vahdet-İ vucud İnanci anlamı ve mahiyeti ile ilgili ... · İbn arabi'nin vahdet-i vücûd...
TRANSCRIPT
VAHDET-İ VUCUD İNANCI
Anlamı ve mahiyeti ile ilgili tartışmaların hiç kesilmediği bir konu olan Vahdet-i Vücûd, harici tesirlerin etkin olduğu bir inançtır.
Müslümanların savaşlar veya ticarî ilişkiler sonucunda özellikle
Hint'le irtibat kurmaları, Hint din ve felsefelerinin Müslümanlar arasında tanınmasına imkân sağlar.
Bu irtibat süresince Veda inancı bazı sûfîlerce düşünce ve inançlarını izahta yardımcı unsur olarak benimsenir. Veda inancına
göre, tabiat diye başlı başına bir mevcûd yoktur. Varolan sadece yaratıcı kudrettir. Tabiat ise onun bir görüntüsüdür. Aynen dalga ve
köpüğün, denizin bir görüntüsü olması gibi. Deniz kayboldumu dalgada köpükte kalmaz. Deniz dalga ve köpükten ibaret değildir ancak onlarsız da
kendisini gösteremez.
Fena inancının doğru biçiminden, bozulmuş, çarpıtılmış biçimine
geçişte Allah'ın varlığının karşısında ayrı bir "Ben"in olamayacağı inancının oluşması, Vahdet-i Vücûd inancının doğuşunda önemli bir safhayı teşkil
eder.
Eğer "Ben" yoksa, o zaman diğer şeylerin de olmaması gerektiği
kanaati oluşur. Diğer şeyleri, Allah'a rağmen var kabul etmek Yunus
Emre'nin önceki sayfada geçen mısrasında olduğu gibi, şirk olarak nitelenir.
Ancak bu inancın baştaki dağınıklıktan ve yorum farklılıklarından kurtarılıp, sistemli şekilde ifade edilmesi hemen gerçekleşmemiştir. Bunun
için İbn Arabi'yi (638/1240) beklemek gerekmiştir. Veda inancı ve diğer toplumların felsefî birikimleri son safhada sahip olunan söz konusu inancı
izahta önemli kolaylıklar sağlar ve böylelikle felsefî bir sistem doğar; bu Vahdet-i Vücûd inancıdır.
İbn Arabi'de ontolojik ve metafizik anlamda başlıbaşına bir inanç sistemi haline gelen Vahdet-i Vücûd inancı, bazı sufilerin elastikiyetli
ifadeleri içerisinde tasavvufun bünyesinde yerini alır. Elâstiki ifadelerle anlatılan ve bu nedenle istenilen anlama çekilebilen bu inanç, böylelikle
müslüman halkın kabulünü elde etme imkânı kazanır.
Söz konusu inancın anlamını araştıracak olursak; Vahdet-i Vücûd
inancı "Vücud'"un tek olduğu ve bunun da Vücud-u Mutlak olan Vücud-
u İlâhi'den ibaret olduğu anlamına gelir. ("(La mevcûde illâ Hu!) demek,
Allah'tan başka mevcud yok demektir. Asıl mevcutta ancak odur. Ariflerin (Ya Maksud!),
(ya Mevcud!) sözleri de buna delildir. Çünkü, eşyanın bazısı bazısına zıt olmakla beraber,
Allah bütün eşyayı kaplamıştır ve çünkü eşya manevi vucûd altında mevcuttur. Başka bir
deyişle varlıklardan her biri o tek aslın kuvvetlerinin bir suretidir ve zıtlık ve netyde,
ancak bu suretler, bu mertebeler bakımındandır. Şu halde, Allah, bu mertebelerden mü-
nezzeh olmakla beraber, onlardan hali de değildir."( Sunar, Cavit, İmam Rabbani-İbn
Arabi Vahdet-i Vücut-Vahdet-i Şuhut meselesi, 237, Ankara 1960)
Buna göre âlem (kâinat) Allah'ın (Vucud-u İlâhî'nin) dış
görünüşünden ibarettir. Allah ise âlemin iç görünüşüdür, ikisi arasında cevher, araz farklılığı varsa da bu görünüşten ibaret olup,
gerçekte her ikisinin de sıfatlarında fark mevcut değildir.
Başta İbn Arabî olmak üzere en açık biçimiyle Sadreddin Konevî
(673/1274) Celâleddin Rumî (672/1273), Abdulkadîr el-lci (756/1355), İbn Seb'în (669/1270), lbnu'l Farız (632/1235), Tîlimsanî
( ) gibi ünlü sufîlerin söz ve yazılarında kolaylıkla bulunabilecek Vahdet-i
Vücûd inancı, günümüz araştırıcılarının çoğunun zihnin de Batı kökenli Panteizm kavramını çağrıştırır bir şekilde yer etmiştir. Çünkü Panteizm'e
göre de "Allah'ın âlemden ayrı ve müstakil bir şahsiyeti yoktur."(Prof. Dr. S. Hayri BOLAY, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, Ankara 1987, s. 201.)
Elbetteki yanlışlığın coğrafyası ve zamanı olmaz. Yanlış, her
yerde ve zamanda yanlıştır. Üstelik yanlışlar arasındaki farklılıklar (zıtlıklar) birine oranla diğerini doğru kılmaz. Yani basit bir örnekle; 2 kere
2'nin değişik kişiler tarafından 5 veya 7 olarak kabul edilmesi durumunda, 5 sonucunu yanlış kabul eden birisinin 5 ile 7 sonuçları birbirinden farklı
olması nedeniyle, 7 'yi 5'e kıyaslayarak " 2 kere 2 nin 5 ettiği görüşü yanlıştır, 7'de 5'ten farklıdır o halde 2 kere 2, 7 dir" yargısında bulunamaz
ve böyle bir yargı doğru kabul edilemez. Çünkü 2 kere 2'nin 5 ettiği dü-şüncesi nasıl yanlışsa 7 ettiği düşüncesi de aynı şekilde yanlıştır. Zira bir
yanlışın durumu diğer bir yanlışa göre değil, doğruya göre bir
anlam ifade eder.
Birşey, doğru olandan farklı ise yanlışlık değerini kazanır. Doğruyla
aynı ise doğruluk değerini kazanır. Bunları belirtmemizin nedeni; Vahdet-i Vücûd inancını ısrarla Batı'nın panteizminden farklı
olduğunu vurgulayarak doğru (hakikat) kılma gayretlerinin hiç eksik olmamasıdır. (Bu durumun çok sayıdaki örneklerinden ve en tipiklerinden
birisi, Doç. Dr. Hüsamettin Erdem'in "Panteizm ve Vahdet-i Vücûd Mukayesesi" isimli
çalışmasıdır. Konuyla özellikle ilgilenenler bu kitaptaki ilginç tavrı dikkate alarak, yanlışın
bir başka yanlışla kıyaslanarak nasıl doğru kılınmaya çalışıldığını görebilirler.)
Bu durumda olanlar Fena ve Hulûl’la ilgili inançlara sahip olup, bunu tereddütsüz bir şekilde ifade eden kişilere rağmen, "Onlar bununla
hululü kasdetmiyorlar(dı)" diyerek konuyu zoraki olumlu mecralara çekmeye çalışan kişilerle benzer tavır içerisindedirler.
Kraldan çok kralcı kesilme eğilimi taşıyan bu şahsiyetlerinden birisi de çağdaş araştırıcılardan Seyyid Hüseyin Nasr'dır ve konumuzun
anlaşılması için onu bir örnek olarak alabiliriz.
O, kitaplarında ısrarlı bir şekilde Vahdet-i Vücûd'un Panteizm olmadığını açıklar. Ona göre, bu ikisi arasında hiç bir benzerlik yoktur. Şu
açıklaması ise bu ilgisizliği(!) göstermeye yöneliktir; "(Öncelikle)
Panteizm felsefi bir sistem(dir)...ikinci olarak, panteizm Allah'la kâinat arasında tözsel bir devamlılık öngörür...(Vahdet-i Vücûd
inancına gelince) şudur bu doktrinin esasları, Allah kâinat karşı-sında mutlak aşkın (müteal) olmakla birlikte, kâinat O'ndan bü-
tünüyle ayrı değildir. Yani kâinat esrarlı biçimde Allah'a katılmış durumdadır." (Üç Bilge, 117,119 Üç Müslüman, 137, Seyyid Hüseyin Nasr, [ Üç
Müslüman Bilge,Çev: Ali Ünal, İnsan Yy. 1985])
Görüldüğü gibi Panteizm ile Vahdet-i Vücûd arasındaki çok ince
anlam farklılıkları dikkate alınarak, Vahdet-i Vücûd'un, Pateizm olmadığı ve Panteizm yanlış olduğuna göre, Vahdet-i Vucûd'un
doğru/hakikat olduğu gibi bir saçmalığa düşülmektedir.
Halbuki la ilahe illâllah'ta simgeleşen Tevhid hakikati çerçevesinde
düşünüldüğünde dikkate alınması gereken husus, Vahdet-i Vücûd'un Tevhid'in gereği mi yoksa onun çarpıtılmış biçiminin ulaştığı bir inanç mı
olduğu konusudur.
Vahdet-i Vücûd inancını, karşıtları bir yana, bizzat taraftarlarının
ifadelerinden hareketle anlamaya çalışacak olursak, ilk sıralarda karşımıza çıkan şahıs Hallac-ı Mansur (309/921) olur. Onun daha çok hulul inancını
çağrıştırır ifade ve fikirleri önceki sayfalarda da geçtiği gibi bir çok taraftar bulur. O'nun çok sayıdaki taraftarlarlarından bir örnek olarak yakın dönem
sufilerinde Nazmi Efendi'yi(1113/1701) anabiliriz.
O, Vahdet-i Vücûd inancı gereği, hulul inancına karşı çıkar. Hulul
olabilmesi için iki ayrı varlığın bulunması gerektiğini ifade eder ve
O'na göre iki ayrı varlık yoktur. Bu nedenle hulul inancı yanlıştır, hakikate muhaliftir. Çünkü bir tek varlık vardır. O da "Vücûd-u Mutlak"
olan Allah'tır.
Nazmî Efendi'ye göre, "Allah bütün âlemi, kâinatı kaplamış"
demek de büyük yanlıştır, Allah'tan ayrı bir âlemin olduğu söz konusu edilmektedir. Halbuki âlem, eşya diye birşey yoktur. Varolan sadece
Allah'tır. Ancak bunu ise cahiller değil sadece "ev ednâ" makamına erişenler anlayabilirler." (Nazmî, 60,61 [Prof. Dr. Osman Türer, Türk Mutasavvıfı ve
şairi Muhammed Nazmi, Kültür ve Turizm Bk. Yy. Ankara 1988])
—————————————o——————————————
Ünlü sûfı-şair Camî'de (898/1492) mensubu olduğu ve savunduğu
Vahdet-i Vücûd inancını bir çok şiirinde tekrar tekrar açıklar. Şu şiiri bunlardan sadece birisidir;
Arkadaş, dost, yoldaş,
Hepsi O,
Dilencinin yırtık-sökük elbisesindeki de
Krallara lâyık sırmalı kaftanlardaki de,
Hep O;
Çeşitliliğin sergilenişinde veya birliğin gizliliğinde
Vallahi hep O!
Tallahi hep O! (İslâm, 184 [Prof. Dr. Fazlur Rahman, Çev. Doç. Dr. Mehmet
Dağ- Doç. Dr. Mehmet Aydın, Selcuk yy. Ist. 1981])
Ibn Arabi'nin (638/1240) Vahdet-i Vücûd inancının sistemleştiricisi olduğunu belirtmiştim. O, seleflerinden aldığı bu inancı sistemli,
başlıbaşına bir inanç sistemi haline getirdikten sonra haleflerine devreder. Bu itibarla konunun İbn Arabî merkezli incelenmesinde yarar vardır.
İbn Arabi'nin Vahdet-i Vücûd inancının doğru biçimde anlaşılabilmesi
için Nazmi Efendi örneğinde olduğu gibi, hulul inancının dayanak alınması gerekmektedir. Şöyleki, O, hulul inancının saçma olduğunu ifade eder.
Çünkü hulul olması için, iki ayrı varlığın (hulul eden ve kendisine hulul olunan - Allah/kâinat) bulunması gerektiğini söyler.
Halbuki ona göre mevcud (varolanlar) Bir'dir. "Hakikat budur ki, Halik, Mahlûktur ve yine hakikat budur ki, Mahlûk, Hâlık'tır.
Bunların hepsi bir tek varlıktandır. Hayır belki O tek varlıktır. Ve yine O, çokluk halinde olan varlıktır." (Fûsus el-Hikem, 79, [ Muhyiddin İbn
Arabi, S. 324, Çev: Nuri Gençosman, MEB. Yayınları.])
Ona göre âlem ile Allah arasında bir ayrıma gidilmesi zorunlu
görülecek olursa, bu ancak zihinsel olarak yapılabilir. Yani böylesi bir ayrım şeklîdir, gerçeği yoktur. Çünkü "varlıkta ancak bir vardır. Suyun
rengi kabının rengidir." (Fütuhat, 2/B-405 [ El-Fütuhat el-Mekkiye, İbnul
Arabi,Yay. Haz; Prof. Dr. Nihat Keklik, 2 cilt, (İbn Arabinin eserinden fragmentler
biçiminde hazırlanmış) İUEF. Yayınları. S. 2/A-3, 2/B-409-411])
O'nun Vahdet-i Vücûd inancının dayanağı olarak ünlü eseri Fûsus el-
Hikem dikkate alındığında, söz konusu inancını ifade eden bazı söz ve açıklamaları şunlardır;
"Bu kitap, nefis ârzularının münezzeh ve içine fesad
karışmamış olan en küdsî makamdan indirilmiştir.. .ben ancak bana ilham olunan şeyi söyledim. (s:5)
Tanrı, mahlûkuna insan ile nazar kıldı ve onlara rahmet eyledi. Şu halde O ezelî olan insan, şekliyle hadîs, zuhur ve neş'eti
bakımından ebedî ve daimdir. (s: 10)
Bineanaleyh biz O'nu gördüğümüz vakit kendi nefislerimizi
görürüz ve O bizi gördüğü vakit kendi nefsini görür, (s: 19)
O (yani Adem) hem Hak, hem de Halk'tır (s:25)
Hakk'ı tenzih eden kimse ya câhildir, ya edebî noksan kimsedir.. .Çünkü Hak olan Mahlûk'ların hepsinde zuhur yani belirme
vardır. Şu halde bütün mefhumlarda beliren O'dur. (s: 51,52)
Sen Hakk'ın sureti ve Hakk da senin ruhun olduğu olduğu cihetle sen
Hakk için cismanî bir suret gibisin. O da senin cesedinin suretini sevk ve idare eden bir ruh gibidir (s:54).
Alemin suretinden Hakk'ın ayrılması asla mümkün değildir (s:
55).
Böyle olunca her bir Mâbud'da Allah'tan başkasına ibadet
olunmadı (s: 62)
Sen yere gömüldüğün vakit O'nun içindesin, O senin zarfındır
(s: 66)
Vücûd âleminde ancak O vardır (s: 74).
Varlıkta O'nu gören, O'dan başkası değildir (s:75).
İnsan ve eşya isimleriyle anılan hep O'dur (s:76).
Demek oluyor ki, tabiat âlemi bir aynada beliren suretlerdir. Hayır! belki de çeşitli aynalarda görülen tek bir surettir (s:81).
Allah beni över, ben de O'nu. O bana kulluk eder, ben de O'na (s:94)
Hakk'ın belirmesi benim vücûdumdadır. Bunun için biz Hakk'a göre kap gibiyiz (s:95).
Ey nefsinde varlıkları yaratan! Sen halk ettiğin şeylerin
hepsisin(s:105).
Bir vakit olur ki, Kul şüphesiz Rabb olur. Başka bir vakitte de
iftirasız kulluk derecesine iner (s:109).
Herhangi bir mahlûkta Allah'tan şu eser vardır ve diğer mahlûkta bu şey vardır denilemez. Çünkü O ezelî varlık parçalanmayı kabul etmez (s:
111).
Sen Kul'sun ve Tanrı'sın; kulluğun kimin kulu olduğunu bildiğin
içindir (s:116).
O herşeyi kaplamıştır (s: 118 ).
Zaten yolda muhakkak olarak yürüyen Hakk'tır. Bilinen de ancak O'dur. (s: 156).
Şu halde sen bir yönden düşünürsen benim sığınmam O'ndan O'nadır(s:164).
Göz O'ndan başkasına bakmaz (s:167)...
Hakikat ancak bizim bahsettiğimizdir. Buna inan ve bu
meselede hâl ile bizim gibi ol (s:307)...
Bu bölüme İmam Ebû Hanife'den (150/767) bir alıntıyla başlamış ve
insanların aynı kavramla farklı şeyler ifade edebileceklerini, bu nedenle
kavramların bizzat kendilerinin değil, ifade ettikleri anlamın önemli olduğunu açıklamıştık.
Tevhid hakikatinin "Tevhid", "İslâm" isimleri altında bozulup değiştirilmesine ilişkin çok sayıda örneklerden de anlaşılmış olmalıdır ki,
bazı insanlar söz ve yazılarında her ne kadar Allah, İslâm, Peygamber, Kur'an vs. gibi isimleri kullanırlarsa da, onların bahsettikleri bu isimlerin
Resûlüllah (sav)'in bildirdiği dinin temelini oluşturan benzer isimlerle bir ilişkisi olmamıştır.
Kısacası çoğu zaman bu şahıslar, Kur'an ve Sünnet'te bildirilen aşkın (Muteal), yaratıklarının herşeyini hükmü altında
bulunduran, herşeyi kontrolü, gücü, ilmi altında tutan, sürekli yoktan yaratan, kendisiyle hiç bir yaratığın bir (aynı) olmadığı ve
olamayacağı Allah inancının dışında bir Allah'a inanmışlar, o kendi hayallerinin ürünü olan hayali varlıktan, Allah olarak
bahsetmişlerdir.
Onların inandığı o Allah ise (haşa) yoktan yaratamayan, yaratıklarıyla ilgilenmeyen ve hatta yaratıklarıyla bir (aynı) olan
hayallerinin ürünü bir varlıktır. Bu durumun kısa ve çok güzel bir
değerlendirmesi olarak yine İmam Ebû Hanife'nin (150/767) bir tesbitini dikkate almak konunun anlaşılır olması açısından yararlı olacaktır;
"Bir yahudiye kime ibadet ettiğini sorarsanız, "Allah'a ibadet
ediyorum" der. Allah'ı sorduğun zaman, onu beşer şeklinde yaratılmış olan oğlu Üzeyr olduğunu söyler. Bu durumda olan kimse Allah'a iman etmiş
olmaz. Eğer bir Hristiyana, kime ibadet ettiğini sorarsanız "Allah'a ibadet ediyorum" der. Allah'ı sorduğunda, onun İsa'nın cesedinde ve Meryem'in
karnında gizlenen, bir yere sığan ve giren varlık olduğunu söyler. Bu durumda bulunan kimse ise Allah'a iman etmiş olmaz. Mecusi'ye de kime
ibadet etitiğini sorarsan, o da "Allah'a ibadet ediyorum" diye cevap verir. Fakat Allah'ı sorduğun zaman, onun ortağı, eşi ve çocuğu bulunan bir
varlık olduğunu söyler. Bu durumda olan bir kimse de, Allah'a iman etmiş olmaz. Bütün bu kimselerin Allah'ı bilmemeleri ve inkârları birdir. Vasıfları,
sıfat ve ibadetleri ise çok ve değişiktir... işte böylece sen onların tavsif ve ibadet ettiklerine, ibadet etmediğini bilirsin. Çünkü onlar üç yahut iki ilâh
tavsif ediyorlar. Tavsif ettiklerine de ibadet ediyorlar. Oysaki sen, bir olan Allah'ı tavsif ediyorsun. O halde senin ibadet ettiğin mabudun onların
ibadet ettiklerinden başkadır. Onların mabudu da senin ibadet etti-
ğinden başkadır. Bunun için Kur'an'da ; "De ki, ey kâfirler.ben sizin taptıklarınıza tapmam, siz de benim taptığıma tapmazsınız"
buyurulmuştur." (el-Alim,39) (Tevhid ve Değişim - Celaleddin Vatandaş, Pınar
yayınları, 2.Baskı, İst-1993)
—————————————o——————————————
C - ÜNLÜ VAHDET-İ VÜCÛDCULAR VE MEŞHUR SÖZLERİ
Daha öncede belirttiğim gibi, Vahdet-i Vücûd anlayışında olanlar için kainatla, Allah bir bütün ve aynı şeydir. İslam‟a göre
kainatla, Allah ayrı ve tamamen farklıdır, bir birlerine benzerlikleri yoktur ve bütün kainat Allah tarafından yoktan var edilmiş olup,
İlâh‟lıktan pay almamıştır, yani kainattaki hiç bir şeyde İlâh olma özelliği yoktur. İlâh olarak yalnız Allah vardır. Bunun aksini iddia
etmek İslâm‟a göre şirk koşmak demektir.
Kainatı yok saymakta, Allah’ın Kuran’da yaratmayla ilgili bildirdiği
bütün ayetleri inkardır bu da küfrün ta kendisidir. Allah’ın kainatı yaratmış olması gerçek bir olay olup, bu durum Allah’ın tek İlâh olmasına aykırı
değildir.
1-Abdülkerim el-Ciyli
Nakşibendilerin kendisinden saygı ve övgü ile söz ettikleri,
Abdülkerim el-Ciyli, El-insan‟ul - Kâmil, adlı kitabında aynen şunları
kaydetmektedir:
“Kâfirlere gelince, onlar bizzat Allah‟a kulluk etmişlerdir.
Çünkü, Cenab-ı Hak bütün varlıkların gerçeği (yani özü ve ta kendisi) olduğuna göre-ki kâfirler de varlıkların bir bölümüdürler - öyleyse
Cenâb-ı Hak onların da gerçeğidir. (Yani onların da ta kendisidir.) Tabiatıyla O‟nun ayrıca bir tanrısı yoktur. Mutlak rab (yani kesin
genel anlamdaki ) ilâh O‟dur. Dolayısıyla kâfirler, Allah‟ın bizzat kendisi oldukları için varlıklarının kaçınılmaz gereği olarak O‟na
tapmış oldular.”
“Bu sözleri biraz daha açmak gerekirse Abdulkerim el Ciyli aslında
daha ilk cümlede şunu demek istiyor:”
“Kafirler, (yani Kur’an’a göre Allah’ı inkâr edenler, ya da O’na ortak
koşanlar), Allah‟ın (Haşa!) ta kendisi oldukları için öz varlıklarını inkâr edemeyeceklerinden, (sonuç olarak) O‟nu da dolaylı şekilde
tanımış sayılırlar.” ((Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, ekin yayınları 1996 Yazan
Ferit Aydın, sayfa 107).)
Görüldüğü gibi, Sûfulara göre kafirler bile (Haşa!) bizzat Allah’ın kendisidirler. Ve bu sözleri bir dil sürçmesi veya eleştirilere karşı
kendilerini savunma ihtiyacı hissettiklerinde söyledikleri gibi sarhoşlukla ortaya atılmış iddialar olmayıp, kabul etmiş oldukları Vahdet-i Vücûd
inancının gereğidir. Ve bunu örneklendirmek suretiyle sıklıkla açık açık söylemekten de çekinmezler., örneğin :
“(Allah Teâlâ’nın Zatı da dahil) kâinatta ne varsa hepsi bir Vücûdun
parçalarıdır, şeklinde özetlenebilen “Vahdet-i Vücûd” inancının üzerindeki kapalılığı büsbütün kaldıran bazı tasavvufçular. “Köpek ve domuz da
ilâhımızdır.” diyecek kadar daha da ileri gitmek sûretiyle bu bu düşüncenin üzerindeki maskeyi tamamen kaldırmış ve onu bütün
çıplaklığıyla ortaya koymuşlardır.” ((Tarikatta Râbıta ve Nakşibendilik, ekin
yayınları 1996 Yazan Ferit Aydın, sayfa 352).
2- Şeyh Galib
Şeyh Galib’ten bir şiir :
“Ben bilmez idim gizli ayan hep sen imişsin
Tenlerde vü canlarda nihan hep sen imişsin
Senden bu cihân içre nişan ister idim ben
Ahir şunu bildim ki cihan hep sen imişsin.”( (Mahir iz, Tasavvuf, sayfa
29. Kitabevi 1990).
3- Abdülkadir Geylâni
“Hakla hak (Allah‟la, Allah ) olmak makamına eresin ki, buna mahfiyat ve fena hâli derler, büyük bir mertebedir. Allah hepimize
nasip etsin...”
“Sen artık eşsiz bir cevher hâline gelmişsin..
Tekle tek, birle bir olmuşsun... Gizlinin gizlisi, sırrın sırrı oldun;
yetmez mi ?..” (Fütûh’ül - Gayb. Bahar Yayınları 1983, Yedinci Baskı, çeviren,
Abdulkadir Akçiçek, sayfa 17 - 37 den alıntılar.)
4- Sadreddin-i Konevi
“Mutlak Hakkı müşahade edersiniz.. Ama orada ve açıktan :.” “Sonra... Bundan şu hakikati idrâk etmiş olursunuz ki : Sufli ve ulvi
mertebelerde, müşahade edilen varlık, ulvi mertebelerde
müşahade edilen varlığın aynıdır.”
“Çünkü varlığın tümü o taayyün halinde olan mutlak
vücududur..”
“Düşün : Ondan gayrı tek varlık yoktur.. Abadandan öte karye
yoktur.”
“Hâsılı : Her şey onda ve o olur..”
“O, her bilginin aynıdır... Her sanılanın aynıdır...Her anlaşılanın aynıdır...”
“Ve O: Her itikad sahibinin ve itikad edilen şeyin aynıdır...)
“Zira, her şeyde vücud birdir...” (Hadis-i Erbain, Tasavvuf, Rahmet
Yayınları - 1970, Sadreddin-i Kunevi, Çeviren, Abdulkadir Akçiçek, sayfa 26 - 36 - 69 - 72
den alıntılar.)
5- Muhyiddin ibn Arabi
“Apaçık görünen şeylerle Tanrıya varılamadığı için
peygamberler Hakkın temsilcileridir.”
“Hayır yanlış söyledim; temsil edenle temsil edileni iki sanırsın
güzel değil çirkin bir zan olur bu.”
“Surete taptıkça iki görünür sana, suretten kurtulanın
gözünde bir olur.”
“Mutlak Varlık fiil köküne benzetilirse âlem bütünüyle
masdardan türemiş kipler, zamanlar ve isimlerdir.”
“Türemiş örnekler zinciri nasıl fiil kökünden uzak olmazsa
baktığın her şey de Hakk‟tır.” (Nakş El - Füsus Şerhi, Ribat Yayınları 1981,
Muhyiddin ibn el-arabi, şerheden, İsmail Ankaravi, Hazırlayan İlhan Kutluer, sayfa, 12 -
14 - 15 den alıntılar).
Ebû Yezid el-Bistami hakkında aktardığı rivayetlerden :
“... Ebû Yezid el-Bistami’nin zamanında, adamın biriyle karşılaşanlar
ona dedi ki :
- Ebû Yezid’i (hiç) gördün mü ? O da :
- Ben (rûyada) Allah-ı gördüm ve O, Ebû Yezid’i görmekten beni
müstağni kıldı dedi. Adam da ona dedi ki:
- Şayet Ebû Yezid’i bir defa görseydin, bu senin için Allah’ı bin defa
görmekten daha iyi olurdu.”
“<<... Ben Allah‟ım ( = Ene‟ Allâh.. ) >>“
“... Ebû Yezid el - Bistami, bir kâri (okuyan) tarafından (Kuran 85/12’ deki) << Muhakkak Rabbinin kıskıvrak tutup yakalayışı (batş) pek
çetindir.>> (âyetinin) okunduğunu işitince :”
“ - Benim kıskıvrak yakalayışım (bundan) daha çetindir diyordu.
(çünkü) onun hâli, Allah için konuşanların hâliydi...” ( El - Futâhat El - Mekkiye,
Kültür Bakanlığı - 1184. B.1990, Muhyiddin İbn’ül Arabi, Çevr. Prof. Dr. Nihat Keklik,
sayfa, 97, 225, 226, 227, 405. Den. )
Muhyiddin İbn el-arabinin diğer bazı meşhur sözleri de şunlardır :
“ -Sübhâne min ezheru‟l - eşyâi ve hüve aynühâ” (İslâm Tasavvuf
Tarihi, Akabe Yayınları 1985 Mehmed Ali Ayni, sadeleştiren H.R. Yananlı Sayfa 21). Manası: Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, eşyadan en parlak şekilde görünür ve O, O’nun aynıdır.
“ - İnne vücudu‟l - hâdisati‟l - mahlukat hüve aynı vücudu‟l - hâlik” (Yukr. Adı geçen eser, s.21)
Manası : Şüphesiz yaratıkların sonradan olma varlığı. Yaratıcının varlığının aynıdır. Yaratıcının Vücuduyla, yaratıkların vücudu arasında fark
yoktur.
“ - İzâ kâne‟l - ârifu arifen hakikaten lem yetekayyüd bi-Mu‟tekıd.” (Yukr. Adı geçen eser, s.21)
Manası : Hakk’ı tanıyan kişi gerçekten tanıdığı zaman itikad sahibinin itikadıyla bağlanmaz. Yani; Hiçbir dine veya inanca bağlı olmaz, onun için
iyi ve kötü; doğru ve yanlış; İman ve küfür ayırımı yoktur; hepsi bir ve
aynı şeydir.
“El - abdü rabbin ver - rabbü abdün / Ya leyte şiiri mine‟l -
mükellef...” (Yukr. Adı geçen eser, s.21)
Manası : Kul Allah’tır, Allah’ta kuldur. / Ya mükellef olan kimdir ? Yani
mükellef diye bir şey yoktur, dolayısıyla din diye bir şey yoktur.
- Ene‟l - furkan ve‟s - seb‟ül - mesâni / Ve ruhu‟r - ruh la ruhu‟l
- evâni. (Yukr. Adı geçen eser, s.21)
Manası : Furkan yani Kur’an benim ve Kur’an-da bahsi geçen yedi çift
benim. ( bununla Fatiha sûresini kastediyor), ve ruhun ruhuyyum, kalıpların ruhu değil, diyor.
Muhyiddin-i Arabi‟nin bütün bu ve bunlar gibi sözleri, Kuran‟a göre açık bir şekilde şirk ve küfür olan sözlerdir. Öyle ki, bu gibi
sözler. Firavun‟un şirk ve küfür olan sözlerini dahi aşmaktadır.
Zira, Firavun, kendisinin Allah olduğunu iddia etmişti, Muhyiddin-i
Arabi ise her şeye Allah demektedir. Bütün Vahdet-i Vücûd’çuların durumu bundan farklı değildir. Tasavvufun kökü temeli budur dense noksan olur,
zira tamamı odur.
6- Bayezid-i Bestami
“Kendimi (noksanlıklardan) tenzih ederim, şanım ne de yücedir !”
“Eşyanın ta kendisi olduğu halde eşyayı izhâr eden Allah’ı tenzih ve tesbih
ederim.”
“Doğrusu sonradan meydana gelen mahlûkatın vücudu, Yaradanın
vücudunun aynıdır.”
“Kul Rab’dir; Rab de kuldur. Keşke bilseydim mükellef olan kimdir ?”
“Bayezid-i Bestemi (K.S.) Hazretlerine sorulmuş :
- Hakk’ı bilmenin manası nedir ?
Cevap vermiş :
<< Hiçbir Hak yok, mutlaka ben oyum! >> “(Bayazidi Bestami ve İslam
Tasavvufunun özü, Celal Yıldırım, Demir Kitabevi, Aralık 1978 baskısı, sayfa 18- 239 dan,
alıntılar ).
7- Mevlana Celaleddin Rumî
“Rûh yeki dân u ten keste aded sedhezâr
Hemçü ki bâdâmhâ der sıfat-ı revani
Çend lügat der cihan cumlei mani yeki
Ab yeki kest çün hâbiyeha bişkeni” (Mevlânâ Celâleddin, İnkılâb
Kitabevi, İstanbul 1985, Dördüncü Basım. Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa 182.)
Şunu iddia ediyor:
“Canı bir bil, bedendir sayıda yüz binlerce görünen; hani bademler gibi, hepsinde aynı yağ var. Dünyada nice diller var; anlam bakımından
hepsi de bir; kırdın mı, su, bir olur-gider” “derken de gelen-giden bütün
bedenlerdeki canların birliğini, bir tek can, bir tek varlık bulunduğunu söylemekte, bedenleri, tek canın, görünüşte ki çokluğu olarak belirtmekte,
âdetâ bir can-beden, ruh-ten, anlam-madde birliği yapmaktadır.” (Mevlânâ
Celâleddin, İnkılâb Kitabevi, İstanbul 1985, Dördüncü Basım. Abdulbâki Gölpınarlı, sayfa
182.)
“Bir işin yapılmasını söylediği zaman Şeyh Muhammed Hâdim, İnşaallah deyince Mevlânâ bağırıyor. A aptal, ya söyleyen kim?
(39.b) Fakat bu Tanrılığı kendisine hasretmiyor. Onca herkes O‟dur
ve insan insanlığını anlayınca O, olur.” (Mevlânâ Celâleddin, Abdulbâki
Gölpınarlı, sayfa 196.)
“Sabah oldu, ey sabahın penehı Tanrı ! (Ben özür serdedemiyorum), bize hizmet eden Husâmeddin‟den sen özür
dile!”
“Akl-Küll‟ün ve canın özür diliyeni sensin;
canların canı, mercanın parıltısı sensin.”
“Sabahın nuru parladı, bize de bu sabah çağında senin Mansur
şarabını içmekteyiz.” (Şark İslâm Klasikleri, Mesnevi. Mevlâna, M.E.G.S.B.
Yayınları, İstanbul 1988 çeviren Veled İzbudak. Cilt 1. Sayfa 144 Bent 1807-8-9. )
Mevlâna bu sözleriyle, ben Allah’ım diyen Hallacı Mansur gibi sabaha kadar Vahdet-i Vücûd’çuluk yaptığını söylemekte bununla da (haşa) “sen
Husameddin’den özür dile” demek suretiyle Allah’a minnet etmektedir.
“Ey canı biz ve ben kaydından kurtulan! Ey erkek te kadında
söze ve vasfa sığmaz ruh!
Erkek, kadın kaydı kalkıp bir olunca o bir, sensin. Birler de
aradan kalkınca kalan yalnız sensin.
Kendi kendinle huzur tavlasını oynamak için bu “ben” ve “biz”i
vücuda getirdin.
Bu suretle “ben” ve “sen”ler, umumiyetle bir can haline gelirler, sonun da sevgiliye mustağrak olurlar. (Şark İslâm Klasikleri,
Mesnevi. Mevlâna, Cilt 1. Sayfa 143 Bent 1785-1786-1788. )
Burada da, dediğine göre, Allah, kendi kendisiyle oyun oymak için, kedisinden bir parça olarak öbür yaratıkları meydana getirmiş.
Böylece iyi ve kötü, doğru ve yanlış diye bir şey olmadığını,
oynananın sadece karşı rakipler olmadığından , ciddiyeti olmayan bir oyun olduğunu söylemekte, dolayısıyla da Sûfizmin bu husustaki temel
düşüncesini vurgulamaya çalışıyor. Hatta mesnevinin 2467-2468. Beyitlerinde Firavun’a, Musa demekle, Musa ile Firavunun aynı şahıs
olduğunu, dolayısıyla küfür ile İmanın aynı şey olduğunu söylüyor. Şöyle ki:
“Renksizlik âlemi, renge esir olunca bir Mûsa, öbür Mûsa ile savaşa düştü.
Renksizlik âlemine ulaşırsan Mûsa ile Firavun‟un karıştığı âleme erişirsin.” (Mesnevi. Mevlâna, Cilt 1. Sayfa 198 Bent 2467-2468. )
Hatta oynanan bu oyunda taraf tutulmak istenirse, Firavunun
tarafının tutulması gerektiğini zira haksız olanın Musâ olduğunu söylüyor.
Şöyle ki :
“Bu işler, kovalayanı yanıltmak için ata çakılan ters nallardır;
ey sâf kişi! Firavun‟un Musâ‟dan nefretini, sen Musâ‟dan bil!”
(Mesnevi. Mevlâna, Cilt 1. Sayfa 199 Bent 2481. )
Sûfizm zihniyeti dikkate alındığında, Mevlânâ’nın ne demek istediği ve
Kuran’dan ne kadar uzak olduğu net olarak anlaşılır. Öbür Sûfistlerin
durumu da Mevlânâ’dan farklı değildir.
—————————————o——————————————
8- Yunus Emre
“Dutulmadı Yûnus canı geçtdi tamudan uçmağı
Yola düşüp dosta gider ol aslına uyukmağa” (Yunus Emre Divânı,
Kültür Bakanlığı Yayınları Seri.380 - B. 1989, Hazırlayan Prof. Dr. Faruk K. Timurtaş,
sayfa 1.)
Yunus Emre bu sözleriyle Cennet ve Cehennemle ilgilenmediğini, aslı olduğuna inandığı Allah’ta batmak yani fenafillah olduğunu söylüyor. Zira
ona göre hem kendisinin hem de herkesin aslı Allah’tır. Allah olduğuna inanan bir kimsenin cennet ve cehennem umurunda olmaz, onda böylece
diğer sûfistler gibi bu inancını dile getirmiş oluyor. Bir kimse Kuran‟a dolayısıyla İslam Dinine inanmaya bilir, kendisine ait inançları da
olabilir, fakat bunları İslami değerleri küçümsemek suretiyle dile getirmesi hiç hoş değildir.
Kendisinin ve herkesin İlah olduğu konusunda şöyle diyor.
“Yûnus‟dur eşkere nihan Hak toludur iki cihan
Gelsün berü dosta giden hûr u kusûr burak nedür”
“Ol bi - nişandur cihandan ne diyelim dölümüz andan
Ol âlem-i deyyân zat her zât içinde zât olur.” (Yunus Emre Divânı,
Kültür Bakanlığı Yayınları Seri.380 - B. 1989, Hazırlayan Prof. Dr. Faruk K. Timurtaş,
sayfa 25-35 den.)
Bu sözleriyle, dünya ve ahiretin Allah’la dolu olduğunu yani Allah’tan ibaret olduğunu, bu yapı içerisinde, cennetteki hûriler, köşkler ve
burakların anlamsız birer hiç olduğunu söylüyor.
Bu sözlerinin Kuran’a göre yanlış olduğunu söylemek isteyenlere, İlim diye söylenen sözlerle Kuran’ın manasız bir gözbağı olduğunu, asıl kitabın Aşk
kitabı olduğunu, dolayısıyla Kuran’ın onu ilgilendirmediğini ifade ediyor. Şöyle ki :
“İlim hod göz hicâbıdur dünya ahret hisâbıdur
Kitab hod ışk kitabıdur bu okunan varak nedür.” (Yunus Emre
Divânı, sayfa 25. )
Bu gibi sözleriyle ne demek istediğini anlamak için kendisinden nişan (işaret) isteyenlerin. Hallâc-ı Mansur zihniyetini ölçü almalarını şu
beyitleriyle söylüyor:
“Bunda beli diyen kişi andâ tamâm olur işi.
Bizden nişân isteyene ol Hallâc-ı Mansûr nedür.” (Yunus Emre
Divânı, sayfa 37. )
“Sen seni bırak dost yüzine sensüz bak
Mansur‟layın “ene‟l - Hak” dahı sebükbar gerek.” (Yunus Emre
Divânı, sayfa 73. )
“Bin yıl toprakda yatursam ben komayam “ene‟l - Hakk‟ı”
Ne vakt gerek olurısa ışk nefesin urıgelem” (Yunus Emre Divânı,
sayfa 101. )
“Yunus‟a kadeh sunan “ene‟l - Hak” demin uran
Bir cur‟a sundu bana içdüm ayılamazam”. (Yunus Emre Divânı, sayfa
103. )
“Bizim meclis mestlerinin demleri “ene‟l - Hak” olur
Bin Hallâc-ı Mansur gibi en kemine divanesi.” (Yunus Emre Divânı,
sayfa 226. )
Diyor ki : “Bizim meclislerimizin her an konusu Allah olduğumuzu söylemektir, bizim zayıfımız bu konuda bin Hallâc-ı Mansur gibidir.”
Hani, Mevlânâ bütün kainatta meydana gelen olayların aslında, Allah‟ın kendi kendisiyle huzur tavlası oynamasından ibaret
olduğunu söylemişti. İş böyle olunca, emr edende emr edilende, iman edenle, iman etmeyen, iyi ile kötü hepsi bir olmuş olurlar. Sûfizmin bu
zihniyetine inanan ve kendisini Allah sanan Yunus Emre bu inancını şu sözlerle anlatmaya çalışıyor.
“Tangrı kadim kul kadim ayrulmadum bir adım
Gör kul kim Tangrı kimdür anla iy sâhip-Kabûl
“Bize birlik sarâyın toğru beşâret ayın
Geç ikilik fikrinden kağıl benliği yâ kul.” (Yunus Emre Divânı, sayfa
81. )
“Nemrûd adın İbrahim‟e ben bağ u bostan eyledim
Küfür yüzinden toğuban gine odu yakan benem.”
“Ol Hallâc-ı Mansur‟ıla söyleridüm “ene‟l-Hakk‟ı”
Benem gine onun boynuna dar uryanın dakan benem.” (Yunus
Emre Divânı, sayfa 102. )
“Cercis olup basıldum Mansur oldum asıldum.
Hallâc panbuğu gibi bunda atılup geldüm.”
“Zekeryâ oldum kaçdum irdüm ağaca geçdüm.
Kanum dört yana saçıp depem deldirüp geldim”
“Yolumuz Sübhânıdı peygamberler cânıdı
Yûnus hod pinhânıdı Sûret değşirüp geldüm.” (Yunus Emre Divânı,
sayfa 107. )
“Gah hâlis gâh muhlis olam us Fûrkan‟ıla
Gâh Rahmânu‟r-rahim yâ Hayyu yâ Mennan olam.” (Yunus Emre
Divânı, sayfa 113. )
Anlattığı şeyler, İlâh‟lıkta halden hale geçerek tam bir huzur
tavlası oynamak, iddiasındadır. Ve bunlar gibi daha bir çok sözler. Bu sözleri yalnız Yunus Emre söylemiyor, örneğin Abdulkadir Geylani‟nin
de tarikatça kendisine ait olduğu kabul edilmiş benzer sözleri var.
9- Abdulkadir Geylani
“İbrahim ateşe atılınca onunla beraber idim.
Ateş ancak benim duam ile soğuyup yakmaz oldu.
İsmâil‟e bedel getirilen koç ile beraber idim.
Koçlar ancak benim gönül cömertliğimle indi.
Yakub‟un gözü kapanıp kör olduğunda anunla beraber dim.
Yakub‟un gözleri ancak benim nefesimle iyileşip şifâ buldu !
Yüceye çıkarken İdris ile beraber idim,
Onu Firdevs‟e en güzel CENNETİME oturttum !
Musâ Rabbine munacaat ederken beraberinde idim,
Musâ‟nın asa‟sı benim asamdan meded gördü !” (Füyûzât-ı
Rabbâniyye, Şeyh Abdülkadir Geylâni, Çeviren Celâl Yıldırım, sayfa 74. Bedir Yayınevi
1975 ).
Sûfistlerin en ısrarlı söyledikleri şeylerden bir tanesi birer Hallac-ı Mansur örneği olduklarını söylemeleridir. Onlarca “Enel Hak” yani ben
Allah’ım diyen Hallac-ı Mansur vazgeçilmez bir semboldür. Hallac-ı Mansur mantığıyla sözler söylediler, yazılar yazdılar; şiirler
söyleyip onlara kafiyeler dizdiler. Bütün bunlara biri çıkıp ta samimi olarak
dil sürçmesidir sarhoşluktur diyemez, zira söylenen bu sözler böyle bir
müdafaa kalıbına sığmaz, binlerce küfür söz iddia ettikleri gibi olsaydı kitaplara geçirilip belgelenmezdi. Onları bu şekilde müdafaa
edenler; kendileri de ya sûfist’tir, yada sûfistlere zihnen av olmuş
mürittir. Zira bütün bunlar sûfizim sisteminden başka bir şey değildir. Bilerek ve isteyerek kaleme alınmışlardır.
Yunusun, Allah’lık iddiasıyla kaleme alınmış aşağıdaki menzum sözlerine aklı başında olup ta, kim kasıtsız ve amaçsızdır diyebilir.
“Ol kadir-i kün feyekûn lutf idici Rahman benem
Kısmedin rızkını viren cümlelere sultân benem
Nutfeden âdem yaratan yumurtadan kuş düreden
Kudret dilüni söyleyen zikr eyleyen sübyan benem
Kimini zâhid eyleyen kimini fâsık eyleyen
Ayıblarını örtüci ol delil ü bürhân benem
Bir kulına atlar virüs avrat u mal çiftler virüs
Hem yok birinün bir pulı Rahim ü Rahmân benem
Benem ebed benem beka ol Kadir-i Hay-mutlak‟a
Hızır olan yarın sakka anı kılan gurân benem
Dört dürlü nesneden hâsıl bilün benemüşde delil
Odıla su toprag u yil; bünyad kılan Yezdân benem
Ete deri sünük çatan ten perdelerini dutan
Kudret işim çokdur benüm hem zâhir ü ayân benem
Hem bâtınam hem zahirem hem evvelem hem âhıram
Hem ben ol‟am hem ol ben‟em hem ol kerim ü han benem
Yoktur arada tercümân andacı iş bana ayân
Oldur bana viren lizân ol denize ummân benem
Bu yiri gök‟ yaradan bu arş,u kursi; durduran
Bin bir adı vardur Yûnus ol sâhib-i Kur‟an, benem.” (Başlangıçtan
Günümüze Tasavvuf, Timaş Yayınları-1996, Doç Dr.Ahmet Kırkkılıç, sayfa 184-185 ).
—————————————o——————————————
10- Seyyid Nesimi
“Vahdet-i Vücûd nazariyesinde “Lâ ilâhe illallah” lafzı “Lâ - mevcûde illallah. Allah‟tan başka varlık yoktur” şeklinde ifade edilir.
Buna göre her şey onun çeşitli şekillerde tecellisidir, hatta daha ileri bir söyleyişle ondan bir cüzdür.”
“O mâşuk ile âşık oldı bir zât
Mahf oldı vücûd-ı nefy isbât
Her katre muhit-i âzam oldı
Her zerre Mesih-i Meryem oldı
Mescûd ile sâc id oldı vâhid
Mescûd-ı hakiki oldı sâc id
Gayr oldu helâk-ü „vech‟ kaldı
Bahr oldu şu kim bahre daldı
Ref‟ oldı hicâb-ı mâ-sivâ‟llah
El kudretü vel - bekaü li‟llâh
Sırr-ı ezel oldı âşkârâ
Arif nice eylesün müdârâ
Külli yer ve gök Hak oldı mutlak
Söyler def ü çeng ü ney “Ene‟l - Hak” (Başlangıçtan Günümüze
Tasavvuf, Timaş Yayınları-1996, Doç Dr.Ahmet Kırkkılıç, sayfa 210 )
Nesimi, şiirde Vahdet-i Vücûd’çuluk yaparak her şeyin “Ene‟l - Hak” dediğini söylemektedir. Örneğin : Secde edenle, secde edilenin, sevenle,
sevilenin bir olduğunu. Yer ve gök’ün mutlak olarak Hak yani Allah
olduklarını, def, çeng, ney’in de Ene’l - Hak söylediklerini söylemektedir.
11- Sadrettin-i Konevi
Sadrettin-i Konevi’den, bir hadisi tefsiri :
“Şimdi işin sonuna geliyoruz... Bütün bu işlerden sonra.. Olacakları ondan duymaya çalışacağız. Yüce Allah, bize şu manayı anlatmak istiyor
- .. Ve sen baki kalırsın.. Ama, sensiz olarak..
Ve.. Sen, ben olursun. Sonra.. Ben, sen olurum.. Sen dahi bensin..
Hasılı : Her şey onda ve O olur..” (Hadis-i Erbain, Tasavvuf Sadreddin-i Kunevi
Rahmet Yayınları - 1970 Baskısı sayfalar 35-36 )
12- Niyazi-i Mısri
Halveti terikatinin Mısriyye kolunun kurucusu olan Niyaz-i Mısri 1105 tarihinde Limni adasında ölmüştür. Onun beğendiği önder Hallac-ı
Mansur‟dur.
“Esselâ dâr-ı Enel - Hak‟da bugün Mansur olup
Can u başından geçen serdâr‟ı aşka esselâ.” (Tam ve Mükemmel Niyaz-i
Mısri Divanı, Sağlam Kitabevi 1976 sayfa 23. )
Bu şiirde Hallac-ı Mansur gibi ilâhlık iddia edip, bu yolda canını
vermeyi göze alanlara övgü ve yardım çağrısında bulunuyor. Vahdet-i Vücûd iddiasıyla ilgili, diğer sözlerinden örnekler verebiliriz, Şöyle ki :
“Hak yüzü insan yüzünden görünür
Zât-ı Rahman şeklin insân eylemiş.” (Tam ve Mükemmel Niyaz-i Mısri
Divanı, Sağlam Kitabevi 1976 sayfa 111. )
“İsteyü git âlemi
Ademde bul âdemi
Sırr-ı nefahtü demi
Nefsidürür kâmilin” ( Yukarda adı geçen eser, sayfa 127 )
Daha önceki sofistlerden verdiğim örnekler gibi, Mevlana’nın Allah
kendi kendisiyle huzur tavlası oynuyor iddiasını, Niyazi Mısri şu sözlerle ifade ediyor :
“Ân-ı dâimdir hakikat güneşi
Ol ânım ben gitmezem ben gelmezem
Meryem içre ben doğurdum bir gulam
Hem bugün de bir gülüm kim solmazam
Ben doğurdum atasız hem İsa‟yı hem
İttisalim var ana ayrılmazam
Sanma kim Mehdi benim Mehdi odur
Adı Yahya‟dır anın yanılmazam
Vasıtasız esmâ-i hüsnâ cümleten
Bu sözü isbata âciz kalmazam
Sır ile bana içimden söylenir
Mısriyâ ben doğmazam ben ölmezem.” (Tam ve Mükemmel Niyaz-i
Mısri Divanı, Sağlam Kitabevi 1976 sayfa 167 ).
13- Hacı Reşid Paşa
Hacı Reşid Paşa‟nın, Tasavvuf isimli kitabından :
“Eyle iska-ı izâfat hüviyet birdir
Nazar-ı ehl-i hakikatte hakikat birdir
Vahdet asârıdır eşyadaki renk-i kesret
Hakşinasana göre vahdet ve kesret birdir.” (Hacı Reşid Paşa,
Tasavvuf, Tarikatler Silsilesi ve İslâm Ahlak-ı, Salâh Bilici Kitabevi 1965, sayfa 60).
14- İbnu‟l-Fâraz
Daha öncede belirttiğimiz gibi, sûfistlerin Allah’ı seviyoruz sözüyle
kastettikleri, aslında kendilerini sevmeleridir. Zira, onlara göre, Allah ile
kendileri birdirler ve İbadet ile sevgiyi özellikle kendilerine tahsis ederler. Bu manada olmak üzere İbnu’l-Fâraz’ın, “Nazmu‟s - Sülûk” diye
isimlendirdiği kasidesinden şu örneği verebiliriz :
“Makamda kıldığım namazlar onadır
Ve şahit oluyorum ki o da bana namaz kılıyor. Her ikimiz de namaz kılan‟ bir‟iz; Secde etmekle kendi hakikatı. Her secdede „bir‟
olarak Bana namaz kılan, benden başkası değil. Her sevdede namazım da, benden başkasına değil Ben O‟yum, O da ben;
Ayrılık yok aramızda. Aksine zâtım, zâtımı sevdi. Benden bana elçi olarak gönderildim. Zâtım, âyetlerimle bana delâlet etti. ( İbn
Teymiyye Külliyatı C.2, Tevhid Yayınları 1987, sayfa 356. )
Görüldüğü gibi,sevmesi ve ibadeti kendi kendisinedir.
Sûfistlerin Vahdet-i Vücûd iddiasıyla ilgili olarak, daha birçok örnekler vermek mümkündür. Örnekleri çoğaltmak verdiğimiz örneklerin benzer bir
tekrarından ibaret olacağı için, konuyu daha da örneklendirmeğe gerek
yoktur. Fakat şu anlaşılmalıdır ki, Sûfistlerin en temel iddiaları ve tasavvufun yapı olarak tamamı Vahdet-i Vücûd iddiasıdır. Ve bu iddia
Kuran‟ın öğrettiği Allah‟ı tevhid etme, yani Tek bir ilâh olarak
kabul etme anlayışına tamamen zıt bir iddiadır.
—————————————o——————————————
5 - VAHDET-İ VÜCUD KÜFÜR MÜ ?
Yukarıda örneklerini verdiğimiz ifadelerden açıkça anlaşılmalıdır ki;
vahdet-i vücud inancına sahip sûfilerce, var olan herşey, Allah'ın bir parçasıdır, O'nun zahiri görüntüsüdür ve hatta ta kendisidir. Sözde zikir
meclislerinin vazgeçilmez nakaratı 'la mevcuda illallah' sözü bunun en açık ifadesidir.
Bu söz Kur'an'ı yalanlayan bir sözdür. Kur'an,
"O gökleri ve yeri yoktan yaratandır... O'nun benzeri hiçbirşey
yoktur" 42/11
diyerek, kendisinin yaratan ve kendi dışındaki herşeyin yaratılmış
olduğunu, üstelik bunların hiçbirinin kendisine benzer olmadığını belirtir.
Esasen Kur'an'ın temel mesajı Hâlîk ile mahlukun vasıf ve ilişkilerini, duyurmak ve belirlemek değil midir?
Vahdet-i vücud, kendi parçalarından bir kısmını lanetleyen, cehennemde yakarak cezalandıran, hakaret eden bir ilah anlayışı getirir .
Vahdet-i vücud, gayta'tan şeytan'a, lağım faresinden -Ebu-Leheb'e, solucan'dan-Firavn'a, bir fahişeden-homoseksüele kadar
her şeyin İlah olduğunu iddia etmektir.
Mevlâna ve Şems arasında geçtiği söylenen hadisede de görüldüğü
gibi, Vahdet-i vücud, kadın kılığına giren Tanrı ile seviştiğini iddia etmektir. Ne gariptir ki; Allah'a söverek nara atan sarhoş bir sokak
serserisini, öldürmeye-dövmeye kalkan sûfî, Şems ile Mevlana arasında geçtiği söylenen şu hadiseyi kutsar veya sessiz kalır:
"Mevlana Şemsin yanına girdi. Şems şahane bir çadırda oturmuş Kimya Hatun ile oynaşıyordu. Mevlana dışarı çıktı. Bu karı
koca oynaşmalarına mani olmamak için medresede aşağı yukarı dolaştı. Sonra Şems (Mevlâna'ya) içeri gel diye seslendi. Mevlana
içeri girdiğinde Şems'ten başkasını görmedi. Kimya nereye gitti?
dedi. Şems 'Yüce Tanrı beni o kadar severki, istediğim şekilde yanıma gelir. Şu anda da Kimya Hatun şeklinde geldi' buyurdu.
(Ahmet Eflaki. Menakibul Arifin - 11/56/57. Haksöz Dergisi, Nisan 93)
Şeyhül Ekber(!) İbni Arabi de "Allah'ın kadında müşahade edilmesi en büyük ve en mükemmeldir." demiştir.
İmam Rabbani'nin Mektubatında, "Allah Teala'nın ismi zahiri o kadar çok tecelli ettiki, herşeyde ayrı ayrı göründü, hatta kadın
şeklinde, onların organları halinde ayrı ayrı zahir oldu" (İmam
Rabbani, Mektubat Terc. 1. Mektup)
Vahdet-i vücud; Allah'tan başka herşeye tapmayı meşru gören, hatta
emreden bir dindir.
Bu konuda Abdulkerim el-Cîlî şöyle diyor: "Zatı itibariyle yüce olan Hakk'ın açığa çıktığı her varlığa tapmak gerekir" (Haksöz Dergisi, Nisan
93.)
Beyazid-i Bistamî de: Allah'tan Allah'a çıktım. Nihayet ben de 'Ey ben sen olan' diye seslendi...
Çadırımı arşın yanına kurdum... Allah'ım! Senin bana itaatin, benim sana itaatimden daha büyüktür... Allah'a yemin ederim ki, sancağım
Muhammed'in sancağından daha büyüktür. Nurdan olan sancağımın
altında cinler, insanlar ve peygamberler bulunmaktadır.... Beni bir defa görmen, Rabbini bin defa görmenden daha hayırlıdır... Öyle bir denize
daldım ki, peygamberler onun sahilinde kalmıştır." (Feridun Atlar, Tezkiretül
Evliya 1/160)
diyerek, Allah'tan itaat bekleyen, Allah'tan daha hayırlı ve yüce
olduğunu ifade eden şizofrenler'in dinidir tasavvuf. (Zavallı Evrenosoğlu,
herkesin ilahlık iddiasında bulunduğu bir mekânda büyük bir tevazu göstererek
peygamberliğe razı olmuş, çok mu?)
Şimdi soruyorum; hangi akıl hâlâ bu sözlerin teviline
yeltenebilir? hangi insaf sahibi; bu sözlerin teşbih olduğunu iddia edebilir? Hangi iman sahibi; bu sözlerin küfür olmadığını
söyleyebilir?
Bu sözlerin gizli ve ince bir mânası vardır, bu yüzden batinî
anlamları önemlidir." diyerek savunanlara, muhterem Bahaeddin Bilhan Hoca şöyle derdi (25 yıl önce):
"Birisi kalkıp anamıza, hanımınıza sövse; sonra da sizi yatıştırmak için; 'aman efendim yanlış anladınız. Bu sözlerin batinî
mânâsı, -anneniz nasıl, hanımınız afiyettedir inşaallah... Annenizin
ellerinden öpüyor, hanımınıza hürmetlerimi sunuyorum..-
demektir.-' dese ikna olur musunuz? Diye sorardı. Bunların sözlerinin hangi birini tevil edeceksiniz, hangi birini teşbih
sayacaksınız ki?"
Bu saçmalıkları savunmakta güçlük çeken sûfî takımı, bu defa da 'bu sözler şathiyyattır... Sekir halinde söylenmiş sözlerdir.' bu yüzden
sahipleri mazurdur." diyorlar. İyi de bu adamlar hiç mi ayık gezmemiş, kitapları sarhoş sözleriyle dolu. Hem bunlar sarhoş da,
size ne oluyor? Sarhoşları savunmak size mi kaldı?
Evet, eğer bu sözler küfür değilse, küfür ve şirk denebilecek
birtek söz ve davranış bulmak mümkün değildir. Bunlar küfür değilse küfür ne? Ben Allah'ım diyen, beni görmen Rabbini görmenden bin
kere daha hayırlıdır' diyen, 'Kadın kılığına giren Tanrı'yla sevişiyorum' diyen biri küfretmiyor da ne halt ediyor?
Anlaşılması güç bir durum da, müslüman entellektüellerin büyük bir bölümünde sufizm'in izlerine rastlanıyor olmasıdır.
Dünya işleri olarak özetlenebilecek işlerde, son derece yetkin ve etkin oldukları halde, ne hikmetse, din işlerinde çoğu kez kendilerine, ümmi ve
pek de akıllı olmayan bir Ruhban edinmektedirler. Bu izahı zor bir
çelişkidir.
Okur-yazar ve sanatçı kesimin, ümmi ve az düşünen kişileri mürşit
edinmeleri ya dinlerine, dünyaları kadar önem vermediklerinin ya da din ve dünya işlerinin sosyal alanda bile ayrılmazlığını iddia etmelerine
rağmen, bireylerin bile laik olabileceği düşüncesinden mi kaynaklanmaktadır?
Yoksa Aydın Müslümanlar'ın (!) büyük bir kesiminde izlerine rastlanan tasavvufî temayül bir fantezi düşkünlüğü veya sahte bir tevazuun eseri mi
sayılmalıdır?
—————————————o——————————————
6 - TASAVVUF'TA "YAZDIRILMA" MOTİFİ
Allahü teala şöyle buyurur:
نهم ف ما هم حكم ب صلفى انه للاه ا الى للاه بىن اء ما نعبذهم االه لقش ن الخالص والهزن اتهخزوا من دونه اول الذ اال لله
ال هذي من هى كارب كفهاس فه ختلفىن انه للاه
Haberin olsun, halis din yalnızca Allah’ ındır. O’ndan
başkalarını evliyalar edinerek “Biz bunlara yalnız bizi daha fazla Allah’a yaklaştırmaları için kulluk ediyoruz.” diyenlere gelince,
Allah tartışıp durdukları konuyla ilgili hükmünü verecektir. Şu bir
gerçek ki Allah yalancı, inkarcı kişiyi doğru yola iletmez. (39 Zümer 3 )
İslam'ın tevhid inancına "paralel bir din" olarak geliştirilen ve Budist, Maniheist, Hind-Iran mistik kültürü, Mailen Gnostik ve Neoplatonik
felsefesi ve Yahudi ve Hristiyan mistik geleneklerinin sentezinden başka bir şey olmayan Tasavvufun bilgi kaynağı keşif, ilham ve rüyaya
dayanır. Buradaki İlham kesinlikle, peygamberlere gelen vahiyden başka bir şey değildir! Ünlü mutasavvıfların hemen hemen hepsi
kitaplarını/yazılarını kendilerinin yazmadıklarını, onlara yazdırıldığım, yukarıdan (Tanrı'dan) aldıklarını iddia etmişlerdir.
Bu iddiada bulunurken her biri değişik ilham/vahiy tasvirleri yapmış olsalar da özde hep aynıdır: Kendileri sadece, onlara gelen vahyin
mütercimidirler! Tanrı onlara doğrudan vahyetmiştir...
Böylece sûfiyye takımı "zahirî bilgi"yi mahkum ederler ve her türlü
sözün (hususan Kur'an'ın) bir de batıni anlamının olduğunu, bunu ancak
keşif ve keramet sahibi evliyanın bileceğini iddia ederler, işte Kur'an'ın mesajını tahrif etmenin en zalim bir aleti de bu "batıni bilgi"
hezeyanı olmuştur.
Biz bu yazıda tasavvuf geleneğinin üç önemli simasının; Muhyiddin
İbnül Arabî, Celaleddin Rûmî ve Said Nursi'nin, bilgilerini, yani kitaplarını nereden aldıklarını, kendilerine nasıl yazdırıldığım kendi ifadelerine
dayanarak ortaya koymaya çalışacağız. Bu üç isim, popülaritesi en fazla olup, tasavvufun iyi birer mümessilidirler. Bunların kanaatleri bütün
sufiyenin ortak akîdesidir.
Amacımız, kendilerini İslam'a nisbet eden İnsanların, aynı zamanda
mensubu bulundukları tasavvufi zihniyetin din anlayışına dikkat edip
Kur'an vahyinin yanında mı, yoksa sufiyenin vahyinin yanında mı yer
alacaklarını düşünmelerine vesile olabilmektir. En azından, Kur'an vahyi ile
tasavvuf dininin birbirlerinden tamamen ayrı ve başka başka şeyler
olduğunu, düşünen herkesin anlaması gerekir. (Mehmet Durmuş)
http://www.tevhidnesli.de/4_B-_-EN-B-Ue-Y-Ue-K-&%23350%3B&%23304%3BRK--d--
VAHDET_&%23304%3B-VUCUD-&%23304%3BNANCI.htm