin bildiği olaylardır; fakat bir süre sonra “yanlış”, “doğru” oluverdi. Türkiye’de bu süreçte doğruya giden tek güzergahtan sürekli sapılmasının sonucu

demokrasi yoruldu ve halk tarafından da yanlış an-laşılmasının çoktan önü açılmış oldu. Đktidarlar, kur-ban patolojisine dönüşen ahlaki bir ödevden hare-ketle toplumun demokratik dönüşümünün sağlana-mayacağı, demokrasi mücadelesinin bir insanlık ve ahlak savaşı olmadığı, bu mücadelenin ancak ikti-dar ilişkileri ve var olma hakkı çerçevesinde düşü-nülmesi gerektiğini anlayamadılar. Spinoza’nın de-diği gibi: “...o kadar kudretsiz insanlar var ki işte onlardır tehlikeli olanlar, işte onlardır iktidarı ele geçirenler. Ve iktidarı - kudret ve iktidar mefhumları birbirlerinden o kadar uzaktadırlar ki iktidar insanla-rı iktidarlarını başkalarının kederi üzerinden kurabi-lirler ancak. Kedere ihtiyaçları vardır. Kölelerden başka kimse üzerinde iktidar kuramazlar ve kölelik, tam anlamıyla kudretin azalışının rejimidir. Đktidarla-rını kederle kuran, ancak öyle yönetebilen insanlar vardır. Şu tipten kederler rejimi kurarlar: ‘Pişman olun’ tipinde, ‘nefret edin birilerinden’ tipinde ve ‘eğer nefret edecek birisini bulamazsanız, kendiniz-den nefret edin’ tipinde...”

Kapitalizm ve küreselleşme, insanlara demokrasi götürür gibi, “siz özelsiniz” der gibi yaklaştı. II. Dün-ya Savaşı’ndan hemen sonra, Amerikan hegemon-yası altında bir liberalizmin ortaya çıktığı ve burju-vazinin kendi partisinin iktidara geldiği görüldü. Za-ten yönetilenlerce “komünizmden kaçan” Türkiye, NATO’ya üye olmuştu ve sanayisi için bazı destek-leri Amerika’dan almıştı. Yine ‘80 darbesinin hemen ardından gelen Turgut Özal iktidarı; bu sıkılmış, bastırılmış zor zamanların arkasına rahat bir nefes olarak görüldü. Artık globalleşmenin tam olarak başladığı yıllarda, serbest piyasanın hükümranlığı, Türkiye’de de olmadığı kadar ekonomiye ve hayat tarzına damgasını vurdu. Stratejisi ve yöntemi itiba-riyle, demokrasiden inancı zayıflatılmış halkın hak-larını geri vermenin yolu, özgür ve kendilerine özgü olduklarını materyallerle; seçtikleri giysiyle, aldıkları arabayla ortaya koymaları şeklindeydi. Bunları ya-parken, insanları kandırmayı da demokrasinin ve özgürlükçülüğün (ekonomik olarak en kötü durum-dakiler için bile “siz özgürsünüz” diyerek, burada aynı din sömürücülerinde olduğu gibi yani sömür-düklerinin dizginlerini özgürlük şantajıyla, kendi ta-hakkümünü başkalarının özgürlüğü olarak yaşama ihtiyacında devam ettirdi) kılığına girerek başardı. Baudrillard’ın dediği gibi, “Küreselleşmeyi bize da-yatılan emir, insan hakları, özgürlük, demokrasiyi de bu kargaşa ortamında gerçek anlamlarını yitiren küreselleşmenin elemanları olarak algılayabiliriz.”

Đnsanları birbirini aldatmaya, yalnız kendi çıkarını düşünmeye, ahlaki olmayan yollara başvurduran ve kendini kurtarmaya götüren bu zihniyet; halkın de-mokrasi konusundaki açığını çok iyi görmüştü ve zamanlaması mükemmeldi. Đnsanlar, toplumdan

Demokrasi Anlayışının Değişen Yüzü

Baudrillard’ın dediği gibi,

“Küreselleşmeyi bize dayatılan emir,

insan hakları, özgürlük, demokrasiyi de

bu kargaşa ortamında gerçek

anlamlarını yitiren küreselleşmenin

elemanları olarak algılayabiliriz.”

Sayfa 28 Politika Dergisi

Page 29: Politika Dergisi Sayi 12

kopuş yaşadılar, fakat birey de olamadılar; çünkü ekonomik düzenlemeler ve iktidar işbirliği, kendi hayatlarının seyircisi olmaya mahkum etmişti.

Milenyuma gelirken ise Berlin duvarının yıkılması ve SSCB’nin de parçalanması gibi gelişmeler tüm dünya milletlerini etkilediği gibi, Türkiye’yi de etkile-mişti. Gitgide tek kutuplu olmaya başlayan dünya-da, artık ideoloji değil; milliyetçilik, etnik, din özel-likler globalizme bir tepki olarak öne çıktı. Fakat toplumlarda öne çıkan bu fikirler, yine çoğunlukla bundan yararlanmak isteyenlerin hedefi oldu. AB’-nin Türkiye için etnik köken vurgusu yapıp, bölge-lere ayrılmak ve federasyona yönelme baskısı yap-ması ve böylece isteklerini daha kolay dayatacağı bir ülke yaratmak istemesi, buna bir örnektir.

Bununla birlikte, değişen koşullar altında insanla-rın kolektif ve bireysel yollardan kendi gerçekliğini yarattığı gözlemlenebilir; fakat insanların bu belirli döneme ait düşünceleri, bireylerin ve dönemlerin bu durumlarını sahiplenmek ve kendi istediği so-nuçlara varmak için kullanan “kurnaz akıl”lılarca idare ettirilebilirdi. Dindar ve yobaz bazı çevreler, susturulmuşluk ve ifade engeliyle karşılaşan toplu-mun bu tür bir demokrasiye tepkilerinin farkına var-dı ve mevcut güvensizliği dine ve manevi değerle-re çevirerek arkalarına almakta sakınca görmedi-

ler. Bu bağlamda, yine bir takım kişiler tarafından din, bazı bireylerin kamusal alanda farklılıklarını ortaya koyma malzemelerinden biri haline getirilme-ye başlandı. Bugün Türkiye’de varolan hükümetin çokluk oyla iktidarda olması da bu durumun iyi bir sömürüsünü yapmasıyla gerçekleşmiş ve hükmünü koruyan “güvence ihtiyacı”ndan sebeplenmiş olma-sı, AKP hükümetinin, demokrasi sözcüğünü kendi istifade edeceği durumlar için sarf etmesi, bu tutu-mun diğer bir örneğidir.

Demek ki demokrasiyi insan hakları tabanlı anla-mak gerekiyor. Her vatandaş o topluma ait olduğu-nu, oy hakkıyla feda ettiği özgürlüğünün karşılığını bireyi, topluma düşürecek, erdemi maddiyata indir-geyecek politikalarla almak istemiyor. Aksi takdirde, “tehdit ve şantajla uygulanan demokrasi, kendi ken-dini içten içe yok ediyor.”

[email protected]

Sayfa 29 Sayı 12

Page 30: Politika Dergisi Sayi 12

Mehmet Burak KAHYAOĞLU

Üretmek, insanın kendini ifade etmesi hususunda en önemli yol olarak kabul edilmektedir. Burada sözü geçen “üretim” kavramının çerçevesi, en dar anlamıyla fiziki bir mal üretiminden geniş anlamıyla bir fikir üretmeye kadar götürülebilir. Yani önemli olan ortaya bir “şey”in konmasıdır. Üretmeden tü-keten insanlar, her ne kadar itiraf edemeseler de bu durumdan oldukça rahatsız olurlar. Bunun ne-deni, üretim yapmadıkları için tüketmeye hakları olduğunu düşünmemeleridir. “Üretmeyen insan ya kişisel zaaflarının kölesi olmuş salt bir tüketici, ya da yönlendirildiği konu ve ürünlerin bağnaz bir tü-keticisi olur. Bugün insanlık, bir katma değer yarat-madan kaynakları tüketmenin yol açtığı psikolojik sorunlar ile karşı karşıyadır.”(1) Bu durumda, “neden üretmiyoruz” sorusu önem kazanmaktadır. Bu sorunun cevabını vermek için günümüzde ge-

çerli olan ekonomik sistemin insana dair temel var-sayımlarına kısaca göz atmak gereklidir:

“Kapitalizm, kendi tanımladığı insan tipi üzerine inşa edilmiş bir sistemdir. Bu tanıma göre insan, bencildir; diğerleriyle rekabet halindedir ve çıkar peşinde koşar.”(2) Sistem bu varsayımlar üzerine kurulduğundan, insanın ekonomik hayatta aktif ola-bilmesi için bu davranış kalıplarına istemeden de olsa uyum sağlaması gereklidir. Buradan hareketle, mevcut sistemin insanlığın geneline huzur ve mut-luluk getiremeyeceği sonucuna ulaşmak zor değil-dir ve yaşadığımız ve etkisi giderek artıran kriz bu sonucu bir kez daha göstermiştir. Milyonlarca insan işsiz kalmış, dolandırıcılık artmış ve en önemlisi, temel insani değerler zayıflamıştır.

Đnsanların sosyal ve ekonomik hayatlarının yön-lendirilmesinde ve sınırlarının çizilmesinde bir takım ortak değerler kümesine her zaman ihtiyaç duyul-muştur. Bu anlamda en kabul edilebilir referans olarak dinler kabul görmektedir. “Hinduizm, Taoizm, Judizm, Hristiyanlık, Đslamiyet gibi dünya nüfusu-nun büyük bir kısmı tarafından kabul edilen inanç sistemleri ise bencilliği, rekabeti ve çıkar peşinde koşmayı kınamışlardır. Bu inanç sistemlerinin çağ-lar boyunca geliştirmeye çalıştıkları insan, toplum-cudur, diğerleriyle dayanışma içindedir ve doğruluk peşinde koşar.”(3) Sonuç olarak, kapitalist sistemin en kritik varsayımları yanlıştır. Đnsanlar bu davranış kalıplarına uymak zorunda bırakıldıklarından dolayı da ekonomik kararlarında tam anlamıyla özgür de-ğildirler.

Kâr peşinde koşan bireyleri ilgilendiren tek konu, çıkarlarının fazlalığıdır; yapılan iş değildir. Bu an-lamda faizden para kazanmak veya gerçek bir üre-tim yaparak istihdam yaratmak farksızdır. Para gü-nümüzde artık bir araç değil, amaç olarak kabul edilmektedir. Sistemin mecbur bıraktığı şekliyle, insanlar doğal olarak en fazla getiri elde edebile-cekleri alanlara yöneleceklerdir. Paradan para ka-zanmak hem daha kolay, hem daha kârlı ve hem de daha risksiz iken insanlar üretim yapmaktan vazgeçecektir. Bu ise insanlığın sadece dar bir ke-siminin çıkarına olacaktır.

Çözüm aslında oldukça basittir; üretim yapmak! Batılı toplumlar bile tüketime dayalı ekonomik siste-min zararlarını kabul etmiştir. Bugün Amerika Birle-şik Devletleri’nde kişi başına düşen borç otuz beş bin dolar düzeyindedir. Son kriz ile birlikte, üretime dayalı ekonomik sistemlerin daha fazla geliştirilme-si gerekliliğini belirtmişlerdir; fakat üretim yapmak için öncelikle bu işin kârlı hale getirilmesi gereklidir. Dünya üzerindeki bütün insanların ihtiyaçlarına ce-vap verebilecek özelliklerde ve koşullarda üretim yapmak özendirici hale getirilmelidir. Bu koşullar

Neden Üretmiyoruz?

“Paradan para kazanmak hem daha

kolay, hem daha kârlı ve hem de daha

risksiz iken insanlar üretim yapmaktan

vazgeçecektir. Bu ise insanlığın sadece

dar bir kesiminin çıkarına olacaktır.”

Sayfa 30 Politika Dergisi

Page 31: Politika Dergisi Sayi 12

oluşturulursa insanlar kağıt parçalarına yatırım yapmayacaktır ve şu an yaşadığımız türden krizleri tekrar yaşamamız ihtimali azalacaktır. Yapılan üre-timin yaratacağı istihdam ve katma değer hem da-ha fazla insanın bir “değer” yaratmasına olanak sağlayarak üretememenin doğurduğu psikolojik sorunlardan kurtulmasını sağlayacak, hem de da-ha sağlıklı bir gelir dağılımına yol açacaktır.

Sonuç olarak, herkesin ihtiyaçlarının karşılandı-ğı, herkesin ürettiği; yani sosyal ve ekonomik ola-rak tatmin olmuş bireylerden oluşan, bunun yanın-da temel insani değerlerin korunduğu bir dünya yaratmak mümkündür. Fakat öncelikle insan ken-diyle yüzleşmelidir. Para bir araç mıdır, yoksa amaç mı?

Dipnotlar

(1) Fındıkçı, Đlhami, 2009, ‘‘Tükenmişlikten Üretime’’

(2) Ertuna, Đ,Ö, 2005, ‘‘Kapitalizmin Son Direnişi’’, s.9

(3) Ertuna, 2005

[email protected]

Sayfa 31 Sayı 12

Seçimlere ilişkin her şey burada. Siz de secimler.com.tr’deki yerinizi alın.

Page 32: Politika Dergisi Sayi 12

Ali Đhsan UĞUZ

Eylül’de Küba bir başka güzeldir. Gökyüzünü delen ağaçların hüzün şarkıları söyleyip son dans-larını sergileyen yaprakları, sarı ve kahverenginin en güzel tonlarıyla kaplamıştı her yeri. Güney Amerika’ya özgü çiçekler, tabiat ananın izniyle kış gelmeden son güzelliklerini sergiliyordu. Bu güzel eylül gecelerinin birinde, Küba başkanlık sarayı her zamanki hareketliliğinde değildi ve o akşam sanki konuttan cenaze çıkmış gibi sessiz ve sakindi. Et-rafta kimsecikler bulunmuyor, sadece bir iki hizmet görevlisi kadının yavaşça gidip gelmeleri ve fısıltı ile birbirlerine konuşmalarına şahitlik ediyordu ko-nutun duvarları. Başkanlık sarayının bir odasında hafif bir ışık dışarıya sızmıştı. Odada tarihin öve öve bitiremediği iki adam karşılıklı oturmuşlar kah-velerini içerken aynı zamanda ünlü Küba puroların-dan yakıp o akşamın anısına kendilerince cömert-lik yapıyorlardı. Odadaki sessizliği, kızıl sakallı ve uzun suratlı adam bozdu:

- Che, demek yarın kesin olarak gidiyorsun ha?

Ona sadece can yoldaşı Fidel, “Che” diyebilirdi. Genelde herkesin “Doktor” diye hitap ettiği adam, seyrek sakallarını okşayarak yanıt verdi:

- Evet, Fidel. Yarın gidiyorum.

- Ama Che, Küba halkının daha sana ihtiyacı var.

- Siz varsınız ya, sevgili dostum. Bana ihtiyaç yok, diğer yoksul ülkelerin bana sizden daha çok ihtiyacı var.

Fidel Castro, purosundan derin bir nefes çekerek yanıt verdi.

- O halde seninle birlikte ben de geliyorum.

- Hayır, hayır sevgili dostum. Senin Küba’da ya-pacak çok şeyin var. Böyle bir şeyi asla aklından geçirme.

Kalktılar. Che, Fidel Castro’yla vedalaşırken ona bir mektup uzattı.

- Fidel, ben ülkeden ayrıldıktan sonra bu mektubu Küba halkına okursun. Unutma, ben ayrıldıktan sonra. Daha önce değil.

Kucaklaştılar.

Yanı başında ve kucağında onlarca çatışmada yüzlerce yoldaşını kaybetmiş ve yaşadığı onca acı-ya rağmen bir damla göz yaşı dökmemiş Fidel Castro, bu ayrılığa daha fazla dayanamadı ve göz-yaşlarını saklamak için arkasını dönmek zorunda kaldı.

1965 Eylül ayının son günlerinde Che Guevara Küba’yı terk edip bilinmezliğe doğru yol alırken; Fidel Castro, Che’nin ünlü veda mektubunu 7 Ekim 1965’te Küba halkına okuyordu.

Fidel, Dünyanın başka ülkeleri benim mütevazı çabalarımın yardımını istiyor. Ben senin Küba'ya olan sorumluluğunun sana olanak vermediği şeyi

Tarih Yapraklarından Üç Devrimci (Fidel Castro, Che, M. Kemal)

“Siz varsınız ya, sevgili dostum. Bana

ihtiyaç yok, diğer yoksul ülkelerin bana

sizden daha çok ihtiyacı var.” (Che -

Fidel Castro diyaloğundan)

Sayfa 32 Politika Dergisi

Page 33: Politika Dergisi Sayi 12

yapabilirim. Ayrılmamızın zamanı geldi. Bunu acı ve sevincin karışımıyla yaptığım bilinsin; burada benim kurucu umutlarımın en safını ve sevdiklerim arasında en sevgili olanı bırakıyorum ve beni evla-dı gibi kabul eden bir halkı bırakıyorum. Bu, benim ruhumdan bir parça koparmaktır. Yeni savaş alan-larında bana vermiş olduğun inancı, halkımın dev-rimci ruhunu, görevlerin en kutsalı olan nerde olur-sa olsun emperyalizme karşı mücadele etme göre-vini yerine getirme duygusunu taşıyacağım. Başka gökler altında son saatim geldiğinde benim son düşüncem bu halk ve özellikle sen olacaksın. Öğ-rettiklerin için ve eylemlerimin en son sonuçlarına dek sadık olmaya çalışacağım, örneğin için sana teşekkür ettiğimi, devrimimizin dış politikası ile her zaman özdeşleştiğimi ve buna devam edeceğimi, sonumun geldiği herhangi bir yerde Kübalı devrim-ci olmanın sorumluluğunu duyacağımı ve öyle dav-ranacağımı, çocuklarıma ve karıma maddi hiçbir şey bırakmadığımı ve bundan üzüntü duymadığı-mı, aksine sevindiğimi, onlar için hiçbir şey isteme-diğimi çünkü devletin onlara yaşama ve eğitim gör-meleri için gereken her şeyi vereceğini biliyorum.

Her zaman zafere kadar!

Ya devrim, ya ölüm!

Ernesto Che Guevara

Fidel Castro, 1998’de yaptığı bir konuşmada, Che Guevara hakkındaki görüşlerini şu sözlerle bütün dünyaya ilan ediyordu:

“Daha çok yolsuzluk, bencillik ve yabancılaşma oldukça; bir sürü yerli, etnik azınlık, kadın ve göç-men ayrıma maruz kaldıkça; çocuklar hala seks ticaretinde mal olarak satıldıkça veya yüz milyonlar-cası çalışmaya zorlandıkça;hala dünyaya göz ardı etmeler, sağlıksız koşullar, güvensizlik ve evsizlik hakim oldukça Che'nin derin insani mesajı göze çarpacaktır. Rüşvetçi, demagojik, iki yüzlü politika-cılar her yerde var olmaya devam ettikçe; Che'nin saf, devrimci ve tutarlı insanlık örneği bunların ara-sından çıkıp gelecektir. Korkaklar, oportünistler ve hainler bu dünyanın üstünde olmaya devam ettikçe; Che'nin kişisel cesareti ve devrimci doğruluğu daha fazla takdir edilecektir. Diğerleri görevlerini yerine getirme yeteneğinden yoksun kaldıkları sürece, Che’nin demirden iradesi daha çok beğenilecektir. Bazı bireyler en temel özsaygıdan yoksun oldukça, Che'nin onur ve saygınlık duygusuna daha fazla hayran olunacaktır. Şüpheciler çoğaldıkça Che'nin insana olan inancı daha çok takdir edilecektir. Kö-tümserlerin sayısı artıkça Che'nin iyimserliği; tered-düt edenler artıkça Che'nin küstahlığı değer kaza-nacaktır. Aydınlar diğerinin emeğini daha fazla israf ettikçe, Che'nin sade yaşamının, çalışma ve araş-tırma gayretinin değeri daha fazla anlaşılacaktır."

1965’in Eylül ayında Küba’dan ayrılıp bilinmeye-ne doğru yola çıkan Che'yi, ölüm, Bolivya'da Higueras yakınlarında yakaladı. Barrientos'un as-kerleri, onu 7 Ekim 1967 gecesi Hieguras yakınla-rında kıstırdılar. Bacağından ağır bir yara aldı ve

“Rüşvetçi, demagojik, iki yüzlü

politikacılar her yerde var olmaya devam

ettikçe; Che'nin saf, devrimci ve tutarlı

insanlık örneği bunların arasından çıkıp

gelecektir. Korkaklar, oportünistler ve

hainler bu dünyanın üstünde olmaya

devam ettikçe; Che'nin kişisel cesareti

ve devrimci doğruluğu daha fazla takdir

edilecektir.” (Fidel Castro)

Sayfa 33 Sayı 12

Page 34: Politika Dergisi Sayi 12

Hieguras'ta bir okula hapsedildi. Kimsenin karşısın-da eğilmedi ve 9 Ekim günü Barrientos'un kiralık katillerinden Mario Turan'ın dokuz kurşunuyla can verdi. Aradan geçen kırk yıldan sonra, Che dünya halklarının kalbinde her geçen gün destanlaşırken onu öldürenler tarihin tozlu sayfalarında lanetle anılmaktadır. Can yoldaşı ve yakın dostu Fidel Castro ise emperyalizme karşı direnebilen tek sos-yalist kale olan ülkesi Küba’da başkanlığı kardeşi-ne devrederek anıları ile yaşamaktadır.

Yazımızı Fidel Castro’nun kendisi gibi devrimci ve dünyada emperyalizme karşı verilen ilk savaşın komutanı ve önderi Mustafa Kemal Atatürk hakkın-da söylediği sözlerle bitirelim:

“Devrimci Kemal Atatürk, bizim esin kaynağımız oldu. 1919'da Anadolu'dan emperyalistleri atmak için Bandırma gemisiyle Samsun'a çıktı. Büyük bir zafer kazandı. Biz de tam kırk yıl sonra, ülkemiz-

den faşistleri kovmak için Granma gemisiyle Hava-na'ya çıktık. Biz de zaferle kucaklaştık. Ben de dev-rim gerçekleştirdim; ama Atatürk'ün yaptıklarını yapamazdım. Türkler, sağdan sola doğru yazarken, Harf Devrimi ile tam tersi yönde yazmaya başladı. Kıyafet Devrimi ve Medeni Kanun'la kadınlara geti-rilen statü çok önemliydi. Ona ve devrimlerine hay-ranım. Kendinize başka bir önder arama-yın.” (Sabah Gazetesi)

Yok Fidel Castro, sen bu işleri bilmiyorsun. Biz Atatürk’ün adını dağlara taşlara veririz, beton yığın-larından yapılma binaların kapısına onun ismini yazarız; hatta 10 Kasımlarda onun için yas tutar, milli bayram günlerinde süslü laflar ederiz; ama asıl yaşaması gereken fikirlerini ülkemin her metrekare-sinden sileriz. Hatta onun adına darbeler yapar, Atatürkçü ve bağımsızlık yanlısı ne kadar genç var-sa hapse tıkar, işkencelerden geçiririz. Hatta arada bir kabadayı edasıyla gürleyen (ama sadece gürle-yen) birini başbakan yapar onun masallarını dinler, mışıl mışıl uyuruz.

Herkese iyi uykular.

[email protected]

“Devrimci Kemal Atatürk, bizim esin

kaynağımız oldu. 1919'da Anadolu'dan

emperyalistleri atmak için Bandırma

gemisiyle Samsun'a çıktı. Büyük bir

zafer kazandı. Biz de tam kırk yıl sonra,

ülkemizden faşistleri kovmak için

Granma gemisiyle Havana'ya

çıktık.” (Fidel Castro)

Sayfa 34 Politika Dergisi

Küba’daki Atatürk

büstü. Büstün alt

kısmında Türkçe ve

Đspanyolca “Yurtta

sulh, cihanda sulh.”

yazmaktadır.

Page 35: Politika Dergisi Sayi 12

Nihat ATAR

Toplumlar için en ideal hedef, hiç şüphesiz ki çağdaşlaşmaktır. Toplumları bu hedefe götürecek yolu seçmeden önce çağdaşlıktan ne anladığımıza bakalım. Çağdaşlık; yaşamımızı, içinde yaşanılan zaman dilimine uydurmak; en son ve en iyi yaşam biçimine, insan hak ve özgürlüklerinin tamamına sahip olmak; doğanın, bilimin, teknolojinin ve uy-garlığın tüm ürünlerinden ve birikiminden yararlanı-yor olabilmektir. Hümanist düşünce, bu tanımlama-yı; “yaşamı daha iyi hâle getirmek, kendinden son-ra geleceklere daha iyi yaşanabilir bir dünya bırak-mak” olarak yapmaktadır.

Çağdaşlık, canlılar içinde sadece birey ve toplum olarak insanlar için geçerli olan bir kavramdır. Đnsa-na yakışan, insanın hak ettiği bir yaşam ve davra-nış biçimidir. Çağdaşlık, birey ve toplum yaşamının eğitimden sağlığa, üretimden ticarete, güvenlikten ekonomiye, savunmadan kültüre kadar tüm alanla-rını içerir. Toplumların çağdaş sayılabilmesi ve kendi içlerinde huzuru tesis edebilmeleri için de çağdaşlığın toplumun tüm kesimleri için geçerli kılınması zorunluluğu vardır.

Đnsan, öteki canlılardan farklı olarak, doğasından gelen akıl, mantık, kolay öğrenme, sorgulama, ger-çeği, daha iyiyi ve yeniyi arama, yaratma, üretme gibi yetilere sahiptir. Bu yetileri sayesindedir ki çağdaşlaşmaya uygun ve her zaman hazır bir can-lıdır. Bu yetilerini geliştirip kullanabilmesi, ailesin-den başlayarak; içinde yaşadığı toplumun koyduğu kurallara ve içinde yaşadığı ortama bağlıdır.

Çağdaşlaşmaya giden yolun başında bilimsellik

vardır. Bilimsellik, öncelikle insana doğuştan getir-diği akıl, mantık, kolay öğrenme, bilgi ve deneyimi kullanabilme, sorgulama, gerçeği, yeniyi ve daha iyiyi arama, üretme, yaratıcılık gibi yetilerini gelişti-rip kullanabilmesini sağlar. Bu sayede, insan yaşa-mı her gün daha iyi hâle gelir. Sorunlar daha kolay çözülür. Bireyler sosyalleşir. Toplumlarda barış, dayanışma ve huzur oluşur. Gelecek nesillere daha yaşanabilir bir dünya devredilmiş olur. Bir önceki neslin kendisine bıraktığı dünyaya karşı, kendisi de sonradan gelecek nesillere devraldığından daha iyi yaşanabilir bir dünya bırakarak insanlık görevini yerine getirmiş olur.

Bilimsellik, insan aklının kendisi için ürettiği ve en değerli olan ürünüdür. Toplumların kalkınması, uy-garlaşması, yaşamını daha iyi hâle getirmesi; an-cak bilimsellikle gerçekleşebilir. Kalkınabilmiş top-lumların bireyleri, temel gereksinimleri en iyi biçim-de karşılayabilme şansına sahiptir. Eğitimleri, sağ-lıkları ve sosyal güvenceleri devlet garantisindedir. Bu garantiler birey ve toplumlar için özgürleşme, gelişme, üretme ve çağdaşlaşma için en uygun or-tamları yaratır. Sevgi, saygı, hoşgörü, özveri, daya-nışma gibi insani değerler böyle ortamlarda kolay yeşerir. Barışı, huzuru ve demokrasiyi tesis etmek daha kolay olur.

Bilimsellikten uzaklaştırılmış, mahrum edilmiş toplum ve bireyler, zaman içinde doğuştan gelen tüm yetilerini kaybetmeye başlarlar. Kendilerine ve değerlerine yabancılaşırlar. Başkaları tarafından kolay yönlendirilebilir hâle gelirler. Üreticiliğini, ya-ratıcılığını yitirirler. Bu tür bireylerin yaşam için mü-cadele güçleri zayıflar. Bu bireyler, başkalarına ve yardımlara bağımlı hâle gelirler. Tepki ve davranış-larında içgüdüleriyle hareket eder, karnını doyur-mak gibi bedensel gereksinimlerini gidermekle yeti-

Çağdaşlığa Giden Yol

“Bilimsellikten uzaklaştırılmış,

mahrum edilmiş toplum ve bireyler,

zaman içinde doğuştan gelen tüm

yetilerini kaybetmeye başlarlar.

Kendilerine ve değerlerine

yabancılaşırlar.”

Sayfa 35 Sayı 12

Page 36: Politika Dergisi Sayi 12

nirler. Đnsan olma bilincini ve özgürlüğünü yitirerek, köleleşirler. Aklın, mantığın yerini inançlar, hurafe-ler, tabular, korkular ve töreler alır. Birey; kendine olan güvenini, sağduyusunu ve onurunu yitirir. Sevgi, saygı, hoşgörü, özveri kaybolur. Birer sos-yal varlık olmaktan çıkıp bencilleşir. Toplumda sal-dırganlık, gasp, kin ve öfke, farklılıklar arası çatış-malar artar. Yaşamlarında oluşan tüm boşlukları, tek dayanakları olarak kalan inançlarla doldurulma-ya çalışır. O yüzden de inançlar konusunda çok katıdırlar.

Çağdaşlığın ve bilimselliğin; coğrafyası, ırkı ve dini yoktur. Belki bu söyleme itiraz edecekler var-dır. “Yoksulluk daha çok Đslam ülkelerinde görülü-yor, bu ülkelerden çok bilim adamı yetişmiyor”, “terör denince akla hep Đslami terör örgütleri geli-yor, teknoloji hep belli ülkelerde gelişiyor, tek Tan-rılı dinler hep belli iklim ve coğrafyalarda başlayıp yayılmış, inançların en çok sorun olduğu ülkeler Đslam ülkeleri” gibi örnekler de verilebilir. Biraz hafızalarımızı yoklayalım. Bilimselliğin geçerli ol-madığı toplumlarda çağdaşlaşmanın gerçekleşe-mediğini, çağdaşlaşamamış toplumlarda kalkınma-nın, refahın, mutluluğun, huzurun, sevginin ve de-mokrasinin yaşama geçirilemediğini hemen görebi-liyoruz. Çağdaşlaşmanın önünde de daima iki en-gel göze çarpıyor. Görünen engel; o toplumlardaki yöneticiler. Kendisini hep o noktada tutmak iste-yen, o noktada kaldığı sürece sorun yaşamak iste-meyen yöneticiler. Kendilerini bu şekilde topluma kabul ettirmiş, arkalarına toplumun karşı çıkamaya-cağı, tartışamayacağı inançları koymuş yöneticiler.

Peki, bu tavrı sergileyen sadece Đslam ülkelerin-deki yöneticiler mi olmuş; hayır. Geçmişte Hristiyan âleminde daha ağır vakalar yaşanmış. Ama yaşa-nan “Rönesans ve Reform” hareketlerinden sonra artık bu tavır o âlemde taraftar bulamıyor. Musevi-ler de benzeri süreci yaşayıp rahatlamışlar. Đslam

âlemi hala bu süreci tamamlayamamış olmanın sıkıntılarını yaşıyor. Ya Türk toplumu? 1923 - 1946 tarihleri arasında çağdaşlaşma sürecini başlattık. Ne yazık ki tamamlayamadan geri dönüşe geçtik. Ama hiç değilse, o kısa dönem içinde bile çağdaş-laşmanın, bilimselleşmenin toplumumuza neler ka-zandırdığını, daha neler kazandırabileceğini net olarak görebildik.

Gelelim çağdaşlaşmanın ve bilimselleşmenin önündeki görünmeyen -ki artık günümüzde pek kendini saklama gereği duymuyor- ikinci engele. Đkinci engel; küreselleşme, dünya ile entegre olma gibi isimler altında karşımıza çıkan, toplumların ve emeğin sömürülmesi, yani emperyalizmdir. Bugün kulağımıza hoş gelen NATO, BM, AB, IMF ve Dün-ya Bankası gibi uluslararası kuruluşların arkasında hep bu insanlık ve barış düşmanı kurum var. Önce toplumların yönetimlerini denetimine alıyor. Kendi ülkelerinde hiç akıllarına getirmedikleri “Ilımlı Đslam” modelini uygulatarak, adım adım toplumu bilimsel-likten ve çağdaşlıktan uzaklaştırarak sömürülmeye ve parçalanmaya hazır hale getiriyorlar. Bizim için ideal diye gösterdikleri bu projeyi kendi ülkelerinde neden uygulamıyorlar, dünyanın bütün ülkelerinde yetişen din adamlarını değil de neden bilim adamla-rını bir şekilde kendi ülkelerine ithal ediyorlar dersi-niz?

23 gün süren kısa bir aradan sonra tekrar başlatı-lan Gazze katliamının suçlusu ve günahkârı bu iki engeli oluşturanlardır. Gazze’yi bombalayan Đsrail kadar, onun arkasındaki emperyalist ülkeler, onla-rın güdümünde oluşturulan uluslararası kuruluşlar da suçludur. Kendi halkının kalkınmasını, bilimsel-leşmesini, çağdaşlaşmasını engelleyen, halkını dinî baskı altında tutan, emperyalistlerin oyuncağı oldu-ğunun farkına varamayan terör örgütü Hamas da aynı derecede suçlu ve günahkârdır. Bu örgüt ger-çekten halkı için çalışıyorsa, halkını seviyor, ona iyilik etmek istiyorsa, öncelikle terörü bırakmalı. Halkı ve devleti ile bütünleşip çağdaşlaşmaya yö-nelmeli. Silah yerine bilime sarılmalı. Bu ülkeye yardım etmek isteyenler, önce bu toplumun çağ-daşlıkla, bilimsellikle tanışmasını sağlasın.

Kalıcı ve gerçek yardım budur. Bu yardıma birey-ler ve toplum olarak bizlerin de gereksinimimiz ol-duğunu düşünüyor, emperyalizmin tasfiye edilebil-diği bir dünya umudumu herkesle paylaşmak istiyo-rum.

[email protected]

“Kendi halkının kalkınmasını,

bilimselleşmesini, çağdaşlaşmasını

engelleyen, halkını dinî baskı altında

tutan, emperyalistlerin oyuncağı

olduğunun farkına varamayan terör

örgütü Hamas da aynı derecede suçlu

ve günahkârdır.”

Sayfa 36 Politika Dergisi

Page 37: Politika Dergisi Sayi 12

Nuran TALAY

Đşte Atatürk’ün izinde giden, işte yürekli Baş-bakan…

Tüm dünyanın gözü önünde Şimon Perez’e, pardon moderatöre, resti çekti…

Kahraman Başbakan, büyük coşku ile karşılandı. Ne geceydi ama… Gecenin o saatinde ellerinde pankartları ile havaalanına koşmuş insanlar; bu sevgi, bu aşk başka bir şey... Sakın kıskandığımı düşünmeyin, benimki merak aslında. Geç bir saat-te insanlar böylesi organizasyonu nasıl sağla-dılar? Matbaalarda hazırlanmış pankartlar nasıl temin edildi? Her gün saat 24.00’de kapanan yeraltı treni sabaha kadar nasıl çalıştı?

Ah tabii bu kadar kömür, erzak ve sadaka yardı-mının karşılığının bir şekilde ödenmesi gerekiyor-du. Seçim öncesi AKP’ye körü körüne destek vere-rek ve sandık başında iki yardım uğruna geleceği-ne “ipotek” koyarak “oy” ile desteklemek var.

Yoksa yeni bir gözdağı mı vermişti Başbakan! Đstediğim anda bindirilmemiş kıtaları toplarım diye. Biliyorsunuz; “Cumhuriyetine ve değerlerine” sahip çıkan, ellerinde ay-yıldızlı bayrakları ile mi-tinglerde olanları, bindirilmiş kıta olarak değerlen-dirmişlerdi.

Gelelim restin ayrıntısına;

Şimon Perez’e, siz öldürmeyi iyi bilirsiniz, siz şöylesiniz böylesiniz derken, Başbakanın aklı-na Irak’ta 1,5 milyonu aşkın insanın katledişine sessiz kalışı geldi mi?

Ya da peşmergeye kefilim, Barzani ile anlaş-ma yapacağım derken, şehit olan kınalı kuzula-rımızı anımsadı mı?

Binlerce şehidimizin katiline “Sayın” diye hi-tap edişini unuttu mu?

IMF’ ye ümüğümüzü sıktırmayız derken; ümük şöyle dursun, bir bir fabrikaları yok eder-ken bu söylemini hatırlamış mıydı?

Madem Türkiye sizin çok önemli Başbakan;

O hâlde bir terörist gruba nasıl destek veri-yorsunuz?

PKK yıllarca terör listesine alınmamıştı. PKK terörüne karşı olurken, Hamas’a destek vermek nasıl bir anlayış? Hamas özgürlük savaşçısı; topraklarını koruyorsa, PKK da aynısını yapıyor demezler mi?

O zaman şakır şakır evlatlarımız şehit olurken bu suça ortak olunmuyor mu?

Davos’ta bu resti çekmek, sizi kahraman yap-maz Başbakan!

Siz orada Türkiye’nin başbakanı olarak bulundu-nuz. Size gerekli sürenin eşit şekilde tanınmamış olması hoş bir davranış değildi, buna katılıyorum; ancak “kodum mu oturturum” tavrı ile ülkemizin temsil edilmesine de katılmıyorum. Uluslararası alanda da bu kültürünüz nasıl değerlendirilecek, bunun etkilerini hep birlikte göreceğiz.

Yine de huzurunuzda Başbakanı alkışlıyo-rum…

Neden mi?

Seçim öncesi, bu tiyatro oyununda başrolde oynadığı için…

(Oyunun adı: Yerseniz)

[email protected]

Alkışlar Başbakan’a (Sahne Sizin)

“Şimon Perez’e, siz öldürmeyi iyi

bilirsiniz, siz şöylesiniz böylesiniz

derken, Başbakanın aklına Irak’ta 1,5

milyonu aşkın insanın katledişine

sessiz kalışı geldi mi?”

Sayfa 37 Sayı 12

Page 38: Politika Dergisi Sayi 12

Mülakatı Gerçekleştiren: Emrah ÖZDEMĐR

TRT ĐLE YOLLARIN AYRILMASI VE YENĐ PROGRAM

Emrah ÖZDEMĐR: Banu Hanım, okuyucularımı-zın hemen hemen hepsi sizi yakından tanımakta-dır. Yine de, geriye dönersek; Tuncay Güney'e da-hi mikrofon uzatan TRT'den tasfiye süreciniz hak-kında kısaca bilgi ve değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?

Banu AVAR: TRT’de “Sınırlar Arasında” ile 4 yılda 82 ülkeden gözlemleri izleyicilerimizle paylaştık. ‘Demokrasi, özgürlükler’ safsatalarıyla göz boya-maya çalışanları, Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi’nin ana hatlarını deşifre eden programlar yaptık. Sınırlar Arasında taraflı bir programdı; Tür-kiye’nin tarafındaydı. Özellikle ‘Hangi AB’ bölümle-riyle TRT’yi işgal altında tutan bir kesimden büyük tepki aldık. Ve 2008 Mayıs’ında program yayından kaldırıldı. Yeni genel müdürün yöneticilerinden biri, programın yayından kaldırılmasında “bazı büyü-kelçilerin” şikayetlerinin etkili olduğunu açıkça söy-ledi. ‘Türkiye’de Türkçe bakışlı bir program’ onları rahatsız etmişti…

Washington ve Brüksel hakimiyeti altındaki Türki-ye yönetimine basın yayını kontrolde tutma görevi verilmişti. Bugün TRT ve bir iki kanal dışında tüm televizyonlar, bir iki gazete dışında tüm gazeteler ‘sistem’in doğrudan kontrolü altındadır ve Ameri-ka’nın ‘projeleri’ doğrultusunda bilgi kirliliği yap-maktadırlar. Şubat başı itibariyle kontrolde tutula-mayan kanallardan birinde; Avrasya Televizyonun-

da şimdilik masa başı bir programla yola devam ediyorum. “Dünya Düzeni” adlı programla yine benzer konuları ART’de ele almaya devam edece-ğim.

“ÜÇÜNCÜ ABDÜLHAMĐT” SLOGANLARI ARA-SINDA YAPILAN CAMBAZLIK

Emrah ÖZDEMĐR: Sayın Avar, Başbakan R. Tayyip Erdoğan'ın Davos çıkışını nasıl değerlendiri-yorsunuz? Bu konuda değişik fikirler dolaşmakta ve tabii ki kamuoyunda en etkili olanı; Tayyip Bey'in "Davos Fatihi" diye adlandırılması. Bunun yanında; Đsrail'in Türkiye'ye fatura ödeteceğini öne sürenler var. Peki, bu çıkış sizce göründüğü gibi midir; yok-sa mesela "New Ottoman" projesinin bir uzantısı mıdır? Sizin gündeme getirdiğiniz, "Şii direnişini kırma" programı çerçevesine de sığabilir mi?

Banu AVAR: Türk halkı tarih boyunca çok oyun izledi. Son yıllarda sahnelenen oyunlar, hızla sarı-lan bir filmi izlemeye benziyor. Türkiye bölgede üzerine en çok bahis açılan ülke. Morton Abromowitz 1995 yılında “Önce SSCB, ardından Yugoslavya… Sıra Türkiye’de!” dememiş miydi?

Amerikan imparatorluğu, 2050 yılında bir Büyük Orta Doğu devletini hayata geçirme arzusunu ya-yınladığı haritalarda gösteriyor. Đstanbul merkezli bir federal devletten dem vuruyor. Suudi Arabistan’-dan Ürdün’e, Đsrail’den Lübnan’a yayılan bir devlet; ortasında Türkiye. Orta Doğu’da bir Amerikan dev-leti rüyası bu. Yeniçağ gazetesinden Arslan Bulut-’un söylediği gibi “Osmanlı geliyor”, “Üçüncü Abdül-hamit geliyor” sloganları arasında Türk halkı uyutu-lurken, “Büyük Đsrail Projesi” planlanıyor. Đsyankar Şiilere karşı itaatkar Sünni yönetimler, “halklarına rağmen” oyunun piyonları olacak; sonuçta bölge, Siyonizm’in emrine sunulacak.

“Davos Fatihi” toplantının hemen ardından söyle-

Politika Dergisi—Banu Avar Mülakatı

Banu AVAR: “Yeniçağ gazetesinden

Arslan Bulut’un söylediği gibi “Osmanlı

geliyor”, “Üçüncü Abdülhamit geliyor”

sloganları arasında Türk halkı

uyutulurken, “Büyük Đsrail Projesi”

planlanıyor. Đsyankar Şiilere karşı

itaatkar Sünni yönetimler, “halklarına

rağmen” oyunun piyonları olacak;

sonuçta bölge, Siyonizm’in emrine

sunulacak.”

Sayfa 38 Politika Dergisi

Page 39: Politika Dergisi Sayi 12

diği öfkeli sözleri moderatörle sınırlandırdı. Azar işitip, ‘katil’ dediği Peres’ten hiç söz etmedi. ‘Süre eşitliği’ üzerine odaklandı. Tüm televizyonlardan servis edilen ağır konuşmasıyla, Türk halkının uzun zamandır beklediği ‘dik duruş’ gösterilmiş, bu duruş, belediye seçimleri için gerekli yatırımı yapmıştı. Đsrail’le bozulan havaya gelince; ertesi gün Başbakan Olmert halkına ve bakanlarına “Türkiye’nin seçim arifesinde Müslüman bir ülke” olduğunu söyledi. Üst düzey yetkililere “Türkiye’yle gerilim yaratacak beyanlardan uzak durmaları” mesajını verdi. Erdoğan’ın küresel rotada yürümesi şarttı. Đçerde Davos Fatihi olarak görülmeli, dışarı-da anlayışla karşılanmalıydı… Çünkü şimdi Os-manlıcılık zamanıydı!

DÜNYA SU FORUMU GERÇEĞĐ

Emrah ÖZDEMĐR: Yalçın Küçük Hocanın kamu-oyuna sunduğu "Orta Doğu için Siyonist Plan" adlı 1982 tarihli raporun uzantıları bugün var mı, varsa nelerdir?

Dünya Siyonist Örgütü'ne bağlı Kivunim'de ya-yınlanan Orta Doğu Đçin Siyonist Plan adlı rapor, Orta Doğu’da çizilecek yeni sınırları tarif etmişti. Lübnan, Suriye, Đran, Irak ve Türkiye dinî ve etnik

bazda parçalara bölünecekti. Hedefe giden yolda en önemli adım bir Kürt devletiydi. Irak, Türkiye ve Suriye’den parçalar kopararak oluşturulacak bir Kürt devleti, bölgedeki 2. Đsrail olacak ve Büyük Đsrail’in “büyümesindeki” en etkin adım olacaktı…

Bugün Türkiye, bu projenin tam ortasında yer almaktadır. Projenin en önemli adımlarından biri 14 Mart 2009’da atılacak. Dünya Su Forumu Türkiye’-de toplanacak. Bu masum isim kimseyi kandırma-sın! Bu toplantıda Türkiye’nin su kaynakları pazar-lanacak… Kürt devletinin hayata geçişiyle petrolün denetimini eline geçirecek olan Đsrail, Batı adına Fırat ve Dicle suyunun kontrolüne de talip! 1967’den beri ‘su savaşının’ içindeki Đsrail, Avrupa Birliği’nin arkasında Türkiye’ye kılıç çekiyor… O nedenle öfkeli sözler onu hiç ilgilendirmiyor. O yü-rüdüğü yoldan hiç şaşmıyor. Bakın, Arslan Bulut 3 Şubat 2009 tarihli yazısında ne diyor: “Son Katılım Müzakereleri Çerçeve Belgesi’nde, Fırat ve Dicle sularının aralarında Đsrail’in de bulunduğu uluslara-rası bir konsorsiyum tarafından yönetilmesi isteni-yordu! Üstelik, Fırat ve Dicle sularının kontrolü de-mek, Erzurum’daki Palandöken Dağları’nın kontrolü demektir. Çünkü su kaynağı orasıdır!”

Avrupa Birliği Türkiye’deki suların denetimi için bir konsorsiyum kuruyor, bunun içine Đsrail’i katıyor ve

Sayfa 39 Sayı 12

Banu AVAR: “Bu masum isim kimseyi

kandırmasın! Bu toplantıda Türkiye’nin

su kaynakları pazarlanacak… Kürt

devletinin hayata geçişiyle petrolün

denetimini eline geçirecek olan Đsrail,

Batı adına Fırat ve Dicle suyunun

kontrolüne de talip!”

Page 40: Politika Dergisi Sayi 12

Suriye sınırından Erzurum’a kadar olan bir bölge-nin suyunda söz sahibi olmak için hak iddia edi-yor… Đşte Siyonist planın Mart ayında Türkiye’ye son darbesi bu olacak…

FULLER’ĐN KĐTABI

Emrah ÖZDEMĐR: CIA Türkiye masası eski şefi Graham Fuller'in "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" adlı kitabını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Banu AVAR: CIA istasyon şefi Fuller, kitabında “yeni düzen”in Türkiye’ye biçtiği yeni rolleri el kitabı olarak servis ediyor. Kemalizm’in Türkiye’yi bölge-den soyutladığından giriyor, AKP yönetimindeki Türkiye’nin, Adriyatik’ten Çin’e, nasıl etkili olduğun-dan çıkıyor…

Özellikle Türkiye’nin Đran’la çatıştırılmasının üze-rinde duruyor, Türkiye’nin bölgede lider konumuna getirilmesi gereğinin altını çiziyor, Yeni Osmanlıcı-lık ve Hilafet rolünün öneminden bahsediyor…

Fuller ve arkasındaki “yeni dünya” imparatorluğu peşindekiler bu kitapla Orta Doğu’da bir kaos plan-ladıklarını ve bu cehennemi yaratacak ilmeğin AKP

yönetimindeki Türkiye olacağını fısıldıyorlar. Đran’la savaşan bir Türkiye, Arap milliyetçilerinin nefretini üzerine toplamış bir Türkiye, eskiden olduğu gibi bugün de emperyalizmin rüyasıdır… Ancak bunu gerçekleştirebildikleri takdirde, önümüzdeki 20 yıl içinde gerekli kaynaklara, madene, suya, petrole kavuşacaklar. Önce büyük kaos yaratılacak ardın-dan yeni sınırlar ortaya çıkacak ve taşlar yerine oturduğunda Büyük Ortadoğu (Amerikan ) devleti oluşacaktır.

Ama bu rüyadan onları, “uyanık bir millet” tıpkı 1919’da olduğu gibi uyandıracaktır.

TÜRKMENLER, ERDOĞAN’IN GAZZE ÇIKIŞINI KENDĐLERĐNDEN NEDEN ESĐRGEDĐĞĐNĐ ME-RAK EDĐYOR

Emrah ÖZDEMĐR: Türkiye'nin Đsrail'e yönelik çı-kışının Doğu toplumlarındaki etkisi, Türkiye ve Do-ğu için bir fırsata çevrilebilir mi?

Banu AVAR: AKP yönetimindeki Türkiye, çevresin-deki ülkelere, sürekli çelişkili, karmaşık mesajlar gönderiyor. Kerkük, Musul, Telafer’deki Türkmen-ler, Tayyip Erdoğan’ın Gazze konusundaki çıkışını, neden kendilerinden esirgediğini anlamakta zorlanı-yor. Azerbaycan, hayretle Ermenistan’la müzakere-leri seyrediyor. Kıbrıslı Türkler, Erdoğan’ın Loizidu, Aristis ve son olarak Orams davası ile Kıbrıs’taki tüm hakların elden gidişine ne dediğini merak edi-yor.

TÜRKĐYE SĐZDEN BU ÜLKE ĐÇĐN SENTEZLER YAPMANIZI BEKLĐYOR

Emrah ÖZDEMĐR: Gençlerin oluşturduğu bir pro-je olan Politika Dergisi aracılığıyla, gençlerimize son bir mesajınız var mı?

Banu AVAR: Türkiye’nin başına en çok çorap örü-len bir dönemin gençleri olan sizler, titiz birer araş-tırmacı olmak zorundasınız. Hamasetten kaçarak, bilimsel çalışmalara hız verme zamanı… Her konu-da detaylı araştırmalar yapılmalı… Đşte önümüzde Dünya Su Forumu, işte önümüzde Musul meselesi, işte basın yayının hokkabazlığı. Đşte sözüm ona “aydınlar” ve dehşet verici tezleri. Türkiye, sizden bu ülke için sentezler yapmanızı bekliyor.

[email protected]

Banu AVAR: “(Fuller, Yeni Türkiye

Cumhuriyeti kitabında) Özellikle

Türkiye’nin Đran’la çatıştırılmasının

üzerinde duruyor, Türkiye’nin

bölgede lider konumuna getirilmesi

gereğinin altını çiziyor, Yeni

Osmanlıcılık ve Hilafet rolünün

öneminden bahsediyor…”

Sayfa 40 Politika Dergisi

Page 41: Politika Dergisi Sayi 12

Bu kadar "komik" bir seçim arifesi galiba hiç yaşamamıştık.

Seçim günü yaklaş-tıkça AKP Genel Baş-kanı rolündekinin tan-siyonu daha da yükse-liyor. Meclis Başkanı rolünü üstlenen de kendini darbeci gene-ral sanıp estirmeye başlayınca, insan ken-dini "22 Temmuz seç-meni" deği l de Direklerarası'nın tuluat tiyatrolarından birinde sanıyor.

Gelin görün ki, Direklerarası çoktan

tarihe karıştı. Darbeci general rollerine de bugün-lerde pek rağbet yok.

Kaldı ki onlar bile 2 milyon 447 bin işsizin azarla, tehditle yola getirilemeyeceğinin artık farkında! Çünkü bu ülkede:

* 15 yaş üstü nüfusunun dörtte biri, yani 12.1 milyonu 15-24 yaş arasında. Yani genç!

* Bunların 3.7 milyonu çalışıyor. Yani her 100 çalışanın 17'si 15-24 yaş arasında!

* Her 100 gencin 18.7'si de işsiz!. Yani, genç işsizliğinin tepe yaptığı 1989-2001 arasındaki 17.7'lik oranın da üstünde!.

* 15-19 yaş aralığındaki her 100 gençten 82'si, 20-24 yaş aralığındaki her 100 gençten 54'ü kayıt dışı çalışmakta!

* Lise çağındaki 15-19 yaş grubundaki her 100 gençten 22'si okulda değil çalışma yaşamında!

AKP iktidara geldiğinde her 100 genç işsize 13 iş aramayan genç düşerken 2006'da 83 genç düşme-ye başlamış. Mevsimlik çalışanlar da eklendiğinde iş aramayanların sayısı 95'e çıkmış!

Bu arada sakın ola ki iş aramayan gençleri ranti-ye ya da tembellikten iş aramıyor sanmayın. Onlar çalışmak istedikleri halde iş aramaktan bezmiş, iş bulamamak korkusu içinde olan gençler. TÜĐK on-ları işsizler arasına katmamakta. Đstatistiklerdeki adları "tampon genç" !

Bu gençlerin bir kısmı yaş haddini aşamadıkları için oy kullanamayacaklar. Bu nedenle de partilerin seçim bildirgelerinde onlara yer verilmemiş, ama... O bildirgelerde oy verme yaşında olan 22 Tem-

muz'un seçmeni gençlere, özellikle de üniversite diplomalı gençlere de yer yok!..

Başta AKP olmak üzere tüm siyasi parti kurmay-larının, Ankara Ticaret Odası'nın TÜĐK'in verilerini temel alarak hazırladığı "Genç Đşsizler Ordusu" ve "Kayıtsız Gençler" raporlarına bakmalarında yarar var. Çünkü o raporda yer alanlar yarının değil bu-günün üretim ve yönetim kadrolarında yer alacak ya da yer alması gerekenlerle ilgili.

Örneğin: Türkiye'nin nitelikli işgücü dediğimiz, bir fakülte ve yüksekokuldan mezun olan, 1989-2001 arasında her 100 diplomalı gençten 30.8'i işsiz iken, AKP döneminde bu oran 35.1'e yükselmiş!. Yani, eğitim olanakları genişlerken iş olanakları artmamış, aksine azalmış!..

Peki ne olmuş da eğitim olanaklarındaki iyileşme-ye rağmen istihdam artmamış diyorsanız... Ekono-mik büyümenin kaynağına, gelen dış sermayenin hangi sektörleri hedef aldığına ve istihdam yaratma koşulu aranıp aranmadığına bakmanız yeter.

AKP'nin yeniden iktidar olması halinde durumu nasıl telafi edeceğini merak ediyorsanız seçim bil-dirgesine bakmak yeterli. Genç işsizlere çözüm olarak

- "Kendi işlerini kurmaları"nı özendirmek için "Gençler Đşadamı Oluyor" programı başlatmayı;

- "Özel istihdam büroları" açmayı önermekte. Gençlere işsizliği özelleştirerek çözüm yaratmayı vaat etmekte!

Kısacası AKP, 2006-2010'da da iktidar olursa parası olana işini bulacak! Bunun adı da genç giri-şimcilik olacak!..

AKP'nin genç işsizlere yönelik vaatleri sınıflar arasındaki farklılıkları keskinleştireceği ve ayırımcı-lığı pekiştireceği için demokratikleşmeye aykırı ise de bunun diğer partilerinkine göre daha gerçekçi olduğunu söylemek gerek. Hiç olmazsa ne yapaca-ğı belli.

Yani? AKP tek başına iktidar olursa :

- Büyüme artmaya devam etse bile istihdama yansımayacak;

- 1997'den 2006'ya yüzde 26'dan yüzde 21'e geri-leyen yatırımların ulusal gelir içindeki payı bu dö-nemde de gerilemeye devam edecek.

Not: Bu makale 16.07.2007 tarihinde yayınlan-mıştır.

Mekanın Cennet olsun saygıdeğer Hocam...

Türkel MĐNĐBAŞ’TAN Bir Makale: Genç Đşsizler Ordusunun Oyu!

Sayfa 41 Sayı 12

Page 42: Politika Dergisi Sayi 12

Erdinç AYDIN

Reşat (Çiğiltepe) (1879, Đstanbul - 27 Ağustos 1922, Çiğiltepe) Türk asker.

1879'da Đstanbul'du. Ziya P a ş a ' n ı n o ğ l u d u r . 1896'da Harp Okulu'nu bitirerek Türk Ordusu'nun farklı komuta kademele-rinde görev yaptı. Trab-lusgarp ve Balkan Savaş-ları'na katılmış, Yanya savunmasında yaralan-

mıştır. Askerî Mahkeme üyeliği yapmış, I. Dünya Savaşı'nda Çanakkale Cephesi'nde olağanüstü kahramanlığı ile dikkatleri çektikten sonra getirildiği 17. Alay Komutanlığı görevindeyken Muş'un Rus işgalinden kurtarılmasında da önemli rol oynayan Reşat Bey, XVI Kolordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa'nın takdirlerini kazanmıştır. Aynı zamanda 5 .ve 4.rütbeden mecidi nişanları, gümüş muhare-be, liyakat, tahsiliye, Alman ve Avusturya harp, demir salip nişanlarıyla taltif edilmiştir. 53. Tümen Komutanlığı'na getirilerek Suriye Cephesi'nde gö-revlendirilmiştir. 1918'de Đngilizlere esir düşen Re-şat Bey, daha sonra esaretten kurtulur kurtulmaz Aralık 1919'da Millî Mücadele'ye katılmak üzere Đnebolu'dan "Đstiklal Yolu" üzerinden Ankara'ya geçmiştir. Mezarı; Ankara, Devlet mezarlığında ya da Çiğiltepe şehitliğinde olduğu ikilemi vardır. (Wikipedia)

Albay Reşat Bey: “Sözümü tutamamış oldu-

ğumdan dolayı yaşayamam.” (27 Ağustos 1922)

Mustafa Kemal Atatürk, Albay Reşat’ın şehit olu-şunu TBMM’de şöyle anlatmış:

“Bir taarruz gününde (27 Ağustos 1922) en sol kanatta 57. tümenimiz taarruz ederken, kuvvetlerini biraz birbirinden uzakça bulundurmuştu. Bu neden-le, düşman üzerinde kalıcı bir etki yapamıyordu. O tümenin kumandanı, Reşat Bey adında bir albaydı. Bu kişiyi çok eskiden tanıyordum ve beraber muha-rebe yapmıştık. Suriye’de çok muharebeler yaptık ve çok kıymetli bir askerdi. Şahsen bana çok güve-ni vardı. Telefonla sordum: “Niçin hedefinize (Çiğiltepe) hakim olamadınız?” dedim. Cevaben dedi ki “Yarım saat sonra bu hedeflere varmış olacağız.” Halbuki yarım saat sonra bu hedefler elde edilememişti. Tekrar sorduğum zaman telefon-da Reşat Bey’in son bir veda namesini okudular. Orada diyordu ki: “Yarım saat zarfında size o mevkileri almak için söz verdiğim hâlde, sözü-mü tutamamış olduğumdan dolayı yaşayamam.” 15 dakika sonra Çiğiltepe alınmış; ancak şehit komutan Albay Reşat Bey bu müstesna anı gö-rememiştir. Ruhu şad olsun.”

30 Ağustos Zafer Bayramımızın nasıl gerçekleşti-ğini Başkomutan söyle haykırır:

“Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları;

Afyonkarahisar-Dumlupınar büyük meydan mu-harebesinde, zalim ve mağrur bir ordunun temel varlığını inanılmayacak kadar az bir zamanda yok ettiniz. Büyük ve seçkin ulusumuzun fedakarlık-larına layık olduğunuzu kanıtladınız. Sahibimiz olan büyük Türk ulusu geleceğine güvenmekte haklıdır. Savaş alanlarındaki başarı ve fedakarlık-larınızı yakından görüp izliyorum. Ulusumuzun size olan övgülerinin iletilmesine aracılık etme görevinin arkasını bırakmayacak, sürekli olarak yerine getire-ceğim. Ödüllendirme için Başkumandanlığa öneride bulunulmasını, Cephe Kumandanlığına buyurdum. Bütün arkadaşlarımın, Anadolu’da daha başka meydan muharebeleri de verileceğini göz önün-de bulundurarak ilerlemesini ve herkesin akıl gücünü ve yurtseverliğinin kaynaklarını kullana-rak, yarışmayı bütün gücüyle sürdürmesini ta-lep ederim. Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir. Đleri!” (Mustafa Kemal, 1 Eylül 1922)

Bursa’nın Kurtuluşu

Ve Yunan işgal kuvvetlerine karşı başlatılan Bü-yük Taarruz, hedefine adım adım ulaşır çok kısa bir zamanda.

Bursa Tarihi Üzerine; Đki Biyografi, Bir Yüzleşme

“Tekrar sorduğum zaman telefonda

Reşat Bey’in son bir veda namesini

okudular. Orada diyordu ki: “Yarım saat

zarfında size o mevkileri almak için söz

verdiğim hâlde, sözümü tutamamış

olduğumdan dolayı yaşayamam.” 15

dakika sonra Çiğiltepe alınmış; ancak

şehit komutan Albay Reşat Bey bu

müstesna anı görememiştir. Ruhu şad

olsun.” (Kemal Atatürk)

Sayfa 42 Politika Dergisi

Page 43: Politika Dergisi Sayi 12

11 Eylül 1922 - Bursa'nın Kurtuluşu,

3. Kolordu 1. Piyade Tümeni ve Genelkurmay-lık ATESE kayıtları; Bursa’da 39 Şehit.

Şükrü Naili Gökberk, (1876, Selanik -1936, Edirne) Türk asker. Kur-tuluş Savaşı komutanla-rından ve siyaset adamı. 1921'de Anadolu'ya geç-ti. 15. Tümen Komutanı olarak Kütahya - Eskişe-hir Savaşları ve Sakarya Savaşına, 3. Kolordu Komutanı olarak da Baş-komutanlık Meydan Sa-vaşına katıldı. Bursa, Eskişehir ve nihayet Đs-

tanbul'un düşman işgalinden kurtuluşu sırasında Türk ordusunun başında şehre giren Kurtuluş Sa-vaşı kahramanıdır. (Wikipedia)

3.Kolordu, Şükrü Naili Paşa komutasındaki birlik-leriyle Bursa´ya yürüdü. 1.Tümenin süvarileri 9 Eylül´de Yunan direnişini birkaç yerinden aşarak 10 Eylül gecesi şehrin güneyine girdi. Sabahın erken saatlerinde ise güzel Bursa tahribe uğrama-sına fırsat verilmeden hakiki sahibine tekrar kavuş-tu.

Aynı günlerde Mustafa Kemal Đzmir’e varmıştır ve “Geldikleri gibi giderler” dediklerini gittikleri yer-den muzaffer bir ordu komutanı olarak hak ettikleri şekilde uğurlamıştır.

Akşam yazarı Falih Rıfkı’nın Đzmir’de Mustafa Kemal Paşa ile yaptığı konuşma:

Đzmir denizi karşısında, millet ordularının Başko-mutanından zafer hikâyeleri dinliyoruz.

“...Zaferin Đstanbul’u ve tüm dünyayı şaşkınlığa düşüren, akıllara durgunluk veren yanlarından biri de sürati idi. Askerlerimiz Đzmir’e girdiği zaman, Yunan ordusunun arda kalanları henüz şehri terk etmemişti.

Bu çabukluğun nasıl olabildiğini Sayın Paşa’dan sorduk:

- Ordumuzun hızlı ve sıkı kovuşturması sayesin-de... doğrusu daha saldırıya başlamazdan önce, dört yüz kilometreyi geçen uzaklık üzerinde kesinti-siz ve tüm ordularla, düşmana soluk aldırmayacak kadar hızlı bir kovalama yapmak bakımından köklü hazırlıklarda bulunmuş ve önlemler almıştık. Düş-

man kuvvetleri büyük meydan savaşında yenildik-ten sonra Dumlupınar mevzilerinde, Uşak’ın doğu-sunda Takmak, Alaşehir, Salihli civarında ve son kez olmak üzere Đzmir’in yirmi beş otuz kilometre doğusundaki hazırlanmış türlü türlü mevzilerde sa-vunmaya girişti. Bu girişimlerin her birinde düşman ordusunun artakalanları bir kez daha yenilip boz-gun edilerek ordumuz Đzmir’e girdi. Görülüyor ki 26, 27 Ağustos günleri uygulanan yarma hareketi ile 28, 29, 30 Ağustos günlerinde gerçekleşen meydan savaşı aşamaları ve yukarıda saydığımız yerlerde düşmanı bozguna uğratan türlü saldırılara katıldığı hâlde ordularımız ana kuvvetleri ve tüm savaş araçları ile dört yüz kilometreyi on gün içinde aştılar. Diyebilirim ki atlı tümenlerimizle yaya birlik-lerimiz düşmanı ezip Đzmir’e yürümekle birbirleriyle yarışmışlardır. Đzmir rıhtımında atlı askerlerimizin kılıçları denizde resimleşirken, yaya askerlerimiz Kadifekale’de Türk bayrağını gökyüzüne yükseltti-ler. Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının savaş tarihine verdiği son harekât örneğinin değeri, bu harekât tüm aşamalarıyla incelendikten sonra ve belki bugün değil, yarın anlaşılabilecektir. Büyük

“Türkiye Büyük Millet Meclisi

ordularının savaş tarihine verdiği son

harekât örneğinin değeri, bu harekât

tüm aşamalarıyla incelendikten sonra

ve belki bugün değil, yarın

anlaşılabilecektir.” (Mustafa Kemal)

Sayfa 43 Sayı 12

Page 44: Politika Dergisi Sayi 12

orduların yürüyüş birimi yanlış hatırlamıyorsak, günde 20, 25 kilometredir. Bundan dolayı, asker-lerimize Đzmir’e kavuşmak için her gün bu uzaklığı aştıran güç kaynağının ne yüce bir yurt aşkı oldu-ğunu anlamak zor değildir.

- Harekâtta hedef tutulan amaç öncelikle yalnız Đzmir’e girmek mi idi? Bursa’ya harekât nasıl çevril-di?

- Askerî düzenlememiz ve ayrılan kuvvetleri-miz her iki amaca güç ve güvenle ulaşmasını sağlayacak derecede idi. Gerçekten düşüncele-rimizde doğruluğun bulunduğu Đzmir’in sabah, Bursa’nın akşam olmak üzere her ikisinin aynı günde geri alınmış olmasından ileri ge-lir." (atam.gov.tr)

Atatürk'ün 1 Eylül'de Dumlupınar'da verdiği ''Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir. Đleri!'' emri 9 Ey-lül 1922'de Đzmir'de noktalanırken, yalnızca Türkiye için değil, dünyanın bütün ezilen ulusları için yeni bir çığır açılıyordu.

Hindistan lideri Mahatma Gandhi, Kurtuluş Sava-şı'nı ''Mustafa Kemallerin zaferi, dünya için bir hür-riyet ve istiklal çağının sancağıdır.'' diyerek selam-larken, Pakistan lideri Cinnah, emperyalistlere şöy-le sesleniyordu: ''Bütün dünyaya sesleniyorum. Ne biz, ne de her kıtada yaşamakta olan esir ve maz-lum milletleri bundan sonra tutamayacaksınız.''

13 Eylül 1922 günü ulusa bir bildiri ile müjdeyi verir Atatürk:

''Asil Türk Milleti, ordumuz 9 Eylül 1922 sabahı Đzmir'imizi ve yine 9 Eylül 1922 akşamı Bursa'mızı zaferle boşalttı. Akdeniz, ordularımızın zafer şarkı-ları ile dalgalanıyor... Anadolu'nun kurtuluş zafe-rini kutlarken sana Đzmir'den, Bursa'dan, Akde-niz ufuklarından ordularının selamını da sunu-

yorum.''

Askeri zaferin ardından siyasi zaferin gelebilmesi, Lozan Antlaşması imzalanıncaya kadar tam bir psi-kolojik savaş haline dönüşmüş. Zaferi kazanan bü-yük Türk milleti; Yunanistan’da bir hükümetin askeri darbe ile devrilmesine, Đngiltere’de iktidarın el de-ğiştirmesine neden olmuştu. Sadece büyük Türk milletinin makus talihini değil; ezilen bütün ulusların esin kaynağı olurken 20. asrın tarihinin fakir ve onurlu insanlar tarafından yazılabileceğini hem ken-dimize hem dünyaya gösteriyorduk.

Siyasi zafer için askeri duruş, güç ve kararlılığımı-zı bir kez daha göstermek durumu ortaya çıktığın-da, tereddütsüz başkomutan Mustafa Kemal; 22 Aralık 1922 Lozan Konferansı'nın kesilmesi ihti-maline karşı, orduya hazırlık emri veriyordu.

Bir tarih yazılmıştı. Birilerinin 6 ayda geçerse, 1 günde geçmiş sayarım diye Yunan Savunma hattı-na dair verdiği raporlar; 26-30 Ağustos günü sonun-da 6 günde geçilmiş, işgal güçleri olanca hızı ile 9 Eylülde Đzmir’den 11 Eylülde Bursa’dan temizlen-mişti. Đzmir, Torbalı, Balıkesir, Bandırma tarafında kalan birkaç kuvvet de gemilere binerek kaçmak zorunda kalmışlardı.

***

Bugün neler olmakta o topraklarda, bizim top-raklarımızda, bir neslin kendini feda eylediği, adına vatan dediği bu topraklarda?

Ekonomik kriz aldı başını gitti. Bursa’da 36.000 kişi işten çıkarılmış… Neredeyse, sadece Bursa’da 3.Kolordu 1. Tümen şehitlerimizin her birine 1.000 tane işsiz düşüyor.

Bana sorarsanız toprağın üstünün sıkıntıları o kadar büyük; ama halk kendi kaderine sahip çıkarsa, geçicidir.

Fakat toprağın altı kan ağlamaktadır!

Şahadet mertebesine erenlerin de, yaşarken “ölü” hâle getirilmişlerin de ruhu şad olsun…

Nereden nereye?

[email protected]

Hindistan lideri Mahatma Gandhi,

Kurtuluş Savaşı'nı ''Mustafa Kemallerin

zaferi, dünya için bir hürriyet ve istiklal

çağının sancağıdır.'' diyerek

selamlarken, Pakistan lideri Cinnah,

emperyalistlere şöyle sesleniyordu:

''Bütün dünyaya sesleniyorum. Ne biz,

ne de her kıtada yaşamakta olan esir ve

mazlum milletleri bundan sonra

tutamayacaksınız.''

Sayfa 44 Politika Dergisi

Page 45: Politika Dergisi Sayi 12

Osman ACAR

Siyasetin odak noktasında birey vardır. Ve bu bireyi siyasete bağlayan etmenlerin başında lider gelir. Lider karizma/kahramandır. Lider Allah tara-fından verilen çekicilikle bireyi kendisine itaate zor-lar. Tebessümünden tutun da yürüyüş şekline, du-ruş pozisyonuna, vücut diline kadar eylemselliğine dikkat etmelidir lider. Lider aşktır, tutkudur, rehber-dir, örnektir. Bu açıdan bakıldığında belki de bu-gün, siyasetimizin düşük seviyeliliğinin başında lider eksikliği kriteri önemli yer tutar. Her ne olursa olsun, bence; Türkiye hep tanıdığı, gördüğü sima-ları siyaset sahnesinde desteklemekten bıkmış durumda. Artık halkta yeni bir lider gebeliği başla-dı. Ve bu liderin genç olması da elzemdir.

Türkiye’nin geçmişine baktığımızda, bir lider takı-mı oluşturabiliriz. Halkçı Ecevit, Mücahit Erbakan, Başbuğ Türkeş, Parlak Zekâ Demirel bunların en önde gelen isimleridir. Fakat geçmişimizdeki lider verimliliğimiz günümüzde de yok, böyle giderse gelecekte de olmayacak. Peki, bunu nasıl önleriz? Yerel kurumlara bağlı Liderlik Merkezleri, Gençlik

Meclislerine gençleri çekmelidir. Siyasi partilerin siyasi okulları devreye bu noktada girerek, gençleri apolitik bir toplumdan kurtarmalıdır. Bu sadece bir-kaç öneridir ve daha birçok politika, uygulama ala-nına koyulabilir.

Politika Vaat Yönü

Halkın, politikacıyı başa getirmesinin sebebi, şüp-hesiz hizmet beklemesidir. Öyleyse politikacı, siyasi taban olarak güçlü ve koltuğunda kalıcı olmak isti-yorsa, halka hizmeti kutsal görevi bilmelidir. Politi-kacıların vaat sözlüğüne gelirsek, işe tamamen po-litikanın hitabet sanatından söz etmek gerekir. Poli-tikacı, hitabet sanatını konuşturarak siyasi arenada-ki bireyleri kendisine bağlar, yani etkiler.

Lider için; hitabet, halka hitap şekli son derece önemlidir. Çok sert olmamalı, mimikleriyle hitabeti coşkuya kavuşturmalıdır lider. Kendi yazdığım ve K.K.T.C. genel seçimlerinde uygulama alanına koy-duğum bir lider vaat metni şöyledir:

“Sayın Halkım,

Burada genelde ülke, özelde yerel yönetimler olarak yepyeni bir Türkiye yaratmak üzere toplan-dık. Şüphesiz bu yolda olmanın kutsallığı ile sizlere önderlik ediyorum ve beni sizlerin yarattığının bilin-cindeyim. Öncelikle yaşadığımız yerel yönetim biri-minin ve ülkemizin sorunlarına çözüm yolları ürete-ceğime, en içten güvenimle sizlere söz veriyorum. Şu ana kadar yaptıklarım, yapacaklarımın teminatı durumundadır. Đnanın ki bundan sonra da, yapa-caklarım bu eylemlere referans oluşturacak durum-dadır. Herhangi bir kesimden olsun veya olmasın,

Lider

“Fakat geçmişimizdeki lider

verimliliğimiz günümüzde de yok, böyle

giderse gelecekte de olmayacak.”

Sayfa 45 Sayı 12

Page 46: Politika Dergisi Sayi 12

ben burada bulunamayan halkımın da lideriyim ve bu izde yürüyeceğim. Her durumda ve her koşulda, lider olarak her zaman arkanızda değil, her zaman yanınızdayım. Gelecek günlerin, bizlere tamamen erdemli görevleri gebe bırakması dileğiyle… Payla-şımcı ve engin kişiliğinize binlerce kez selam eder, sizleri olanca erdemli kişiliğimle kucaklarım. Allah bizi şaşırtmasın, Allah bizi şımartmasın…’’

Đktidara Atıf

Sevgili okurlarım; bunun yanında, iktidara veya siyasi erke yöneltilecek bir diğer hitapta çok ince noktalarla beraber göz önündeki olaylara değinil-melidir. Bu konuda verebileceğim bir diğer örnek de şöyledir; bu konuşma, Kuzey Kıbrıs’ta bulunan CTP-BG erkine yönelik olarak kendi kalemimle yazdığım bir konuşmadır:

YAZIKLAR OLSUN: SESLENĐŞ KONUŞMASI

“Sayın arkadaşlarım ve çok değerli büyüklerim; CTP iktidarıyla ülke öyle bir düzeye getirilmiştir ki bunu şu sözlere söylemem daha doğru bir üslup olur:

Yazıklar olsun…

Evet, başlayalım isterseniz. Gerçekten yazıklar olsun... Hem de binlerce kez yazıklar olsun.

> Bu ülkeyi sadece bir tek kişinin politikasıyla yö-netenlere yazıklar olsun... Kırmızı başlıklı kızın ma-ceraları gibi, ülkeyi basit söylemlere terk edenlere yazıklar olsun…

> Đhanet edenlere, soyanlara, hortumculara, hır-sızlara, sahtekârlara, yalancılara yazıklar olsun…

> Milletinin emanetlerini, milletinin düşmanlarına satanlara yazıklar olsun…

> Yoksulların, işçilerin, ülke bireylerinin emeğini cebine indirenlere yazıklar olsun…

> “Avrupa Birliği, Kıbrıs Birliği” denilerek toplanan oyları eşe, dosta, peşkeşe çevirenlere yazıklar ol-sun…

> Đktidar meşruiyetini Rum tarafında arayanlara yazıklar olsun…

> Milletinin babası olarak meclise girip, yalnızca kendi çocuklarının babası olanlara yazıklar olsun

> Seçim zamanı milletinin kölesi olup, keyif zama-nı milletinin efendisi olanlara yazıklar olsun…

[email protected]

Sayfa 46 Politika Dergisi

Page 47: Politika Dergisi Sayi 12

Sevda EĞER

Ona Üzülme, Onunla Gülümse

Mumcu’yla birlikte yazayım dedim bu defa; ne haddimeyse! Takayım onun gibi gözlüklerimi. Ala-yım önüme gazeteleri. Okuyayım haberleri, maka-leleri ve bir yandan da söz vereyim kendi kendime; onun gibi ‘bu gün kızmadan yazacağım, bu gün gülümseteceğim insanları.

Seyrediyor mudur acep beni, bilinmeyen metafi-ziksel boyutlardan? Yazıdan önce paranoya başla-dı şimdi, iyi mi? Kesin izliyordur! Vallahi de billahi de izliyordur! Hem de kıs kıs gülüyordur! Önce izli-yordur, sonra gülümsüyordur, sonra da ikisini aynı anda yapıyordur!

Neyse canım. Cesurum ben, hem de kararlı, bir de sakin. Sigarayı tersten yakacak kadar sakinim; daha ne olsun! Daktilom yok gerçi, demli çay da! Ne yapayım, sevmiyorum yazarken yiyip içmeyi! Ama olsun, deniyorum en azından, bu da bir şey değil mi?

“Tamam Sevda, bu da bir şey! Đkna oldum karar-lılığına, hem de cesaretine! Yaz bakalım, ne yaza-cağız” dediğini duyar gibiyim! Şey, o zaman ben giriyorum mevzuya abi.

Flaş haber geçti az önce. Bir Ergenekon dalgası daha olmuş. Otuza yakın gözaltı var gene, ne di-yorsunuz?

Beni bırak şimdi! Sen ne diyorsun, birlikte yaz-

mayacak mıydık bu yazıyı?

Ha, evet abi. Ben siz büyüksünüz, önce sizin fikri-nizi alayım diye sorayım dediydim. Şimdi bu Erge-nekon…

“Anlaşıldı Sevdacığım. Şimdi Sevdacığım, bir meseleye girerken önce hecelersin. Detaya inersin canım kardeşim. Problemi en küçük parçasından çözümlemeye başlarsın. Nedir Ergenekon Sevda-cım? “Erg” kökünden gelir. “Erg” güç demektir, de-ğil mi? “Erg” daha sonra, cesur kardeşim, “en” ekini almıştır ve ne olmuştur; “ergen”! Ergen, olgunlaş-mış demektir. Toparlayıp, “gücün olgunlaşması” dersek, ortada meydana çıkmış, gelişimini tamam-lamış bir güç var, diyebilir miyiz, benim kararlı arka-daşım? Hmm… Peki, bu meydana çıkmış ergen güce ne yapmak gerekir, güzel kardeşim? Konmak gerekir! Đşte sondaki “kon” eki de bu ifadeyi tamam-layan son hecedir.”

O zaman şöyle diyebilir miyiz abi? Birileri şu ya da bu şekilde ciddi bir güç oluşturmuştur. Zama-nında göz yumulmuş, destek sağlanmış; ama ilerde geri alınmak koşuluyla yapılandırılmış. Şimdi de…

Orada dur Sevda kardeşim! “Şu, bu” laflarıyla geçiştirmeyeceksin. Açıkça yazacaksın, değil mi? Derin devlet, daha doğrusu kontrgerilla lafını ne zaman duymuştur bu millet, güzel kardeşim?

1974 senesinde abi. Dönemin Genelkurmay Baş-kanı Semih Sancar, örtülü ödenekten para isteyin-ce, başbakan olarak Ecevit soru vermiştir “nereye bu para” diye.

O da şıppadanak adresi vermiştir. Neresidir para-nın gideceği yer Sevdacım? Ben söyleyeyim cesur kardeşim; Özel Harp Dairesi. Ne iş görür bu Özel

Mumcu Đle Söyleşi

“O zaman şöyle diyebilir miyiz abi?

Birileri şu ya da bu şekilde ciddi bir güç

oluşturmuştur. Zamanında göz

yumulmuş, destek sağlanmış; ama

ilerde geri alınmak koşuluyla

yapılandırılmış. Şimdi de…”

Sayfa 47 Sayı 12

Page 48: Politika Dergisi Sayi 12

Harp Dairesi? Semih Sancar’ın lafını aynen aktara-yım istersen: “Kurumun amacı ülkenin bütünlüğüne yönelik ortaya çıkacak tehlike durumunda gerilla yöntemleriyle ülke içerisinde direnişi örgütlemektir.” Peki, o güne kadar Ecevit bu daireyi hiç duymadı-ğına göre, para aktarımı da hiç olmadı demektir, değil mi canım kardeşim; en azından o gün istenen rakam kadar büyük bir meblağ mevzu olmamıştır. Peki, o vakte kadar kim sağlıyordu dersin bu daire-nin finansmanını? Yine Semih Paşanın ağzından aktaralım: “ABD yani (CIA)!”

Şimdi, canım kardeşim, Özel Harp Dairesi 1958 senesinde kuruldu. Demek ki dairenin kurulduğu 1958’den 1974 senesine kadar para işinden ABD sorumluydu. Peki, nedir bu ABD’nin derdi? Neden verir yeşil yeşil banknotları? Cevap bulabilmek için derhal o yıllara dönmek ve dünyanın hâline bir bakmak gereklidir, değil mi Sevdacığım? Ve bu tarih yolculuğunda da çıkış noktamız Türkiye’nin yanı başında duran SSCB olmalıdır. Yani komü-nizm belası!

Ne illettir bu komünizm belası, sen bilmezsin be-nim cesur arkadaşım. Bir adam komünist olmaya görsün. Marx’ın başını çektiği “diyalektik materya-lizmin” peşine takılıp, “tüketim mallarının kabiliyete göre alınması, yok efendim üretilen malın ihtiyaca göre paylaştırılması, özel teşebbüs ve kişisel zen-ginliğin yok edilmesi, toprak reformuydu, yok işçi diktatörlüğüydü” ortalığı birbirine katarlar Alimallah! Zaten öyle de oldu. Ne oldu?

Abi, kısaca özetleyeyim istersen. Lenin, 1917 Ekim Devrimi ile beraber, Marx’ın diyalektiğinden biraz daha farklı bir yaklaşımla proletarya diktatör-lüğüne dayanan sosyalist iktidarını oluşturdu. Ama asıl hedefi sosyalizmi tüm dünyaya yaymaktı.

Peki, bunun için uygun koşullar var mıydı güzel

kardeşim?

Aslında abi, Almanya Spartaküs Grubu’yla, Ma-caristan Bela Kun Grubu’yla Avrupa’da sosyalist devrim girişimlerinde bulundular; ama başarısızlıkla sonuçlandı. Zorbalıkla baş edemeyeceklerini anla-yan ihtilalciler legal yöntemleri denemeye başladı. Mesela Bulgaristan, Fransa, Japonya, Norveç, Đtal-ya gibi ülkelerde komünist vekiller meşru yollardan sosyalizmi yaymak için ciddi uğraşlar veriyordu. Ama kısa süre içerisinde karşı tepkiler de örgütlen-di. Milliyetçilik ve faşizm hızla yayıldı. Tabii Enter-nasyonal’in başında bulunan SSCB’nin de o kadar sevildiği söylenemezdi. Özellikle liberal ülkeler (Đngiltere, Belçika, ABD) ve burjuva ülkeleri (Polonya, Finlandiya, Baltık ülkeleri) ciddi bir SSCB ve komünizm aleyhtarlığı göstererek trajik müdahalelerle sosyalist grupları lağvetmeyi başar-dılar. Tabii Avrupa ve Baltık ülkelerinde bir türlü istediği sıçrayışı yapamayan Lenin, rotayı az geliş-miş ülkelere çevirdi. Giderek zenginleşen Avrupa’-ya ve sömürüye karşı duran kızgın gençler SSCB için bulunmaz bir nimetti.

Demek ki sevgili kardeşim, bu noktada tekrar ba-şa dönersek ABD’nin sorunu burada başlamış olu-yor, diyebilir miyiz? Batı Avrupa’da umduğunu bula-mayan SSCB, savaş süresince komünizm-sosyalizm propagandaları ile Türkiye’de hayran kitlesini arttırmış olabilir mi? Olur mu, olur! Bal gibi

“Semih Sancar’ın lafını aynen aktarayım

istersen: “Kurumun amacı ülkenin

bütünlüğüne yönelik ortaya çıkacak

tehlike durumunda gerilla yöntemleriyle

ülke içerisinde direnişi örgütlemektir.”

Peki, o güne kadar Ecevit bu daireyi hiç

duymadığına göre, para aktarımı da hiç

olmadı demektir, değil mi canım

kardeşim; en azından o gün istenen

rakam kadar büyük bir meblağ mevzu

olmamıştır.”

Sayfa 48 Politika Dergisi

Page 49: Politika Dergisi Sayi 12

olur, hem de! Soğuk Savaş sürdükçe, komünizmin Türkiye’ye de yayılması ve aynı Soğuk Savaş sü-recine girmesi an meselesidir. Ne olur Türkiye de komünizme geçerse? Rusya ve ABD arasındaki tampon bölge durumundaki Türkiye, bir anda kapi-talist ABD’den ise, komünist SSCB’ye taraf olur. Üstelik ABD’nin Orta Doğu’daki kapitalizm baskısı ve günümüze kadar gelen zorbalığı, Đsrail’e tam destek olmakla beraber, Türkiye’nin ileri karakol zabitliğindeki başarısına ve ABD’ye olan sadakati-ne yaslanmaktadır. O hâlde ne yapılmalıdır, canım kardeşim? Antikomünist örgütlenmeler oluşturul-malıdır. Zaten o yıllarda, -daha ciddi olmak üzere- Rumlar ve Türkler arasında hararetlenen komü-nizm hayranlığı, ABD destekli işte bu resmi olu-şumlarla ve ne yazık ki “zor” ile bertaraf edilmiştir. Zor ile, şiddet ile müdahale olması şaşırtmamalıdır seni canım kardeşim. Zaten tanımlanan yöntem budur.

Aslında o yıllarda Türkiye’de de komünist parti-leşmeler oldu, ama tutunamadılar abi.

Tutunamaz Sevdacığım, neden? Türk Ceza Ka-nununun 141. ve 142. maddelerine göre; bir sosyal sınıfın diğer bir sosyal sınıf üzerinde tahakküm tesis etmesine kalkan veya ülkedeki iktisadi ve sosyal düzeni yıkmaya yönelen her türlü tüzel kişi ve fiili topluluk suç işlemiş sayılır. Dediğin gibi; sos-yalist ve komünist yönetim biçimlerini düşünüp yaymaya çalışanlar olmuştur. Ben onlara; düşüne-rek kaşınanlar diyorum. Zira anayasa bu davranışı kesin olarak yasaklamıştır. Yani bir sosyal sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakküm kurmasını düşünerek kaşınırsanız suçtur. Bu amaçla anaya-sayı kısmen veya tamamen çiğnemiş olursunuz. Anayasayı çiğnemek belediye parkında çimleri çiğnemeye benzemez. Adamı ihale kaybetmiş mü-teahhide benzetirler. Aslında sadece “teşebbüs” suçtur. Anayasayı iyice çiğnersen bu suç olmaz. Çiğnemeye teşebbüs ederken yakayı ele verirsen başın belaya girer. Bu yüzden anayasayı çiğneme-ye teşebbüs etmeyeceksin. Daha doğrusu aklın-dan geçirmeyeceksin. Aklından geçirirsen düşün-müş olursun; teşebbüstür, suçtur. Ama ihlal eder-sen paçayı kurtarırsın. Zamane komünistlerinin atladıkları mesele işte buydu! (1)

Anlaşılıyor ki Uğur Abi, kontrgerilla en yakın ihti-malle 50 yıl önce kuruldu. Ancak şimdi öyle bir ha-va oldu ki; sanki derin devlet Ergenekon’la ortaya çıktı. Susurluk ve Ergenekon birebir ilişkilendirildi ve derin devlet bunlardan ibaret kılındı. Đyi de bu aradan geçen elli yıl boyunca neden hiç kimse böyle bir oluşumu sorgulamaya cüret etmedi? De-sek ki 70’li yıllara kadar gizliden yürütüldü! Ama Ecevit önüne gelene “kontrgerilla da ne ola?” diye sora sora mevzuyu öyle bir dillendirip basının ağzı-na düşürdü ki, cunta yönetimiyle başa geçen Ke-nan Evren, daireyi kabul edip, bir de açıklama yap-

mak zorunda kaldı. Ya sonra? Tekrar sümen altı! Mesele Türkiye’deki komünizm dalgasının yok edil-mesi idi ise, 80 ihtilaliyle zaten o konu kapanmış olmadı mı abi? Neden dağıtılmadı daha sonra? O kadar şeffaf devlet meraklısı vardı da, neden bazı-larının ölmesi, birilerinin emekli olması, başka birile-rinin ecnebi memleketlere ilticası beklendi? Neden üç beş yazar ve sendikacıdan başka, kimse yıllarca var olmasına rağmen kontrgerillayı dillendirmedi?

Dillendirmezler kardeşim, dillendirmezler! Neden dillendirsinler Sevdacım? Dikkat edersen, Özel Harp Dairesi’nin faaliyette olduğu süre boyunca, halkın sürekli kaynamakta olduğunu görürsün. O yıllarda neler oldu neler, haberin yok mu senin ca-nım kardeşim? Sağ-sol çatışmaları yayıldı Anado-lu’da. Sokak ortasında, işkencede insanlar öldürül-dü. Sonra tekrar sağ-sol çatıştı! Hemen bu arada faili meçhul cinayetler oldu. Derken ihtilal! Sonra -farklı olarak- sağ-sol çatışmaları oldu ve sonra dar-be. Meçhul cinayetler sürmeye devam ederken, bir yandan da hem fanatik dinci tarikatlar hem de PKK terörü örgütlenmesini sürdürmekteydi; değil mi gü-zel kardeşim? Bu örgütlerin yöntemlerine bakarsan gelişimlerinin birbirine paralel, birbirinin eş güdü-münde ilerlediğini görürsün, canım kardeşim. Bu durum da sağcı, solcu, dinci, bölücü örgütlerin belki de başka başka yapılanmaların taşeronu olup ol-madığı sorusunu bile aklına getirebilirsin.

Đlk PKK baskını ne zaman oldu Sevdacım? 1984. Ülkenin bütünlüğüne yönelik tehlike durumunda gerilla yöntemleriyle halkı örgütleyecek olan kont-rgerilla da mevcut o tarihte, değil mi? Şimdi diyelim ki 80 ihtilaliyle Türkiye’de komünizm tehlikesinin son kırıntıları da yok edildi. Peki, bu yok oluşun yarattığı boşluk neyle dolacaktı? Kapitalizm! ABD o kadar parayı, silahı, eğitimi boşuna mı vermişti? O hâlde bu nasıl sağlanacaktı Sevdacım? Liberal

“Aslında sadece “teşebbüs” suçtur.

Anayasayı iyice çiğnersen bu suç olmaz.

Çiğnemeye teşebbüs ederken yakayı ele

verirsen başın belaya girer. Bu yüzden

anayasayı çiğnemeye teşebbüs

etmeyeceksin. Daha doğrusu aklından

geçirmeyeceksin. Aklından geçirirsen

düşünmüş olursun; teşebbüstür, suçtur.

Ama ihlal edersen paçayı kurtarırsın.

Zamane komünistlerinin atladıkları

mesele işte buydu!”

Sayfa 49 Sayı 12

Page 50: Politika Dergisi Sayi 12

ekonomi sistemine geçişle…

Anladım abi. Sonuçta amaç; komünizmi bitirmek değil, kapitalizmi dikte ettirmek. Dolayısıyla esas mesele bu aşamada başlamış oluyor. Yani 80 son-rası Özal’ın liberal ekonomi anlayışı, ulusal ve uluslararası ekonomi politikası beş on kişiyi milyo-ner yapıp binlerce insanı sefalete sürüklerken ara-da çıkan çatlak seslerin de “sesinin” birileri tarafın-dan kısılması icabı ile taşeronlar hep el altında tu-tuldu.

Ve kısılan bu sesler güzel kardeşim, başka birile-rine korku verdi, veriyor. Bir zaman aynı üniversite-de okuyan, aynı davada yargılanan, bazen aynı gazetede yazan insanlar çekinmeden birbirlerine sırtını dönüp “tanımazdım, etmezdim” diyebiliyor. Toplumsal çözülme de işte bu noktada başlıyor ve tüm hızıyla devam ediyor, edecektir. Zaten dönek-lik yalnızca bizim topluma özgü bir olgu değildir; tersine evrensel bir aydın hastalığıdır. Bir sağa, bir sola… Bir sağa, bir sola… Şanzımanlı Arçelik gibi mübarekler! (2)

Aslında, bütün bunlara gerek yoktu canım karde-şim; hem de hiç gerek yoktu. Yıllarca yazdım, araş-tırdım, okudum. Ve her sorunun cevabına yaklaş-tıkça sınırlarımızın öte tarafında kendimi buldum. Ulusal ve uluslararası ticari faaliyetlere, haksızlık ve yolsuzluklara her baktığımda Arap ve Đsrail or-taklıklarıyla karşılaştım. Uluslararası politik strateji ve ülke içindeki savunma mekanizmasına eğildi-ğimde ABD ve yine Đsrail güdümüyle sarsıldım. Tecrübelerime dayanarak söylemeliyim ki şimdiye kadar bahsettiklerimiz “derin devletin” d’si bile ol-madığına göre, ilk baştan sorduğun Ergenekon bilmecesi de, bu karmaşık bulmacanın olsa olsa en son parçasıdır. Sorulacak sayısız soru arasında hemen birkaç tane sıralanabilir. Mesela;

1996’da Mercedes’in parçalarıyla birlikte ortalığa saçılan Susurluk skandalının netleşmesi için 12 sene beklenmesinin gereği nedir? O dönem Đstan-bul DGM’de Cumhuriyet Savcıları tarafından yapı-lan yargılamalar, uzayıp giden davalarda esas çö-zülmesi gereken; ucu bürokratlara, askerlere, MĐT’e dayanan ilişkiler ne hikmetse aydınlanamamışken, şu anki hükümet veya Cumhuriyet Savcılarının farkı nedir benim güzel kardeşim? Ne değişmiştir de ra-hatça generalinden rektörüne, gazetecisinden TV patronlarına, eski MĐT’çiden sanatçısına… Resmen sokaktan yakaladıklarını içeri alıp, sorgular oldular canım kardeşim? Susurluk davasının sanığı da, tanığı da, müdahili de nasıl oldu da bir anda sanık sıfatıyla aynı fotoğrafta yan yana kondu?

Küresel anlamda terörün yön değiştirmesi olabilir mi abi? Türkiye’deki mafya, çete, PKK gibi örgütle-rin birinci finans kaynağı uyuşturucu, silah kaçakçı-lığı değil mi? Türkiye bu trafikte epey etkin bir gü-zergah.

Ha işte orda kal, canım kardeşim: güzergah-tı. Zurnanın peşrevini nihayet yakaladın. Ancak buna şimdi zaman yok. Bugün çok yoğunum biliyorsun, anma etkinlikleri yapıyorlar benim için! Ama ben önce bir Ankara’yı turlayacağım. Bakalım Marksist-’in döneğinden, sosyal demokratın dangalağından ve liberalin alaturkasından kimler kimler var güzel ülkemin kaderine hükmeden, bilirsin hiç sevmem böylelerini, hiç hoşlanmam. (3)

Tamam abi, ama söz ver tekrar görüşeceğiz.

Söz canım kardeşim; yine görüşeceğiz, mutlaka görüşeceğiz.

Dipnotlar

(1) Uğur Mumcu: Liberal Çiftlik

(2) Uğur Mumcu: Tarikat Siyaset Ticaret

(3) Uğur Mumcu: Tarikat Siyaset Ticaret

[email protected]

“Toplumsal çözülme de işte bu noktada

başlıyor ve tüm hızıyla devam ediyor,

edecektir. Zaten döneklik yalnızca

bizim topluma özgü bir olgu değildir;

tersine evrensel bir aydın hastalığıdır.

Bir sağa, bir sola… Bir sağa, bir sola…

Şanzımanlı Arçelik gibi mübarekler!”

Sayfa 50 Politika Dergisi

Page 51: Politika Dergisi Sayi 12

Bilgin TÜRK

Ergün Poyraz; Musa’nın Gülü kitabını yazmasıy-la gündeme oturmuş ve AKP’lilerin saldırılarına maruz kalmış, Erdoğan ve Gül’ün açtığı davalar-dan beraat etmiş, sonrada bir soruşturma kapsa-mında cezaevine girmişti. O günlerde kimse Erge-nekon’un adını bilmiyordu ve duymamıştı. Ulusalcı kesim tarafından kulak kabartılarak takip ediliyor-du. Ben dahil birçok kişi tarafından AKP’nin kendi-ne muhalifleri tasfiyesi olarak görülüyordu ya da o amaçla başlatılmıştı. Sonraki süreçleri burada an-latmaya gerek yok, hepimiz biliyoruz. 14 Mart’ta Đlhan Selçuk’ların sabaha karşı evlerinden alınması sonraki süreçte, Mustafa Balbay’lardan Sinan Aygün’lere kadar Türkiye’nin tanınan birçok ismi Ergenekon’la bağdaşlaştırıldı. Sokaktaki adam bile bende mi Ergenekoncuyum? diye sordu. Toplu-mun üzerine korku ve kin sarıldı. Artık hemen he-men herkes Ergenekon’u konuşmaya başladı.

Đslamcı kesim kalemşorları Ergenekon’u o kadar büyüttüler ki Cumhuriyet döneminin en önemli da-vası haline getirdiler. Ahmet Taner Kışlaların, Bah-riye Üçokların, Abdi Đpekçilerin hatta ve hatta Baş-bakan Erdoğan’ın bile bu ülke Hablemitoğlu cina-yeti yaşamış, sonrada her şeyi örtbas etmiş bir ülke dediği Hablemitoğlu cinayetlerini bir tarafa bırakarak en önemli davayı Ergenekon yaptılar. Tabii bu Ergenekon safsatasını çıkaranların Hablemitoğlu cinayetiyle de ilişkileri var. Bunu da yazımın ilerleyen kısımlarında açıklayacağım; ama öncelikle BND, BFV, GSG9 Alman istihbarat birim-leri hakkında kısaca bilgi sahibi olalım. Alman istih-barat birimleri ve vakıflarının Hablemitoğlu cinaye-tiyle ilişkisi üzerinde kısaca durmak istiyorum. Böy-lece Ergenekon’da ele geçirilen silah ve bombala-rın bu birimlerle bir ilişkisi olup olmadığını sorgula-yalım…

BND, 1948’de Federal Almanya Başbakanı Kondrad Adenauer’un isteği ve ABD’nin izniyle Nazi Almanyası’nın SS istihbaratının ünlü Gehlen grubunun oluşturduğu kadrolarla 1956’da Alman dış istihbarat servisi olarak çalışmaya başlamıştır. 2. Dünya Savaşı sonrası güçlenen Sovyetler’e kar-şı CIA’nin bizzat içinde yer alan ve NATO’ya üye ülkelerde kurulan istihbarat servisleri arasında en ünlü iki isimden birisidir. Diğeri de meşhur Đngiliz istihbaratı MI6’dır. 1952 yılında Korgeneral Daniş Karebelen tarafından kurulan Seferberlik Tetkik Kurulu'nun, gayriresmi adı olarak Ergenekon kulla-nılmıştır. 2. Dünya Savaşı sonrasında, güçlenen Sovyetler Birliği'ne karşı, Paramiliter bu yapılanma-

nın en bilindik isimleri; Đtalya'da “Gladio”, Belçika'da “Rüzgar Gülü”, Almanya'da “Gehlen Harekatı” ola-rak ortaya çıktı. Avrupa'da NATO'ya üye olan her ülkede 1950'lerin başında yapılandırılan bu güçler, diğer Avrupa ülkelerinde deşifre edilip ya tasfiye edildi ya da değişik görevlerde kullanılmaya başlan-dı.

BND, özellikle Sovyet ve Doğu bloğuna karşı en etkili ve başarılı istihbarat birimi olarak bilinirdi. Sovyetler’in dağılmasıyla artık önemini yitiren BND, 90’lı yıllardan sonra uyuşturucu işi ile uğraştı ve Almanya için iç ve dış istihbarat toplamaya başladı. BND, özellikle emperyalist devletlerin sanayi devri-minden sonra hammadde gereksinimden dolayı dünyada kendilerine uydu devletlerin daha yararlı olacağını keşfetmesinden sonra, Almanya’nın uydu devlet olarak gördüğü ülkelerde köstebek ve işbir-likçi bulmak için çalışmaya başladı. Almanya, büyü-yen ve görev alanı genişleyen BND alt kolları ola-rak iç istihbarat BFV’yi (Anayasayı koruma Teşkila-tı), operasyon timi olarak da GSG9 timini kurmuş-tur. GSG9 timi 1972 yılında Filistinli ‘Kara Eylül’ adlı grubun Münih olimpiyatlarından kaçırdığı Đsrailli sporcuların ve teröristlerin ölmesi üzerine vurucu güç olarak kurulur. Alman Hava Yolları Lufthansa uçağı, Filistinli teröristler tarafından Somali’ye kaçı-rılır ve GSG9 timinin operasyonuyla tüm rehineler kurtarılır. Almanya’da sonraki birçok terörist eylem-lerde kullanılan ve başarılı olan GSG9, Almanya’-nın içerde ve dışarıda kullandığı en güçlü vurucu timi olmuştur.

GSG9 adı, özellikle Hablemitoğlu’nun katledilme-sinde en çok adı geçen timdir. 21. Dönem DSP Đs-

Alman Derin Devleti BND, Ergenekon ve Bir Taşla Birçok Kuş...

“Đslamcı kesim kalemşorları

Ergenekon’u o kadar büyüttüler ki

Cumhuriyet döneminin en önemli davası

haline getirdiler. Ahmet Taner Kışlaların,

Bahriye Üçokların, Abdi Đpekçilerin hatta

ve hatta Başbakan Erdoğan’ın bile bu

ülke Hablemitoğlu cinayeti yaşamış,

sonrada her şeyi örtbas etmiş bir ülke

dediği Hablemitoğlu cinayetlerini bir

tarafa bırakarak en önemli davayı

Ergenekon yaptılar.”

Sayfa 51 Sayı 12

Page 52: Politika Dergisi Sayi 12

tanbul Milletvekili olan Zafer Güler’in Alman Derin Devleti kitabında belgeleriyle ortaya konuluyor. Bu konu üzerinde çok fazla durmayacağım; ancak şunu da belirtmek isterim ki bu yazımın en bü-yük kaynaklarından birisi de Zafer Güler’in “Alman Derin Devleti” kitabıdır. Zafer Güler’in kitabındaki Hablemitoğlu’yla ilgili kısımları Rauf Atilla Polat’ın kaleminden size kısaca aktaracağım. Bu ufak alıntımdan umarım rahatsızlık duymazlar. Đşte Hablemitoğlu cinayetindeki Alman parmağı:

“Hablemitoğlu, öldürülmeden 6 ay önce Alman istihbaratları BND ve BKA çalışanlarının hazırlamış olduğu raporda, Hablemitoğlu’nun Alman vakıfları-nı ve şirketlerini araştırdığını ve çıkan kitabının raflardan indirilmesi gerektiğini yazıyorlar. Bu ko-nuda başarılı olamayınca sıcak teknik takibe alını-

yor. Yine cinayetten 3 gün önce Alman BND bağ-lantılı 9 kişilik GSG9 timi Đstanbul’a geliyor. Ancak bu tim Havaalanı’ndan diplomatik pasaportlarla gi-riş yapıyor. Bu grubun çeşitli eğitimlerden geçmiş anti-terör birimi olması da ayrı bir ilginçlik taşımak-tadır. Tabii bu grubun Türkiye’ye niçin geldiğini ne MĐT, ne TSK, nede Emniyet biliyor. Đşin garip tarafı Hablemitoğlu öldürüldükten iki gün sonra gizli bir şekilde Türkiye’den ayrılmaları. Hablemitoğlu öldü-rülmeden üç saat önce bölgedeki baz istasyonları-nın bozuluyor olması da ayrı bir soru işareti taşıyor. Cinayetten 2 gün sonra da Türkiye’de görev yapan diplomatların ve vakıflarda çalışan yetkililerin Türki-ye’ye geri dönmesi de çok dikkat çekici bir husus. Çünkü onlar geldikten sonra basın yavaş yavaş, cinayetin üzerine gitmemeye başlıyor. Emniyet bi-rimlerinin ipuçları yok oluyor, istihbaratçılardan artık ses çıkmamaya başlıyor ve cinayet Başbakanı’nda dediği gibi örtbas ediliyor.

Türkiye’de faaliyet gösteren Alman vakıflarının, son on beş yılda AKP-MHP-DSP dışındaki partilere 300 milyon Euro’ya yakın para yardımı yapmış ol-ması, Emniyet güçlerimizin de son yirmi yılda 200 milyon Euro’ya yakın yardım alması çok riskli ve tehlikeli bir yol olmuştur. Ayrıca Alman emniyetinin her yıl açmış olduğu kurslara Türk emniyetinin katıl-ması ve onlardan eğitim alması, Alman emniyeti ile Türk emniyetinin iç içe olması bizim açımızdan bü-yük bir problemdir. Bu iç içe bulunmanın vesilesiyle Alman narkotiği bizim bütün içyapımızı öğrenme şansı yakalamış oluyor. Türk polisi Alman vakıfları üzerinde iz toplayıp ve bazı yerleri basmaya başla-dıktan sonra; Dışişleri Bakanlığı, Adalet Bakanlığı’-na şöyle bir yazı gönderiyor; Alman Hükümeti so-ruşturmadan rahatsız olmaktadır. “Vakıflara yönelik soruşturmadan vazgeçilsin” deniyor.

Ne yazık ki Emniyetimiz olayı çözmeye başlar-ken, 2001 yılında ki Dışişlerimiz geliyor, buna engel oluyor. Hiçbir demokratik hukuk devletinde olmayacak bir acziyeti bizim ülkemizde yaşamak zorunda kalıyo-ruz.”

Burada bir de kısa bir not aktarmak istiyorum: Hablemitoğlu’nun katledişinden sonra çıkan “Köstebek” kitabında Hablemitoğlu DSP koalisyonu döneminde Dışişleri ve Đçişleri Bakanı olarak görev yapan Sadettin Tantan ve Đsmail Cem’in Alman va-kıflarına üye olduğunu yazmıştır. Sanırım o dönem-de Sadettin Tantan’ın ve Đsmail Cem’in tehditlerin ve koruma istenmesi olaylarının üzerine gidilmesini istememesini çok da yadırgamamak gerekir; çünkü Hablemitoğlu’nun aldığı tehditlere rağmen dönemin Đçişleri Bakanlığı tarafından bir polis koruması veril-memesi ve bir nevi Hablemitoğlu’nun cinayetine davetiye çıkarılması Hablemitoğlu’nun Tantan’la Cem’in Alman vakıflarıyla ilişkisi olduğunu doğrular

“Hablemitoğlu, öldürülmeden 6 ay önce

Alman istihbaratları BND ve BKA

çalışanlarının hazırlamış olduğu raporda,

Hablemitoğlu’nun Alman vakıflarını ve

şirketlerini araştırdığını ve çıkan kitabının

raflardan indirilmesi gerektiğini

yazıyorlar. Bu konuda başarılı olamayınca

sıcak teknik takibe alınıyor. Yine

cinayetten 3 gün önce Alman BND

bağlantılı 9 kişilik GSG9 timi Đstanbul’a

geliyor. Ancak bu tim Havaalanı’ndan

diplomatik pasaportlarla giriş yapıyor. Bu

grubun çeşitli eğitimlerden geçmiş anti-

terör birimi olması da ayrı bir ilginçlik

taşımaktadır.”

Sayfa 52 Politika Dergisi

Page 53: Politika Dergisi Sayi 12

görünüyor.

1952’de Daniş Karebelen Seferberlik Tetkik Ku-rulu’nun gayriresmi adı olarak ortaya çıkan Erge-nekon, 1970’lerde Ermeni Terör Örgütü Asala’nın 42 diplomatımızı katletmesi üzerine yine CIA odak-lı olarak Asala’yı çökertme planında kullanıldı. 1990’larda özellikle Özal döneminde kullanılmaya ve palazlanmaya devam etmiştir. NATO'nun özel harp stratejisi kapsamında kurulan istihbarati vuru-cu güçler, Özal sonrasında görevi bitince hem ko-numu hem de düşmanının fazla olması bakımın-dan Türkiye’de saklı iç güç olarak Özel Harp Daire-si’ne aktarılan ve gereksinim duyulmayan kişilerin tasfiye edilmesiyle CIA odaklı bu NATO planı son bulmuştur. Ancak Mesut Yılmaz’ın Can Dündar’ın programında söylediği gibi, bu planın enstrümanı olarak kullanılan kişiler, zaman içinde kendi çıkar-ları için çalışmaya başladığından dolayı devletin başına bela oldular. Kendi çıkar çetelerini kuran bu kişilerin; Susurluk, Ömer Lütfi Topal gibi olaylara karışması sonunca toplumda yanlış bir “derin dev-let” anlayışı doğurdu. NATO’nun bu özel harp stra-tejisi; Đtalya, Belçika, Türkiye gibi ülkelerde sarpa sararken Đngiltere Almanya gibi ülkelerde ülke çı-karlarını koruyan çok etkin istihbarati güçler haline geldi.

Sovyetlere karşı istihbarati güçler olarak ortaya çıkan Ergenekon’u, bugün tamamen AKP muhalifi olanların, AKP’nin kendisine karşı olanları tasfiye etmesi olarak görürken… AKP yandaşı ve Türk Silahları Kuvvetleri karşıtlarının da ulusalcı ve TSK’nin işi olarak birbirlerini suçladığı bir soruştur-maya döndü. Đşte bu da tam emperyalist devletle-rin istediği planın gerçekleşmesi demektir. Đçeride büyük bir kaos ortamı ve karmaşayla herkes birbi-rine düşman. Dünya’nın herhangi bir yerinde yola bomba döşeyip 5 kişinin ölümüne sebep oluyorsa-nız Almanya’dan siyasi irtica talep edebiliyorsunuz. Dünyadaki birçok köktendinci gruplar ve birçok terör örgütü, Almanya’da elini kollunu salla sallaya dolaşıyor. Birçoğu, Alman derin devleti olan BND, BFV, BKA ve GSG9 ile içli dışlılardır. Tabii ki 11 Eylül sonrası süreçte ABD’nin bastırması ve Alman halkının korkması üzerine bu ikili ilişkiler yeraltına indi. Almanya, kendine uydu yapmayı düşündüğü bütün ülkelerin bu aşırı örgütleriyle bağlantılar ku-rarak o devletlerde sürekli iç karışıklıkların mimar-larından oldu. Dünya altın piyasasının iki liderinden biri olan Almanya’nın, özellikle altın rezervlerine sahip ülkelerde daha çok iç karışıklıklar yaratmaya çalıştığı, bilinen bir konudur. Ancak Almanya’nın gücü yetmeyeceği ABD, Kanada, Güney Afrika, Avustralya, Đtalya, Fransa, Đspanya, Yunanistan, Finlandiya, Đsveç gibi ülkeler vardır. Ancak bu ülke-lerde milli ve ekonomik çıkarlarına ters düşen altın üretimine karşı, Almanya, gözüne dört ülke kestir-miştir. Bu ülkeler; Türkiye, Hindistan, Peru, Gana’-

dır. Đşte Ergenekon soruşturmasıyla biz de tam bir kaosun içine girmiş durumdayız ve birçok noktayı gözümüzden kaçırıyoruz…

Burada sorulması gereken en önemli soruları işte bu yüzden kaçırıyoruz:

1- Ergenekon savcılarına bu istihbaratları kim veriyor? (Bu sadece Tuncay Güney’in söyledikleri veya bir kişinin fal bakarmış gibi bakıp da tutması olayı değildir.)

2- Ergenekon savcılarının yurtdışındaki istihbarat birimleriyle veya içerdeki dış istihbaratlara bağlı kurumlarla herhangi bir bağlantıları var mıdır?

3- Dünyadaki neredeyse bütün köktendinci grup-larla ilişkisi olan Alman derin devletinin, Ümraniye’-de bulunan ve eşlerinin çoğu köktendinci gruplarca kullanılan bombalarla bir ilişkisi var mıdır?

4- Kendi ekonomik çıkarlarına ters olduğu için sürekli olarak düşman gördüğü Türkiye’de Alman vakıfları ve derin devleti (BND, BKA,GSG9), Türki-ye’yi neredeyse kaosa sokmayı amaç eden Erge-nekon soruşturmasının neresinde yer alıyor?

5- Osman Pamukoğlu’nun da belirttiği gibi, Anka-ra Sincan’da yeraltından çıkan silah ve bombaların çok yakın bir zamanda gömüldüğü belli oluyor. Al-man derin devletinin o silah ve bombaların gömül-mesiyle herhangi bir ilişkisi var mıdır?

6- Ergenekon soruşturması daha çok bugün BND, MĐ6, CĐA gibi hem istihbarat hem de gizli vu-rucu güçlerin Türkiye’deki şekli olan Özel Harp Dai-resi’ni yıpratıp, çökertme amacında mı ilerletilmek isteniliyor?

7- Ergenekon soruşturmasında dış güçlerin par-mağı var mıdır?

8- Hablemitoğlu cinayetini Ergenekon soruşturma

“Sovyetlere karşı istihbarati güçler

olarak ortaya çıkan Ergenekon’u, bugün

tamamen AKP muhalifi olanların,

AKP’nin kendisine karşı olanları tasfiye

etmesi olarak görürken… AKP yandaşı

ve Türk Silahları Kuvvetleri karşıtlarının

da ulusalcı ve TSK’nin işi olarak

birbirlerini suçladığı bir soruşturmaya

döndü.”

Sayfa 53 Sayı 12

Page 54: Politika Dergisi Sayi 12

kapsamına alan savcılar bu cinayette parmağı ol-duğu bilinen Alman vakıflarını da soruşturma kap-samına alacak mıdır?

9- Yeniden Ergenekon kapsamında görülecek Hablemitoğlu cinayetinde Türkiye’deki Alman vakıf-ları başkanları ve yöneticileri sorgulanacak mıdır?

10- Hablemitoğlu cinayetinde parmağı olduğunu düşünülen Alman Gizli Đstihbarat Servisinin bu olayla ilgili arşivleri Almanya’dan istenilecek midir?

11- Türkiye’yi bölmeyi amaç edilen Alman gizli

istihbaratının ve vakıflarının Ergenekon soruştur-masıyla ilişkisi olup olmadığı araştırılacak mıdır?

Bugün sorulması gereken bu sorular büyük bir deformasyona uğratılarak hasıraltı ediliyor. Herkes birbirini suçluyor, birbirine suç atıyor ve 1970’li yıllar gibi “bizden” ve “bizden değil” diye keskin kamplara ayrılıyoruz. Kuşkusuz ki bu işten sadece ve sadece biz, yani TSK ve Türk halkı zararlı çıkıyor. Türkiye’-nin ekmek gibi parçalanıp ufalmasını isteyenlerse bütün emellerine ulaşmış oluyor. Burada suçlular, devlet çıkarını değil kendi çıkarlarını düşünüp bir de devletimizi alet ediyorlarsa tabii ki üzerine gidilip gerekli cezası verilmelidir. Ancak safsatalarla, ne olduğu belirsiz kişilerin sözleriyle suçsuz insanları yok yere cezalandırmak, en önemlisi siyasi çıkarlar için ülkemizi ileride çok büyük bir kaosa sürükleye-cek adımlardan kaçınılmalı, ülkemizi bölmeyi amaç-layanların ekmeğine yağ sürülmemelidir…

[email protected]

Sayfa 54 Politika Dergisi

9 Ağustos 1929 tarihinde Đstanbul’da dün-

yaya gelen Abdi Đpekçi, lise öğrenimini 1948’de Galatasaray Lisesi'nde tamamlaması-nın ardından, bir süre Đstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne devam etti. 1943 - 1948 seneleri arasında, Kırmızı-Beyaz ve Şut adlı spor dergilerinde yazı ve karikatürleri yayımlanan Đpekçi, 1948 - 1949’da Yeni Sabah ve 1950’de de Yeni Đstan-bul gazetelerinde muhabirlik ve yazı işleri sekreterliği görevlerini üstlendi. 1951'de Đstanbul Ekspres Gazetesi’nde yazı işleri müdürlüğü yapan ve 1954'te genel yayın mü-dürlüğüne başladığı Milliyet Gazetesi'nde, 1959'da başyazar olan Đpekçi, yazılarındaki demokratik üslubu, hak ve özgürlükleri savu-nan tavrı ve tarafsız gazetecilik ve haber-cilik ilkesi ile basında saygı duyulan bir kişi olarak görülmekteydi.

Abdi Đpekçi, 1 Şubat 1979 tarihinde, Ni-şantaşı'nda trafikte yavaşlayan arabasına yanaşan, adından Papa suikastıyla de söz et-tirmiş, Mehmet Ali Ağca tarafından öldürül-dü. Ölümünden sonra Milliyet Gazetesi’nin, Durum köşesinde yazdığı yazılardan bazıları bir kitapta toplanan Đpekçi, Afrika (1955), Đhtilalin Đçyüzü (1965), Đnönü Atatürk'ü An-latıyor (1968), Liderler Diyor ki (1969), Dünyanın Dört Bucağından (1971) gibi bazı eserlerin altına da imza attı.

Basın Şehidimizi Unutmadık

(9 Ağustos 1929— 1 Şubat 1979)

“Hablemitoğlu cinayetinde parmağı

olduğunu düşünülen Alman Gizli

Đstihbarat Servisinin bu olayla ilgili

arşivleri Almanya’dan istenilecek

midir?”

Page 55: Politika Dergisi Sayi 12

Evren YELKANAT

“12 Eylül’ün Ardından” adlı yazı dizimin ilk bölü-münde (PD Sayı 8); 12 Eylül'le birlikte gözaltına alınanların, öldürülenlerin çoğunun hangi ideolojiye mensup olduğunu; öldürülen gençlerin ağzından nasıl bir düzen kurmak istediklerini aktarmış ve son olarak da 12 Eylül'ün toplumun hangi kesimle-rini palazlandırdığını açıklamıştım. Yazı dizimin ikinci bölümünde ise 12 Eylül'ün hemen öncesin-de; ekonominin yapısını ve durumunu, okurlarıma söz verdiğim gibi ekonomik verileri de kullanarak açıklamaya gayret edeceğim.

12 Eylül'ün getirdiği ekonomik yıkımı kavrayabil-mek için, 1970'li yılların son dönemlerindeki eko-nomik duruma ve göstergelere bakmak, bizim için belirleyici bir ışık olacaktır.

1970'li yıllarda hâkim duruma geçen sanayi bur-juvazisi ve işçi sınıfı arasındaki çelişki şiddetlen-mişti. Montaj sanayiinin gelişmesi ve buna bağlı olarak gelişim gösteren dayanıklı tüketim malları sanayii, (Beyaz eşya, elektrik süpürgesi, otomobil, televizyon vs.) zamanla yan sanayi kollarını da teşvik ederek, modern sanayi görünümü kazan-mıştı. Burada montaj sanayii için bir paragraf aç-mak istiyorum:

“Montaj sanayii, 1960'lardan sonra gelişmiş ülke şirketlerinin veya çok uluslu şirketlerin, az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerdeki ucuz emekten yararlanarak, pazardan pay kapmasını sağlayacak olan bir tür yatırımdır. Montaj sanayiinde üretim parçalara ayrılmıştır ve par-çalar üretildiği ülkenin dışında birleştirilir. Sade-ce bu işlem ülkede gerçekleştirildiği için, mon-taj sanayiinin ekonomiye katma değeri düşük seviyelerde olur. Montaj sanayii, tüketim malı üreten hafif sanayiler içindir ve ağır sanayinin yapılamadığı durumlarda güçlenir.”

Türkiye'nin teknoloji ve temel girdiler bakımından dışa bağımlılığı ise, mevcut yıllar arasında sürmek-teydi. Buna mukabil, dış pazara yönelim de oldukça zayıftı. Tekstil sektörüne yapılan devlet desteği ise artarak devam etmekteydi. Toplam üretimin %60'ını ise özel sektör gerçekleştirmekteydi.

1974 yılında Etibank Seydişehir Alüminyum Te-sislerinin kurulumu ve Karabük Demir ve Ereğli De-mir Çelik fabrikalarının üretimi arttırması, sanayi burjuvazinin istekleri ile paralel bir nitelik taşırken, işçi sınıfı; hem sendikal haklarının varlığı, hem işçi sayısındaki artış, hem de işçileri ve işçi örgütlerini destekleyen ve onlara yol gösteren 78 Kuşağı'nın ses getiren eylemlerle kendilerini omuzlaması so-nucu toplumda güçlenen bir sınıf olarak, sanayi burjuvazisinin karşısına dikilmişti.

1977 yılındaki iktisadi kriz ise, ara ve yatırım malı sanayisini ve teknolojisini emperyalizme bağımlı bir ithal ikameci politikayla birlikte birleştiren Türkiye'-de; 1969 yılında dünyada çıkan büyük krizin gecik-miş bir hâlini yansıtıyordu. 1977 yılındaki krizle bir-likte, döviz kaynakları erimeye başlayan Türkiye için yolun sonu gözükmeye başlamıştı. Dış ticaret

12 Eylül’ün Ardından (2)

“Türkiye'nin teknoloji ve temel girdiler

bakımından dışa bağımlılığı ise, mevcut

yıllar arasında sürmekteydi. Buna

mukabil, dış pazara yönelim de oldukça

zayıftı. Tekstil sektörüne yapılan devlet

desteği ise artarak devam etmekteydi.

Toplam üretimin %60'ını ise özel sektör

gerçekleştirmekteydi.”

Sayfa 55 Sayı 12

Page 56: Politika Dergisi Sayi 12

göstergelerinin hızla bozulması ile birlikte, ihracatın ithalatı karşılama oranı %30’lara kadar düşmüştü. Kriz koşullarının, ancak dışardan gelecek bir des-tekle çözüleceğini düşünen hükümet ve bürokratik çevreler IMF ile temas etmeye başlamışlardı. IMF ise vereceği yardımı “aynen günümüzde olduğu gibi” belirli şartlara ve koşullara bağlı olarak vere-ceğini açıklamıştı.

IMF'nin Türkiye'den isteklerini ise şöyle sıralaya-biliriz:

Yapılan “devalüasyonların” yetersiz olduğu ve gereğinin yapılması,

Ücretlerin ve tarımsal desteklerin dondurulması,

Talebin parasal önlemlerle daraltılması.

IMF reçetesinden başka çözüm yolu göremeyen dönemin hükümeti, IMF ile anlaşmanın geniş emekçi kesimler üzerine büyük yük bindireceğini ve oluşacak duruma işçi sınıfının tepkisinin de çok sert olacağını bilmekteydi. Hükümet, bu yüzden tek tutunacağı dal olan IMF ile anlaşamıyordu. Krize önlem için ise fiyat kontrollerini devreye sokmak zorunda kaldı. Fiyat kontrollerinin devreye sokul-ması ise kıtlığı attırdı ve karaborsayı teşvik etti. Türkiye 1977 yılından sonra, darbeye kadar her yıl devalüasyonla karşılaştı. Enflasyon ise tırmanıyor-du. 1978'de enflasyon %53 olurken, 1979'da %64 oldu.

1975 yılında, sanayi kesimindeki “Gayri Safi Kâr-lar / Gayri Safi Yurtiçi Hasıla Oranı” % 8,7’den % 7,6’ya düşmüştür. “Reel Ücretler” ise 1976 ve 1979 yılları arasında %45 artış göstermiştir. Sanayi bur-juvazisi ile işçi sınıfı arasındaki çatışmanın boyutu-nun arttığını gösteren bu verilerin en önemlisi ise “ücret/kâr” oranlarıdır. Marx bu orantıyı şöyle ifade eder:

“Kapitalist ile, işçinin paylaşacakları değer, yal-

nızca bu sınırlı değer, yani işçinin toplam emeği ile ölçülen değer olduğundan, bunlardan biri fazla aldı-ğı zaman öteki eksik alacaktır, biri eksik aldığı za-man da, öteki fazla alacaktır. Bir nicelik sınırlı ise, bunun bir parçası, ötekinin azalmasına ters orantılı olarak artacaktır. Eğer ücretler değişirse, kârlar da ters doğrultuda değişecektir. Ücretler düşünce kâr-lar yükselecektir, ücretler yükselince de kârlar dü-şecektir. Daha önce varsaydığımız gibi, eğer işçi üç şilin, yani yarattığı değerin yarısını alıyorsa ya da eğer onun bütün işgününün yarısı ödenmiş emek-ten ve yarısı da ödenmemiş emekten meydana ge-liyorsa, kâr oranı %100 olacaktır; çünkü kapitalist de işçi gibi üç şilin alacaktır. Eğer işçi ancak iki şilin alıyorsa, yani işgününün ancak üçte-birinde kendisi için çalışıyorsa, kapitalist dört şilin alacaktır ve kâr oranı da %200 olacaktır. Eğer işçi dört şilin alıyor-sa, kapitalist ancak iki şilin alacaktır ve kâr oranı %50'ye düşecektir. Ama bütün bu değişiklikler, meta-nın değerini etkilemeyecektir. Ücretlerde genel bir yükselme, şu hâlde, genel kâr oranında bir düşme-ye yol açacak, ama değerleri etkilemeyecektir. “

1979 yılında Türkiye'de ücret/kâr oranı %32,1'den %34,1'e fırlamıştır. Ücret/kâr oranlarındaki artışın, 70'li yılların son çeyreğinde giderek hız kazanması, sanayi burjuvazisinin, hükümeti IMF ile anlaşması için zorlamasına yol açmaktaydı. Bu gelişmelerin yanı sıra, enerji arzında meydana gelen tıkanmalar ve sanayide kapasite kullanım oranlarının düşmesi-nin istihdam üzerine olumsuz etkiler yapması bek-lenirken, işçi sınıfının örgütlü mücadelesi nedeniyle istihdam oranlarının düşmemesi sonucunda (yani işçi çıkartılamaması) sanayi burjuvazisi mevzi kay-betmeye başlamıştır.

1979 yılında enflasyon artmasına rağmen, işçi sınıfı enflasyon oranı kadar ücretlerinin arttırılması-nı talep ediyordu. Đşçi sınıfının mücadelesi, sanayi burjuvazisini yıldırmaya başlamıştı. Ücret/kâr oranı-nı düşürmek, işçi sınıfının elde edebildiği özgürlük-leri yok etmek, ancak sendikaları saf dışı bırakmak-la olabilirdi. Bunu yapacak güç ise 24 Ocak kararla-rını kabul ettiği hâlde, işçi sınıfının tepkisinden ür-kerek, bu kararları uygulamaya sokamayan Demirel değil, 12 Eylül cuntası olacaktır.

Sendikaların kapatılması, 24 Ocak Kararlarının uygulanması, ücretlerin dondurulması, işçi sınıfının taleplerinin bastırılmasını ancak faşist bir diktatör-lük sağlayabilirdi. 12 Eylül günü faşist cunta, 24 Ocak kararlarının uygulanmasını sağlamak amacıy-la yönetimi ele geçirdi. (Devam Edecek)

[email protected]

“Ücret/kâr oranını düşürmek, işçi

sınıfının elde edebildiği özgürlükleri

yok etmek, ancak sendikaları saf dışı

bırakmakla olabilirdi. Bunu yapacak

güç ise 24 Ocak kararlarını kabul ettiği

hâlde, işçi sınıfının tepkisinden

ürkerek, bu kararları uygulamaya

sokamayan Demirel değil, 12 Eylül

cuntası olacaktır.”

Sayfa 56 Politika Dergisi

Page 57: Politika Dergisi Sayi 12

Ahmet Tuna ALP

Organize bir biçimde, yaşama alanında bazen farklı düzeneklerle karşı karşıya kalır birey. Onu keşfeden düzenek, içselleştirmeyi kolaylaştırmak için önceden varolan reçeteyi uygulamaya başlar. Kendisi de aynı metotlar üzerinden dahil olmuştur sisteme. Đlk olarak, uzlaşı, temel bir argümandır. “Vaktin gelmedi henüz”ün rayda süreç içerisinde yol alacak olması. Kazan kazan her fırsatta hatırla-tılmaz. Bu kişiden kişiye değişir çünkü. Kişinin sis-tem dahili olmayan alanı içinde problem oluşturabi-lir. Onun için de ayrı krokiler belirlenir, beyne kod-lanır. "Onlar farkında değiller."

Bu arada varolan alan zaman içersinde basamak basamak genişler. Bir süre sonra "birey" olma du-rumunu kaybedersin. Üst üste gelir “hâl”i otomatik bir düzeyden götürmekle karşı karşıya kalırsın. "Radikal kararların her an arifesindesindir." Bunu hissettirdiğinde; düzenek seni daha da arada bıra-kır. Tam olarak neyi, niçin, ne zaman, nasıl yapa-cağını bilemezsin. Bu da ayrı bir basamaktır. Etra-fın senin gibi düşünce yapısıyla sarmalandığı hâl-de sen bu “hâl”i belirtemezsin. Aklından geçse de dile gelmez bir türlü. Oysa bir teşebbüs etsen dur-duramazsın.

Eğer geçmişten gelen bir "sistem için beyin" ön-derliğinde ilerliyorsan daha net yol alırsın. Sona daha hızlı merhaba dersin! Alt katman olduğun için üst yapıyla ilgili en ufak bir somut bilgin olmaz. Đş-ler sabitlendiğinde biraz berraklaşır. Sonra devreye "yola başladığın yerde varolanların farklılaşmasını gözlemlemek" girer. Hala sabitsindir. Sıkıcı bir du-

rumdur sürekli ekildiğinin farkında olman.

Birikimlerini birbirine yapıştırma yetin, hala iyi ça-lışıyorsa şansın vardır. Đzleri takip edersin. Takibin, seni bir noktaya getirmesi de gerekmez kimi za-man. Üstte bulunan bir sistem neferi algına takılır. Sende vücut bulmayan bıçağın kemiğe dayanması ondan çoktan kemiği paramparça etmiştir. Diptedir. Dipte yer olmadığının rahatlığı içinde istediği gibi hareket etmektedir.

O neferin boşluğu, gerginliği seni de etkisi altına almaya başlar. Đstikametin; seni sen eden değerler bütünü bir an da alt üst olur. Vazgeçsen bir türlü, vazgeçmesen başka türlü. Sancılı süreç içten içe kemirip durur seni. Bir nefes tüm parametreleri ha-rekete geçirir. Kendine engel olamayanların diyarı-na dönüşür istemdışı olgular. Nedenler sonuçların ellerinden tutmaya başlar. Kir suyla buluşur. Zaman arınmaya akar.

Yansıtılanlara hafif hafif yansımaya başlarsın. Bu yansıma restleşmelere yol açar. Artık istesen de durduramazsın.

Bütün bunları bir arada barındıracak ortak bir kö-ke ihtiyacın vardır. Ortak bir bakış açısına. Tüm pencerelerden bakıldığında görülen gökyüzü gibi. Koparılmış halkalar bir bir inşa edilir o zaman. Mad-de üzerine kurgulanan yapı bir anlam da hiç umul-madık an da yerle bir olur. Geçmişte anılmaya hak kazanır yine de. Köke çıkarmayı unutmamalısın b ü t ü n s e l i . N e f e s a l d ı ğ ı n m ü d d e t ç e tahterevallidesin. Bunun bilinciyle hareket edersen, bir noktadan alt katmanlarda olsan da yüzleşme kabiliyetin var demektir. Yok, eğer bireysel yapın ağlarla örülüyse, Allah şifa versin demek kâfi.

[email protected]

Alt Katmanlarda “Biz Kime Hizmet Ediyormuşuz” Sorunsalı

“Eğer geçmişten gelen bir "sistem için

beyin" önderliğinde ilerliyorsan daha

net yol alırsın. Sona daha hızlı merhaba

dersin! Alt katman olduğun için üst

yapıyla ilgili en ufak bir somut bilgin

olmaz.”

Sayfa 57 Sayı 12

Page 58: Politika Dergisi Sayi 12

Erbil DENĐZ

Aylardır, hatta yıllardır “Ergenekon Olayı” ile ya-tıp kalkıyoruz. Gözaltılar birbirini izliyor, kutuplaş-malar artıyor, sataşmalar hakarete varıyor ve en önemlisi “Ergenekon Olayı” da bir yerlere bağlanı-yor. Özellikle önemli kişilerin gözaltına alınması ve bazılarının tutuklanması, politikacıların eline siyasi malzeme, habercilere konuşacak bir şeyler, numa-ralı cumhuriyetçilere karalayacak yeni yerler verdi.

Komik başladı, kahkahalarla devam ediyor benim için bu operasyon. “Ergenekon”u bir yerlere iliştir-me sevdasına düşenler önce Agartha’ya kadar bağladılar. “Biz bilinmeyen tarihe bağlayalım da, daha sonra yakın bir yerler buluruz.” düşüncesiyle Agartha ile başlayan serüven, en yakın zaman ola-

rak Susurluk’a bağlandı. Üzerinde çok çalışıldı. “Susurluk’ta Ahmet vardı, burada da Ali var; ikisi de ‘A’ ile başlıyor. Kesin bunlar birbiriyle alakalı.” nok-tasına kadar gelindi neredeyse. Neden bu bir yerle-re bağlama merakı? Eğer gerçekten bir suç örgü-tüyse bu yapı, Susurluk olmadan daha mı az terör suçlusu sayılacak? Ya da yeni bir yapılanmaysa geçmişinde bir şeyler yok diye, göz mü yumulacak?

Peki, bu operasyon 28 Şubat’ın intikamı mı? Cid-diyetle başlayan araştırmalar sonradan yoldan çık-mış olabilir mi? Baştan bir şey çıkmayacağı anlaşıl-mış, “Madem bir şey çıkmayacak, biz de şu lâikler-den intikamımızı alalım.” diye mi düşünülmüş? Ya da olan bir şeyler çıkmasın diye mümkün olduğun-ca sap saman karıştırılıyor mu? 28 Şubat’a bağla-mak neden bu kadar önemli olabilir? Neden bu ka-dar önemliymiş gibi gösterilmek istenir?

28 Şubat nerede başladı? Önce buna bir cevap arayalım! Refah-Yol hükümeti zamanında, Refah Partisi mensupları ve bakanlarından Fehim Adak, Fethullah Erbaş ve Đsmail Nacar’ın DEP’li eski mil-letvekillerini cezaevinde ziyaret etmesiyle mi başla-dı? Yine Fethullah Erbaş’ın PKK’nın Zap kampına gitmesiyle mi? Veya TSK’dan ilişiği kesilenlerin Re-fah Partisi belediyelerinde iş bulmasıyla mı? Hangi-si olduğunun bir önemi yok. Bu liste uzun uzadıya uzatılabilir. Ancak hepsinin bir temel noktası var: Türk Silahlı Kuvvetleri. Refah Partisi’nin her davra-nışı TSK’yı tedirgin edecek nitelikteydi. Herhalde bazıları da buradan yola çıkarak, “Ergenekon”u Askeriyeden alınan bir intikam olarak gördüler ve görüyorlar. Olabilir. “Uçak uçuyor, kuş da uçuyor; o zaman kuş da uçak.” Bu mantıkla sa-dece kendimize eğlence yaratabiliriz, ki nitekim şu anda eğlenceden başka bir şey değil bu dava. Yal-nız kimileri için eğlence olan durum, suçsuz bazı kişilerin cezaevinde aylarca kalmasına neden olu-yor. Suçlu suçsuz ayrımı yapamayacak kadar be-ceriksizleştirilen birkaç hukukçu, davaya siyasi ola-rak bakmak zorunda hissediyor kendini ya da ger-çek hislerini gizlemiyor artık. 28 Şubat müdahalesi-nin “rövanşı” olarak görülmesi, yazılması, yorum-lanması; Türkiye’de siyasetin, hukukun ve en önemlisi vatandaşlarının güven ve hislerinin nereye geldiğinin en açık kanıtı değil mi?

Yapılan yanlışlar, varsa doğruları; yoksa buluna-bilecek olguları gölgede bıraktı, bırakıyor. Türkiye’-nin her yerinden mühimmat çıkarken, bunu sadece bu davaya ilişkilendirmek ne kadar doğru? Tarlada, bahçede, yolda, bayırda her yerde atılmış mermiler ve silahlar ortaya çıkıyor. ‘Bunu, durumu suiistimal etmek için kullananlar da gerçekleştiriyor olabilir’ fikri aklımıza gelse de, ne yazık ki bunu ayırt edebi-lecek iradeye ne güven kaldı, ne de o iradenin ken-

Ayrılaşmış Aynılar

“28 Şubat nerede başladı? Önce buna

bir cevap arayalım! Refah-Yol hükümeti

zamanında, Refah Partisi mensupları ve

bakanlarından Fehim Adak, Fethullah

Erbaş ve Đsmail Nacar’ın DEP’li eski

milletvekillerini cezaevinde ziyaret

etmesiyle mi başladı? Yine Fethullah

Erbaş’ın PKK’nın Zap kampına

gitmesiyle mi? Veya TSK’dan ilişiği

kesilenlerin Refah Partisi belediyelerinde

iş bulmasıyla mı?”

Sayfa 58 Politika Dergisi

Page 59: Politika Dergisi Sayi 12

disi. Yerel seçimler gölgesinde, oy avına düşmüş siyasilerin bu olayı doğal olarak kendilerine rant malzemesi olarak görmesi, halkın ne kadar önem-sendiğini de ortaya koyuyor. Bir iktidar düşkünlüğü ve bu düşkünlüğün vermiş olduğu aymazlıkla, “ben bilirim, ben yaparım” düşüncesine teslim ediliyo-ruz. Demokrasi dedikleri kavram bu olmasa gerek. Güçler ayrılığı ilkesi yanlış öğretildi belki de. Belki de tepemizdekilere hiç bahsedilmedi bunlardan. Ve biz, bu insanları bizi yönetsinler diye seçmeye devam ediyoruz…

Sayın Başbakan’ın ve muhalefet liderlerinin, kişi-sel hırslarına bırakılmış bir gelecek; gelecek ol-maktan çıkan bir kâbuslar bütününden başka bir şey olamaz. Her kesimde, farklı farklı tepkiler var. Kimi sisteme tepkili, kimi sistemi kurana, kimi siste-min oyuncularına kimi de sisteme karşı olanlara karşı. “Ortak müşterek” kavramı sadece literatürde kalmış anlamsız iki kelimeden oluşan kelimeler grubu bizim için. Oysa anayasayı eline alıp, oku-maya tenezzül eden herkes, nasıl kurumların birbi-rinin denetleyicisi olduğunu görür. Meclisi Cumhur-başkanı, Cumhurbaşkanı’nı yargı. Ama bağımsız bir yargı. Kontrol altına alınmaya çalışılan, köşeye sıkıştırmak için üstüne koşulan yargı değil. Hep söylenir, olağanüstü hâl mahkemelerinin ne kadar adaletsiz olduğundan. Neden peki? Tabii ki cevap tek. Baskı. Baskının yanında korku, yağcılık hisleri ve tabii ki kişilik meselesi. Ama bunları doğuran da baskının ve otoritenin gücü. Hayatını sadece cep-leri ve mevkileri olarak gören onur yoksunu kişileri ayırt etmek de yargının görevi. Sizce şu anki yargı bunu gerçekleştirebilir mi? Gerçekleştirmek isteyen mensupların geçmişi didik didik edilmez mi? Didik didik edilen geçmişten, anlamsız eğrilikler çıkarıl-maz mı? (Bunu da yaşadık zaten)

Yarın neler olabilir, diye düşünmeye bile korkar hâle getirildik. Fazla düşünmek yersiz, birileri bizim için düşünüyor ve yolumuzu tayin ediyor. Onlar oynuyor, biz seyrediyoruz; gerekli yerde duygula-nıp gerekli yerde alkışlamaktan başka bir şey de yapamıyoruz. Sandığa attığımız oy pusulalarını,

satın aldığımız sinema bileti yerine koyuyoruz. Na-sıl bir film izleyeceğimize kendimiz karar veriyoruz. Ve bazen başkasının seçtiği filmleri izlemek zorun-da kalıyoruz.

“Ergenekon” davasını oynanan bir oyun olarak görüp görmemek sizin elinizde. Doğaçlama sahne-ler mi izliyoruz, kurgu mu; film bitince anlarız, ancak kısa zamanda bitmeyecek bu film, gidişat o yönde. Her gün yeni gözaltılar, her yeni gözaltılar için ek iddianameler, iddianamelerin değerlendirilmesi, savunmalar derken ömür dayanmaz. Yeni nesillere bırakacak bir yükümüz daha var artık. Bu keşme-keş içinde neyi elle tutmaya çalışsak, elimizde kalı-yor ya da hiç dokunamıyoruz. Faraziyelerle bir şey-ler üretmeye, ürettiklerimizi yine kendimiz tüketme-ye devam ediyoruz.

Ne kadar doludizgin bir ülkemiz var; Susurluk, Ergenekon, 28 Şubat, PKK, ekonomik krizler, batan bankalar ve kişiler, suikastlar, siyasi hesaplaşmalar ve AKP. Ülkemize yaklaşık 10 yıla damgasını vu-ran, akla gelebilecek ilk olgular bunlar. Dışarıdan birileri bizi karıştırıyor mu, yoksa biz karışmak için yeterince malzemeye sahip miyiz? Muhakkak ki dış destekli gelişen olaylar da mevcut, ama biz de çok sakin sayılmayız. Temenniler dileye dileye, iyi dilek-lerle ve bardağın hep dolu tarafını görmekle geçiri-yoruz günlerimizi. “Bir şey yapmalı!” mı, bilmiyo-rum. En iyisi, biz yine büyüklerimize bırakalım; on-lar bizim yerimize kuşkusuz bir şeyler yapacaklar-dır. Filmin konusu da bahtımıza kalmış artık…

[email protected]

“Yarın neler olabilir, diye düşünmeye

bile korkar hâle getirildik. Fazla

düşünmek yersiz, birileri bizim için

düşünüyor ve yolumuzu tayin ediyor.

Onlar oynuyor, biz seyrediyoruz; gerekli

yerde duygulanıp gerekli yerde

alkışlamaktan başka bir şey de

yapamıyoruz.”

Sayfa 59 Sayı 12

Page 60: Politika Dergisi Sayi 12

Osman BUDAK

Đsrail’in Filistin’de başlattığı vahşet, tüm Türkiye’yi tek yürek hâline getirdi. Sağcı solcu demeden vic-danlı tüm yurttaşlar, ortak bir bilinçle hareket edip yaşanan vahşeti yurdun dört bir yanından kınadı-lar.

Anlaşılan Cumhuriyet Mitingleri ile başlayan ey-lem kültürü sıcaklığını hâlâ koruyor. Đsrail Filistin’e yıllardan beri saldırıyor. Ama bu seferki kadar ko-lektif eylemler zinciri daha önce olmuyordu. Bu bakımdan halkın gösterdiği eylemsel tepki önemli. Umarız ki bu şekilde de devam eder.

Halkın bu ortak iradesini gören AKP de seyre dalmıyor elbet. Đsrail’le yaptığı onca antlaşmayı göz ardı ederek Nazım Hikmet şiirleri eşliğinde “timsah gözyaşları” döküyorlar.

AKP-Đsrail dostluğu

AKP ile Đsrail bu kadar dostken ne değişti? Deği-şen bir şey yok; AKP’nin Đsrail politikası başta ol-mak üzere.

Nedir peki, bu dostluğun nesnel kaynakları?

Bunu Đsrail’le olan ticaret hacmine bakarak anla-yabiliriz. 2002’de yıllık 500 milyon dolar olan ticaret hacmi, AKP döneminde 2 milyar dolara kadar ulaş-tı çeşitli kaynaklara göre.

Manavgat suyunun boru hatlarıyla Đsrail’e kadar ulaşması planları da hâlâ hatırlarımızda. Boru hattı daha ulaşmamış olsa bile, gemilerle vatanın suyu Đsrail çölüne nakledilmeyi sürdürüyor. AKP tayfası

da su tabancasıyla savaşın yapılmadığını düşünüp, vicdanlarına bu sudan az da olsa serpiyor olmalı.

Geçtiğimiz aylarda ise 141 milyon dolarlık uçak satın alındı Đsrailli bir firmadan. AKP döneminde savaş sanayimizin Đsrail’e daha çok bağlandığını söylesek abartmış olmayız.

Tam 5 yıl önce AKP-Đsrail dostluğu yine mükem-mel bir çizgideydi. Nitekim 2004 Ocak ayında Ame-rikan Musevi Komitesi ADL tarafından Tayyip Erdo-ğan’a “cesaret ödülü” verildi. AKP cesaretinin kay-nağını da o zamandan öğrenmiş olduk.

Arap’ın Acziyeti, Chavez’in Devrimciliği

Arap’ın Arap’a yaptığını, herhâlde yedi cihan bir araya gelse yapamaz. 1948 yılından beri, akan ka-na sessiz kalan bir Arap Dünyası var karşımızda. Bir dönem direnişe geçtilerse de ellerine yüzlerine bulaştırmaktan başka bir şey elde edemediler. Kar-ga gak derken düşen peyniri de Đsrail kaptı. Bu sü-reç, Đsrail’in topraklarını bir miktar daha genişletme-siyle sonuçlandı. Bugün gelinen nokta da ortada.

Peki, nedir Arap Dünyasının bu sessizliği? Neden sesleri çıkmıyor?

Eğer ümmet toplumunu aşamaz ve milli bilince kavuşamazsanız; hem bütünlüğünüzü sağlayamaz-sınız hem de emperyalizmin elinde böyle oyuncak olursunuz. Arap Dünyasının acziyetinin en büyük sebebi anti-emperyalist, üçüncü dünyacı “milliyetçiliği” yakalayamıyor oluşlarıdır.

Milliyetçilik deyince bazı solcu olma iddiasındaki “aydın”larımız hemen ayağa kalkıyor ve faşizm nu-tukları atmaya başlıyorlar. Oysa üçüncü dünya sol-cuğunun yapı taşlarından biridir milliyetçilik.

Bizim solcu aydınlarımıza göre ise milliyetçilik bir burjuva ideolojisidir, kökenini bir “burjuva demokra-

Timsah Gözyaşları

“Manavgat suyunun boru hatlarıyla

Đsrail’e kadar ulaşması planları da hâlâ

hatırlarımızda. Boru hattı daha

ulaşmamış olsa bile, gemilerle vatanın

suyu Đsrail çölüne nakledilmeyi

sürdürüyor. AKP tayfası da su

tabancasıyla savaşın yapılmadığını

düşünüp, vicdanlarına bu sudan az da

olsa serpiyor olmalı.”

Sayfa 60 Politika Dergisi

Page 61: Politika Dergisi Sayi 12

tik devrimi” olan Fransız Đhtilali’nden alır. Burjuva sınıfının güçlenmesi sebebiyle kendi pazarının sınırıdır ulus-devletler bu aydınlarımıza göre. Yani millet dediğimiz olgu tamamen burjuvazinin pazarı dolayısıyla üretmiş oldukları bir üst yapı kurumu-dur. Aynı din gibi.

Din geçerli olabilir bu fikir için. Nihayetinde insan-lar kendi dinlerini seçmekte özgürdürler. Ama milli kimlik acaba canımızın istediği zaman değiştirebi-leceğimiz sahte bir kimlik midir?

Burjuva demokratik devrim süreci, Avrupa açı-sından bahsedildiği şekilde gelişmiş olabilir. Ancak bizim gibi milliyetçiliği burjuva unsurlarıyla değil de, emperyalizme karşı kazanılan ulusal mücadeleler-le elde etmiş milletler için hiçbir geçerliliği yoktur; çünkü burjuva demokratik devrimi için, takdir eder-siniz ki evvela ortada bir burjuva sınıfının olması gerekir. Kendi tarihimize baktığımızda ise milliyet-çiliğin çıkışı ile aynı dönemlere rastlayan bir burju-vazi bulamamaktayız.

Zaten Lenin de bunu görerek “burjuva demokra-tik devrimi” yerine “milli demokratik devrim” deme gereği hissetmiştir ve bunu “sosyalist devrimi” des-tekler bir akım olarak görmüştür.

Venezüella Devlet Başkanı Chavez de bunu iyi kavramış olacak ki kendini anti-emperyalist ve mil-liyetçi olarak ifade ediyor. Bunu kavrayamamış olan Arap Dünyasına da en güzel cevabı Đsrail Bü-yükelçisini ülkesinden kovarak veriyor.

Ainesi Đştir Kişinin, Gözyaşına Bakılmaz

Sağ ve sığ politikanın sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada yaptığı aynıdır; lafta cambazlık, icra-atta işbirlikçilik; çünkü anti-emperyalist değil popü-listtirler. Anti-emperyalist olamayan da ne kadar ağlasa da zırlasa da ezilenin yanında olamaz.

Bol bol dua göndermek konusunda ise üstlerine yok doğrusu. Đyi güzel, dualarınız ezilen insanlarla olsun da sizler de yaptıklarınızla onların yanında olun. Bırakın takiyyeyi de, hayatınızda, bari bir kez teori-pratik birlikteliğiniz olsun. Sırma köşklerde oturup “yeşil kartlar” almakla ezilen insanların ya-nında olunmuyor!

Yardım kampanyası da yapmayın rica ederim. Đsrail’in kara bağlantısı kapalı. Yardımlarınız deniz-lerde fenerlerin yanlış yönlendirmelerine kurban gitsin istemeyiz, netekim.

[email protected]

“Sağ ve sığ politikanın sadece

Türkiye’de değil, tüm dünyada yaptığı

aynıdır; lafta cambazlık, icraatta

işbirlikçilik; çünkü anti-emperyalist

değil popülisttirler. Anti-emperyalist

olamayan da ne kadar ağlasa da zırlasa

da ezilenin yanında olamaz.”

Sayfa 61 Sayı 12

Page 62: Politika Dergisi Sayi 12

Beşir ĐSTEMĐ

Kürt Olmak

Öncelikle belirtmek istediğim şu var yazımın baş-lığından kimse bir anlam çıkarmasın sağa sola çekmesin

Evet, Kürtler her yerde özgür konuşamıyor, çün-kü süregelen bir önyargı var, bunu hiçbirimiz inkâr edemeyiz çünkü bazı kesimler tarafından “Kürtler teröristtir” diye bir düşünce var ve bu inkâr edile-mez. Bugün Diyarbakırlı ya da Şırnaklı olan biri Ankara veya batının başka bir şehrinde, doğum yerini dile getirdiği andan itibaren ona bakış açısı değişir. Ona karşı olan konuşma şekli değişir. Do-layısıyla burada sosyal terörizm başlar.

Dünyadaki bütün terör örgütlerinin oluşmasının altında bilinmeyen güçlerin oyunları dışında en büyük etken sosyal terörizmdir. Eğer ki ben Anka-ra’da yahut Đstanbul’da özgürce doğum yerimi söy-leyemiyorsam tabii ki bu sosyal terörizmdir. Şu da var; ben de herkes diye demiyorum, bazı kesimler diyorum ve o kesimler değişmedikçe, görüşlerini değiştirmedikçe, tek millet anlayışına girmedikçe sosyal terörizm doğuran bu olaylar istenmeyen yerlere taşınır ve hiçbirimizin istemediği ve karşı olduğumuz terör olayları meydana gelir. Benim dile getirmek istediğim her iki tarafta da şu kendilerini çokbilmiş görenler, kendilerini devletin sahibi sa-nanlar, iki kardeşi birbirine düşürenler önce şu ista-tistiklere bakmanızı istiyorum…

Örneğin, Türkiye’de Türklerle Kürtler arası evlilik oranı 1976 öncesi yüzde 3,8 iken, bu oran 1979 -2006 yılları arasında yüzde 9’a çıktı.

Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması verileri; Türki-ye’de Türklerle Kürtler arasında yapılan karma evli-liklerin arttığını belgeledi. Sağlık Bakanlığı’nın kat-kılarıyla öncelikle 80 ilde 20 bin hanede 15 -49 yaş-ları arasında evlenmiş kadınlara, kendilerinin ve eşlerinin ana dilleri sorularak; etnik yapıları ortaya çıkarıldı. Buna göre; Türkiye’de Türkçe konuşan kadınların yüzde 88’i yine Türkçe konuşan erkekler-le evliyken, anadili Kürtçe olan kadınların yüzde 10’u anadili farklı olan erkekler ile evlenmiş.

Araştırmaya göre; Türkiye’de yaşayan vatandaşla-rın yüzde 87’sinin anadili Türkçe, yüzde 11’inin Kürtçe, geri kalan yüzde 2’sinin ise diğer etnik kö-kenlere mensup oldukları belirlendi. Yine araştırma sonuçlarına göre, anadili Kürtçe olan kadınların yüzde 51’inin evde kocalarıyla Türkçe konuştukları kaydedildi. Araştırmanın en ilginç verilerinden biri ise; Kürtler arasında eğitim seviyesi yükseldikçe Türkler ile karma evlilik oranı yükseliyor.

5 yılda bir yapılan ve sonuçları uluslararası nüfus araştırmaları kurumlarıyla belli bir zaman sonra paylaşılmak zorunda olan Nüfus ve Sağlık Araştır-masının sonuçlarını analiz eden ODTÜ Sosyoloji bölümü öğretim üyesi Ayşe GÜNDÜZ HOŞGÖR ve Jeroen SMITS, Türklerle Kürtler arasında yapılan karma evliliklerin oranının kentleşmeyle beraber son on yılda önemli artış gösterdiğine dikkat çeki-yorlar.

Mayıs 2007’de yapılan araştırmada 50 bin vatan-daşla yüz yüze görüşülerek gerçekleştirilen anket sonuçlarında dikkatleri çeken bir yön ise kamuoyu, sorunun çözülmesi için terörün mutlaka yok edilme-si gerektiğini düşünüyor.

Yine, anket sonuçları irdelendiğinde, Türkiye Nü-fus ve Sağlık Araştırması’nın sonuçlarıyla aynı şe-kilde, ana dili Kürtçe olanların oranı yüzde 11, “Ben Kürdüm diyenler” ise yüzde 9’dur. Dahası var; Tür-kiye’de yaşayan Kürtlerin yarısı, ülkenin batı illerin-

Türkler ve Kürtler

“Bugün Diyarbakırlı ya da Şırnaklı

olan biri Ankara veya batının başka bir

şehrinde, doğum yerini dile getirdiği

andan itibaren ona bakış açısı değişir.

Ona karşı olan konuşma şekli değişir.

Dolayısıyla burada sosyal terörizm

başlar.”

Sayfa 62 Politika Dergisi

Page 63: Politika Dergisi Sayi 12

de yaşıyor. Türk-Kürt evlenmesinden doğan 3 mil-yon insan var. Ekonomik gelişme doğudan batıya iş gücü göçünü, batıdan doğuya da sermaye ve organizasyon göçünü gerektiriyor…

Bu özet bilgiler; Türkiye’nin çimentosuna işaret ediyor... Sevr çetesinin gayretleri bu yüzden can yakıyor ama beyhude çaba olduğunu gösteriyor...

Özel Bilgi

(Atatürk’ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri Nimet Arsan Sayfa: 74-84)

Belge: 4

“Türk, Kürt, Çerkez Kardeşiz.”

Mustafa Kemal’in Ankara’dan Çerkez Ethem’in ağabeyi Reşit Bey’e gönderdiği 7 Ocak 1920 tarihli telgrafından:

“Konu dışı olarak şunu da belirteyim ki; Aznavur-’un alçaklığı kendisine ve kışkırtıcı olan Đngilizler ile ayakçılarına yöneliktir. Bu din ve devletin sağlam bir uyruğu olan Çerkez kardeşlerimiz hepimizin övdüğümüz baş tacımızdır. Asıl bugün düşmanlar-la çevrili Türk Kürt Çerkez ve diğer din kardeşleri-mizin el ele vermesi sarsılmaz bir bütün oluşturma-ları namus ve yaşamımızı kurtarmak için bir zorun-luluktur...”

(Atatürk’ün Özel Arşivi’nden Seçmeler Kültür Bakanlığı Yayını Sayfa: 71)

Belge: 2

“Kürt, Türk Kardeşinden Ayrılmayacak.”

Mustafa Kemal’in 3. Ordu Müfettişi olarak Amas-ya’dan Erzurum’daki Kazım Karabekir Paşa’ya gönderdiği 24 Haziran 1919 tarihli mesajın ilk mad-desi:

“1- Mr. Novil adındaki bir Đngiliz Yüzbaşı Urfa’dan Siverek yoluyla Viranşehir’e giderek Milli aşiretleri-nin ileri gelenleriyle görüşmüş ve Urfa’ya dönmüş. Osmanlı hükümeti için çok kötü propagandalar yapmış. Ancak aşiret reislerinden aldığı kesin ce-vaplara sevinmemiştir. Kürtler Türk kardeşlerinden kesinlikle ayrılmayacaklarını bu uğurda son kişileri-ne varıncaya kadar ölüme hazır olduklarını söyle-mişler. Ayrıca Đngilizlerin kendilerine vermek istedi-ği önemli miktardaki parayı almayarak namus ve yurtseverliklerini göstermişlerdir...”

Bence bunun üzerine pek fazla yorum yapmaya gerek yok zaten. Söylenen söylenmiş, yapılan ya-

pılmış, bugünden sonra da kim çomak sokmak is-terse o çomak kendisine batar; ne Türkler ne Kürt-ler ne de başkaları hiçbir zaman dış güçlerin, hain-lerin, onursuz insanların oyunlarına gelmeyecek; bir ekmek varsa bölüşecekler. Anlatmak istediğim bu-dur.

Bölünmez bütünlüğümüzün dışına çıkan herkes vatan hainidir, bozguncudur, teröre öyle veya böyle yardım edendir. Ve bunların, hem bu ülkenin kay-naklarından faydalanıp, hem de rahatça yaşamaya hakları yoktur.

O bazı Türkçü ve Kürtçü olarak geçinenler, elbet-te bir gün kaybedecekler ve zaten kaybetmişlerdir bile…

“Bizim milletimiz vatanı için, özgürlüğü ve ege-menliği için özverili bir halktır; bunu kanıtladı. Mille-timiz, yaptığı devrimlerin kıskanç savunucusudur da. Benliğinde bu erdemler yerleşmiş bir milleti, yürümekte olduğu doğru yoldan hiçbir kimse, hiçbir kuvvet alıkoyamaz.” (M. Kemal Atatürk)

Esen kalın…

[email protected]

www.besiristemi.com

“...Asıl bugün düşmanlarla çevrili

Türk Kürt Çerkez ve diğer din

kardeşlerimizin el ele vermesi sarsılmaz

bir bütün oluşturmaları namus ve

yaşamımızı kurtarmak için bir

zorunluluktur...” (Kemal Atatürk)

Sayfa 63 Sayı 12

Page 64: Politika Dergisi Sayi 12

Ünlü müzik grubumuz Baba Zula’nın üyelerinden Murat ERTEL (az ve telli çalgılar, ses) ve Levent AKMAN (vurmalı çalgılar, ritim makinaları, oyun-caklar) ile yaptığımız röportajı sunuyoruz.

Mülakatı Gerçekleştiren: Gökhan DAĞ

Fotoğraflar: Hayrettin Serdar BAŞBUĞ

Gökhan DAĞ: Baba Zula deyince insanların an-laması gereken müzik tarzı nedir? Sizi tanımayan-lar için bunu nasıl ifade edebilirsiniz?

Murat ERTEL: Belli bir coğrafyadan bahsedersek, Đstanbul’dan başlamamız gerekiyor. Đstanbul’da ikamet eden ve buranın kültürüyle yoğrulmuş in-sanlarız. Đstanbul, bilindiği gibi, coğrafya olarak Asya ve Avrupa’nın bir geçiş noktası. Aynı zaman-da dünyamıza egemen olan Batı odaklı kültürün içinde, Yunan kültürü temelli bir bakış açısı var. Yunanlı için de aslında Anatolia’nın ve bu toprakla-rın, Doğu ya da oryantal kök olduğunu biliyoruz. Böyle bir durum da söz konusu ve Baba Zula da özellikle, geleneksel halk kültüründen besleniyor. Đster müzikal olsun, ister diğer sanatlar olsun bura-dan besleniyor; fakat bu kültürün günümüzdeki karşılığı. Kendisi geleneksel olmasa da geleneksel. Hem müzikal değerler hem edebi değerlerden bes-lenen bir oluşum. Aynı zamanda yalnızca müzikal değil, özellikle performanslarında hatta albümlerin-de bile pek çok sanat disiplinini bir araya toplayan ve beslenen bir oluşum söz konusu...

Gökhan DAĞ: Diyorsunuz ki Batının bazı değerleri var, bizim de kendimize özgü değerlerimiz var. Biz bunları harmanlayarak, kendi değerlerimizi ön pla-

na çıkarıyoruz...

Murat ERTEL: Evet, aynen böyle. Zaten Đstanbul’ un coğrafyası da bu. Bizans kavramı 19. yy.dan sonra çıkmış bir kavram. Aslında Doğu Roma’dır. Ondan öncesi de var. Venedik, Ceneviz ve Doğu Roma kültüründen önce Yarımburgaz Mağarası dediğiniz zaman, çok çok eskilere giden bir kültür. Biz bunu Nuh Tufanı’ na kadar bağlıyoruz tarihsel olarak. Bu kutsal kitapların öncesine bile gidiyor. Đlmiye Çığ’dan okuduğunuz zaman, bunun Sümer kültüründe de bir karşılığını buluyorsunuz. Hitit kül-türünü de, Sümer kültürünü de buluyorsunuz için-de. Bize göre Đstanbul zaten Nuh Tufanı’yla oluş-muş bir mekan. Aslında genel geçer olarak ilkel diye adlandırılan, ama bizim ilkel olarak adlandır-madığımız kültürlerden de beslendiğimiz kesinlikle söylenebilir...

Gökhan DAĞ: Đstanbul’un da önünde ‘2010 Dün-ya Kültür Başkenti’ projesi var. Baba Zula’nın bu kültür başkenti misyonuna yüklediği anlam nedir? Bunu sağlayabilir mi Đstanbul? Baba Zula’nın buna etkisi ne olur?

Murat ERTEL: Đstanbul’un bunu sağlayabilip sağla-yamayacağı, yalnızca 2010’ a bağlı olarak düşünür-sek, şüpheli bize göre. Ama zaten sağlamış durum-da. Bin yıllardır zaten böyle bir şey var. Yalnızca belirli bakış açısından gören insanlar bunu algılaya-mıyor. Genelde hep Batı ve Yunan’dan sonra baş-layan bir takım görüşler var. Biz bunlara katılmıyo-ruz. Yalnızca bu değil. Tabii ki Yunanlıların felsefe ve demokrasi kavramı anlamında katkıları var, ama Anadolu’ya bakacak olursanız, aslında Anadolu’-nun ve Mısır’ın, Sümerler’ in, Hititler’ in Yunanlılar’ ın kurduğu bu kültürel ve politik birikime inanılmaz bir katkısı var. Đstanbul’a baktığınız zaman, coğrafi oluşumların dışında, ticari olarak da inanılmaz bir nokta olduğunu görüyoruz. Baharat Yolu’nun ve Đpek Yolu’nun bütün Asya’dan gelerek toplandığı nokta, aslında Đstanbul. Doğu Roma Đmparatorlu-ğu’nun başkenti olması, Osmanlı Đmparatorluğu’nun başkenti olması dolayısıyla, Bizans denilen kültürle beraber Osmanlı saray musikisi olarak adlandırabi-leceğimiz klasik sanat musikisinin merkezi olduğu-nu biliyoruz. Bunun dışında, özellikle Bektaşi kah-veleriyle örneklenebilecek aşık kahvehanesi kültü-rünün, Eminönü’nün aşık geleneğinin merkezi oldu-ğunu biliyoruz. Yine biraz daha yaklaşırsak eğer, Türk pop müziğinin kantolarla başlaması gerekiyor. Kantoların ve tangoların Đstanbul merkezli olduğunu biliyoruz. Bir de Unkapanı kavramı var ki bu da taş plaklardan başlayan bir gelenek, daha sonra deği-şik formatlarda devam ediyor. Siz Anadolu’da her-hangi bir köyde, o köyün tavrını gösteren bir aşık

Politika Dergisi—Baba Zula Mülakatı

Murat ERTEL:“Tabii ki Yunanlıların

felsefe ve demokrasi kavramı

anlamında katkıları var, ama

Anadolu’ya bakacak olursanız, aslında

Anadolu’nun ve Mısır’ın, Sümerler’ in,

Hititler’ in Yunanlılar’ ın kurduğu bu

kültürel ve politik birikime inanılmaz bir

katkısı var.”

Sayfa 64 Politika Dergisi

Page 65: Politika Dergisi Sayi 12

bile olsanız, sonuçta bütün Türkiye’ye ya da bütün dünyaya açılma noktanız Đstanbul. Bunu Yozgat’ta ya da Hakkari’de gerçekleştiremiyorsunuz. Bu, Đstanbul’u gerçekten bir kültür odağı yapıyor.

Gökhan DAĞ: Çok güzel betimlediniz. Biraz po-litikadan bahsedelim, bugün bu bahsettiğiniz kültür başkentinin ve geçmişe dayanarak Đstanbul’ un iyi yönetildiğini düşünüyor musunuz?

Murat ERTEL: Hayır, düşünmüyoruz. Bir kere Đs-tanbul’u Đstanbul yapan şey, bu kadar çeşitli bir kültürel birikim ve miras. Bu miras vandal bir şekil-de hoyratça kullanılıyor ve bu miras sahiplenilmi-yor ve güce dayalı hegemonik sistem var. Bu

hegemonik sistemin en üstünde de Sünni Đslami kültür oturmuş durumda. Bu belki Selçuklulardan ama en yaygın olarak da Osmanlılardan beri süre-gelen bir durum. Buradaki kozmopolit kültür ortamı-nı sağlamak gerekiyor. Bu da dinsel, ırksal, dilsel sınırları tanımayıp; onların hepsini birden kucakla-maktan geçiyor bize göre. Mesela; şu anda diyelim ki Đstanbul’dan ve Đzmir’den kaynaklanan rebetiko geleneği var. Ermeni müziği olsun, Bizans müziği olsun, bütün bu kültürler sahiplenilmemiş durumda. Mimari açıdan da böyle bir durum var. Nazım planı-na uyulmuyor; tamamen parasal, dinsel bir çıkar ilişkisi üzerine kurulmuş olduğu için çok sakat bir denge var bize göre.

Levent AKMAN: Đstanbul’un tarihine de bakmak lazım. Yani; Fatih’in fethinden sonra Đstanbul çok

Sayfa 65 Sayı 12

Page 66: Politika Dergisi Sayi 12

uzun süre boş kalıyor. Fetihten sonra büyük bir Rum çoğunluk, kaçıyor gidiyor. Anadolu’dan insan-lar getiriliyor iskan etmek için. Onlar da gelmek istemiyorlar. Bu uzun süre böyle gidiyor. Osmanlı zamanında, tamam Sünni bir görüş var; ama Đstan-bul’daki azınlık fikri devam etmiyor. Galata devam ediyor, Ermeniler, Rumlar, Pera, Yahudiler var, o sürece kadar devam ediyor. Bu Cumhuriyetin ila-nından sonra… Đstanbul, Kurtuluş Savaşı’na bir şekilde karşı çıkmış. Bir kesimde hiç olmazsa ve padişah da burada olduğu için Đstanbul’a karşı bir yabancılaşma doğmuş Ankara tarafından. Bu 50’lere kadar gelmiş. 50’lere kadar Đstanbul hala boş. Deniyor ki aslında Đstanbul’un Türkler tarafın-dan fethi 50’lerden sonra başladı. Neden? Anado-lu’dan göç başlıyor. Đnsanlar ekmek derdine düşü-yorlar ve politikalarla birlikte, insanlar buraya göçe zorlanıyorlar. Bu Özal zamanında daha da artıyor. Özellikle Güneydoğudaki terör yüzünden birçok köy boşaltılıyor. Beş bine yakın köy boşaltılıyor. Buradan da birtakım Güneydoğulu kültür gelmeye başlıyor ve o zaman işte tam bir curcuna başlıyor. Yönetilememe de, bence esas o zaman başlıyor. 50’lerden itibaren önce bir rant kavgası başlıyor; çünkü gelenler oturmak istiyorlar ve gecekondu kültürü oluşmaya başlıyor. Devlet ve yönetim buna bir şekilde el koyamıyor ve her şey oluruna bırakılı-yor. Gelen toprağı kapıyor, gecekondusunu yapı-yor, mafyaya parasını veriyor, bitiyor iş. Devlet ara-dan çıkıyor. Özal zamanında ilçe belediyelerine de bu talan için izin veriliyor. Ondan sonra olay iyice kopuyor. Ve günümüzde de bu yönetilememe yü-zünden Đstanbul’un bütün silueti bitmiş durumda. Resmi olarak 15-16 milyon deniyor, ama aslında 20-25 milyon insan yaşıyor bu şehirde. (Gökhan DAĞ: Sirkülasyonlarla 45 milyona filan çıkıyor.) Tabii 45’e çıkıyor. Ve bunu karşılayacak altyapı yok. Trafiğin hâlini görüyorsunuz. Bu, kavşak yap-makla, yol yapmakla da olmuyor. 80’lerde Alman-

larla bir takım görüşmeler yapılıyor. Diyorlar ki Al-manlar ‘30 senede biz bütün Đstanbul’un ulaşım hattını hallederiz.’ O sırada yönetimin başında olan-ların da işine gelmedi tabii ki. Bu şekilde bugünlere geliyoruz. Bugünkü durum bir felaket, korkunç. Bir kere güvenlik yok. Herkesin bir hırsız hikayesi var-dır mutlaka. Bizim eve mesela 3 kere girmeye kalk-tılar. Apartmanda, mahallede girilmeyen ev yok. Güvenliğin sağlanması lazım Đstanbul’da. Ondan sonra trafik; malum. 25 milyonluk bir şehirde tiyatro yok. 3-5 devlet tiyatrosu, belli yerlerdeki tiyatrolar haricinde yok. (Murat: Olan tiyatrolar yıkılıyor. Te-pebaşı Deneme Sahnesi’ni örnek verebiliriz.) Le-vent AKMAN: AKM’yi kapattılar, ‘oraya bir şeyler yapacağız’ diyorlar. Varoşlarda sinema yok. Yavaş yavaş bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Doğru dürüst konser verecek mekan yok. 3-4 bin kişilik, güçlü ses sistemi olan, herkesin rahat rahat konser izle-yebileceği mekanlar yok. Sonra da ‘2010 Dünya kültür başkenti’ diyoruz. Bence bu biraz hayal; fakat elden gelecek bir şey yok. Bunu en iyi şekilde elde-ki olanaklarla değerlendirmek lazım; fakat 2009’da-yız. Biz sanatçı olarak hala ne yapılacağını bilmiyo-ruz. Projeler yeni yeni çıkıyor ve kendi içine kapan-mış bir grup yürütmeye çalışıyor Đstanbul’u. Dışarı da açılmıyor. Yani; eğer bir kültür başkenti olacak-sa, o kentte yaşayan bütün halk bunu tartışmalı, buna ortak olmalı. O zaman ne olacak 2010 kültür başkenti? Sadece belli bir zümrenin etkinliği olacak. O zaman gelip geçici bir şey olacak. 2012’de kimse hatırlamayacak Đstanbul’u. Đstanbul’da da kimse hatırlamayacak. Belki 5 sene sonra ya da 20 sene sonra burada doğan çocuklar, buranın bir zamanlar kültür başkenti olduğunu bilmeyecekler; çünkü en-tegrasyon yok. Halkı katmıyorlar işin içine.

Gökhan DAĞ: Şunu söyleyebilir miyiz o zaman; bir kültür yaratma, bir kültürü yok etme bağlamına mı dönüşüyor Đstanbul’da? Ben şunu anlıyorum, biraz da dert yanıyorsunuz anladığım kadarıyla. Bu ülkenin birçok sanatçısı var. Siz de en değerlilerin-den birisiniz bana kalırsa. Sizin gibi sanatçıların, grupların, bu işle uğraşanların fikrinin alınması mı gerekiyordu sizce, bir kültür başkenti olabilmesi için Đstanbul’un?

Levent AKMAN: Bence gerekliydi. Sırf müzik gru-bu olarak da düşünmemek lazım. Tiyatro, sinema, dans, mimari var. Bunlarla, en basitinden ayrı ayrı insanlar toplanırlar, paneller yapılırdı. Bir organi-zasyon gerekiyor tabii, uğraş istiyor. Bütün müzis-yenler toplanır, heykeltıraşlar toplanır, herkes taşla-rını döker. Planları ne? Ne yapmak istiyorlar? Şim-diye kadar ne yapmışlar? Bunun envanteri çıkarılır. Daha ülkede envanter yok. Kim ne yapmış, ne et-miş. Birileri bir eserler yapıyor; ama o insan öldük-ten sonra ve belli bir tanıtım seviyesine gelmemişse kaybolup gidiyor, unutuluyor.

Levent AKMAN: “Yani; eğer bir kültür

başkenti olacaksa, o kentte yaşayan

bütün halk bunu tartışmalı, buna ortak

olmalı. O zaman ne olacak 2010 kültür

başkenti? Sadece belli bir zümrenin

etkinliği olacak.”

Sayfa 66 Politika Dergisi

Page 67: Politika Dergisi Sayi 12

Murat ERTEL: Kültürel miras sahiplenilmiyor. 2010 diye bir gelecek var, bir sene bile olsa. Ama o geleceğe ulaşmak için; geçmişteki mirası, yakın geçmişten başlayarak, geçmişe doğru giderek sa-hiplenmek gerekiyor. Bunun yapılmaması çok acı ya da büyük çelişkiler var iktidarla gerçekler ara-sında. Örnek olarak; Sulukule’ yi verelim. Sulukule, kültürel olarak baktığımızda, Romanların Hindis-tan’dan göç ettiğini varsayarsak- ki birçok görüş bunu ifade ediyor- dünyaya göçen Romanların ilk yerleşim yeri olarak seçtikleri bir yer. Müthiş değer-li bir durum. Kültürel olarak ve müzikal olarak ya-şatılması gereken bir durum söz konusuyken, rant karşılığı butik otel yapımı uğruna, bütün bu insan-lar darmadağın ediliyor. Ve siz bu kültürün korun-ması gerektiği konusunda UNESCO ya da Birleş-miş Milletler tarafından uyarılıyorsunuz. Siz 2010’a böyle bir proje sunduğunuzda, bu projenin sahibi olan hükümetle çelişmek durumunda kalıyorsunuz. O zaman ne olacak? Ben Sulukule’yi korumak, bu kültürü kurtarmak istiyorum dediğiniz zaman, onu yıkan adamlara karşı bir proje sunmak zorunda kalıyorsunuz; o zaman büyük bir çelişki ortaya çıkı-yor.

Gökhan DAĞ: Đstanbul’un yavaş yavaş adayları açıklanmaya başladı. CHP’den Kemal Kılıçdaroğlu aday. AKP’den yine Kadir Topbaş’ın devam etmesi isteniyor. Sizce, sorun aday problemi mi yoksa sadece bunu elit tabakaya yüklemekte mi suç? Başka bir ifadeyle; toplum olarak da mı bazı şeyleri biz belirlemiyoruz?

Murat ERTEL: Sivil halklar diye bir durum var. Po-litika; sivil olan insanların görüşlerini bildirerek bir katkıda bulunması. Katkı sağlanmıyor. Yani öyle bir durum var ki örgüt dediğiniz zaman, örgütlenme dediğiniz zaman, belli bir korku geliyor insanların aklına. Halbuki hepimiz biliyoruz ki demokrasinin gerçekten yaşayabilmesi için sivil toplum örgütleri-nin gerçekten çok aktif olarak yaşama katılması gerekiyor. Siz bunları pasifize ettiğiniz zaman, üni-versitelerin, sivil toplum örgütleriyle olan ilişkisi kesiliyor. Bildiğim kadarıyla, böyle kanunlar çıkıyor. Böyle kanunlar çıkarsa, hayatla bağımız kopar. Đnsanların gerçekten iktidar, güç, çıkar gibi bir ta-kım şeyleri bir kenara bırakıp, hakikaten gerçek demokrasi için, sivil yaşam için, uygarlık için bir takım kararlar alması gerekiyor. Bir gökdelene ara-zi vermek ve oradan büyük rantlar sağlamak yeri-ne, altyapı, bunun nazım planına uyarlı gibi bir ta-kım kaygıları olması gerekiyor. Kadir Topbaş’ın mimar olması iyi diye düşünüyorsunuz; sonra mi-mari açıdan felaketlere imza attığını görüyoruz. Çok büyük bir hayal kırıklığı. ‘Aman ne güzel, adam mimar’ demekle olmuyor. Mimari olarak öğ-rendiklerini bir kenara atıyor. Ya da Anayasa Mah-kemesi başkanı Haşim Kılıç’ın, hukukla ilişkisi ol-

mayan bir adam olması nasıl açıklanabilir? Böyle bir şey olamaz. Herkesin uzmanlık alanında hare-ket etmesi gerekiyor. Bir belediye başkanının büyük bir nazım planını uygulaması gerekiyor ve 5 yıllık, 10 yıllık, 15 yıllık bir iktidar stratejisi yerine, 100 yıllık, 150 yıllık bir öngörü üzerinden hareket etmesi gerekiyor. (Gökhan Dağ: Günü kurtarmaya çalışı-yorlar. Murat: Evet, aynen öyle.)

Levent AKMAN: Bir de, özellikle 12 Eylül’den son-ra halkın tesiri biçildi, insanlar korkar oldular, apoli-tik oldular. Herkes, özellikle güç sahipleri ‘istediğimizi yaparız, kimse de bir şey diyemez’ di-yor, millet de susuyor. Yani, aslında halkın gücü çok. Biz bunu yaşadık. Mesela Abbasağa Parkı; Yusuf Namoğlu belediye başkanıyken -kendisi de inşaat mühendisidir aynı zamanda- Bu parka rant uğruna girilmeye çalışıldı. Otopark yapılacaktı, bir-kaç yüz metre içeri girilecekti; fakat, biz orada otu-ruyoruz, mahalleliler olarak bir anda parlayan bir hareketle bunu önledik, ama 2-3 ay yürüyüşler ol-du, protestolar oldu, televizyonlar geldi. Ve burada görüyorsunuz, aslında ufacık bir mahallede bile birçok şey yapılabiliyor. Ama dediğim gibi bu kıvıl-cım bir türlü çakmıyor bizde. Ve insanlar gücünün de bilincinde olmadığı için, özellikle de bu son Er-genekon’dan sonra iyicene insanlar korkmaya baş-ladı her şeyden. Ve güç odakları da bunu bir şekil-de kullanıyorlar işlerine geldiği gibi. Kimse Murat’ın dediği gibi, 100 yıl sonrasını düşünmüyor, herkes gününü kurtarmaya bakıyor. ‘5 sene sonra ban-kamda benim milyarlarım olsun, arabam olsun, ge-risi tufan’ diye düşünüyor herkes. Ve bu düşünce yapısı yukarıdan da aşağıya iniyor artık. Halkta da artık bu doğru bir şeymiş gibi görünmeye başladı. Bu çok tehlikeli bir şey. Güç sahibi olan her şeyi yapar. Padişahlık cuntası yeniden geliyor.

Murat ERTEL: Demokrasi anlayışının da oturması lazım. Demokrasi, en çok oyu alanın istediği şeyi

Murat ERTEL:“Kadir Topbaş’ın mimar

olması iyi diye düşünüyorsunuz; sonra

mimari açıdan felaketlere imza attığını

görüyoruz. Çok büyük bir hayal kırıklığı.

‘Aman ne güzel, adam mimar’ demekle

olmuyor.”

Sayfa 67 Sayı 12

Page 68: Politika Dergisi Sayi 12

yapması demek değil. Demokrasi; azınlığın hakkı-nın korunduğu ve yasama, yürütme ve yargının tamamen özerk olduğu bir sistemdir. Bu yapıyı bozduklarını görüyorsunuz şu anda, çok tehlikeli bir şey.

Gökhan DAĞ: Đstanbul’dan bahsettik; ama Türki-ye’yi özetledik. Türkiye konusunda ekleyebileceği-niz bir şey var mı? Daha geneli düşünürsek...

Murat ERTEL: Dediğim gibi; yasama, yürütme ve yargının özerkliği kesinlikle sağlanmalı. Eğitimin de özerkliği; bu da çok çok önemli. Ve insan hakları-nın sağlandığı bir ortam gerekiyor. Đnsanların, kar-şıt görüşte olsalar bile, kendilerini ifade edebildikle-ri bir ortam sağlanması gerekiyor. Đfade özgürlüğü gerekiyor. Đnsanların düşüncelerini ifade etmelerine bir özgürlük tanımak gerekiyor. Bu hakikaten en temel şeylerden biri.

Levent AKMAN: Đnsanların can ve mal güvenliği de sağlanmıyor. 12 Eylül’den sonra, özellikle, PKK terörünün tırmanmasıyla 92’lerden sonra, bir sürü faili meçhul cinayet var. 17.600 insan öldürüldü, bunlarının yarısının cesedinin yeri bilinmiyor.

Murat ERTEL: Ve siz bunu protesto etmek istedi-ğinizde, diyelim ki ‘cumartesi anneleri’ gibi bir hare-keti ortaya çıkardığınızda, o insanların başına cop vurduğunuz zaman ya da pasif eylem yapan insan-lar, AKP genel merkezi önünde oturma eylemi ya-pan insanları yaka paça götürüp onları dövdüğü-nüzde, orantısız güç kavramı filan… Hakikaten, büyük, derin bir yara. Çok üzülüyoruz.

Gökhan DAĞ: Murat Bey; az önce, farklı fikirde olan insanlar susturulmaya çalışıyor dediniz. Le-vent Bey de Ergenekon’dan bahsetti. Bunu soraca-ğımı söylemiştim Levent Bey’e yukarıda. Ne diyor-

sunuz Ergenekon konusunda? Şu anda sizde bir panik oluştu mu Ergenekon’u kötülediniz diye?

Murat ERTEL: Tabii ki oluşuyor. Her şekilde, or-tamda bir korku imparatorluğu durumu var. Gerçek-ten, eleştiri yaptığınız zaman bir paranoya başlıyor. Bu çok çok tehlikeli bir şey, otosansür çok tehlikeli bir şey. Sanata baktığınız zaman, her zaman bir sansür olduğunu görüyoruz. Bize oluyor, çevremiz-dekilere oluyor. Bu çok önemli bir şey. (Gökhan DAĞ: O zaman şunu anlıyoruz: Siz, hem sanatta, hem politikada, her yerde; istediğimizi söylemek istiyoruz ama söyleyemiyoruz diyorsunuz.) Murat: Şimdi, sanatta şöyle bir şey; bildiğiniz gibi halk ara-sından birçok örnekler alıyoruz ve bizim pek çok pirimiz var. Ve bu pirlerimizin başına kötü şeyler de gelmiş olabilir. Ama yine de onlardan ilham almak-tan vazgeçmiyoruz. Mizah çok önemli bir şey. Me-sela Polonya’ya baktığımızda, dışarıdan örnek ve-reyim; gerçekten pek çok kendileri dışında ülke ta-rafından işgal edilen, kötü koşullarda yaşayan in-sanların müthiş bir kara mizah sahibi olduğunu gö-rüyoruz. Ama bunlara rağmen onlar kara mizahları sayesinde, sanatları sayesinde bir şekilde kendi kimliklerini koruyabilmişler. Türkiye’ye baktığınız zaman; Nasreddin Hoca var, Bektaşi fıkraları var, Karagöz ve Hacivat var. Böyle örnekleri gördüğü-nüz zaman, yüreğinize su serpiliyor. Bir şekilde sa-nat bütün bunları aşıyor hakikaten. Ama sanatçıla-rın başına da inanılmaz şeyler geliyor. Özellikle de bilim adamlarının. Sanatçıların başına bir şeyler geliyor, hapse giriyorlar, son yüzyılda çok fazla ol-masa da bir Sivas Katliamı olabiliyor, Maraş Olayı olabiliyor, bunlar çok çok acı şeyler. Hakikaten çok acı şeyler. Ama özellikle bilim adamlarının başına acı şeyler geliyor. (Gökhan Dağ: Bilim adamları, yazarlar... ) Murat: Evet, yazarlar. Köşe yazarları ya da politik yazı yazanların dışında… Özellikle din bilimcilerin başına gelenler. Turan Dursun olsun, Bahriye Üçok olsun; adını bilmediğimiz insanlar…

Gökhan DAĞ: Bugün Uğur Mumcu’nun ölüm yıldönümü. Hala katilleri bulunamadı.

Murat ERTEL: Korkunç bir şey; Hrant Dink hala sürüncemede, Gaffar Okkan… Gerçekten, insanları böyle ayırmak gerekmiyor. Tamam polis devletin-den söz ediyoruz, bunun yarattığı korkudan söz ediyoruz, bir yandan da Gaffar Okkan gibi bir adam var önümüzde. Bana göre çok müthiş bir insan. Demokrasi için... (Gökhan Dağ: Diyarbakır’da yap-tıkları ortada.) Murat: Evet, ortada. Bu da bir polis. Đnsanları asker, polis, kasap diye ayırmamak gere-kiyor. Böyle bir ayrım da var. Önemli olan insanla-rın aydın olması, fikirlerinin güzel olması. Meslekleri ya da toplumsal konumları değil. Mesela, siz avukat olarak düşünüyorsunuz, ama ne avukatlar var. Özellikle son zamanlarda avukatlardan korkulur

Murat ERTEL: “Her şekilde, ortamda bir

korku imparatorluğu durumu var.

Gerçekten, eleştiri yaptığınız zaman bir

paranoya başlıyor. Bu çok çok tehlikeli

bir şey, otosansür çok tehlikeli bir

şey.”

Sayfa 68 Politika Dergisi

Page 69: Politika Dergisi Sayi 12

oldu. (Gökhan Dağ: Avukatlar demişken, savcılar var... ) Murat: Tabii savcılar var. Böyle acayip bir durum var.

Gökhan DAĞ: Zekeriya Öz için ne diyeceksiniz? Ergenekon başsavcısı...

Murat ERTEL: Zekeriya Öz, bir hukuksuzluk dra-mı. 11. dalga diyorlar, 11. dalga tutuklanıyor, iddia-name sonradan geliyor. Bu nasıl bir şeydir?

Serdar BAŞBUĞ: Hükümetin güdümünde olduğu-nu mu düşünüyorsunuz?

Murat ERTEL: Evet tabii. Hükümet ve polis. Za-ten, ortada. ‘Şubemizin girişimleriyle’ gibi cümleler var. Savcılardan çok emniyet güçlerinin payı var olayın içinde.

Gökhan DAĞ: Yani bir hesaplaşma var aslında, öyle mi?

Murat ERTEL: Đşte, tamamen muhalif olmakla ilgili problemler yüzünden davanın önemi ve ciddiyeti azalıyor. Sanırım Fikret Bila bunu ifade etmişti. Bence çok doğru bir saptama, yani bu davanın ciddiyeti bozulmuştur. Siz şimdi Yalçın Küçük’ün fikirlerine karşı olabilirsiniz; ama nasıl olursa olsun, Yalçın Küçük bir aydındır. Nitekim de serbest bıra-kılmıştır. Yalçın Küçük’e bu şekilde davranılması gerçekten hiç etik değil.

Gökhan DAĞ: Bir de Ergenekon Davası’ndan içeri giren herkesin hastalanması durumu var. Ne söylemek istersiniz?

Levent AKMAN: Geçtiğimiz günlerde serbest bıra-kılan bir gazeteci, 11 aydır içeride olduğunu ve kendisiyle yapılan iki saatlik sorgulamanın yarısı-nın gülme ve dalgayla geçtiğini söyledi. Adam hala ben ne ile suçlandığımı bilmiyorum diyor. 11 ay boyunca bu adam içeride yatmış ve bu adama sen şu suçla suçlanıyorsun dememişler. Bu kepazelik yani. Bir kişi de suçunu bilmeden öldü gitti, böyle de bir şey var ortada. Aslında Ergenekon’u ortaya çıkaranlar çok aptal insanlar. Bu işe hiç girmeyip % 47’nin arkasına sığınarak varlıklarını devam ettir-selerdi, şu an muhalif kahramanlar yaratmayacak-lardı. Hatta önümüzdeki seçimlerde daha da fazla oy alacaklardı; ama şu an bu davayı ortaya atanla-ra karşı yavaş yavaş bir tepki oluşmaya başladı. Ergenekon ile birlikte karşı bir güç odağı oluşmaya başladı ve bunu oluşturanlar da kendileri. Bu tepki de giderek artacak ve ben bu davanın bir yere va-rabileceğini sanmıyorum. Sonuçta şimdi içeride tutulan insanlar bir müddet sonra yavaş yavaş tah-liye olmaya başlayacaklar; çünkü Tuncay Güney’in televizyonlarda yayınlanan sorgusundan emniyetin haberdar olmadığı ortaya çıktı.

Gökhan DAĞ: Kimdir bu Tuncay Güney?

Murat ERTEL: Ben şunu düşünüyorum: Son on yılda stand-up diye bir şey çıkmıştı ya, işte Tuncay Güney bunun politik versiyonu. (Gülüşmeler) Bakın bizi bile güldürdü. Hatta hem bizi hem de onu kul-lanmak isteyenleri epey güldürdüğünü söyleyebili-riz.

Gökhan DAĞ: Tuncay Güney ayrıca Deniz Bay-kal’ın MĐT Ajanı olduğu söylüyor?

Murat ERTEL: Vallahi, bilmiyorum, sanmıyorum. Deniz Baykal’ın da pek yararı olduğunu söyleyeme-yeceğim.

Gökhan DAĞ: Konu Deniz Baykal’dan açılmış-ken, Deniz Baykal’ı nasıl buluyorsunuz?

Murat ERTEL: Geri çekilmesi lazım. Bence geri çekilmek bir erdemdir. (Gökhan Dağ: Yerine kimi önerebilirsiniz?) Şu an da Kemal Kılıçdaroğlu’nu görebiliyorum.

Levent AKMAN: Lider cuntası yüzünden alttan gelen adam kalmıyor. Mesela soruyorsun, Kemal Kılıçdaroğlu olabilir diyoruz, onun da bir geçmişi olmasına rağmen Melih Gökçek ile bir tartışma son-rası gündeme oturdu. Kendisinin altından gelebile-cek kişileri budayan liderler oldukça bu ülke böyle gidecek. Şöyle de bir şey var: Geçmişte Deniz Bay-kal görevinden çekilmişti. Daha sonra istediği gibi geri döndü. Bu nasıl olabiliyor? Đşte bu sistemin çarpıklığı. Đstemiyoruz; ama yine de başa getiriyo-ruz. Ayrıca demokrasi, hak, hukuk falan diyoruz; ama partilerde demokrasi yok ki. Lider kimi aday gösteriyorsa halk onları seçiyor.

Murat ERTEL: AKP örneği var bir de. Siz görüşleri-ni bir yana bırakın, hiç önemli değil. Orada da bir lider var ve astığı astık, kestiği kestik. Parti içindeki yapılanmaya baktığınız zaman, zaten kendi içeri-

Murat ERTEL: “Ben şunu

düşünüyorum: Son on yılda stand-up

diye bir şey çıkmıştı ya, işte Tuncay

Güney bunun politik versiyonu.

(Gülüşmeler) Bakın bizi bile güldürdü.

Hatta hem bizi hem de onu kullanmak

isteyenleri epey güldürdüğünü

söyleyebiliriz.”

Sayfa 69 Sayı 12

Page 70: Politika Dergisi Sayi 12

sinde demokrasiye ters düşen bir yapı var.

Levent AKMAN: Belediye başkanlarını, Tayyip Erdoğan seçiyor.

Gökhan DAĞ: Temayül yoklamaları yapıldı ama AKP’de.

Baba Zula: Hikâye.

Gökhan DAĞ: Đsimlerden gitmeye devam ede-lim. Deniz Baykal dedik, şimdi de Recep Tayyip Erdoğan’ı ele alalım. Neler düşünüyorsunuz kendi-si hakkında?

Murat ERTEL: Az önce söylediğimiz gibi, o da tek adam sisteminin bir parçası. Demokrasi oy çoğun-luğu ile bitmiyor. Böyle bir durum söz konusu.

Gökhan DAĞ: Recep Tayyip Erdoğan, Orta Doğu Projesi’nin Eşbaşkanı olduğunu söylüyor. Đsrail’in Filistin’e saldırması da Büyük Ortadoğu Projesi’nin bir sonucu değil mi; ama Başbakan te-levizyonlarda Đsrail’e yapma diyor. Neler düşünü-yorsunuz?

Murat ERTEL: Bu işi ben çözemedim. Başbakan Büyük Ortadoğu Projesi’nin Eşbaşkanı olduğu gibi, aynı zamanda da Ergenekon davasının savcısı olduğunu iddia ediyor. Epey pozisyonu var yani. Yasama, ürütme ve yargıyı üstünde topluyor ve bu da demokrasiye aykırı. Kısacası kendisiyle çelişi-yor.

Levent AKMAN: Başbakan aynı zamanda futbolcu da. Böyle de bir pozisyonu var. Başbakan, Đsrail’e bağırıp çağırıyor da dikkat ederseniz, Türkiye Cumhuriyeti olarak Đsrail’e Meclis’ten bir kınama çıkmadı. Bunun sorumlusu da AKP. MHP ve CHP ortak bir deklarasyon yayınladı Đsrail’i kınamak için; ama AKP buna yanaşmadı; çünkü Tayyip Erdoğan buna yanaşmadı. Bu ikiyüzlülük de çok korkunç.

Meydanlara ‘ben Yahudilere şöyle yaparım, Đsrail böyle devlet’ diyor; ama saman altından da “durun, kınamayalım bunu” diyor. Bu korkunç bir şey.

Gökhan DAĞ: Bu bahsettiğiniz ikiyüzlülük ve Đsrail’in Filistin’i bombalaması bir toplumsal kaosu da beraberinde getiriyor mu? Bugün insanlar Cuma namazlarından çıkıp, ABD ve Đsrail bayraklarını yakıyorlar. Başbakan’ın söylemlerinden güç alırca-sına bu durum ortaya çıkıyor. Baba Zula bu durumu nasıl yorumlar?

Murat ERTEL: Bahsettiğiniz durumlar gerçekten çok sakat. Đsrail - Filistin sorununa bir ümmet bakış açısından bakmamak gerekir. Bu bir dinler savaşı değil, burada bambaşka güç odakları mevcut. Üm-met açısından da baktığınız zaman, olay dışarıdan bir şeytan üçgenini andırıyor. Bu üçgen Amerika, Đsrail ve Türkiye olarak tamamlanıyor ve burada bir problem olduğu gözüküyor.

Gökhan DAĞ: Ümmet bakışı derken Türkiye’de yaşanan bir durumu aktarayım. Türk halkının bu bakış açısıyla hareket etmesi sonucu şöyle bir du-rum oluşuyor sanki: Hamas’ın saldırıları sonrası bir Đsrailli ölürse ortada hiçbir problem yok; ama Đsrail-’in saldırmasıyla ortada bir problem var. Bunu nasıl yorumlarsınız?

Levent AKMAN: Ben de o konuya gelecektim şim-di. Başbakanın ikiyüzlülüğü aslında halkta da var. Çok uzun süre Đsrail canlı bombalarla mücadele etti. Otobüslerde, otobüs duraklarında bombalar patladı, lokantalarda canlı bombalar cirit attı. Bu canlı bomba haberlerinin sayısı bir dönem haftada en az bire kadar çıkmıştı. Đsrail’de yaşayanlar da insan değil mi? Đsrail’in bugün orantısız güç kullan-dığı doğrudur; ama onlar da büyük kayıplar vermiş-lerdir.

Gökhan DAĞ: Geçmişe baktığımızda, Filistin’in bugünkü durumunu yorumlarsak yabancılara toprak satışının etkili olduğunu görüyoruz. Türkiye’de de bu yönde çalışmalar var, 2B Orman Arazileri Kanu-nu gibi kanunlar var. Başbakan “ben çevrecinin da-niskasıyım” diyor; ama ortada böyle bir kanun çalış-ması var. Nasıl yorumluyorsunuz?

Murat ERTEL: Ahmet Necdet Sezer bunu veto et-mişti görev başındayken ve büyük eleştiriler almıştı. Abdullah Gül ise bugüne kadar sadece bir iki kanun veto etti, gerisini tamamen onayladı. Resmen hükü-metin kolu gibi çalışıyor. Burada da çok büyük bir sakatlık var. Cumhurbaşkanının kendisini geçmiş partisinden ayırması gerekiyor. Ancak böyle taraf-sızlığını savunabilir. (Gökhan DAĞ: Rektör atama-

Sayfa 70 Politika Dergisi

Murat ERTEL: “Đsrail - Filistin sorununa

bir ümmet bakış açısından bakmamak

gerekir. Bu bir dinler savaşı değil,

burada bambaşka güç odakları

mevcut.”

Page 71: Politika Dergisi Sayi 12

ları var Abdullah Gül’ün?) O da çok korkunç boyut-larda. Üniversiteler ve birçok kurumun özerk olma-sı gerekiyor.

Gökhan DAĞ: Bahsettiklerinize göre Başbakan-’a Cumhurbaşkanından sorumlu Başbakan diyebilir miyiz?

Murat ERTEL: Öyle vallahi, öyle görünüyor.

Levent AKMAN: Benim eklemek istediklerim var. Yine Đsrail - Filistin mücadelesine döneceğim ben. Bu kriz süresince Başbakan Arabistan’a, Đran’a gitti, Hamas ile görüştü. Obama geldikten sonra dikkat ederseniz, Türkiye’nin adı geçmiyor. Hillary Clinton diplomasi turuna çıkıyor ve dikkat ettiyse-niz, gittiği ülkeler arasında Türkiye yok. Obama’nın Orta Doğu temsilcisi tura çıkıyor, Suriye’ye gidiyor; ama Türkiye’ye gelmiyor. Demek ki burada da bir yanlışlık var. Ben Obama’yı aslında biraz şans ola-rak görüyorum. Bu durum Türkiye’de de dengelerin değişeceğini gösteriyor. Ben Tayyip Erdoğan ile Bush’u aynı görüyorum neredeyse. Đkisi de aynı dönemin insanları. Birisi Ortadoğu Projesi’nin Baş-kanı, diğeri Eşbaşkanı. Obama’dan sonra bu sis-tem değişecek bence. Mesela, Obama beklenme-yen bir şekilde Guantanamo Kampı’nın bir yıl içeri-sinde kaldırılmasını öngören teklifi imzaladı. Bunlar güzel ve beklenmeyen şeyler. Umarım bu şekilde devam eder ve bu böyle devam ederse Tayyip Er-doğan ve AKP cuntası da bitecektir dünya prose-dürü yüzünden. Acı bir tarafı da var bu durumun. O da bizim halk olarak başımızdaki dertleri atamadı-ğımız kesinleşecek.

Gökhan DAĞ: Obama’nın gelmesiyle komplo teorileri de sıklaştı. Biri de Đsrail’in Filistin’e bu dö-nemde saldırması bir plandı; çünkü Obama gelip olaya müdahale ettiğinde iyi bir başkan olarak dün-yanın gözüne gözükecekti.

Murat ERTEL: Bilemiyorum açıkçası.

Levent AKMAN: Ben ona pek katılmıyorum. Đsrail-liler kurnazdır, zamanlamalarını çok iyi yaparlar. Resmen yararlandılar. Mesela ABD’de başkan de-ğişikliği bir aylık süreci kapsar ve bu bir aylık sü-reçte Amerika’da politikasız bir dönemdir. Dolayı-sıyla dünyada da bu böyledir. Đsrail de bundan ya-rarlandı. Gücünü kullandı. Hamas da Đsrail kadar güçlü olsaydı, bence o da saldıracaktı. Politikasız-lık bunlara gebedir yani. Bunları başımıza salan da Bush’tur. Gücü olan istediğini yapar diye hareket edip, Birleşmiş Milletleri takmamayı dünya Bush’tan öğrenmiştir.

Gökhan DAĞ: Bahsettiğimiz Büyük Ortadoğu Projesi’nin ülkemizdeki PKK sorununu tekrardan ortaya çıkardığını siz savunuyor musunuz? BOP

oldu ve Irak’ta bir yönetim boşluğu oldu ve saldırılar sıklaştı mı? Eğer sıklaştıysa BOP kapsamında Eşbaşkan olan Tayyip Erdoğan’ı terör konusunda suçlayabilir miyiz?

Murat ERTEL: Tabii ki bahsettiğiniz gelişmeler, oraya çıkıyor. Kendisi yapmış olmasa da nedenle-rinden biri sayılabilir.

Gökhan DAĞ: Fakat Başbakan şehit kanından siyasetin en kirli siyaset olduğunu söylüyor. Ne de-meli buna?

Murat ERTEL: Bunlar gerçekten çok ağır yaralar. Biz sanatçı olarak şunu düşünüyoruz ki dünya ger-çekten büyük sorunlarla karşı karşıya. Bunlar yal-nızca politik sorunlar da değil. Çevresel sorunlar da var. Buzullar eriyor siz de biliyorsunuz ki. Bunun karşına çeşitli alternatifler sunmamız gerekiyor. Bu alternatifin reel olması için, bunun öncelikle düşün-sel ve hayali olarak inşa edilmesi gerekiyor. Kendi hayallerimizde ve sanatımızda bile ütopik bir bakış olması gerekiyor ki bu gerçekleşebilsin. Hayalini kuramazsak eğer, bu hiçbir zaman gerçekleşemez. En azından sanatsal olarak biz bunu kurabilirsek bu gerçekleşebilir. Đster sanal olarak, ister sanatsal olarak bizim böyle bir alan yaratmamız gerekiyor; çünkü sanata baktığımız zaman da çok negatif ve olumsuz şeyler de görebiliyoruz. Baba Zula’nın böyle de bir durumu var. Geçmiştekileri hatırlatarak insanlara bir umut dalı uzatıyoruz.

Gökhan DAĞ: Ben Politika Dergisi’nin kurucusu olarak Baba Zula’ya teşekkür ediyorum; çünkü ül-kemizi dışarıda çok iyi temsil ediyorsunuz. Yeni projeler var mı?

Murat ERTEL: Tabii ki var. Yeni bir albüm yapmayı planlıyoruz. Şu an o, doğum aşamasında. Bunun

Levent AKMAN: “Ben Tayyip Erdoğan

ile Bush’u aynı görüyorum neredeyse.

Đkisi de aynı dönemin insanları. Birisi

Ortadoğu Projesi’nin Başkanı, diğeri

Eşbaşkanı. Obama’dan sonra bu sistem

değişecek bence.”

Sayfa 71 Sayı 12

Page 72: Politika Dergisi Sayi 12

dışında, 2010 öncesi pek çok konser var. Mesela Fransa’da bir Türk yılı var. Fransa – Türkiye ilişkile-ri sorunlu biliyorsunuz ve bizim orada olmamız önemli. Biz yurdumuzu yurtdışında temsil ediyoruz, bu çok önemli bir şey. Bir kere insanlar orada bizim bir geçmişimiz ve kültürümüz olduğunu anlıyorlar. Bu hakikatten çok önemli bir şey.

Gökhan DAĞ: Geçen günlerde Babylon’da ver-miş olduğunuz konseri ben de izledim ve orada

birçok turistin sizi dinlediğini, dinlerken de mutlu olduklarını gözlemledim. Sadece dışarıya çıkmakla kalmıyorsunuz, dışarıdan insanları da ülkemize çekiyorsunuz.

Murat ERTEL: Đstanbul’un kozmopolit yapısından bahsederken bunu ifade ettim. Đstanbul ve Türkiye; bütün dinlere, ırklara ve dillere açık bir yer ve biz de bunu savunuyoruz. Đsrailliler ile Filistinliler bir arada yaşayabilirler mi? Evet, yaşayabilirler; bu mümkün. Ama bunun için bir diyalog, hoşgörü gerekiyor. Em-pati kelimesinin ne olduğunun bilinmesi gerekiyor. Đnsanların kendisini yalnızca öznel olarak değerlen-dirmeyip, başkasının yerine koyması gerekiyor. Rumlar, Ermeniler gibi azınlıklar var ülkemizde. Aynı zamanda da Avrupa’dan, Afrika’dan gelen insanlar var ülkemize. Ermeni işçiler halen geliyor-lar. Bu çok önemli bir şey; çünkü ortada bir Ermeni sorunu tartışması varken, Ermeniler halen bizim ülkemize geliyor. Bu bizim için çok çok önemli bir şey, işte bizim ütopyamız bu; dünyanın bir arada yaşadığı bir ortam. Avrupa’da biz bunu hissettirebil-dik. Đstanbul’a da birçok turist geliyor ve biz eserle-rimize onların anlayabileceği kelimeler koyuyoruz. Baba Zula’nın işte böyle bir durumu var ve bizden memnunuz. Bizim birleştirici bir yanımız var. Birçok insan negatif yönden, ayrıştırma amaçlı sanat yapı-yor. Biz birleştirme amaçlıyız. Ayrıştırma ve negatif üzerinden bir şeyler yaptığınız zaman, toplayabile-ceğiniz güç hem çok fazla hem de kolayca ve hızlı toplanıyor. Pozitif bir müzikle başladığınız zaman

Murat ERTEL: “Đstanbul ve Türkiye;

bütün dinlere, ırklara ve dillere açık bir

yer ve biz de bunu savunuyoruz.

Đsrailliler ile Filistinliler bir arada

yaşayabilirler mi? Evet, yaşayabilirler;

bu mümkün.”

Sayfa 72 Politika Dergisi

Page 73: Politika Dergisi Sayi 12

daha kalıcı olmayı başarabiliyorsunuz. Gayler, lez-biyenler, Ermeniler, Yahudiler, şunlar bunlar… Gerçekten bir şekilde bizimle ilişki kurabildiklerini görebiliyorlar. Bu da bizim için güzel bir şey.

Levent AKMAN: Bir de bu toprakların, gerçekten bir gücü var. Binlerce yıldır, o kadar çok kültür gel-miş geçmiş ki -Hititlerden, Asurlulardan bile önce- bu insanlar bir şekilde, birlikte yaşayabilmişler dö-nem dönem. Bu, biraz da politikalara bakıyor. Me-sela; Süryaniler yavaş yavaş Mardin civarına dön-meye başladılar. Köyler kuruluyor. Neden oluyor; çünkü Mardin UNESCO tarafından, korunması gereken bir şehir olarak görülüyor, turizm arttı. Baskıcı olmayan bir politika gelişmeye başladı ve insanlar gelmeye başladı. Ermenilerden bahsetti Murat. Şu an Türkiye’de ekmek parası peşinde koşan 70.000 Ermeni var. Devletin başındakiler, Ergenekon gibi ayrıştırıcı, hınç ve intikama dayalı politikalar yaratacaklarına; üzerine oturdukları top-rakların farkına varsalar, buna uygun politikalar üretseler çok daha kolay gelişecek her şey. Bütün mesele orada. Gücün sahibi olan politika, bunu uygulamak zorunda. Ve bu da kardeşlik ve insan hakları üzerine kurulmalıdır. Sen bunları kurup uy-gulamaya başladıktan sonra, zaten arkası gelecek-tir. Bu halkın içinde bu güç var. Biz bunu görüyoruz yani. Kars’ta, Karaburun’da, Muğla’da; Anadolu’-nun her yerinde çaldık. Adamları görüyoruz. Onla-ra bir dal uzattığın zaman, sana koca bir ağaç veri-yorlar. Bütün mesele; bu potansiyeli kullanmak. Bir

türlü, bu kullanılamıyor; umarım bir gün kullanıla-caktır, diye düşünüyorum.

Gökhan DAĞ: Bir de şunu sormak istiyorum. Size zaten soruluyordur. Oylamaların genelde poli-tik temelli olduğu Eurovision diye bir yarışma var. Bunun için size teklif geldi mi, gelirse ne düşünür-sünüz?

Murat ERTEL: Ben üniversiteye giderken, rahmetli Melih Kibar, bana Eurovision’a katılmamız gereki-

Levent AKMAN: “Şu an Türkiye’de

ekmek parası peşinde koşan 70.000

Ermeni var. Devletin başındakiler,

Ergenekon gibi ayrıştırıcı, hınç ve

intikama dayalı politikalar

yaratacaklarına; üzerine oturdukları

toprakların farkına varsalar, buna uygun

politikalar üretseler çok daha kolay

gelişecek her şey.”

Sayfa 73 Sayı 12

Page 74: Politika Dergisi Sayi 12

yor diye söylemişti. Ben de o sistemin içine girmek istemediğimi, politik temelli ve müzikal açıdan de-ğerli olmayan bir yarışma olduğunu söylemiştim. Çok kızdı bana; ama ben halen öyle düşünüyorum.

Levent AKMAN: Ben aynı şekilde şunu söylemek istiyorum: Sertab Erener, o şarkıyı Türkçe söylese kazanabilir miydi? Bence kazanamazdı.

Gökhan DAĞ: Türkçe mi söylenmeli, Đngilizce mi söylenmeli; yoksa, mesela enstrümantal bir şarkıy-la nasıl olur?

Levent AKMAN: Enstrümantal ilginç olurdu. (Gülüşmeler)

Murat ERTEL: Belirli bakış açıları var. Diyelim ki bir insan virtüöz oluyor ve enstrümantal parçalar yapıyor ya da bir solist oluyor, sözlü parçalar yapı-yor. Baba Zula’da bunun böyle bir dengesi var; hem sözlü, hem enstrümantal parçalarımız var. Parçanın uzunluğu olarak; 30 saniyelik parçaları-mız da var, 8 dakikalık parçalarımız da var. Müzi-ğin bir sanat olduğuna ve bunda hiçbir şekilde kı-sıtlama olmaması gerektiğine inanan insanlarız. Dil konusunda da öyle. Biz, sonuçta, rüyalarımızı Türkçe gören insanlarız. Başka dillerle olan ilişkile-rimiz olsa da… Önemli olan diyalog. Öyle bir za-man geliyor ki yurtdışındaki konserimizde bir tane Türk var. Komik bir örnektir; Fransa’da Lille kentine gittik biz. Orada 15.000 kişilik bir festivalde çaldık ve orada bir tane Türk vardı. Biliyoruz; çünkü parça sonlarında tezahürat ediyordu. (Gülüşmeler) Şimdi orada tabii ki Türkçe söylüyoruz ve parça araların-da az bildiğimiz Fransızcayla bir iki kelime söylüyo-ruz. Babylon’da bile bir iki Đngilizce sözcük katıyo-ruz araya. Önemli olan diyalog; beraber bir şeyleri paylaşmak. Mesela; çizim de bizim işimize çok ya-rıyor. Enstrümantal da olsa, her parçanın bir kav-ram etrafında anlattığı bir hikaye var. Sözü oldu-ğunda; insanlar anlamasa bile, çizime bakarak bi-zim orada ne anlattığımızı anlayabiliyorlar. Bazen dilimizi anlayan insanlardan daha iyi anlayan in-sanlar olabiliyor. Mesela; pırasa parçası var. Türk-çe anlayan bir insandan ‘ulan pırasaya da parça mı yapılır’ diye eleştiri geliyor; ama çizimleri gören bir insan ‘a, siz burada şunu sorguluyorsunuz’ diyor. Yani onun anladığı şey, Türkçe bilen insandan da-ha doğru olabiliyor.

Gökhan DAĞ: Son olarak Atatürk’le ilgili konuşa-lım istiyorum. Atatürk hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyim?

Murat ERTEL: Şöyle söyleyeyim: Kenan Evren Atatürkçü ise, ben Atatürkçü değilim. Atatürkçülük çok fazla kullanılmış ve yozlaştırılmış bir kavram; ama büyük bir devrimci ve yaptığı şeylerle 20. yüz-

yılın en önemli lideri. Gerçekten Türkiye için yaptığı çok olumlu şeyler var. Bunların algılanması gereki-yor. Gerek kadın hakları, gerek bağımsızlık olsun; bütün ülkelere emperyalizme karşı savaşılabilece-ğini ve üstelik buna karşı bir zafer kazanılabileceği-ni göstermiş bir insan. Gerçekten çok önemli. Ve yaptığı devrimleri devam ettirebilseydi, çok daha önemli şeyler olacaktı. Şu örneği vereyim; Köy Ens-titüleri oluşumu, inanılmaz yani. Şu anda Hindistan-’ın hangi konumda olduğunu çözebiliyoruz. Hindis-tan, Çin’in biraz altında görülüyor yükselen bir de-ğer olarak; ama bilgisayar yazılımlarında olsun, elektronikte olsun müthiş bir atılımda olduğunu gö-rüyoruz Hindistan’ın. Bu atılımın en büyük nedenle-rinden biri, bizde terkedilmiş olan Köy Enstitüsü ve Halkevlerinin BM tarafından 1950’lerde benimsene-rek, bu insanlarda uygulanmasıdır. Onlar, bu for-mülleri Hindistan’da uygulayarak inanılmaz yaygın bir uygarlık seviyesine gelmesini sağlamıştır Hin-distan’ın.

Gökhan DAĞ: Atatürk’ün vasiyetiydi, Köy Ensti-tüleri; fakat kendi zamanında uygulanma şansı ol-mamıştı. 1940’da açıldı biliyorsunuz. Yani şunu mu demek istiyorsunuz; Đsmet Đnönü zamanında değil de Atatürk zamanında olsaydı çok daha farklı mı olurdu?

Murat ERTEL: Evet, çok farklı olabilirdi. Aynı za-

Sayfa 74 Politika Dergisi

Murat ERTEL

Page 75: Politika Dergisi Sayi 12

manda, Toprak Devrimi yapılabilseydi; bence Kürt sorunu olmazdı, şu anki feodal-töresel düzen yıkı-lırdı. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu, şu anda işlevlerini devam ettirselerdi, Halkevleri de-vam etseydi hiçbir sorun kalmazdı.

Gökhan DAĞ: Levent Bey, sizin eklemek istedi-ğiniz bir şey var mı?

Levent AKMAN: Benim görüşlerim de Murat’ınki-lere yakın. Evet, çok büyük bir insan; ama çok kul-lanılmış bir insan. Mesela, en basitinden sözleri; söylemediği sözler O’na mal edilmiş ve söylediği sözler de yarım yamalak alınmış. “Đstikbal gökler-dedir” diye biliriz; ama bunun ‘göğe sahip olama-yan, toprağına sahip olamaz’ gibi bir devamı var. Đşine geleni alarak, işine gelmeyeni atarak olmuyor işte. Başka yerlere çarpıtılıyor. Gereksizce fazla tüketilmiş bir insan yani. Kişiliği üzerine bu kadar gidileceğine, fikirleri üzerine bu kadar gidilebilseydi

ve vasiyetleri yerine getirilseydi çok daha farklı ola-caktı. Çok değerli bir insan; fakat sonradan fazla putlaştırılarak bir harcandı, yozlaştırıldı, yontuldu. Ama hiç olmazsa, bıraktığı eserler var. Onlar oku-nabilir. Mesela; Nutuk. Halen Nutuk’u geçebilecek bir kitap yazan devlet adamı yoktur. Özal yapmaya çalıştı bir dönem; ama başkalarına yazdırmayla olmuyor işte. Vallahi, ne diyeyim? Allah rahmet ey-lesin, özlüyorum ben gerçekten O’nu. Bu yurdun Atatürk gibi liderler yetiştirmesi lazım. Bu potansiyel de var, ama çıkamıyor; çünkü bunların önü kesili-yor. Parti liderleri olsun, güç odakları olsun; ‘hep ben’ dedikleri, toplumu düşünmedikleri için devamlı hayat damarlarımızı kesiyorlar.

Murat ERTEL: Birçok kurum emperyalist devletler-den satın alınarak elimize geçti. TCDD olsun, baş-köşeler olsun… Sümer Bank, Türk Telekom filan hep satılıyor. Adam diyor ki “ben gece yarısı pija-mamla kalkarım, gene satarım.” Suları da satıyor-lar. Bu nasıl bir şeydir? Ben anlayamıyorum. Her şey para değil gerçekten. Bu yüzden ben krizi de seviyorum. Dünyanın sonunun gelmesi de bence hoş bir şey. Bu kapitalist sistemin çökmesi gereki-yor gerçekten. Bu uğurda acı çekeceksem, çekme-ye razıyım; yeter ki insanlar bilinçlensinler.

Gökhan DAĞ: Atatürk’ü sorduk madem, Humey-ni’yi seviyor musunuz? (Gülüşmeler)

Levent AKMAN: Allah onlara akıl fikir versin. Bir araştırsınlar; rahatları batıyor herhalde onlara (‘Humeyni’yi seviyorum’ diyenlere).

[email protected]

Sayfa 75 Sayı 12

Levent AKMAN

Page 76: Politika Dergisi Sayi 12

Kadir Levent BECĐT

Yerel yönetimler tüm dünya üzerindeki demokra-tik ülkelerde kamu yönetiminin vazgeçilmez bir un-surudur. Yerel yönetimlerin etkinliği, bir ülkedeki demokrasi düzeyini gösterdiği gibi, bir yandan da yerelde meydana gelen olaylara ve yapılması ge-rekenlere kısa vadede müdahil olabilme avantajını ortaya çıkarmaktadır. Yerel yönetimler hem korun-malı, hem de geliştirilmeye çalışılmalıdır. Yerel yönetim anlayışını şu şekilde özetleyebiliriz:

1. Yerel yönetimler, yerel hizmetlerin verilmesin-de uygun bir sistemdir; çünkü yerel yöneticiler aynı yerelden ortaya çıktıkları için bölgede sorunlara daha vakıf durumdadır. Bu nedenle sorunlara daha hızlı ve kalıcı çözümler üretebilecektir.

2. Yerel yönetimler, yerelde yapılması gerekenle-ri yaparak merkezi yönetimin üzerindeki yükü hafif-letebilmektedir.

3. Yerel yönetimler bulundukları bölgelerde yeni hizmet alanları oluşturabilme gücüne sahiptirler.

4. Yerel yönetimler, hemşehrilik duygularının ve demokratik değerlerin gelişmesinde etkili kuruluş-lardır. Geniş anlamdaki “siyasi eğitim”, önce yerel yönetim organlarında görev alarak kendilerini ge-nel politikaya hazırlamaktadırlar. Bu sebeple yerel yönetimler, politikanın “mektebi” olarak kabul edil-mektedir.

5. Yerel yönetimler, güçlü merkezi hükümete kar-

şı bir fren ve denge unsuru olabilirler. Bu yönetim-ler, aşırı ölçüde merkezileşmiş bir devletin tehlikesi-ni azaltmada önemli bir rol oynayabilirler. Demokra-side yerel muhalefeti, yerel yönetimler meydana getirir. Bu düzende aslolan siyasi gücün bir mer-kezde toplanması değil, çeşitli gruplar ve yönetim birimleri arasında paylaşımıdır.

1876’da yayınlanan Kanun-i Esasi’den günümüze kadarki anayasalarda yerel yönetimlerin yapıları, görev ve yetkileri anayasal olarak belirlenmiştir. Ancak 1982 Anayasası bu konuda çok daha geniş bir biçim ortaya koymuştur.

1982 Anayasası’nın “Đdarenin Kuruluşu” başlığı altında “merkezi idare” ve “mahalli idareler” yer al-maktadır. Bu anayasaya baktığımızda Merkezi Đda-re dar kapsamlı, Mahalli Đdareler ise geniş kapsam-lıdır.

Anayasa’daki düzenlemeye göre yerel yönetimle-rin özellikleri şöyle belirlenebilir:

a. Yerel yönetimler; il, belediye ve köy halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere ku-rulan kamu tüzel kişileridir.

b. Yerel yönetimlerin karar organları seçimle be-lirlenir.

c. Yerel yönetimlerin kuruluş ve görevleri ile yetki-leri, yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanun-la düzenlenir.

d. Yerel yönetimlerin seçilmiş organlarının, organ-lık sıfatını kazanmalarına ilişkin itirazların çözümü ve kaybetmeleri konusundaki denetim yargı yolu ile olur.

e. Görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma veya kovuşturma açılan yerel yönetim organları veya bu organların üyelerini Đçişleri Baka-nı geçici bir tedbir olarak, kesin hükme kadar göre-vinden uzaklaştırabilir.

f. Yerel yönetimlerin seçimleri beş yılda bir yapılır. Ancak, milletvekili genel seçiminden önceki veya sonraki bir yıl içinde yapılması gereken mahalli ida-re organların veya bu organların üyelerine ilişkin genel ve ara seçimler, milletvekili genel ve ara se-çimleriyle birlikte gerçekleştirilir.

g. Merkezi yönetim, yerel yönetimler üzerinde idari vesayet yetkisine sahiptir. Đdari vesayet, ma-halli hizmetlerin, idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağ-lanması, toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla yapı-lır. Đdari vesayet yetkisi kanunla düzenlenir.

h. Yerel yönetimler kendi aralarında birlik kurabi-

Siyaset Yerelde Başlar

“Yerel yönetimler tüm dünya

üzerindeki demokratik ülkelerde kamu

yönetiminin vazgeçilmez bir unsurudur.

Yerel yönetimlerin etkinliği, bir ülkedeki

demokrasi düzeyini gösterdiği gibi, bir

yandan da yerelde meydana gelen

olaylara ve yapılması gerekenlere kısa

vadede müdahil olabilme avantajını

ortaya çıkarmaktadır.”

Sayfa 76 Politika Dergisi

Page 77: Politika Dergisi Sayi 12

lirler. Birlik kurmaya ilişkin izni Bakanlar Kurulu verir.

i. Yerel yönetimlerin merkezi yönetim ile karşılıklı bağ ve ilgileri kanunla düzenlenir.

j. Yerel yönetimlere görevleri ile orantılı gelir kay-nakları sağlanır.

k. Büyük yerleşim merkezleri için kanunla özel yönetim biçimleri oluşturulabilir.

Yerel yönetimlerle ilgili yasal düzenlemelerin Anayasadaki bu hüküm ve ilkelere uygun olması gerekir Anayasa, üç tür yerel yönetimden söz et-mektedir. Bunlar, “il özel idaresi”, “belediye” ve “köy”dür. Anayasa, yerel yönetimlerin yalnızca “karar organları”nın seçimle belirlenmesini emret-mektedir. Karar organlarının dışında kalan yürütme organları (belediye başkanı, vali ve muhtar) seçim-le değil, atama ile belirlenebilecektir. Nitekim ola-ğanüstü durumlarda, belediye başkanları ve muh-tarlar seçimle işbaşına gelmiş olsalar da görevden alınabilmekte, yerlerine başkasının ataması yapıla-bilmektedir. Bu da ülkemizde demokrasi karşıtı müdahaleleri kolaylaştıran bir nitelik arz etmekte ve demokrasiden sapmaları yasallaştıracak olu-şumlara neden olmaktadır.

Ülkemizde, “il özel idaresi”, “belediye” ve “köy” olmak üzere üç türlü yerel yönetim birimi bulun-maktadır

Dünyada yaygın bir hâl almış ve ülkemizde de AKP’nin izlemekte olduğu neo-liberal dünya görü-şü gerek gelişmiş ülkelerde, gerekse Türkiye gibi

“çevre” ülkelerde ulus devleti gelişme stratejilerinin odağından kaydırırken, yerel birimleri uluslararası alanda öne çıkarmayı öngörmektedir.

Bu konuya ilişkin olarak uzun zamandan beri ül-kemizde yerel yönetimlere yönelik yasa tasarısı ve bunlara ilişkin tartışmalar ortaya çıkmıştır. Hazırla-nan ve pek çok tartışmaya konu olan bu yasa tasa-rısı merkezi devletin güçsüzleştirilmesi, yerel yöne-timlerin federatif bir yapıya bürünmesini amaçla-maktadır. Tabii ki buna hazırlanan kılıfta pek çok yanlış uygulamaya konu olan sözde demokratikleş-me hareketidir. Kuşkusuz yerel yönetimlerin kendi-ne özgü yapılarının olması ve bölgede etkin rol al-ması demokrasi adına büyük önem arz etmektedir. Ancak bu noktada ülkemizin demografik yapısını göz önünde bulundurmakta da fayda vardır.

Ülkemizin içerisinde bulunduğu “terör – siyaset – devlet” üçgenini göz önüne aldığımızda federatif devlet yapısının ülkemizin bölünmez bütünlüğünü ciddi anlamda tehdit etmektedir; çünkü teröre açık-tan destek veren DTP gibi partiler, olası federatif yönetim sisteminde ülkenin bazı bölgelerinde bütün gücü eline alıp ülkemizi geri dönüşü imkansız bir uçuruma sürükleme tehlikesindedir. Bunun dışında da ülkemizin 1,5 yıldır gündeminde bulunan Erge-nekon davası ile iktidarın sürdürdüğü “muhalefeti sindirme” uygulaması bulundurmaktadır. Yerel yö-netimlerde gücü geçirecek olan AKP bölgesel ola-rak muhalefetleri büyük kıskaçlara alarak ülkede yıkılamayacak bir diktatörlük projesindedir.

Ülkemizin kurucusu ve “Tek Adam”lık sıfatını elin-de bulunduran Mustafa Kemal’in -istese çok rahat elde edebileceği diktatörlüğe rağmen- bizlere de-mokrasiyi işaret ettiği genç Cumhuriyetimizde, Cumhuriyet’in temel nitelikleri ile oynamakta bir sakınca görmeyen AKP iktidarının bu diktatörlük projesine, karşı durulmak zorundadır.

Türkiye’de yasalaşma aşamasında bulunan yerel yönetimlerin yeniden yapılandırılması tartışmasına devletin niteliği ve yeniden yapılanmasına ilişkin iki temel noktayı vurgulamakta yarar vardır. Birincisi, devletin yeniden yapılanması sınıflar arası güç den-geleri çerçevesinde gerçekleştiğinden, devletin ye-niden yapılanmasının her durumda birikim strateji-lerinin ‘ihtiyaçlarına’ karşılık gelen en optimal çö-züm biçiminde ortaya çıktığı varsayılamaz. Bu tür bir optimallik, ancak mevcut güç dengelerinin izin verdiği ölçüde oluşabilecektir. Đkincisi, söz konusu ilişki tek yönlü değildir. Devletin değişen biçim ve işlevleri siyasal mücadeleler ve güç dengeleri üze-rinde önemli etkiye sahiptir. Diğer bir anlatımla, devletin yeniden yapılanması siyasal güçlerin ve bu güçler arasındaki dengenin yeniden tanımlanması-na önemli etkilerde bulunur.

Daha somut bir anlatımla, AKP iktidarı devlet için-de ve etrafında oluşan güç ilişkilerini yeniden ta-

Sayfa 77 Sayı 12

Page 78: Politika Dergisi Sayi 12

nımlamaya çalışmakta ve ulus devleti merkeze almayan bir yerel gelişme stratejisiyle olabildiğince uyumlu bir yönetsel yapıyı oluşturmayı hedefle-mektedir.

Birbiriyle yer yer çelişen bu iki hedefin AKP tasa-rısında nasıl vücut bulduğunu kısaca açıklayarak tartışmayı somutlaştıracağız. AKP tasarısının ana özelliği merkezi yönetim karşısında belediyelerin ve tarihsel olarak hiç bir dönemde güçlü olmayan il özel idarelerinin güçlendirilmesidir. Yerel tercihler dikkate alınarak, imar ve ulaşım hizmetlerinin il düzeyinde karşılanması sağlanacaktır.

Daha önce merkezi yönetimin taşra teşkilatları aracılığıyla sağlanan sağlık, eğitim, kültür, sosyal yardımlaşma, turizm, çevre, köy hizmetleri, tarım, hayvancılık alanlarındaki hizmetler bu kurumların araç gereç ve personelleri ya belediyelere ya da il özel idarelerine devredilerek söz konusu yerel yö-netim birimlerin söz konusu hizmetleri yerine getir-mesi öngörülmektedir. Bu tür bir düzenlemeye pa-ralel olarak mevcut yapılanmada belediyeler ve il özel idarelerine ulusal düzeyde vergi gelirleri topla-mından ayrılan % 6 civarındaki pay da dikkate de-ğer biçimde artırılarak % 25 düzeyine getirilmekte-dir.

Söz konusu tasarının bu çerçeve içindeki en çar-pıcı düzenlemesi illerde merkezi yönetimin temsil-cisi konumundaki valilerin büyük ölçüde devreden çıkartılmasıdır. Mevcut yasal düzenlemede gerek belediyeler üzerinde gerekse de il özel idarelerinin en yetkili makamı olarak valiler merkezin yerel bi-rimler üzerindeki kontrolünü sağlamaktadır. Yeni düzenleme valilerin belediyeler üzerindeki birçok yetkisini ortadan kaldırırken, il özel idareleriyle de ilişkisizlendirmektedir. Bu çerçevede yerel yönetim birimlerinin merkezden özerkliği oldukça artmış bir

yasal çerçeve içinde çalışması öngörülmektedir.

Özetlemek gerekirse, AKP’nin yerel yönetimler tasarısı yerele güç ve kaynak aktarımını öngörür-ken asıl hedefi demokratikleşme değildir. AKP bu tür bir stratejiyle yerelde kendisini daha da güçlü kılmanın iktidar ağlarını genişletmenin arayışında-dır.

Buna karşılık kaynak aktarımından yararlanacak kesimlerin seçici biçimde AKP iktidarının toplumsal tabanına sınırlanması, geniş halk kesimlerinin dış-lanması sonucunu doğuracaktır. Daha da önemlisi çalışan sınıfların olası muhalefeti karşısında ulusal düzey muhatap olmaktan çıkartılarak, muhalefetin yerelleşmesi ve dağınıklaşması da olası hale getiri-lecektir.

Gelişme, gelişme sürecinde yaratılan kaynakların dağıtımının çalışan sınıflar lehine iyileştirilmesi ve demokratikleşme çalışan sınıfların gündemidir. AKP iktidarının yerel yönetimler tasarısı aracılığıyla yapmaya çalıştığı bu tür bir gündemi gözetmeden kendi toplumsal tabanına yönelik kaynak dağıtım mekanizmalarını neo-liberalizmin öngördüğü yerel-leşme stratejisiyle uyumlu hale getirme çabasıdır.

Bu süreçleri göz önüne bulundurduğumuzda Türk Ulusunun şapkasını çıkartıp önümüzdeki yerel se-çimlerde bir düşünmesi gerekmektedir. Yerel yöne-timlerde ana unsurun partizanlıktan ziyade hizmet getirme, hizmet sağlama olması gerektiğini görmeli-dir. Đlginç bir olay vardır. Ülkemizde muhalefette olan siyasi partiler yerel yönetimlerde iktidara göre daha iyi hizmet sağlayabilmektedir. Bunun nedeni ise iktidarda bulunan yönetimlerin muhalefette olan yerleri kazanmak için bölgelerde yatırım yapmayı kolaylaştırmasıdır.

Siyasi oyunlarla, kömür makarna dağıtmayla, mu-halefetin sesini kökünden kısma çabalarıyla yerel yönetimlerde iktidarını korumayı çabalayan AKP iktidarı, demokratikleşme yalanlarıyla kendi diktatöryalarını kurma çabasına bürünmüştür. 29 Mart’ta gerçekleşecek olan yerel seçimlerde toplu-mumuz, ülkemizin sürüklenmeye çalışıldığı bu ka-ostan Cumhuriyetimizi korumalıdır.

Esen kalın…

[email protected]

“Siyasi oyunlarla, kömür makarna

dağıtmayla, muhalefetin sesini

kökünden kısma çabalarıyla yerel

yönetimlerde iktidarını korumayı

çabalayan AKP iktidarı,

demokratikleşme yalanlarıyla kendi

diktatöryalarını kurma çabasına

bürünmüştür.”

Sayfa 78 Politika Dergisi

Page 79: Politika Dergisi Sayi 12

Timur Veysel DOĞRUOK

“Küresel Mali Kriz”i önceki yazılarımızda genel hatları ve bazı bölümlerde detay olmak üzere ince-ledik. Peki, geldiğimiz son nokta nedir ya da nere-sindeyiz bu krizin, sorularına verilecek yanıt nedir? Evet, bu sorunun kime, toplumun hangi kesiminde olan bireylere veya kurumlara sorulduğu burada anlam kazanıyor.

Kriz’in çıkış noktasını; ABD’deki mortgage piya-sasının likidite krizini meydana getirmesi olarak nitelendirmiştik. Daha sonra Avrupa’ya, Asya’ya sıçradığını ve reel sektörün de küresel anlamda krizden etkilendiğini ve etkilenmeye devam ettiğini yazmıştık.

Đnşaat ve Gayrimenkul Sektörü

Đnşaat; yıllara yayılan inşaat ve onarım işleri ola-rak anılır ve tanımdan da anlaşıldığı gibi, proje va-deleri uzundur. Maliyetler, proje vadeleri, işin bü-yüklüğü, lokasyon, ulaşım gibi kriterlerin dikkate alındığı ve işin bu kriterler üzerine projelendirilmesi ile kârlılık hedeflenen bir sektördür. Bu durumda, örneğin; elinde nakit birikimi bulunmayan ve bir daire satın almak isteyen ortalama ücretli bir çalı-şan, uzun vadeli, kredi faizi yüksek bir kredi ürü-nünden yararlanmak durumunda kalabilir. ABD’de mortgage sisteminde %100’den de fazla borçlan-ma oranı olan finansal ürünler subprime kredi sis-teminde cesurca kullandırılmaktaydı. Örnekte veri-len tüketicinin, şu an bu durumda bulunmayı dene-mesi bile büyük cesaret; çünkü onun düşünmesi gereken ya da telaşlanması gereken daha gerçek-çi bir sorunu var; “işini kaybetme korkusu”.

10 yıl öncesine ve şimdiye bakarak bile inşaat sektörünün gelişimini görmek gayet net ve müm-kün. Nitekim sektördeki kriz, genel olarak ve birey-sel anlamda; talebi dar boğaza sürüklese de, ku-rumsal olarak inşaat sektöründe bulunan şirketler ve güçlü müteahhitler içinde o kadar önemli bir fırsat olarak öngörülebiliyor. Düşen piyasa talebine mukabil, üretimin azalması tedarikçi konumundaki firmaları da hâliyle sıkıntıya soktu ve bazı firmalar, tedarik edilen ürünlerin birim fiyatlarında düşüşe giderek iş hacmini arttırıcı önlemler aldı. Bu duru-mun bireysel anlamda nihai tüketiciye kadar oranlı biçimde devam ettiği örnekler de mevcut. Yani ge-nel seyir itibariyle fiyatlar aşağı çekilmiş oldu. Bu durum, elinde nakit bulunan yatırımcı için iyi bir fırsat oldu. Büyük holdingler veya şirketler “arsa

kapatma” dönemine hızlı bir giriş yaparak, projeleri-ni şekillendirmeye başladılar bile. Kentsel dönüşüm projeleri talepleri ile devletin ilgili mercileri ile de irtibata geçen büyük şirketler, bu dönüşümler için şehir merkezlerine de odaklandılar.

Lüks Konut için Durum (1)

Lüks konutta hız kesmeyen bir talep artışı devam etmektedir. Ciddi fiyat indirimleri olmasa da kriz sonrası satış politikası için yatırım amacıyla edinile-bilmektedir. Bu da bize açıkça gösteriyor ki sektör-de, ancak elinde nakit bulunanlar krizi fırsata çevi-rebilmeyi hedefleyebiliyor.

Lüks konutta verilen hizmetler de çok önemli bir yer tutuyor. Özellikle büyük projeler ve rezidanslar için öngörülen hizmet kalemleri olarak; tüketicisine farklı mimari yapılar ve görsellik hizmeti sunarak projeye başlayan firmalar, ilave olarak; açık, kapalı yüzme havuzları, güvenlik, otopark, kamera izleme sistemleri, akıllı ev projeleri, fitness center, resepsi-yon, ev temizliği gibi hizmetler de sunmaktadırlar.

Yine lüks konutta yatırım amacı teşkil eden fırsat grubu için bir örnek verecek olursak; Bodrum’da faaliyet gösteren Harmony Homes’ a ait The Port Residence, “5 yıl kira garantili” sloganı ile karşımıza çıkıyor. Harmony Homes, bu garantiyi; sattığı evi, satın alan yatırımcıdan Harmony Homes olarak kiralamak sureti ile ve devre mülk gibi yılda 4 hafta evin sahibine kullanım hakkı vererek sağlıyor.

Halihazırda bulunan diğer lüks konut inşaat proje-lerinden örnekler verecek olursak; Đstanbul’da “varoş imajı”nı değiştirmeye yönelik Yenibosna, Güneşli, Mahmutbey ve Bağcılar’da 11 proje bulun-maktadır. Bu yapılaşmanın içerisinde bulunan pro-

Bu Döngüde Sen Nerdesin?

“Lüks konutta hız kesmeyen bir talep

artışı devam etmektedir. Ciddi fiyat

indirimleri olmasa da kriz sonrası satış

politikası için yatırım amacıyla

edinilebilmektedir. Bu da bize açıkça

gösteriyor ki sektörde, ancak elinde

nakit bulunanlar krizi fırsata

çevirebilmeyi hedefleyebiliyor.”

Sayfa 79 Sayı 12

Page 80: Politika Dergisi Sayi 12

jelerde zemin katlarda bile fiyatlar 90.000-100.000 TL’den başlıyor. Bu 11 proje ise; Atlas Konakları, Güneşli Konakları, Yeni Vadi Evleri, Golden Hill, Ihlamur Konakları, Asude Konakları, Üstündağ Ev-leri, Cuno Yapı Güneşli Evleri, Yeşilvadi, Gülistanbul ve Çınar Olimpia Park Evleri’dir. Yine, Ofton Đnşaat’ın “Elysium Fantastic” isimli projesinde farklı ölçeklerde dairelerin bulunduğu projede satış fiyatları 600.000 $’ı geçiyor. Palms Studios and Shopping projesinde ise fiyatlar 500.000$ gibi meblağlarla ifade ediliyor.

Dünyadan Bir Örnek

BAE/Dubai Merkezli Emaar Properties dünyanın en önemli gayrimenkul şirketlerinden biri olarak gösteriliyor. Emaar Turkey olarak Toskana Vadisi projesi de lüks konut sınıfında ve geniş çapta talep gören projeler arasında yer almakta. Toskana Va-disi Projesi; Emaar Properties ile Atasay’ın Türkiye yasaları kapsamında net bir yere sahip olmayan Joint Venture (Ortak Girişim) sözleşmesine dayalı-dır.

iShares Dow Jones U.S. Real Estate Index Fund

ABD - iShares Dow Jones U.S. Real Estate Index Fund yıllık veri tablosu aşağıda verilmiştir. Bu fon, kendisine bağlı bulunan endeksin fiyat/kazanç performansı ve yatırım sonuçlarını inceler. Endeks ise, ABD’nin gayrimenkul sektörünün, ken-disine bağlı bulunan alt sektörler de dahil olmak üzere, hisse senedi/tahvil piyasasının performansı-nı ölçer. Bu endeks, Dow Jones Finansal Endeksi’-nin alt kümesi pozisyonundadır.

(2)

Otomotiv Sektörü

Otomotiv sektöründe, bildiğimiz gibi kapıya kilit vuran yan sanayi kuruluşları, otomotiv devlerinin üretime verdiği aralar ve istihdam düzeyinin ciddi düşüşü her geçen gün devam etmektedir. Otomotiv sektöründeki projelerin vadeleri ve mamul birim satış fiyatları ciddi oranlarda olduğundan piyasa talebi ciddi düşüşle karşılaşmıştır. Yine talep korku-su etkisi de halen devam etmektedir. Toplumun dayanıklı tüketim malları, konut, otomobil gibi ihti-yaçlarını Maslow’un ihtiyaçlar piramidinden örnek-lendirirsek; bu ihtiyaçların piramidin üst katlarına taşımasında da bu psikolojik olgunun etken olduğu-nu düşünüyorum. Toplum, lüks ihtiyaçlarını ötele-meyi korku ile gerçekleştiriyor ve bu davranışın pi-yasadaki yoğunluğu ile piyasa talebinin düşmesi de kaçınılmaz oluyor.

Kredi tüketicileri de bankalardan veya finans ku-rumlarından kredi alma yolunda sıkıntıya girdiler. Bankalar belirli bir süredir, özellikle dövizde likit sıkışıklığındaydılar. Bankalar, bu problemi çözdü-ğünü ve 2009’un ilk 6 aylık beklentilerinde mali an-lamda zarar ya da ciddi düşüş beklemediklerini açıklayıp, kredi kullanımına kriz öncesi yöntemlerle agresif biçimde yaklaşmamak gerektiğini de ekledi-ler.

Otomotiv sektörünün istihdam üzerindeki etkisi yadsınamaz bir gerçektir. Lokasyon açısından Av-rupa’ya yakın olan ve üretim kalitesi Asya’ya naza-ran çok daha iyi olan Türkiye için büyük bir ekmek kapısı ve ticari zenginliktir otomotiv sektörü. Her zaman otomotivdeki kırılmanın etkisinin büyük ol-

“Otomotiv sektöründe, bildiğimiz gibi

kapıya kilit vuran yan sanayi

kuruluşları, otomotiv devlerinin üretime

verdiği aralar ve istihdam düzeyinin

ciddi düşüşü her geçen gün devam

etmektedir. Otomotiv sektöründeki

projelerin vadeleri ve mamul birim satış

fiyatları ciddi oranlarda olduğundan

piyasa talebi ciddi düşüşle

karşılaşmıştır.”

Sayfa 80 Politika Dergisi

Page 81: Politika Dergisi Sayi 12

masının yegane sebeplerinden biri olarak belirtti-ğim proje vadeleri, işte bu durumda tekrar karşımı-za çıkıyor. Proje vadeleri; kalıp sistemler ve yan sanayinin çokluğu ile yakından ilintilidir. Örneğin; bir A projemiz olsun. Kısaca, proje teknik çizimleri ve diğer görsel ihtiyaçlar, donanım, konfor ve tasa-rım ihtiyaçları, güvenlik ihtiyaçları, ilave hizmet ihti-yaçları, inovatif (yenileşimci) diğer ihtiyaçlar, test ihtiyaçları vs. ihtiyaçlar otomotivde bir projenin trendini belirleyici niteliklerdir ve hiç de kısa zaman içerisinde oluşumu ve destek birimleri sağlanamaz. Tabii maliyetlerini göz ardı etmemek gerek ki en önemli kriter de budur. Yatırımların minimum de-ğerleri bile çok yüksek meblağlarla ifade edilmek-tedir. Bu da projenin talebine yönelik bir başka un-suru doğurur ki o da; risk. Diğer bazı sektörlerdeki gibi “bu olmadı; hadi değiştirelim, yenisini veya başkasını yapalım” alternatifi bu durumda ütopik kalıyor.

2001 krizinde, otomotiv sektörü ihracata ağırlık vererek krizi atlatmıştı. Ne yazık ki içinde bulundu-ğumuz durum şu an öyle değil. Kriz, küresel nitelik-te ve ürünler piyasa ihtiyacı olarak lüks sınıfta.

Otomotiv devlerinden General Motors (GM), kri-zin otomotiv sektörünü vurduğunu adeta haykır-mıştı. Bildiğimiz üzere, dünyanın en lüks ve pahalı araçlarını bünyesinde bulunduran GM; piyasaların lüks talebine karşılık vermekteydi ve yatırımcılar için bir yatırım garantisi olarak görülebilmekteydi. GM bünyesindeki araçlar ise; BUICK, CADILLAC, CHEVROLET, GMC, HUMMER, PONTIAC, SAAB ve SATURN’dür. Tüm bu araçlar, özellikle Türkiye piyasasında yan sanayi sıkıntısı olan, yakıt tüketi-mi ve motor gücü yüksek araçlardır. Petrol fiyatları da yüksek olduğundan Türkiye’de fazla tercih edi-len araçlar arasında bulunmamaktadır. GM, hükü-met kaynaklarından 12 milyar dolara ihtiyaç duydu-ğunu ve ihtiyati tedbir olarak da 6 milyar dolara daha ihtiyacını olduğunu, 2012 yılına kadar da be-lirli noktalara yoğunlaşarak maaşlarda ciddi indiri-me gideceğini de duyurmuştu. GM 4 milyar dolarlık acil kredi desteğini ABD hükümetinden sağlamıştır.

General Motors

GM’nin NYSE’deki (New York Stock Exchange – New York Borsası) yıllık ve son 3 aylık seyri aşağı-dadır.

(3)

***

“2001 krizinde, otomotiv sektörü

ihracata ağırlık vererek krizi atlatmıştı.

Ne yazık ki içinde bulunduğumuz durum

şu an öyle değil. Kriz, küresel nitelikte

ve ürünler piyasa ihtiyacı olarak lüks

sınıfta.”

Sayfa 81 Sayı 12

Page 82: Politika Dergisi Sayi 12

Otomotiv sektöründe dünyada ve Türkiye’de de ciddi yankılar uyandıran gelişmeler görülmektedir. Dünyada; Đngiltere’deki otomobil üretiminin %40’ın üzerinde bir oranla azalması, Hyundai’nin kârının düşmesi, Toyota’nın 71 yıldan sonra ilk kez faaliyet zararı açıklaması ve bu durumun Başkan’ı koltu-ğundan etmesi gibi haberlere ilave olarak, Türkiye’-de de otomotiv merkezi şehrimiz Bursa’da faaliyet gösteren Oyak-Renault ve Tofaş’ta üretimin ciddi oranla düşüşü ve satışların bıçak gibi kesilmesi ile istihdamın ciddi oranda azalması haberleri ile de karşılaştık.

Diğer Sektörler ve Đstihdam

Diğer sektörlerde genel anlamda, Türkiye’de özellikle, vergisel yüklerin hafifletilmesine yönelik istekler mevcuttur. Daha önce de belirtmiştim; kriz-den kurtulabilmenin ya da krize direnebilmenin en önemli yolu, iş yapabilme potansiyelini faal kılmak-tır. Fabrikaların, imalathanelerin çalışması ve istih-damın sürekliliği sağlanmalıdır. Oda/dernek baş-kan ve üyelerinin de devletten en önemli istekleri iki ana kalemde buluşmaktadır. Doğalgaz, elektrik gibi enerji maliyetlerinde endüstriye yönelik olumlu düzenlemeler ve KDV ile ÖTV indirimi.

Büyükşehirlere ve OSB’lerin yoğun olduğu illere, başka şehirlerden yerleşmiş olan insanlar, geldikle-ri yerlere geri dönmeye başlamışlardır. Özellikle otomotivde yan sanayi kuruluşlarının sıkıntıya düş-mesi genel istihdamı olumsuz olarak etkilemiştir.

Devlet, teşvikleri ile enerji maliyetleri ve vergisel yükler üzerinde belirli düzenlemeler gerçekleştiği takdirde; istihdam açısından bir miktar olumlu sin-yal yanmış olacaktır kanısındayım. Yine de birincil zorunluluk, iş hacminin arttırılmasına yönelik ön-lemlerin alınmasından geçmektedir. “Đş”ler arttıkça çarklar dönecek ve insanlar da ekmek parası kaza-

nacaktır.

Bu durumlarda, kriz döngüsünde kim nerede? Kriz, kime fırsat; kime tehdit?

Saygılarımla,

Dipnotlar

(1) Lüks Konut için Durum: Ekonomist | MortgageMarket, 18 Ocak 2009, Yıl:1 Sayı:5 kay-nağından iktibas edilen bilgiler.

(2) Grafik; NYSE (New York Borsası) internet say-fasında oluşturulmuştur. Ishares Dow Jones U.S. Real Estate Index Fund

(3) Grafik; NYSE (New York Borsası) internet say-fasında oluşturulmuştur. General Motors Corporation – 1 yıllık ve 3 aylık toplam 2 grafik

[email protected]

“Devlet, teşvikleri ile enerji maliyetleri

ve vergisel yükler üzerinde belirli

düzenlemeler gerçekleştiği takdirde;

istihdam açısından bir miktar olumlu

sinyal yanmış olacaktır kanısındayım.”

Sayfa 82 Politika Dergisi

Page 83: Politika Dergisi Sayi 12

Özcan NEVRES

Lanet olsun; sonunda bunları da gördük. CHP lideri Sayın Deniz Baykal, önce çarşaflı ve türbanlı kadınlara CHP rozeti takarak aklınca iktidara giden yolu açmış oldu; ama CHP'li olanların oyunu kısa zamanda açığa çıktı. Onların amacı kendilerinden olan birisinin Eyüp gibi dincilerin kümelendiği yerde belediye başkanlığını kazanmasıydı. Adamlarının aday gösterilmeyeceğini öğrendiklerinde ilk işleri yakalarından CHP rozetlerini çıkarmak ve CHP'den istifa etmek oldu. Görünen o ki bu etik olmayan oyun, yerel seçimlere kadar daha da bü-yüyerek uzayıp gidecek. Bu durum karşısında ker-hen oy vermekte olduğumuz CHP'den tamamen kopmamız gerekecek. CHP'ye oy veriyorduk; çün-kü Atatürk devrim ve ilkelerine ondan başka sahip çıkacak başka bir parti göremiyorduk. Peki, bu du-rum karşısında ne yapmalıyız? Aklımızı başımıza toplayıp, eteklerimizdeki taşları dökerek yeni bir parti arayışına girmemiz gereklidir. Önümüzdeki yerel seçimlerde partiye değil, adaylara göre oyla-rımızı kullanacağız. Yine de oylarımızı AKP'nin önünü kesebilecek şekilde değerlendireceğiz.

CHP Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal, çarşaflı ve türbanlı olayından yeterli ders almamış olacak ki bu defa da Đzmit Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Sayın Sefa Sirmen'in her mahalleye kuran kursu açma gibi çok tehlikeli açılımına da destek vermekte hiçbir sakınca görmedi. Oysa adalet dün-yasının emekli onursal üyeleri CHP'nin bu açılımı yüzünden tıpkı AKP gibi bir kapatma davasıyla karşılaşabileceği konusunda uyarıyorlar. Sayın Baykal haksız olduğu konularda her zaman yaptığı gibi konuşmalarında ıı, ıı, ıı'ları araya sokarak tek-lemesini sürdürüyor. Bu durum, savunduğuna ken-disinin de inanmadığını açıkça gösteriyor.

Peki, bu gelişmeler karşısında CHP'ye oy vermiş olanlar ve vermeyi düşünmüş olanlar ne diyor? CHP seçim kazanmaktan korkuyor mu ki böyle davranıyor, diyorlar. Bir söylentiye göre seçmenler-ce yine CHP iktidar yolunda nal toplamaya layık görülünce Sayın Baykal, ülke o kadar kötü durum-da ki Allah bizi iktidar olmaktan korudu demiş. De-memiş olsa dahi bu son günlere damgasını vuran olaylar nedeniyle inananların sayısını hızla arttırı-yor. Oysa her siyasi partinin amacı; ülke şartları ne kadar kötü olursa olsun, iktidar olmaktır. Đktidar olacaktır ve kendi kurtuluş reçetelerini uygulamaya koyacaktır. Yıllardan beri CHP'den, CHP'nin altı oklu ilkelerine dönüşünü umutla beklemekteyiz. CHP, üzerindeki ölü toprağını silkeleyerek dirilecek

ve kükreyecek. Diyecek ki biz iktidara geldiğimizde CHP'nin kurmuş olduğu ve bu günkü iktidar tarafın-dan çekirdek nohut parasına elden çıkarmış olduğu o dev eserleri geri alacağız. Yine o muazzam tesis-leri Türkiye'nin bel kemiği yapacağız. CHP'nin ikti-dar olduğu bu ülkede ne limanlar, ne iletişim sis-temleri, ne kara ve demir yolları ve ne de madenle-rimiz satılamaz. Satılmış olanlar da mutlaka devlet-leştirilecektir. Beklentimiz böyle ama nerede öyle bir CHP? Nerede öyle bir CHP yönetimi?

Yerel seçimler yaklaştıkça iktidarın etik olmayan yardımlarının boyutları da inanılmayacak kadar bü-yüdü. Đstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu'nun memleketi Tunceli'de özellikle Kılıçdaroğlu'nun doğduğu ilçede seçmen-lere buzdolabı, bulaşık ve çamaşır makinesi, tele-vizyonlar ve halılar dağıtılıyor. Bu dağıtılanlar kimin parasıyla alınıp dağıtılıyor? Yerel seçimlere aday olanlar mı dağıtıyorlar? Yoksa devletin parasıyla mı? Yani bizim paralarımızla mı dağıtıyorlar? Elbet-te ki bizim paramızla dağıtılıyor. Ödediğimiz vergi-ler; yatırımlar yapılıp, işsizlik sorununa çare bul-maktansa yardımlarla buharlaştırılmaktadır. Sosyal devletin görevi, halkı fakirleştirip sadakaya muhtaç etmek değildir. Sosyal devletin görevi, insanları iş sahibi yapmak ve her insanın kendi ayakları üzerin-de durmalarını sağlamaktır.

Liberal ekonomi gereği özelleştirme gerekçesiyle elden çıkarılan dev fabrikaları satın alanlar, aldıkları fabrikaları çalıştırmaktansa çok değerli olan arsala-rından rant elde etmenin yolunu seçtiler. Fabrikaları kapatıp çalışanları kapı önüne koydular. Bu yüzden işsiz oranında çok büyük artış oldu. Bir de dünyayı saran ve bizi teğet geçecek dedikleri ekonomik kriz de eklenince işsiz sayısı on iki milyona ulaştı. Bu sayıyı dört ile çarptığımızda kırk sekiz milyon insa-

Neler Oluyor?

“CHP'ye oy veriyorduk; çünkü Atatürk

devrim ve ilkelerine ondan başka sahip

çıkacak başka bir parti göremiyorduk.

Peki, bu durum karşısında ne

yapmalıyız?”

Sayfa 83 Sayı 12

Page 84: Politika Dergisi Sayi 12

nımızın aç olduğunu görürüz. Zira bizde halen aile-nin geçim kaynağı olan erkektir. Elli milyon kişiye yaklaşan bu insanlarımızı bu açlık çemberinden yapılan yardımlar kurtarabilecek mi? Böyle bir şey olabilir mi? Bu durumun en acı tarafı bu insanların seçim sonrasında unutulacak olmalarıdır. Bir daha-ki seçime kadar, onların varlığını kimsenin anımsa-yacak olmamasıdır.

Ülkemizi kara bir bulut gibi saran ve insanlarımı-za nefes almayı bile çok gören bu kötü gidişe nice aydın insanımız ‘uyan ey Türk insanı, uyan’ diye haykırmak istese de sesini duyurması olası mı? Hangi yazılı ve görsel basın bu haykırışa yer ver-mek ister? Verseler de kim okur, kim izler? Đnsanla-rımız ceplerinde üç kuruşları bile yokken yarışma programlarına katılıp havadan para kazanma umu-duyla sabahtan akşama kadar telefonlarının başın-dan kalkmıyorlar. Bir gözleri televizyonda, bir göz-leri de bir türlü düşürmek istedikleri numarayı dü-şüremedikleri telefonlarında. Onlara göre ‘böyle

gelmiş, böyle gider’ bir dünya olunca akıla ve man-tığa ne gerek var? Yöneticiler nasıl olsa bir umar bulurlar. Bulamazsalar sonumuz ne olur diye düşü-nen bile yok. Öyle olmasaydı işsizlik yüzünden içi-ne düştükleri yokluk girdabına rağmen en önemli tüketim mallarına yapılan zamlara tepki göstermez-ler miydi? Hani nerede o tepki? Doğalgaza yüzde yetmiş iki zam yapanlar, yüzde on yedi indirimle akıllarınca gönül alıyorlar. Ne yazık ki insanlarımız da bu oyuna kanıyorlar. Kanınca da zamların ardı arkası kesilmiyor.

[email protected]

Sayfa 84 Politika Dergisi

ÇIZIKTIRMAK IRMAK IRMAK IRMAK / Irmak ATABERK/ Irmak ATABERK/ Irmak ATABERK/ Irmak ATABERK

HER

REN

KT

EN E

MPERY

ALĐ

ZM

[email protected]

Page 85: Politika Dergisi Sayi 12

Sayfa 85 Sayı 12

Kültür—Sanat Yazarlarımız:

> Ayşegül ĐNAN

> Ece ERDAĞ

Page 86: Politika Dergisi Sayi 12

P—Film: Seçkiler

Sayfa 86 Politika Dergisi

Page 87: Politika Dergisi Sayi 12

CEM KARACA ALBÜMLERĐ (45’likler hariç)

1973- Kardaşlar - Apaşlar (Türkofon VELP 6503)

1974- Cem Karaca (Apaşlar , Kardaşlar , Moğollar ve Ferdy Klein Orkestrası) (Yavuz LP 1006)

1975- Nem Kaldı (Yavuz LP 1012)

1977- Parka (Yavuz LP 1019)

1977- Yoksulluk Kader Olamaz (Yavuz LP 1021) (Dervişan)

1978- Safinaz (Gönül GPLP10)(1994)

1980- Hasret (Türküola 1289)

1982- Bekle Beni (Türküola)

1984- Die Kanaken (Plane RC 0972-88375/76)

1987- Merhaba Gençler Ve Her Zaman Genç Kalanlar

1988- Töre (Emre HE 579) (Oğuz Abadan Orkestrası)

1990- Yiyin Efendiler (Özbir 032)

1992- Nerde Kalmıştık ? (Marşandiz 083)

1997- Ağır Roman (O.S.T)

1999- Bindik Bir Alamete... (MajörMüzik 21550)

2004- Hayvan Terli (DMC)

BARIŞ MANÇO ALBÜMLERĐ (45’likler hariç)

1975 - 2023 (Yavuz Plak)

1976 - Baris Mancho (C.B.S. Disques)

1979 - Yeni Bir Gün (Yavuz ve Burç Plakçılık)

1981 - Sözüm Meclisten Dışarı (Türküola)

1983 - Estağfurullah... Ne Haddimize! (Türkola)

1985 - 24 Ayar (Emre Plak)

1986 - Değmesin Yağlı Boya (Emre Plak)

1988 - 30 Sanat Yılı Ful Aksesuar Manço - Sahibinden Đhtiyaçtan (Emre Plak)

1989 - Darısı Başınıza (Yavuz ve Burç Plakçılık)

1992 - Mega Manço (Emre Plak)

1995 - Müsaadenizle Çocuklar (Emre Plak)

BÜYÜK USTALARI SAYGIYLA ANIYORUZ,

RUHLARI ŞAD OLSUN...

Türk Rock’ının Şubat Matemi

Sayfa 87 Sayı 12

CEM KARACA BARIŞ MANÇOCEM KARACA BARIŞ MANÇOCEM KARACA BARIŞ MANÇOCEM KARACA BARIŞ MANÇO (5 Nisan 1945 (5 Nisan 1945 (5 Nisan 1945 (5 Nisan 1945 ---- 8 Şubat 2004) (2 Ocak 1943 8 Şubat 2004) (2 Ocak 1943 8 Şubat 2004) (2 Ocak 1943 8 Şubat 2004) (2 Ocak 1943 ---- 1 Şubat 1999) 1 Şubat 1999) 1 Şubat 1999) 1 Şubat 1999)

Page 88: Politika Dergisi Sayi 12

P—Kitap: Yeni Çıkanlardan

Ortadoğu'da zor günler yaşayan ve Büyük Ortadoğu Projesi'nin askıya alan Amerika Birleşik Devletleri, "Yeni Büyük Oyun"u tekrar Avrasya'ya ve Avrasya'nın merkezi konumunda olan Orta Asya-Kafkasya eksenine taşımanın peşinde...

Nitekim, Karadeniz-Kafkasya-Hazar ve Afganistan-Pakistan-Hindistan ekseninde yaşanan son gelişmeler, bunun birer göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla, Avrasya bölgesi bir kez daha yoğun bir güç mücadelesine sahne olacağının güçlü sinyallerini veriyor.

Peki, ABD niçin "Yeni Büyük Oyun"u tekrar Avrasya bölgesine taşımak istiyor? ABD'nin bu yeni stratejisi bölge devletleri tarafından nasıl algılanıyor? Bölge güçleri Rusya, Çin ve Đran tüm bu gelişmelerin neresinde yer alıyorlar ve her şeyden önemlisi bu yeni süreçte Türkiye'nin yeri nedir ve nasıl bir politika izlemelidir? Bu noktada Türk Avrasyası ne anlama taşımaktadır?

Bu çalışma, yukarıdaki sorular çerçevesinde "Yeni Büyük Oyun"u, küresel güç mücadelesinde Avrasya'nın değişen jeopolitiği kapsamında konunun değerli uzmanlarıyla en güncel biçimiyle irdelemeye çalışmaktadır.

Sayfa 88 Politika Dergisi

“Fidel, Şu anda aklıma çok şey geliyor. Seninle Meksika'da Kübalı devrimcinin evinde tanışmam, bana sizinle gelmemi teklif etmen, Sierra Maestra'da yaşadığımız tehlikeli anlar. Zafer yolunda çok sayıda yoldaşımızı kaybedişimiz. ...

Bugün artık daha olgun olduğumuz için bize bir sürü şey daha az dramatik geliyor. Oysa olaylar kendini tekrarlıyor. Ben de kendimi Küba Devrimi'ne bağlayan görevimi tamamlamış olduğumu hissediyor ve sana, bütün yoldaşlara, artık benim de olan halkına veda etme vaktinin geldiğini düşünüyorum.

Şimdi dünyanın başka ülkeleri de benim mütevazı çabalarımı talep ediyorlar. Küba'nın başında olma sorumluluğun nedeniyle sana yasak olan şeyleri ben yapabilirim. Ayrılma zamanı geldi çattı artık. ... Eğer son saatim beni başka bir gökyüzü altında bulacaksa, son düşüncem bu halk ve özellikle sen olacaksın. Zaten nerede olursam olayım, her zaman sırtımda Kübalı bir devrimci olmanın sorumluluğunu hissedeceğim ve bu sorumluluğa uygun davranacağım. Seni bütün devrimci ateşimle kucaklıyorum. Che.”

CHE’LĐ ANILAR Fidel Castro Agora Kitaplığı Şubat 2009

YENĐ BÜYÜK OYUN Avrasya'nın Deği-şen Jeopolitiği M. Seyfettin Erol Barış Yayınevi Ocak 2009

Page 89: Politika Dergisi Sayi 12

Özetleyen: Sevda EĞER

II

ULUSAL BAĞIMSIZLIĞIMIZIN ALTIN ANAHTA-RI:

ÖZGÜRLÜK VE BĐLĐM

1. KARA GÜNLERĐMĐZĐ AK EDEN YĐĞĐT

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı için Mustafa Ke-mal’i anlamak; resimlerini asmak, dış görünüşünü tasvir etmekten ibaret değildir. Bu, yanılgıların en büyüğüdür ve Cumhuriyeti zayıf düşürmeye çalı-şanların oyunlarına alet olmakla eşdeğerdir. Cum-huriyet’in kurumlarını ve toplumsal içeriğini anla-manın yegane yolu olan Mustafa Kemal’i tanımak, kendi ifadesiyle; duyduklarını duymak, gördüklerini görebilmekten geçmektedir.

Cumhuriyet, kurumları ve toplumsal içeriği ile Avrupa devletlerini kıskandıracak nitelikte bir dona-nıma sahiptir. Devlet ve hukuk düzeni, aile ve eği-tim düzeni, kent ve ulaşım düzeni, güzel sanat an-layışı ve daha birçok konuda, henüz sömürgeciliği üzerinden atamamış gelişmiş toplumlardakilere kıyasla çok daha yaşanabilir niteliktedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Mustafa Kemal, duygu ve düşünceleriyle anlaşılmak zorundadır. Ortak akıl ve düşünce birliğinin sağlanması ve Cumhuriyet’in özümsenmesi, ancak bu yolla olur. Şöyle bir Osmanlı’dan kalan mirasa bakarsak; yıl-larca süregelmiş saltanat baskıcılığı, hele son za-manlarında yıkık bir hâl almış, eğitimden yoksun, sanattan yoksun bırakılmış çaresiz halkın diline Ziya Paşa adeta tercüman olmuştur:

“Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, keşaneler gör-düm,

Dolaştım mülk-ü islamı, bütün viraneler gördüm.”

Ekonomik, yargısal ve kültürel işgal anlamına gelen “Genel Borçlar Yönetimi (Düyun-u Umumiye Đdaresi)” ve “kapitülasyonlar”, “devletin üstünde bir devlet” konumuyla kendi içinde askerî güç kullan-ma yetkisine kadar donatılmış durumdaydı. Bu işgal I. Dünya Savaşı sonrasında askerî işgale dö-nüştü ve imzalanan Sevr Anlaşması ile Anadolu’-daki Türk varlığına adeta son verilmek istendi. Mustafa Kemal işte bu zor günlerde kendinde bul-duğu güç ve güvenle harekete geçti. Peki nasıl? Bu gücü nereden alıyordu? Hangi nitelikleri onu bu

kadar güçlü ve cesur kılıyordu?

Beslenmesi eksik, giysileri pırtılardan oluşan kü-çücük orduyu, iç savaşları bastıran, büyük devletle-rin beslediği Yunan ordusunu kovup ülke toprakları-nı işgalden kurtaran, Đngiliz Đmparatorluğu’na ve işbirlikçisi öbür devletlere kendi koşullarını kabul ettiren tüm Avrupa’yı etkileyen bir orduya dönüştü-ren Mustafa Kemal, bu görkemli başarısını hangi özelliklerine borçluydu?

Türk toplumunu Ortaçağcıl kurum ve anlayışlar-dan arındıran, devleti, eğitimi, dili, yazısı, felsefesi ile tüm ileri medeniyetlere örneklik edecek bir de-ğerde ilkelere dayalı bir devrimi hangi nitelikleriyle başarmıştır?

Bütün bunların geçerli, yeterli ve tutarlı olması, etkin bir zeka olan Mustafa Kemal’in varlığıyla mümkün oldu. Öyleyse Türkiye Cumhuriyeti’ni son-suza değin koruyup savunabilmek için Mustafa Ke-

Cumhuriyet Çınarı—2. Bölüm

“Cumhuriyet, kurumları ve toplumsal

içeriği ile Avrupa devletlerini

kıskandıracak nitelikte bir donanıma

sahiptir. Devlet ve hukuk düzeni, aile ve

eğitim düzeni, kent ve ulaşım düzeni,

güzel sanat anlayışı ve daha birçok

konuda, henüz sömürgeciliği üzerinden

atamamış gelişmiş toplumlardakilere

kıyasla çok daha yaşanabilir

niteliktedir.”

Sayfa 89 Sayı 12

Page 90: Politika Dergisi Sayi 12

mal’in düşünce yapısını tanımak şarttır.

2. YAŞAMDA EN DOĞRU YOL GÖSTERĐCĐ BĐLĐMDĐR!

A. ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCE YAPISININ BĐLĐM-SEL YÖNTEMĐN GEÇERLĐLĐK ĐLKESĐNE DAYA-LI OLUŞU

Mustafa Kemal’in başarısındaki temel güç, “bilimsel düşünce yapısına sahip oluşu”dur. Dâhili-ğinin ve başarısının temelinde; nesnel, araştırıcı, sorgulayıcı ve çok iyi tanımlanmış kavramlara da-yalı olması bulunmaktadır.

Çocukluk dönemlerine bakarsak; Selanik gibi özgür düşüncenin, felsefenin ve sanatın kolayca ulaşılabildiği bir kentte büyümesi ve babasının “mahalle mektebi” yerine, daha modern olan, Şem-si Efendi Đlkokulu’na göndermiş olması yaşamının başlıca dönüm noktalarındandır. Ailesinin gerçek anlamıyla halktan gelmesi ve eğitim öğretime ver-dikleri değer, Mustafa Kemal’in bilimsel ölçülere uygun bir kafa yapısına bürünmesini sağlamıştır. Sonrasında Manastır ve Đstanbul gibi Avrupa kent-lerinde eğitimini sürdürmesi, bilimsel düşünce yapı-sını geliştirmesinde dayanak olmuştur. Bir yandan askeri eğitim alırken, diğer taraftan yabancı felsefe ve bilim kitapları okumaya devam etmiş, Abdülha-mit’in sansüre dayalı baskıcı idaresi Mustafa Ke-mal’de ‘özgürlük’ tutkusunu bilemektedir. Henüz 21 yaşında genç bir subayken uykuları kaçmaya baş-lamıştır.

Mustafa Kemal’in, Türk Devrimi’nin tüm progra-mını daha II. Meşrutiyet’ten önceki subaylık yılla-rında yaptığını, Bulgar Türkolog Manolof’a söyledi-ği şu sözlerden anlayabiliriz:

“Bir gün gelecek, ben, hayal sandığınız bütün bu

devrimleri yapacağım. Mensup olduğum ulus bana inanacaktır… Bu ulus gerçeği görünce arkadan duraksamasız yürür, dava uğrunda ölmesini bilir. Saltanat yıkılmalıdır; devlet yapısı türdeş bir öğeye dayanmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalı, Doğu uygarlığından benliğimizi sıyırarak Batı uy-garlığına aktarılmalıyız. Kadın ve erkek arasındaki farklar silinerek yeni bir toplumsal düzen kurmalı-yız. Batı uygarlığımıza girmemize engel olan yazıyı atarak, Latin kökünden bir alfabe seçmeliyiz. Đnanı-nız ki bunların hepsi bir gün olacaktır.”

Nitekim Kurtuluş Savaşı’ndan sonra da yakınları-na:

“Ben bu konuları daha gençliğimden beri düşü-nen bir insanım. Eğer size bu konuları yeni düşün-meye başladığımı söylersem inanmayınız.” diye-cektir.

a. ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCE YAPISINDA ‘DOĞRUYA BAĞLILIK’

“Gerçekleri söylemekten çekinmeyiniz!” Atatürk-’ün Türkiye Cumhuriyeti kurumlarına temel olan ilkelerinden biri budur. Orduyu iç politikaya bulaştır-dığı için Đttihat ve Terakki yönetimine karşı çıkması-nın nedeni de budur.

Cumhuriyet öğretmenlerinden daima ‘düşüncesi özgür, vicdanı özgür, kültürü özgür’ kuşaklar yetiş-tirmelerini istemiştir.

1928 yılında bir halk bahçesinde bira ve rakılarını içmekte olanlar, geleneksel anlayışla içkilerini ma-sanın altında tutmaya çalışınca; Mustafa Kemal, elinde içki bardağı, ayağa kalkar ve halka şu sözleri söyler:

“Sevgili yurttaşlarım! Eskiden bunun yüz katını, gizli gizli çöplüklerinde içen sahtekarlar vardı. Ben o sahtekarlardan değilim. Ulusumun şerefine içiyo-rum.”

Đnsanları baskı yönetimi ve bunun yol açtığı iki-yüzlülük aşağılığından kurtarmak hedefiyle söyle-nen bu sözlerde “korkutmaya dayalı bir ahlakın, ne bir erdem ne de güvenilir, yani uygulanabilir bir ah-lak olmadığını” yurttaşlara anlatıyordu.

b. ATATÜRK DÜŞÜNCESĐNDE ARAŞTIRICILIK ĐLKESĐNE UYGUNLUK

Kuramlar insan hizmetine sunulurken, o yer ve zamanın özel koşullarına önemle eğilmek gerekir. Kitaplardaki genel bilgilerle yetinilmemelidir. Musta-fa Kemal, Söylev’inde geçen şu sözlerle bilim kav-ramındaki yetkinliğini göstermektedir:

“Ulusumuzun maddi ve manevi gelişme gereksi-

“Gerçekleri söylemekten

çekinmeyiniz!” Atatürk’ün Türkiye

Cumhuriyeti kurumlarına temel olan

ilkelerinden biri budur. Orduyu iç

politikaya bulaştırdığı için Đttihat ve

Terakki yönetimine karşı çıkmasının

nedeni de budur.

Sayfa 90 Politika Dergisi

Page 91: Politika Dergisi Sayi 12

nimleri doğrultusunda, işlem ve eylemlerimizle, sözlerin ve kuramların önünde gitmeyi tercih ettik.”

Mustafa Kemal’e göre; akıl gözüyle görmek, ku-ramsal bir bilgiyle olur. Genel kurallarla oluşturul-muş akımları uluslara dayatmak büyük yanlışlar getirir ve çok geçmeden yönetimler üzerinde deği-şiklikler yapılması kaçınılmazlaşır:

“Bir ulus için mutluluk olan bir şey, bir başkası için yıkım getirebilir. Aynı neden ve koşullar birini mutlu etmesine karşın, öbürünü mutsuz kılabilir. Onun için bir ulusa gideceği yolu gösterirken dün-yanın her türlü biliminden, buluşlarından, ilerleme-lerinden yararlanalım; ama unutmayalım ki asıl temeli kendi içimizden çıkarmak zorundayız.”

c. ATATÜRK’ÜN DÜŞÜNCESĐNDE SORGULA-YICILIK ĐLKESĐNE UYGUNLUK

Devlet adamlarının, kamu yöneticilerinin her yap-tıklarının kamusal denetime, incelemeye, eleştiriye açık ve sorumluluğunu üstlenmeye hazır olması zorunluluğu vardır. Atatürk daima “en iyi bildiği şeyi bile yeri geldiğinde yeniden irdelemek, aynı konu-yu inceleyen başkalarına danışmak” ilkesine bağlı kalmıştır:

“Bir kararım varken neden onu hemen uygulamı-yorum? Hemen söyleyeyim ki ciddi ve ağır bir ka-

rar, bir kez uygulanmaya başladıktan sonra, ‘ah keşke şu yanını da düşünmüş olsaydım! Belki baş-ka bir çözüm bulunurdu; yeniden bunca kan dök-meye gerek kalmazdı’ gibi duraksamalara yer kal-mamalıdır. Böyle bir duraksama, karar sahibinin vicdanında sürekli kanayan bir yara olur ve onu yaptığının doğruluğundan da şüpheye düşürür.”

ç. KAVRAM KARGAŞASINDAN ARINMIŞ DÜ-ŞÜNCE

Atatürk, Türk toplumunu özellikle kültür ve uygar-lık, demokrasi ve laiklik, özgürlük ve hoşgörü gibi tüm temel konularda kavram kargaşasından kurta-racak açıklıkta ve demokratik içerikte tanımlar getir-miştir.

Atatürk ilke ve devrimleriyle iç içe olan bu kav-ramlar, devletin, ailenin, kültür, eğitim ve ekonomi-nin üstün değerlerle oluşumunun başlıca dayanak-larıdır.

3. CUMHURĐYET ÖNCESĐNĐN DÜŞÜNCE OR-TAMI

Osmanlı Devleti’nin başlıca çöküş nedenlerini; kimileri çok ulusluluğuna, dinsel baskıcılık ve salta-nat özelliklerine bağlamaktan kaçınarak, yüzeysel

Sayfa 91 Sayı 12

Page 92: Politika Dergisi Sayi 12

ve yarım önlemler önermiştir. Bunlar dört düşünce akımından oluşur: Yenilikçi akım, baskıcı ve katı Đslamcı akım, ılımlı Đslamcı akım ve Türkçü akım.

Ancak bazen çok yerinde tanılar da görülmüştür. Örneğin; Đbrahim Müteferrika’nın “Usul-ül Hikem Fi Nizam-ıl Ümem” yani “Halkların Yaşam Düzeninde Bilimsel Yöntem” adlı eseri bunlardan biridir. Eser-de, Batı uygarlıklarının devlet yönetimlerini eskiden olduğu gibi dinsel inançlara değil “akıl”a dayandır-dıklarını, akıl yoluyla geliştirdikleri araç ve yöntem-lerle karşı durulmaz güçlü ordular kurabildiklerini yazıyordu. Bu saptama, yönetimlerin akla ve bilime dayandırılması gerektiğini ifade eden bir uyarıydı aslında. Ancak bir düşünce akımına dönüşemedi. Zaten Osmanlı’nın gerici idare anlayışı müspet akıl ve bilime dayalı bir yenileşmeye elverişli değildi. Ancak Đstanbul’un fethinden sonra bu tarz devletler yavaş yavaş çağ dışına itilmeye başladı. Artık ulu-sal devletler ve ulusal ekonomiler dönemi açılmak-taydı. Osmanlı’nın bu çağdışı ve çok uluslu yapısı, onun yalnız basım makinesinin değil, tümüyle Rö-nesans ve dinde düzenleme devrimlerinin ve coğ-rafi keşiflerin dışında kalmasına neden oldu.

Feodal yapısını korumakta direten Osmanlı Dev-leti, sömürgeci Batılılarla işbirliğine başladı. 1838’de Đngiltere ile yapılan Ticaret Sözleşmesi, Osmanlı Devleti’ni yıllarca hammadde satıp, işlen-miş madde satın alan bir ülke hâline getirdi. Đngiliz-lerin sanayi ürünleriyle yarışamayan yerli esnaf, birer birer kepenk kapatmaya mecbur oldu. Tabii bu sömürgeci ortamda destekli bir karşı akım da çıktı. Mustafa Sami’nin “Avrupa Risalesi” adlı eseri buna bir örnektir. Eserde Avrupa’nın bilimin ve ak-lın sayısız olanağından faydalandığını; ancak Os-manlı’nın da acilen aynı yöntemlerle bilime yönel-mesi gerektiğini vurgulamaktaydı. Sadık Rıfat Paşa da benzer görüşlerle “Avrupa’nın Ahvaline Dair” kitapçığında Avrupa’nın bilim anlayışını takdir et-mekte, benzer girişimlerde Osmanlı’nın özgürlükçü olması gerektiğini vurgulamaktaydı.

Bütün bunlara karşın, gerici akım da tüm hızıyla sürmekteydi.

A. ĐKĐNCĐ MEŞRUTĐYET: “OSMANLININ YIKI-LIŞ YILLARI”

Değişim ve yenilik taraftarı olanlar ile buna karşı olanlar tam olarak kutuplaşmıştı. Yenilikçi fikirleri reddedenler “Sebilürreşad” ve “Volkan” dergileri ile düşüncelerini yayıyorlardı. Bunlar baskıcı din anla-yışıyla hareket edenlerdi. Bir de baskıcı din anlayı-şında olmayan yenilik karşıtları vardı ki onların ya-yın araçları “Đçtihad” ve “Yeni Mecmua” idi. Bu ara-da ulusçuluk akımının Araplar arasında yayılması Türkler arasında başka bir akım oluşturmasına sebep oldu. Ziya Gökalp’in önderliğinde kurulan

Türkçülük akımı, “Türk Yurdu” dergisi aracılığıyla sesini halka duyurmaya başladı. Celal Nuri tarafın-dan kurulan “Đleri” dergisi ise yenileşmecilerin sesi olarak yayınlarını sürdürüyordu.

B. DĐNSEL BASKICILIK AKIMI

Baskıcı dinsel akım, toplumun değişmeye açık yasalarla değil; Tanrı’nın buyruklarıyla yönetilme-sinden yanaydı ve bu hâliyle aslında; demokrasi, bilimsel düşünce ve egemenlik ilkesinin düşmanı sayılırdı.

Baskıcı olmayan Đslamcı akım, laikliği ve demok-ratik yönetimi reddetmektedir. “Halifelik ve saltanat var olmalıdır; ancak dini kurallar zaman içinde deği-şikliğe uğrayabilmelidir. Bu durum zaten kaçınıl-mazdır” ilkesiyle hareket etmekteydi.

C. TÜRKÇÜLÜK AKIMI

Osmanlı Devleti, yıllarca “peygamberin ulusudur” düşüncesiyle Araplara ayrıcalıklı davranmıştır. An-cak kendisine asıl dayanak olan Türkleri hep küçük görmüş ve aşağılamıştır. Osmanlı’nın resmi tarihçi-si olan Naima bile Türklerden, Etrak-ı Đdrak (Anlayışsız Türkler) veya Etrak-ı na-pak (Pis Türk-ler) olarak söz etmiştir.

Osmanlı’nın yıkılmaya yakın değerini fark ettiği Türkler, bu dönemde “Türkçülük Akımı”nı başlattı; fakat bu oluşumdaki amaç, Anadolu Türkleri değil, genel olarak Türklük idi. Anadolu ve Rumeli’deki Türk halkının demokratik bir ulusal toplum olarak

Sayfa 92 Politika Dergisi

Page 93: Politika Dergisi Sayi 12

örgütlenmesi değildi. Osmanlı’nın varlığını sürdür-mekti amaç. Ziya Gökalp’e göre kültür ile uygarlık farklı şeylerdi. Dinsel inançların sürmesi, ancak ulusun kendi dilinde yani Türkçe sürdürülmesi ta-raftarıydı. Gericilik ve baskıcılığı reddediyordu. Ancak bunların yanı sıra, “halkı ‘uyruk” sayıp ayrı-calıklı bir yönetici sınıf oluşturmak, ülke yönetimini yazılı yasalar yerine “devletlü vali paşaların” takdi-rine bırakmak, meclisin yetkisini yeniden saltanata ve Enderun hizmetlilerine aktarmak, yeni ordu dü-zenini kaldırıp yeniçeri ve sipahi ocakları durumu-na sokmak, adliye mahkemelerinin yerine tekrar “Divan”ı getirmek, üniversiteyi kaldırıp medreseyi yeniden diriltmek de fikirleri arasındaydı…

Ç. YENĐLĐKÇĐ AKIM

Öncü temsilcisi Celal Nuri olan bu akıma göre Osmanlı’nın saltanat ve hilafetçi yönetimi devam etmekle beraber; düşünce, hukuk, aile, eğitim gibi alanlarda günün bilim ve felsefe olanaklarından yararlanılmalıydı. Bunların yanı sıra dinsel inançlar da yenileşmenin dışında kalmamalıydı.

Sonuçta birçok düşünce akımı görülmekle bera-ber, hiçbirinin saltanat ve hilafetten bağımsız bir çare üretemedikleri gözle görülmektedir. Tüm kur-tuluş çabaları her koşulda hilafetin ve saltanatın devamlılığının etrafında gelişmiştir.

D. KÜLTÜR VE UYGARLIK AYRI ŞEYLER MĐ-DĐR?

Uygarlık ve kültür birbirinden ayrılamaz bir bü-tündür. Tarihte gerçekleşen reformlar, Rönesans, coğrafi keşifler uygarlık için yapılmış köklü kültürel gelişimlerdir. Uygarlığı geliştiren bilim ve akıl, kül-türle birbirine paralel ilerlemektedir.

Otomobil, tren, uçak yapabilen bir toplumun, aynı düzeyde hukuk, aile, eğitim, devlet, ahlak gibi ma-nevi öğeler bakımından da diğer geri kalmış top-lumlardan farkları vardır. Bunu gerici düşüncede olanlar anlayamadılar.

E. YANLIŞ SUNULAN JAPON ÖRNEĞĐ

Uygarlık ve kültürün farklı şeyler olduğunu savu-nanlar, örnek olarak Japonya’yı göstermektedir. Japonya bir ada toplumudur. Dolayısıyla tarihi bo-yunca çok az savaş görmüş ve bu sayede kültürel yapılanmasında uzun yıllar kesintiye uğramamıştır. Tarımı oldukça ilerlemiş, 19. yy. ortalarında da feo-dal yapısı çözülmeye başlamıştır; ancak sanayi aşamasına geçmede Avrupa’nın gerisinde kalmış-tır. Yönetimlerin değişmesi ve sanayileşmede farkı kapatma uğraşları ülke içinde özgürlükten, ülke

dışında ise barıştan tamamen uzaktı. Japonya’nın sanayileşmesinin yükünü, sömürgesi olan Kore ve Çin çekmekteydi. Çok geçmeden atom bombası ile sarsılan Japonya, ABD’ye kayıtsız şartsız teslim olmakla kalmamış; Amerika’nın General MacArthur’a hazırlattığı anayasa da kelimesi keli-mesine Japonya’ya kabul ettirilmiştir. Bu Anayasa-ya göre, okullarda her türlü din eğitimi kaldırılmıştır.

Görüldüğü gibi Japonya’nın Batıdan sadece bilim aldığı ve kültürel bir kayba uğramadığı savı gerçek dışıdır.

(Prof Dr. Özer OZANKAYA, CUMHURĐYET ÇI-NARI - Mustafa Kemal’i “Atatürk” Yapan Uygar-lık Tasarımı; Bölüm 2)

Diğer Sayıda:

III. SAKARYA’DA ĐKĐ KILIÇ: TAM BAĞIMSIZ-LIK VE SÖMÜRGECĐLĐK

1. AVRUPA’DAKĐ GELĐŞMELER

2. KURTULUŞ SAVAŞI VE ATATÜRK DEVRĐM-LERĐ:

SÖMÜRGECĐLĐĞĐ YENMENĐN MODELLERĐ

[email protected]

[email protected]

“Sonuçta birçok düşünce akımı

görülmekle beraber, hiçbirinin saltanat

ve hilafetten bağımsız bir çare

üretemedikleri gözle görülmektedir.

Tüm kurtuluş çabaları her koşulda

hilafetin ve saltanatın devamlılığının

etrafında gelişmiştir.”

Sayfa 93 Sayı 12

Page 94: Politika Dergisi Sayi 12

Ayşegül ĐNAN

Farklı diyarlar vardır, birbirinden habersiz farklı suretleri ile dünyaya gülümseyen. Ağlayan, isyan eden, coşan, seven, sevilen… Đnsana dair her şeyi yaşamaya heves eden… Đşte bunlar, insana dair her şey, yaşanmışlıklar, benzer öyküler ortadan kaldırır tüm bu farklılıkları… Dertler vardır, sıkıntılar vardır. Acılar gecenin karanlığı kadar gerçektir. Ve de başları kaldırıp bakılan simsiyah gökyüzü kadar aynıdır. Yıldızları seyredip umudu aramak kadar da… Tıkılıp kaldığı ufacık dünyasına isyan edebi-len ya da sadece isyan etmeyi arzulayan o kadar çok çehre vardır ki yeryüzünde, bir coğrafyadan diğerine yayılan… Çığlık aynıdır. Aynı sessizlikte aynı dalgın bakışlarda gizli… Đspanyol yazar Federico Garcia Lorca’nın yazdığı “Bernarda Alba’nın Evi” Engin Alkan’ın mükemmel rejisiyle dağıtıyor tüm o dalgın bakışları. Ve bizleri yaşadığımız coğrafyadan bambaşka diyarlara gö-türüyor tanıdık hikayesiyle… Ve tabii ki baskıların doğurduğu tüm o suskunlukların sonunu getiriyor içimizde büyüttüğü kendi sesimizle. Đlk kez 7 Kasım 2007’de Üsküdar Kerem

Yılmazer Sahnesi’nde seyirci karşısına çıkan oyun, bu sezon yeniden Şehir Tiyatroları sahnesinde. Đlk sezon Bernarda rolüyle izlediğimiz ve Haziran 2008’de kaybettiğimiz Ayça Telırmak’ın anısına yeniden saygıyla… Federico Garcia Lorca’nın son yazdığı eseri olan oyunda, Bernarda Alba’nın kocasının ölümünün ardından sekiz yıl yas ilan edişi ve bu dönemde beş kızı üzerinde uyguladığı despot yönetimin anlatıl-masından yola çıkarak; toplumsal ve dinsel baskıla-rın kişileri nasıl büyük felaketlere götürebileceği çarpıcı bir şekilde anlatılıyor.

P—Tiyatro: Bernarda Alba’nın Evi

Sayfa 94 Politika Dergisi

Page 95: Politika Dergisi Sayi 12

Oyun, yapısı itibariyle ağır bir oyun olmasına rağmen, metnin akıcılığı ve başarılı rejisiyle izleyi-cinin sonuna kadar oyunun içinde kalmasını sağla-yabiliyor. Özellikle Engin Alkan’ın rejide oyunu ev-rensel boyutta ele alması, seyirciye “Evet bu benim duyduğum, evet bu benim gördüğüm, evet bu be-nim yaşadığım!” dedirtiyor belki de. Toplumsal konuları eserlerinde yansıtan Lorca, özellikle kadınlar üzerindeki töre baskısını dile ge-tirmektedir. Aynı zamanda, döneminin siyasi kao-sunu eserlerindeki karakterleri ile özdeşleştirme-siyle de ciddi mesajların yerine ulaşmasını en iyi şekilde sağlamaktadır. Bu oyunda da ülkesinin, insanını yoran o boğucu atmosferini, kızları üzerin-de ciddi bir baskı kurmuş bir anneyle özdeşleştire-rek yine başarılı bir şekilde anlatmıştır. Başkalarının ne düşüneceğini gereksiz bir şekil-de fazlaca önemseyen, kızlarını eve kapatan, onla-ra adeta insani tüm duyguları, arzuları yasaklayan, bu şekilde belki de aşkın bile ne demek olduğunu onların öğrenememesine neden olan Bernarda; o çok övündüğü değerlerinin bir gün gözünün önün-den nasıl yok olup gittiğini görecek, daha da kötü-sü; bunu anlaması ancak evladını kaybetmesiyle mümkün olacaktı. Oyunun en can alıcı sahnelerin-den biridir belki de Adela’nın yıldızları seyrederken başını annesinin dizlerine yaslamak istemesi ve Bernarda’nın iterek onu uzaklaştırması. Ve Adela’nın hayal kurarkenki o güzel yüzünün gün-den güne daha çok solmaya başlaması… Başında sevme güdüsünü belki de gereksiz bulmuş, kural-larla yaşamış, kızının sevgi dolu gözlerinde bile umudu yakalayamamış, aşkı ayıplamış bir anne varken; ne kadar da olası bir durum değil mi? Kız-larının tüm bastırılmış duygularını tek bir erkeğe hapsetmesi bir tesadüf değildir bu yüzden, belki de… Farklı çığlıklar duymaktayız yani oyunda… Aynı hikayeden yola çıkan farklı çığlıklar…

Oyunda birkaç dikkat çekici nokta daha var ki, bunlardan bir tanesi; akıldan yoksul büyükannenin beş kızın da duygularına tercüman olması, her se-ferinde onların söyleyemediklerini haykırması, ama yine her seferinde “deli” damgasını yiyip susturul-ması. Ve oyunun birçok yerinde gördüğümüz dilen-ci kadının “dış dünya”nın sesi olması… Adeta dışa-rıda olup biteni duyurması. Oyun içerisinde güzel ve ince denilebilecek ayrıntılardan… Martirio rolündeki Özlem Türkad’a üç farklı yerde önemli ödüller kazandırmış oyun, oyunculuklarıyla da gerçekten göz dolduruyor. Sahne geçişleri, kos-tümler, dekorun kullanımı; oyunun ahengini arttıran önemli faktörler. Bu oyunu izlemek, belki de bir anlamda “Geri dön yüreğim…” diyen kadınların isyanını görebilmek, şahit olduğumuz töre cinayetlerine bir kez daha lanet yağdırmak ve insana ait tüm o güzel duyguları büyük bir erdemle taşıyabilmenin ne denli önemli olduğunu anlayabilmek adına, aşkın insan üzerin-deki etkisini yeniden keşfedebilmek adına ve gök-yüzüne bakarken hayallere dalan o insanların göz-lerinde nasıl da ışıl ışıl bir dünya oluşturduğuna şahit olabilmek adına gerçekten izlenmeye değer… Đyi seyirler…

*** Yazan: Federico Garcia Lorca Çeviren: Hale Toledo Yöneten: Engin Alkan Dramaturg: Sinem Özlek Dekor Tasarımı: Ayhan Doğan Kostüm Tasarımı: Nihal Kaplangı Işık Tasarımı: Özcan Çelik Efekt Tasarımı: Can Đşitmen Oyuncular

Sayfa 95 Sayı 12

- Mutlu olmam gerekiyor; ama değilim… - Aynı şey…

Page 96: Politika Dergisi Sayi 12

Maria Josefa: Bercis Fesci Hizmetçi: Hülya Arslan Dilenci Kadın: Oya Palay La Poncia: Sevil Akı Bernarda: Hale Akınlı Adela: Yeliz Gerçek Martirio: Özlem Türkad Amelia: Ayşen Çetiner Angustias: Elçin Altındağ Magdelena: Neslihan Öztürk Sanat Teknik Müdürü: S. Volkan Sağırosmanoğlu Asistanlar: Nagehan Erbaşı, Yeliz Gerçek Dekor Tasarım Asistanı: Cihan Aşar Kostüm Tasarım Asistanı: Hacer Duran Butafor: Bahri Đridağ, Ferdi Alptekin Işık Uygulama: Sabahattin Gündoğdu, Murat Sel-çuk Efekt Uygulama: Cihan Đhsan Aydoğdu Sahne Teknisyenleri: Mustafa Konya, Bünyamin Erbaş, Ramazan Bilgili, Hasan Saban, Cumhur

Öndin, Mustafa Demir Aksesuar Sorumluları: Haşim Demir, Süleyman Çetiner Sahne Terzileri: Fatma Pamukçu, Ahmet Söyle-mez Kuaför: Kadir Ural Fotoğraflar: Nesrin Kadıoğlu

[email protected]

Sayfa 96 Politika Dergisi

“Sizler gibi vücudumun bu evde çürüyüp gitmesini istemi-yorum. Dışarı çıkmak istiyorum ben!”

Page 97: Politika Dergisi Sayi 12

* Thomas Eugene Robbins, Ayrıntı Yayınları

Ece ERDAĞ

Dünyanın en unutulmaz ikilile-rinden biridir benim için; “Kudra ve Alobar”. O kadar ki, ikili isim bulma oyununda aklıma ilk ge-len isimlerdir, ne zaman Paloma Picasso sürsem çağrışan iki insan... Đki kahramandır zama-nın çok ötesinden gelip kokula-rıyla beni saran. Zamanın çok ötesinden gelmekle kalmayan,

bilakis zamanda dolaşıp duran. Söylemişti ya Einstein, enerjinin korunumunda, acaba ölümsüz aşkın tarifini E= mc2 ile mi yapmıştı?

Temelde iki karakter üzerine de kurgulu değildir hikâye, bir de tanrısal gücü (ki burada sekteye uğ-ramış, unutulmaya yüz tutmuş, sorgulanmaya açık bir tanrı kavramı söz konusudur) gerçekleyen Pan vardır. Ne zaman tarlalarda yürüsem ve ufka bak-sam sanki köşeden “Pan” çıkagelir aniden; elinde flütüyle kulağımda buğulu bir prozodi bırakır, göz-lerinden alev saçarak bakar yüzüme, aşk zaten sıcak değil midir? Sevgilinin rüyalara iştiraki sonra-sı bir koku duyulursa uzaklardan, işte o da Pan’ın kokusudur. Đnsanlığın en ilkel, en uzun süren koku-su… Aşkın, sevişmenin, örtüşmenin, kavuşmanın, karışmanın, birleşmenin, koklaşmanın ya da her ne derseniz; bedeninin yarısı keçi olan, “panik” kökeninin kokusu, Pan.

Saçlarına ilk ak düşünce Alobar’ın, kaybettiğini anlamıştı krallığını. Ölmek de istemiyordu ya, ne yapsın. Yollara düştü. Ölümsüzlüğün peşine düştü. Đşte o zamana denk geldi sevgilisiyle karşılaşması.

Yeryüzünde aşk kaldı mı derken ve tesadüflere olan tüm inancımı yitir-mişken, bir esintiy-le yüzüme çarpan Pan‘ın kokusuyla karışık çiçek koku-su bana aşkı hatır-lattı. Bunca kalp kırıklığının üzerine sevebilmeyi yeni baştan öğrenirken ve çaba denen, zamanında, içi boşaltılmış kavra-ma yeni anlamlar yüklerken, her gün

başka bir soruyla, her gün yeni baştan, her gün belki de kaybedeceğimi bilerek ya da kazanmanın bile anlamsız kaldığı şu oyunda, yeni anlamlar pe-şinde koşarken, nicedir unuttuğum “sevgili kitabımı” anımsadım; Kudra gibi diretmeyi, Alobar gibi kaç-mayı, aradığını bulmak için kaçmayı… Parfümün Dansı’dır aslında rastladığımız, ölümsüzlüğü arar-ken aşta bulduğumuz…

Simsiyah düz upuzun saçlı, uzun boylu, yanık tenli, yasemin çiçeği kokulu, seher gözlü kadın. Kocası öldüğü için onunla ölmeye zorlanan, bir o kadar tutkun yaşamaya ve takmış ölümsüzlüğe... Bunca lezzet varken yaşamda, bunca diyar varken görülmeyi beklenen, bunca meyva varken tadıla-cak, kamasutra varken kâinatın ruhunu sevmeyi öğreten ve biz henüz kâinatı tam anlamıyla sevme-yi becerememişken; ölmek de nesi! Đçimdeki kadın Kudra, yaşama dirençli yanım, siyah düz upuzun saçlı, uzun boylu, yanık tenli, aşkın peşinden koşan kadın.

Yine Kudra.

Yine o koku.

Yaşadığım her yerde bu iki isim yankılanıyor, rüz-gârın sesinden evvel. Đçinde aşk olan her hikayede Uzakdoğu’dan gelen mistik bir koku var sanki; "nadir bulunan bilge kocalar gibi hem dişisine sahip olacak kadar güçlü, hem de ona özgürlüğünü vere-cek kadar güvenli” bir şeyin kokusu, k23’ün tanı-mı…

Aşk! Tam da gitti, kapıyı yüzüme kapattı derken hatırladım hayattaki şarj noktamı. “Yok artık, hayat-ta olmaz, mümkünü yok!” diye avaz avaz atıp tutar-ken, kalbimi kum eleğine çevirmişken homo sapiens’in teki ve kendimden kaçacak yer bile bula-

P—Kitap: Parfümün Dansı

"Đnsan, doğası açısından, doğal

olmayan bir hayvandır. Eğer ölümü

yenebilecek bir tek hayvan varsa, o da

insandır." diyebilecek kadar cesur,

betimlemeleriyle Pan’ı geri getirebilecek

kadar dâhi, çok matah olmayan

Amerikan kültürüne yeni bir nefes

verecek kadar radikal bir yazar Tom

Robbins.

Sayfa 97 Sayı 12

Page 98: Politika Dergisi Sayi 12

mazken anımsadım, Kudra’yı, Alobar’ı. Birilerin-den, bir şeylerden bağımsız bir aşk vardı, belki de sadece bu kez teğet geçmişti. Đşte o kadar yüce bir histi aşk ve faturayı tüm insanlığa kesmek bencillik olmaz mıydı?

"Đnsan, doğası açısından, doğal olmayan bir hay-vandır. Eğer ölümü yenebilecek bir tek hayvan var-sa, o da insandır." diyebilecek kadar cesur, betim-lemeleriyle Pan’ı geri getirebilecek kadar dâhi, çok matah olmayan Amerikan kültürüne yeni bir nefes verecek kadar radikal bir yazar Tom Robbins. Ba-zen teneke kutuları, bazen de unutulmuş bir sopayı konuşturur, otostop yapmaktan başparmakları uza-mış kadını anlatır, seviştirir kahramanlarını aşkla, gökyüzüne baktırıp yıldızları izletecek zamanı ta-nır, Sirius’tan kurbağalar transfer ederek okuyucu-nun prefrontal lobunu emosyonel-spontan olarak zorlar, yo, sadece zorlamakla da kalmaz, “aradığı şey benzersiz bir tecrübenin sonunda, benzersiz bir varlık olmaktır”, kim bilir, belki de sadece ölüm-süzlüğü arzular Tom Robbins.

Ölümsüzlüğü bulmak ya da bulmamak söz konu-su bile değildir elbette, kişinin kendi iç görüsüne kalmıştır, kendi sezgilerine, kendi yaşama direnci-ne, ya da yitip gitme arzusuna. Gerçek olmayacak kadar acıtan tek gerçek aşktır ve aşkı tatmış insan-ların dudaklarından ölüm döşeğinde tek bir sözcük dökülür boşluğa. Aynı Einstein’ın olduğu gibi;

“Erlichte” … (Aydınlan)

[email protected]

Sayfa 98 Politika Dergisi

irmak.ataberk@ politikadergisi.com

ÇIZIKTIRMAK IRMAK IRMAK IRMAK / Irmak ATABERK/ Irmak ATABERK/ Irmak ATABERK/ Irmak ATABERK

DĐREKLER VE

TEL ÖRGÜLER

Page 99: Politika Dergisi Sayi 12

www.politikadergisi.com — [email protected]

Gençliğe Hitabe

Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinen-dir. Đstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahilî ve harici bedhahla-rın olacaktır. Bir gün, istiklâl ve Cumhuriyet'i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. Đstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün ordu-ları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evlâdı! Đşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

20 Ekim 1927

Teşekkürler… > Uludağ Üniversitesi Eski Rektörü Prof. Dr. Musta-fa Yurtkuran’a > Değerli Hocamız Yrd. Doç. Dr. Sertaç Serdar-’a, > YeniÇağ Gazetesi Ya-zarı, Sayın Arslan Bulut-’a > Değerli Eğitimci ve Ya-zar Sayın Emre Kongar’a > Milliyet Gazetesi Yazarı, Çok Değerli, Sayın Melih Aşık’a ve Tabii ki Haldun Ertem’e > Metin Tınay ve Verim Hosting’e > Hayrettin Serdar Baş-buğ’a > Tüm Emeği Geçenlere > Ve Tabii ki Desteğini Bizden Esirgemeyen Tüm Okurlarımıza Politika Dergisi’ne verdikleri destekten ötürü teşekkürü bir borç biliriz.

Not

Bu sayımızda bazı ya-zarlarımızın yazıları çeşitli nedenlerden dolayı yayın-lanamamıştır. Okurları-mızdan özür dileriz.

Page 100: Politika Dergisi Sayi 12