anarşizm, komünist bürokrasiye karşı...daniel cohn-bendit anarŞİzm komünist bürokrasiye...

161
Anarşizm KOMÜNİST BÜROKRASİYE KARŞI Daniel Cohn-Bendit ant anarcho-copy.org tarafından internet ortamına aktarılmıştır.

Upload: others

Post on 03-Feb-2021

11 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

  • AnarşizmKOMÜNİST BÜROKRASİYE KARŞI

    Daniel Cohn-Bendit

    ant

    anarcho-copy.org tarafından internet ortamına aktarılmıştır.

  • ANT YAYINLARI 15 Karşıtlar dizisi 1

    anarcho-copy.org

  • Orijinal Adı :LINKSRADIKALISMUS GEWALTKUR GEGENDIE ALTERSKRANKHEITDES KOMMUNISMUS

    İlk Yayını :ROWOHLT TASCHENBUCH VERLAGHamburg, 1968

    Türkiye Yayını :ANT YAYINLARIİstanbul, Mart 1969

    Kapak :İNCİ ÖZGÜDEN

    Dizgi :YÖNET MATBAASI

    Baskı :AHMET SARI MATBAASI

    Cilt :ŞEHİR MÜCELLİTHANESİ

    Fiyatı : 7,5 LİRA

  • Daniel Cohn-Bendit

    ANARŞİZMKomünist

    Bürokrasiye Karşı

    Türkçesi: Sermet ÇAĞAN

    ANT YAYINLARICağaloğlu, Başmusahip Sok. Tan Apt. 10/12 - İst.

  • ÖnsözFransa’da 1968 mayıs ve haziranında milyonlarca in

    san kendisini birdenbire politik bir eylemin içinde bulmuştur. Bütün dünyayı sarsan gençlik hareketleri Fransa’yı da sarstığı sırada, politik ve sınıfsal bir savaşın deneylerinden yoksun kitleler, tekelci büyük sermayeyi en iyi nasıl alte- debileceklerini birbirlerine sormaya başlamış, bu kaostan yararlanan çeşitli gruplar da derhal yol gösterici olarak meydana çıkmışlardır.

    Fransız Komünist Partisi’nin ve diğer sol partilerin dışında harekete geçen bu gruplardan biri de, genç öğrenci lideri Daniel Cohn-Bendit’in de dahil bulunduğu «Gauchiste - Solcu» harekettir.

    «Gauchisme», bilimsel sosyalizmin de solunda yer almak iddiasını taşıyan bir akıma verilen isimdir. Gauchisme’- in kökleri, geçen yüzyılın ortalarına kadar uzanmaktadır. Bilimsel sosyalizmin kurucuları ve arkadaşları, geçen yüzyılda dünyanın çeşitli ülkelerinde bu gruplara karşı mücadele vermişlerdir. Bakunin’in öncülüğünü yaptığı bu anarşist gruplar, Marx’in yaşadığı dönemde bile Marx adına Marx’i işçi hareketinin devrimci atılımını «kırmak»la suçlayacak derecede ileri gitmişlerdir. Bilimsel sosyalizme etkin bir dinamizm getiren Lenin de, «gauchiste»lerle savaşmak zorunluluğundan kendisini kurtaranı amıştır. Lenin’e

  • • 6 •göre «Gauchisme», sağ oportünizm ile birlikte sürekli bir

    biçimde emekçilerin örgütlü eyleminin karşısında olmuştur.Bilimsel sosyalizmi rehber almış emekçi örgütleri yö

    neticilerinin «Gauchisme» hakkmdaki görüşlerini şöyle özetlemek mümkündür :

    «Hemen yüzyılı aşkın bir süredir marksizmin solunda yer almaya savaşan grupçukların tümünün çabalarının tam bir başarısızlıkla sonuçlandığı bugün matematiksel bir biçimde ispatlanmıştır. Gerçekten de emekçi örgütlerinin disiplinli, sabırlı, kılı kırk yaran ve o ölçüde de etkin ve sonuç alıcı eylemlerine gauchiste gruplar kendi aralarında sürekli bir biçimde bölünmekten, laf ebeliğinden, boş slogan üretiminden öte elle tutulur hiçbir şey başaramamışlardır. Gauchiste’lerin tek başarısı, emekçi örgütlerinin mücadelesini zaman zaman hakim çevreler yararına kösteklemek olmuştur. .

    «Emekçi sınıfların bilimsel sosyalizmle başlayan örgütlü ve bilinçli mücadeleleri tarihi, anarşistlerin, nihilistlerin, troçkistlerin, gauchiste’lerin emekçi örgütlerinin karşısına çıkardıkları irili ufaklı engellerle doludur. Sınıflar arası temel çelişikleri, üretim biçimlerini ve giderek sosyal sorunların çözümünde politik iktidarın kaçınılmazlığını örtbas ederek bu çözümü tekniğin gelişmesinde gören «teknokrat» lann da katılmasıyla, bu boş slogan üreticileri, dün olduğu gibi bugün de zararlı eylemlerini sürdürmektedir.

    «Gauchiste gruplar, çoğu zaman tekelci büyük sermaye iktidarının ekmeğine yağ süren spektaküler olaylar yaratarak, parlak görünüşlere kapılan, olayların temelinden çok yüzeyi ile yetinen, özellikle küçük burjuva eğilimli gençler arasında hayli taraftar bulmuşlardır.

    «Gauchiste’lerin bu oportünizmi, emekçi sınıfların, büyük sabır ve fedakarlıkla ve yüzde yüz bilimsel sosyalizmin temel çizgisi doğrultusunda sürdürdükleri ve tekelci büyük sermayenin canevine, yani politik iktidara yönelen savaşları için son derece kötü etkileri olmuştur. Gauchiste’lerin yolu yöntemi olmayan, toz kaldırmaktan öte hiçbir somut sonuca yönelmeyen ve bir ölçüde tamamen güçsüz ve güdük hareketleri, o harekete katılan milyonlarca insanı önce büyük bir umutsuzluğa, sonra da doğal olarak pasif kalmağa itmiştir.

  • • 7 •«Öte yandan Gauchiste’lerin mayıs - haziran olaylarında

    başıboş ve bozukdüzen giriştikleri ve hiçbir sonuca yönelmeyen bazı şiddet hareketlerinin tekelci büyük sermaye hizmetlilerinin ekmeğine nasıl cömertçe yağ sürdüğü gün gibi ortadadır. Gerçekten de Pompidou Hükümeti, Gauchiste’lerin bu tür şiddet hareketlerini, kamuoyuna, yarınki emekçi iktidarının simgesi olarak göstermiş ve bu panik ortamını bizzat körükleyerek halka gözdağı vermiştir. Hükümetin bu imajdan yararlanarak o zaman ortaya attığı «kargaşa yerine düzen» sloganı bu yüzden, sonradan yapılan seçimlerin de gösterdiği gibi, umulmaçlÿt başarı kazanmıştır. Gauchiste’lerin, mayıs - haziran olaylarının nisbeten yatıştığı ve emekçi 'kitlelerinin iktidarı seçimle sıkıştırdığı bir sırada giriştikleri şiddet hareketlerine, örneğin Quartier Latin’de bizzat öğrenci kılığına, hattâ Hippy kılığına girmiş sivil polislerin de katıldığı olaylardan sonra mahkemeler tarafından tesbit edilmiştir.

    «Öte yandan, hakim çevreler, basını, radyosu, polisi ve bütün propaganda araçlarıyla Sauvageot, Geismar ve Cohn - Bendit’lerin sırtını sıvazlarken, dün olduğu gibi bugün de tüm güçleriyle emekçilerin örgütlerine saldırmaktadırlar.»

    Olayların gelişimi karşısında, bilimsel sosyalizme dayanan emekçi örgütlerinin Gauchist’lere yönelttikleri bu suçlamalara hak vermemek mümkün değildir. Ancak unutulmaması gerekir ki, emekçi kitleleri adına hareket eden siyasal ve sendikal örgütlerin bürokratik ve zaman zaman devrimcilikten uzaklaşan tutumu da, aslında bir çıkaryol olmayan gauchiste hareketlere gelişme imkanı sağlamaktadır. Cohn-Bendit’in bu kitabı, gauchiste’lerin emekçi örgütlerinin hangi zaaflarından yararlandıklarını ortaya koyması bakımından önem taşımaktadır. Bu itibarla, Cohn - Bendit’in bu örgütlere yönelttiği eleştirilerin de öğrenilmesi ve bunları da dikkate alarak emekçi sınıfların örgütlü hareketinin devrimci niteliğini yitirmesi ihtimaline karşı gerekli tedbirlerin alınması zorunludur. Cohn - Bendit’in bu kitabıyla, karşıt görüş olarak aynı ciltte yayınladığımız Jacques Duc- los’un kitabını birlikte okumak, bu bakımdan yararlı olacaktır.

    ANT YAYINLARI

  • BÖLÜM BİR

    Fransa’daki Stalin Demokrasisi ve Sınıf Çatışması

  • Giriş1|«Stalinizmm teorik ve pratik olarak açıkta bırakılması, gelecekteki devrim örgütlerinin temel ödevi olmalıdır.»

    De la misère en milieu étudiant

    «Bu olaylar sırasında... Komünist Partisi, bir düzen ve siyasal sağduyu partisi olarak görünmüştür.»

    Waldeck - Rochet, Fransız Komünist PartisiGenel Sekreteri

    Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki devrim hareketi, nasıl Sosyal Demokrat Parti’nin bünyesi incelenmeden anlaşılmazsa, Fransız devrim hareketinin yeniden doğuşu da, Fransız Komünist Partisi’- nin rolü incelenmeden kavranılamaz. Bugün, işçilerin büyük çoğunluğu için, Fransa’daki Sosyal Demokratların rolü açık seçiktir : Dördüncü Cumhuriyet sırasında çeşitli hükümetlerde görev almış olmaları, Cezayir Savaşı sırasında aldıkları açık karşı

  • • 12 • devrimci tutumları, burjuvaziyle devamlı taviz ve anlaşma içinde olmaları ve burjuvazinin birer «sadık hizmetkarı» (Leon Blum) olarak çalışmaları, Sosyal Demokratları, istismar edilen büyük kitleden uzaklaştırmış ve yabancılaştırmıştır. Eğer sosyal demokrasi hâlâ ölmemişse, bunun tek nedeni, binlerce işçiyi bu görüşün kucağına atmış olan Stali- nizmdir.

    Eğer işçilerin hepsi, Fransız Komünist Partisi’- nin ve onun yönetimindeki CGTnin gerçek niteliğini bilmiş olsalar, tek kişi kalmamacasına partiden koparlardı. Ve eğer bu davranış, bir gerçek devrimci eyleme yol açarsa, tamamen olumlu bir hareket olurdu. Bugünkü durumda, yıllar öncesinden başlamış olan çözülme, pasif kalmış ve sonuçları bakımından olumsuz olmuştur. İşçiler kafalarıyla değil, ayaklarıyla oy kullanmışlardır. Mayıs buhranı, bu manzarada büyük değişiklikler yapmıştır. Bu buhran, sadece parti saflarını biraz daha boşaltmakla kalmamış, aynı zamanda partidekiler arasında nis- beten sınıf bilincine varmış olanları, bir yeni, devrimci düzeye getirmiştir. Eğer bu kitap, bu konuda herhangi bir yarar sağlıyacaksa, boşuna yazılmamış demektir.

  • Mayıs ve Haziran'da Komünist Partisi2|

    Fransız Komünist Partisi’nin tarihçesine göz atarsak, 1968’de oynadığı «kurtarıcı olmayan» (unsavoury) rolün pek de yeni olmadığını görürüz. Komünist Partisi (çok değişik ortamlarda olmakla beraber) tıpatıp aynı olmasa bile, 1968’deki tutumunun çok benzeri bir davramşı bundan önceki iki olayda daha göstermiştir : 1936’da ve 1945’te. Bu da raslantı değildir.

    Fransız Komünist Partisi, genellikle, Lenin ideolojisinden sözlerle, seçimler ve reformist tutum konusundaki uygulamalarını birleştirerek iki ayrı sesle konuşmayı adet edinmiş bir partidir. Mayıs ve Haziran’daki uygulamaları da bunu doğrulamıştır. Bu durumu belki de en iyi gösteren, devrim hareketinin üç ayrı kanadına karşı tutumu olmuştur : Üniversitelere, genel oturma grevlerine ve yeni seçimlere gidilmesine karşı aldığı tavır, sırasıyle Georges Marchais’in 3 Mayıs tarihli L’Humanité’deki

  • • 14 •yazısında, Seguy’un 14 ve 15 Haziran’daki raporlarında ve Waldeck - Rochet’nin 21 Haziran’da televizyonda yaptığı seçim konuşmasında belirgin olarak görülmüştür.

    ■ Komünist Partisi ve Ü niversitelerdeki

    Devrim Hareketi

    Birkaç yıldır, Fransız Komünist Partisi, «solcu küçük gruplar»m faaliyetini diline dolamıştı. Ama bunlara pek de fazla önem verdiği yoktu. Fransız Komünist Partisi’nin ikinci adamı Georges Marchais, bu görüşle, 1967 Ocak ayında, Komünist Partisi’nin 28. Kongre’sinde «basının ve diğer propaganda araçlarının, bu küçük grupları yoktan var etme çabasında olduklarını» söylüyordu.

    Zaman zaman komünist basın, bu grupların sayıca ne kadar güçsüz olduklarını belirten yazılar yayınlıyordu. Ama 3 Mayıs 1968’de, bu tutum tamamen tersine döndü. Oysa, o günlerde, üniversite hareketi henüz yeni yeni doğuyordu.

    Marchais bu konuda şu iddiaları ileri sürüyordu: «Birkaç yüz öğrenciden meydana gelen bu grup- çuklar, aralarındaki bütün çelişkilere rağmen, Alman anarşisti Cohn-Bendit’in başını çektiği ve 22 Mart Hareketi dedikleri bir hareket içinde birleşmişlerdir. .. »

    Marchais’nin bam teline basan, 22 Mart hareketindeki beraberliğin yarattığı tehlike ve bu hareketin geçirmiş olduğu niteliksel değişimin farkına varması olmuştu. «Hareketin başını bir Alman anarşistinin çektiği» yolundaki damgalama, yetkili makamların arayıp da bulamadıkları ve bu yüzden de dört elle sarıldıkları bir sebep oldu. Aslında, ha-

  • • 15 •reketimizin temel inançlarından biri, hiçbir lidere ihtiyacımız olmadığıdır. Oysa bu fikir, Marchais ve bütün onun gibi olan bürokratlar tarafından afaroz edilmiş bir görüştür. Böylelikle, hareketimize sadece bir lider yamanmış olmakla kalmıyor, aynı za- manda bu lider, Komünist Partisi’nin katıksız Fransız yöneticilerinin tersine, elin gavuru olarak ortaya çıkıyordu. Aşırı sağın yayın organı Minute, bir «Alman Yahudisi»nden söz etmekle, tanımlamayı daha kesin ve doğru bir biçime sokmuştu. Herhalü- karda, devrim hareketine katılmış olan yada katıldığından kuşkulanılan bütün yabancıların, gerek aydınlar, gerekse işçiler olsun, tümünün Fransa’dan çıkarılmasıyla sonuçlanan, o «aramıza yabancı girmesin» korkusuyla girişilen cadı avında Fransız Komünist Partisi’nin büyük katkısı ve sorumluluğu vardır.

    «Öğrenci kitlesinin öz çıkarlarını köstekleyen ve faşist kışkırtıcıları sevindiren bir tutumla, öğrenciler arasına fesat sokmaları yetmiyormuş gibi, bu düzme devrimciler, şimdi de işçi sınıfına ders verebileceklerini düşünmek küstahlığında bulunuyorlar. Bunlar, fabrikalarımıza sızmışlar, yabancı işçilerin kaldığı yatakhanelere girmişler, propaganda broşürleri dağıtmışlardır.»

    Asıl tehlike, Komünist Partisi ile CGT’nin bütün güçlerini seferber edecekleri asıl tehlike anlaşılmıştı : Bu, devrimci öğrencilerle, işçi sınıfı arasındaki birlikti. Marchais, bu birliği ancak «ders» biçiminde görebiliyordu, çünkü, Komünist Partisi’nin işçi smıfı ile olan ilişkileri sadece bu çerçeve içinde kalıyordu. Parti, üniversite içindeki öğrenci faaliyetlerine göz yummaya kararlıydı; kararlı olmayıp da ne yapacaktı ki, bunların önüne geçmesine im-

  • • 16 •kan yoktu zaten. Komünistlerin taraftar sağlama yolundaki bütün çabalarına rağmen, UEC (Komünist Öğrenci Birliği) can çekişiyordu. Üyeleri azdı ve «örgütlü olmayan» öğrenciler üzerinde etkisi de hemen hemen yoktu. Devrimci gruplara gelince, bunlar, hiçbir şekilde «taahhüt altına girmemiş» öğrenci kitlesini, yani arasından geldikleri ve tekrar arasına dönmeye can attıkları burjuvazi saflarında ve devlet hizmetinde ekonomik, siyasal ve ideolojik birer lider olma amacıyla sınavlarını vermekten başka şey düşünmeyen öğrencileri temsil ettiği iddiasında değildi. Devrimci grupların amacı, üniversitenin gerek kuruluşu ve gerekse işleyişi bakımından bir burjuva kurumu olduğunu ortaya çıkarmaktı. Marchais de bu konuda aynı iddiaları ileri sürüyor, ancak sözleri başaşağı çevirerek şöyle diyordu: «Bu ‘devrimcilerin’ çoğunun, endüstri baronlarının çocukları olduğunu, işçi sınıfından gelenleri hakir gördüğünü ve babacıklarının işlerinin başına geçtikleri anda bu devrim ateşlerinin sönüp, işçileri kapitalizmin alışılmış usulleriyle istismar edeceklerini anladıktan sonra, bunların düşündüklerine ve yaptıklarına gülmekten başka bir karşılık vermiyoruz.»

    Marchais, böyle demekle, üniversitenin bir ayrıcalıklar merkezi olduğunu kabul ediyor ve bu sınıfsal kuruluşun, işçilerle öğrenciler arasında kaçınılmaz bir uçuruma yol açacağı düşüncesine kapılıyordu. Mamafih bu görüş, ne Marchais’yi ve ne de partiyi, «öğrenci kitlesi»ni, yani babacıklarının işinin başına geçecek olanları, kendi sınıflarıyla bütün ilişkilerini koparmış devrimci öğrencilere karşı savunmaktan alakoymuyordu. Devrimci öğrencilerden büyük kısmının, hele hele devrim mesajlarına ku-

  • • 17 •lak tıkandığı takdirde, burjuvaziyle uyuşması kuvvetle muhtemeldir. Bu, sadece üniversite sınırları içinde kalmaya mahkum edilen bir devrimci hareketin ne'kadar güçsüz olduğunu göstermekten başka birşeye yaramaz. Herhalükarda, bugünkü üniversitelerin başlıca görevi, öğrenciyi sosyal hiyerarşi içinde bir yere uydurmaktır ve ancak toplum radikal bir değişme geçirdiği takdirde, bu durum da değişebilir. Bütün devrimci öğrenciler bunun farkına varmışlar ve bu yüzden de, işçi sınıfı ile bir beraberlik kurmanın önemini anlamışlardır. Aramızdaki ayrımlar, sadece bu beraberliğin kuruluş biçimleriyle ilgili görüş farklarıdır.

    «Ne olursa olsun, bunların, işçiler ve özellikle genç işçiler arasına nifak, şüphe ve güvensizlik tohumları atma yolundaki zararlı faaliyetlerini küçümsemememiz gerekir.»

    Marchais, öğrencilerle işçilerin gittikçe birbirlerine yaklaştıklarını farketmişti, hem de ta 3 Ma- yıs’ta! Tehlike gerçekten öylesine büyüktü ki, şu uyarmada bulunmaktan kendini alamadı: «Bu düzmece devrimcilerin maskelerini tamamen sıyırıp atmak gerekir, çünkü bunlar, aslında de Gaulle’cü otoritelerin ve büyük kapitalist tekellerin çıkarlarına hizmet etmektedirler. Bize düşen en büyük ödev, devrimci sözler ardına gizlenerek, demokratik gelişimi baltalamaya çalışan bu solcu gruplarla mücadele etmek ve bunları aramızdan söküp atmaktır.»

    Ancak, ellerinden geleni ardlanna komadıklan halde, komünist öğrenciler, solcuları tecrit etmeyi başaramadılar. Üstelik, kendileri üniversite içinde yapayalnız kalıp, bir köşeye çekildiler. UNEF’in (Milli Fransız Öğrenci Birliği’nin) hâlâ UEC’nin (Komünist Öğrenci Birliği’nin) kontrolünde oldu-

  • • 18 •ğu birkaç şehirde ayaklanma başlar başlamaz UEC bir gece içinde öğrenciler üzerindeki etkisini ve Bir- lik’teki üstün durumunu kaybetti. Örneğin Rouen’- de, SNESUP (Üniversite Üyeleri Birliği) ve UNEF milli komiteleri, Sorbonne’un kapatılmasına karşı harekete geçerek genel grev çağrısında bulunduktan sonra, SNESUP’un mahalli şubesi olan AGER, bu karara uymayı kabul etmedi. Bunun üzerine devrimci öğrencilerle komünist olmayan öğretim üyeleri, grev komiteleri seçimine gittiler ve bu komiteler, komünistlere şiddetle hücum etti. Üniversitenin dolaylarındaki Cléon’da bulunan Renault fabrikasının işgalinden sonra, işçiler, üniversiteye gelerek derslere katıldılar ve sonra, CGT yöneticilerini yuhaladılar. Böylelikle, Fransız Komünist Partisi, devrimci öğrencileri tecrit edip bir başlarına bırakmak isterken, kazdığı kuyuya kendisi düştü. «Öğrenci kitlesi »ne kur yapılmak istendi, ama bu yolda harcanan sözler bir kulaktan girip ötekinden çıktı. Harekete katılmamış olan öğrenciler, ya mücadele süresi içinde devrimcilerin yanında yer aldılar, yada inanmış birer reaksiyoner durumda olanların yaptığı gibi, Komünist Partisi’nden başka her tarafa yöneldiler. UEC, itici bir nitelikteydi. Bazıları, UEC’nin devrimcilik iddialarından çekindiği için bu birliğe katılmıyor, diğerleri ise, bu iddiaların asılsız olduğunu ve UEC’nin devrimciliğin yanından bile geçmediğini bildikleri için ondan uzak duruyorlardı. UEC, mücadelenin başından sonuna kadar, öğrencileri yollarından saptırmaya ve devrimci eğilimlerini bastırmaya çalıştı. Bunu sağlamak için, yetkili makamlarla işbirliği yaparak sınavlar umacısını ortaya attı ve bunu, öğrencilerin kafasında parçalanacak bir sopa gibi göstermeye çalıştı.

  • Solcuların, de Gaulle’cülere ve faşistlere misilleme yapmak için koz verdikleri ve bu yolla onlara hizmet ettikleri iftirası, en çok kullanılan yalan oldu. Bütün işçilerin pek iyi bildikleri gibi, her türlü devrim hareketi, yetkili makamların, devletin ve işverenlerin direnci ile karşılaşır ve bunlar, kendilerini öylesine bir tehlike ve tehdit karşısında sanırlar ki, resmi baskı organlarına ek olarak, faşistleri de imdada çağırırlar. Faşistlerle çatışmamak için bir tek yol vardır . O da, ilk planda, kapitalist sisteme hücum etmemektir. Komünist Partisi’nin, «demokratik güçler» diye iltifat ettiği orta sınıflara gelince, bunlar daima güçlüden yana olurlar. Başlangıçta devrimci metodlardan ürkseler bile, devrimciler üstün geldiği anda onlardan yana ve karşı devrimciler kazandığı anda da, karşı devrimcilerden yana olurlar. Ama herhalükarda, bunlar faal bir rol oynamazlar, ancak ve ancak, büyük ekonomik buhranlar patlak verdiği takdirde, umutsuzluk içinde sokaklara dökülürler. Yalnız unutulmaması gerekir ki, büyük ekonomik buhranlar, sadece orta sınıfı etkilemez, işçi sınıfının da belini daha çok büker. Bu yüzden, orta sınıfların göstereceği tepki, doğrudan doğruya işçi sınıfı ayaklanmasının başarısına yada başarısızlığına bağlıdır.

    Almanya’da, gerek stalincilerin ve gerekse reformcuların tutarsız politikaları, işçi sınıfı hareketini bölmüş ve tamamen dağılmasına yol açmış, bunun sonunda da, orta sınıflar, kendilerini Hitler’in kucağına atmışlardır.

    Bunun tersine olarak, 1968 Mayısında, Fransa’da devrim potansiyeli henüz mevcuttu ve öğrenci hareketi yayıldıkça, L’Humanité’nin sözlerini papağan gibi tekrarlamayan işçi grupları, bu hare-

  • • 20 •keti ilgi ve sempatiyle izlediler, işçiler, «Nihayet, sınıf mücadelesinin kesin sonuca ulaşacağı saate yaklaştıkça, egemen sınıfın içinde, yada daha doğrusu toplumun tümünde işleyen çözülme sürecinin öylesine şiddetli, çarpıcı bir niteliğe bürüneceğini ve egemen sınıfın küçük bir bölümünün kendini bu sınıftan koparacağını ve devrimci sınıfa, geleceği elinde tutan sınıfa katılacağını» (Karl Marx) anlamak için komünist manifestosuna gerek duymuyorlardı.

    ■ Genel Grevin Komünistlerce

    Çözümlenişi13 Mayıs’tâki genel grevle birlikte, hareketin

    ikinci dönemi başlamış oldu, yani işçi sınıfı mücadeleye katıldı. Komünistlerin buna verdikleri karşılık, CGT’nin ağzında dile geldi. CGT’nin genel sekreteri Seguy, Fransız Komünist Partisi Politbü- rosu’nun bir üyesiydi. Şimdi, Seguy’ün 13 ve 14 Haziran’da, CGT Ulusal Yönetim Kurulu’na verdiği raporu inceleyeceğiz.

    Seguy’ün ileri sürdükleri, gerek üzerinde ısrarla durduğu konular ve gerekse, üzerinde hiç durmadan atlayıp geçtiği konular açısından çok ilgi çekicidir. Seguy’ün raporu, herkese zaten bildiği bir- şey gibi görünen, ancak birkaç kişinin aynı sonucu çıkaracakları bir haberle başlıyordu :

    «Şu anda, Fransa’nın sosyal tarihinde şimdiye kadar eşi görülmemiş olan bir olaya tanıklık etmekteyiz : Yaklaşık olarak on milyon işçi, bir genel oturma grevine gitmişlerdir.»

    Aslında, bu olaylar, öyle denildiği gibi hiç de

  • • 21 •eşi görülmemiş olaylar değildi. Buna benzer genel grevler, 1936 mayıs ve haziranında ve 1953 ağustosunda da yapılmıştı. Ancak, o grevlere bu kadar çok sayıda işçi katılmadığı doğruydu. Ve Seguy, hareketin büyük gücü ile partinin kabul etmeyi göze aldığı etkisiz sonuçlar arasındaki zıtlık başına çöreklenmesin diye, şu iddiada bulunmayı yeğ tuttu : «Bütün bu olanları, Fransa’nın ekonomik ve sosyal durumu konusundaki 36. Federal Kongre’ye sunduğumuz etraflı çözümlemede belirtmiş ve olabilecekleri önceden sezmiştik.» Bu kongre ise, bütün diğer kongrelerden farklı birşey getirmemiş ve kapitalizmin işçi sınıfını ezdiği söz konusu edilmekle kalmıştı. Kongrede söylenilenler şu yoldaydı : «Ekonomik ve sosyal tutumları giderek artan bir hoşnutsuzluğa ve buna bağlı olarak giderek artan bir karşıtlığa yol açmaktadır. Bunun sonucunda, işçiler, kendi ortak çıkarlarının bilincine varmakta, mücadelelerini koordine etmekte ve daha geniş görüş alanları kazanmaktadırlar.»

    CGT Sekreteri Krasucki, birkaç yıl önce, 34. Federal Kongre’de hemen hemen aynı şeyleri söylemişti: «Karşıtlığın büyümesi ve birliğin gelişmesi, yeni bir durum yaratmış ve bütün işçilerle demokratlara, olumlu ve teşvik edici yeni ufuklar açmıştır.» Demek oluyor ki, her kongre, «daha büyük mücadele için yeni ufuklar ve imkanlar yaratıldığını» görmektedir. Ancak bu imkanlar, «tekellere» ve «kişisel iktidara» karşı olduğu kadar, burjuvaziye ve kapitalist devlete karşı değildir. Sözün kısası, Seguy, «bütün olacakları önceden görmüş» olabilir. Ancak önceden görüp tahmin edemediği tek şey, genel grev (yani, «herkesin bildiği gibi» çok eskiden öldüğü sanılan «sendikacılığa karşı olma» efsanesinin

  • • 22 •gerçekleşmesi) olmuştur. Seguy, hükümetin aldığı keyfi tedbirlere ve çıkarılan keyfi kanunlara karşı yapılan yirmidört saatlik grevleri ve Bordeaux’daki Dassault Hava Tesisinde, Lyon’daki Rhodiaceta fabrikasında ve Saint-Nazaire’deki Atlantique işletmelerinde yer alan «daha şiddetli» hareketleri hatırlatmış ve bunların «tümünün genel huzursuzluğun birer belirtisi ve gelecekte patlak verecek olan olayların aşikar habercileri» olduğunu söylemiştir. Ancak, bütün bunlardan söz ederken, bu hareketler boyunca solcuların seslerini yükseltmiş olduklarını, bu hareketlerin bir genel greve dönüştürülmesini istediklerini ve işçi sınıfının yetkili makamlarla mücadeleye girmeye hazır olduğunu belirttiklerini unutmuş görünmek, Seguy’ün fazlasıyla, işine gelmiştir. Resmi komünist cevabı daima aynı olmuştur : «Siz isteklerinizi, hayallerinizi gerçekmiş gibi görüyorsunuz; işçi sınıfı henüz harekete geçmeye hazır değildir.» CGT’nin temel stratejisi, genel grev çağrılarına karşı koymak ve mücadeleyi mahalli düzeyde tutmaya çalışmak olmuştur. Yani, politikanın acemi çaylakları, genel grevin an meselesi olduğunu «önceden gördükleri» halde, CGT, bu grevin patlak vermemesi için «önceden elinden geleni yapmıştır».

    CGT’nin bu yoldaki davranışı da ilk değildir. Örneğin 1953’te, maden işçileri (1 Mart’tan 4 Ni- san’a kadar) bir aydan fazla süreyle grev yaptıkları ve Fransa’nın her yanındaki işçiler de onları destekledikleri zaman, CGT, işçilerin mücadeleye henüz hazır olmadıkları gerekçesiyle, mücadeleyi siyasal alandan, mali konulara kaydırmıştır. Ve sonunda, işçiler peşpeşe yapılan gürültülü mitinglerde, liderlerinin kendilerini sattığını haykıra haykıra,

  • • 23 •işbaşı yapmak zorunda kalmışlardır. CGT’nin Maden İşçileri Bölümü Sekreteri olan Delfosse ise, işçileri şöyle suçlamıştır : «Siz nankör birer budalasınız. Grevin başından sonuna kadar, bizler sizin yanınızda yer aldık.» FO’dan (işçi Gücü) Berthelin de söze karışmıştır: «Mitingleri karıştıran birkaç kişi, de Gaulle’cülere satılmıştır.» CFTC’den Sauty ise işçilere şöyle seslenmiştir: «Yarın herkes işi bırakacak olsa bile, ertesi gün, bunların sayısı azalacak ve daha da ertesi gün, ortalıkta kimse kalmayacaktır.» Ancak, bu baltalama hareketlerinde asıl aslan payı, şu sözlerle Berthelin’e aittir : «İsyancıların arasında, hayatlarında greve katılmamış, grevin ne olduğunu bilmeyen ve grevle her istediklerini elde edebileceklerini sanan büyük sayıda delikanlılar vardır.» Yani, genç işçilerin militan tutumu, cehaletten ve tecrübesizlikten başka birşey değildir, demeye getirmiştir sözü. Bu.işçilerin, sendika hareketine sırt çevirmelerime hiç de şaşmamak gerek!

    Yıllar boyu, sendika liderleri, işçilerin mücadelesini kendi bürokratik çıkarları için kullanmaktan başka birşey yapmamışlardır. Seguy, 1968 tarihli raporunda, «Bu hareketler kendiliğinden olmadı.» diyerek övündü; çünkü bu bürokratları en çok korkutan şey, kendiliğinden oluşan ve gelişen hareketlerdir. Böylesi bir hareket, onların mahvı demektir. Şurası mutlak ki, hiç kimse tutup da, herhangi bir hareketin, daha önceki mücadelelerle hiçbir bağıntısı olmadığını iddia edemez. Bu açıdan ele alındığında, hiçbir hareket kendiliğinden doğma, yani tarihe aykın bir hareket değildir, işçi sınıfının kendiliğinden harekete geçmesi derken, doğrudan doğruya harekete geçme yeteneğinden ve kendilerini pro- leteryanm önderi olarak gören bütün büyük yada

  • • 24 •küçük «lider»lerin isteklerine rağmen ve hattâ bu isteklere karşı olarak kendi mücadele metodlarını kullanma yeteneklerinden söz etmek istiyoruz. «Rus kitlelerinin mücadelesinde, kendiliğinden oluşan hareketin önemi, Rus proleteryasının «cahil» olması bakımından değil, devrimlerin öğretmenler tarafından yönetilemeyeceği gerçeği bakımından büyük değer taşımaktadır.» (Rosa Luxemburg - Genel Grev)

    Bu yüzden, «kendiliğinden» derken, «öncesi olmayan» demek istemiyoruz, bizim sözünü ettiğimiz anlamda, «kendiliğinden» demek, «cevaz verilmemiş» demektir ki, bu açıdan ele alındığında, Fransa’daki son grevler, tamamen «kendiliğinden» oluşmuş hareketlerdir. Bu hareket, sendikaların engellemesine fırsat vermeden, ordan oraya sıçrayan bir yangın gibi yayıldı. Sendikaların 13 Mâyıs’ta düzenledikleri «resmi» greve gelince, bunun amacını Seguy şöyle açıkladı : «13 Mayıs, aynı zamanda, anarşistlere, bu hareketin başına geçmek gibi boş bir umuda kapılmış olan kışkırtıcılara da büyük bir darbe oldu.» Oysa, aslında işler çok değişikti. Hareketi önleyemeyen CGT, bu sefer hareketin başına geçmek, daha doğrusu başsız bırakmak çabasına düşmüştü. «İki gün sonra (15 Mayıs’ta), savaşın sonuna çok daha fazla yaklaşan bir döneme girme imkanının yaratıldığını görerek (bu savaşın öğrenciler tarafından başlatılmış olduğundan hiç söz etmiyor Seguy), militanlarımıza (Seguy’ün militanlarına) haber saldık ve mücadelenin belirli bir düzene sokulması ve koordinasyon ile etkenliğin sağlanması bakımından kendilerinin sorumlu olduğunu bildirdik.» Bu üstü kapalı sözler hiç kimseyi aldatmadı. Çünkü, daha bir gün önce, yani 14 Mayısta, Nantes’daki Sud- Aviation tesislerini işçiler işgal ettiği ve işletmte yö-

  • • 25 •neticisini bürosunda kapalı tuttuğu sırada, Seguy, asıl militanlan radyo kanalıyla lanetlemişti. Gerçekten de, oturma grevi fikri, CGT’den gelmemişti, bu yüzden de bu greve karşı çıkıyorlardı.

    Mamafih, oturma grevi, yıllardır reformist liderlere karşı olmakla ün salmış bulunan mahalli FO (CGT Komünistlerin eline geçtikten sonra, bundan ayrılmış olan üçüncü büyük sendika-İşçi Gücü) tarafından onaylanıp desteklendi. Bu yüzden, Nantes’- daki Sud-Aviation tesislerinin, oturma grevine geçen ilk işletme olması raslantısal değildir. CGT, 17 Mayısa kadar federal komiteyi toplantıya çağırmadı. Oysa, aym 15’inde Cléon’daki Renault fabrikası işgal edilmiş, 16’smda Flins ve Boulogne-Billan- court’taki Renault fabrikalarının işgali bu olayı izlemiş ve ayın 17’sinde de Rhodiaceta diğerlerine katılmıştı. Bütün bunlar, CGT’nin destek ve teşviki olmaksızın gerçekleştirilmişti. Seguy’ün üzerinde durduğu tek grev Billancourt’taki oldu ve ondan da şöyle söz etti : «Boulogne - Billancourt’taki işçiler, CGT görevlilerinin tecrübeli liderliği altında, CGT öğütlerinin etken bir uygulamasına örnek olmuşlardır.»

    Tabii ki, bu baştan aşağı düzmeceydi. Fabrikadaki işçiler ve dışardaki gözlemcilerin tümü, greve genç işçilerin kendiliklerinden başladığı konusunda fikir birliğindeydiler. Seguy da pekala biliyordu bunu. Hele sadık bendeleri, bir genel taarruz emri almadıkları halde, kendilerini birden cephe hattında görünce ne kadar şaşırdıklarını açıkça söylemekten hiç çekinmiyorlardı.

    «Alt tabaka, sendikaları çiğneyip geçmişti. Çeşitli gözlemciler bunun böyle olduğunu iddia ediyorlardı. Ancak bunlar, ya gerçekten olup bitenleri bil-

  • • 26 •

    miyorlardı, yada taktiklerimizin başarısından öfke duyuyor ve bizi kıskanıyorlardı.» Bakın hele. Aklı

    başında bir insan için «CGT taktiklerini kıskanmak» en son akla gelebilecek birşeydir ve Seguy’ün herşey olup bittikten sonra, olayları kendine yontarak yo

    rumlaması da kimseyi kandıramaz. Aslında, defalarca belirtmeye çalıştığım gibi, CGT, işçilerin hareke

    tini başlatmak şöyle dursun, böyle bir hareketin başlayacağını bile sezmedi. Üniversitelerde Komünist

    Partisi dolaysız hareketleri engellemeye çalıştı ve kendi öğrenci örgütünü parçalamış olmanın bedelini oldukça pahalı ödedi. CGT, aynı taktikleri fab

    rikalarda uygulamaya kalkınca, o da kendi idam fermanını kendi elleriyle imzalamış oldu. Çünkü

    binlerce CGT üyesi, tam işe yarayacakları anda ortadan kaybolan devamlı görevliler bulundurmanın

    *gerekli olup olmadığını kendi kendine sormaya başladı.

    Ama Seguy bu kadarla dâ yetinmedi; Partiyi bir yana bırakıp, neden genel greve gidilmiş olduğunu açıklamak gereğini duydu : «Sınıf mücadelesi kritik bir safhaya girince, bazı şüpheli unsurlar (ki bunların çoğunu hain olarak adlandırabiliriz), işçi sınıfının iktidara geçebileceği anı elden kaçırdığımızı ileri sürerek bize hakaret edebilme cüretini göstermişlerdir.» Görülüyor ki, Seguy bile, sınıf mücadelesinin çok belirgin olduğunu ve işçilerin zaferinin an meselesi olduğunu söylemek zorunda kalmıştır. Ne yazık ki, Seguy’ün bozguncuları, bu hareketin devrimci potansiyeli konusunda kuşkular uyandırmışlardır. Öğrenciler ve öğretim üyeleri, her yanda devletin gücüne karşı koyarlar ve meydan okurlarken, işçiler, kendilerinin ne beklediklerini sormaya başlamışlardır. İşçiler, üniversitelerde reform ya-

  • • 27 •panların ve yeni karar merkezleri yaratanların, bir bakanlık komitesi olmayıp, öğrenciler ve öğretim üyeleri olduğunu farketmişlerdir. Üniversitelerdeki devlet temsilcileri, yani yöneticiler bir yana itilmiş ve rektörleri, polisten başka destekleyen kimse kalmamıştır.

    Böylelikle devlet, asıl yerine getirilmiş, yani bir polis görevlisi durumuna düşürülmüştür. Ama Seguy, bunu dahi görmekten acizdir :

    «Aslına bakılırsa, herkesin bildiği gibi ciddi ve sorumluluklarını müdrik militanlardan meydana gelmiş olan Federal Komite’de ve Yönetim Komite- si’nde, devrim saatinin gelip çattığı, yada böyle bir ihtimal var olduğu konusunda herhangi bir kuşku uyanmamıştır. »

    Bu «ciddi ve sorumluluklarını müdrik militanların» isteyebileceği ve düşünebileceği en son şey, gerçeğin ta kendisidir. Aslında, bütün bu olanlar Federal Komite’ye büyük yük yüklemiş ve Seguy, ne derece devrimci bir hava olursa olsun, mevcut durumun topyekun bir ayaklanmaya yol açmayacağı konusunda komiteyi ikna etmekte zorluk çekmiştir. Seguy buna değgin olarak şöyle demiştir : «Hayır, on milyon işçi iktidar peşinde koşmuyordu, onların istedikleri sadece daha iyi hayat ve daha iyi çalışma şartlarıydı.»

    • _______________________________________________________________________________________________________________

    Iş ona kaldıysa, ne Fransız devrimi, ne de Rus devrimi, iktidar hırsı için, yada toplumu radikal bir değişmeye sokmak için başlatılmamıştır. Rus işçilerinin, 1917 şubatında tek istedikleri ekmek ve barış olmuştur. Nitekim, işçi şûraları kurmuşlar ve bu şûralar, sekiz aydan fazla bir süre boyunca devlet mekanizması ve kapitalist sınıfla bir arada varlıklarını sürdürmüşlerdir. Kıyam, 1917 ekimine, yani

  • • 28 •devrimin başlangıcından sekiz ay sonrasına kadar gerçekten başlamamıştır. Ama, CGT nin aklınca, ücret artışı istemekle, iktidara geçmeyi istemek arasında hiçbir ara safha yoktur, iktidar meselesi hiç ortaya atılmayacaktı demiyoruz (sosyalizm bir günde kurulmaz) ; ama diyoruz ki ; taban komitelerinin kurulması, yani sendikaların yada işverenlerin eyvallahını beklemeden anında karar verecek komitelerin ortaya çıkışı, işçilerin bütün ekonomiyi kontrol etmeleriyle sonuçlanacak bir yolun ilk adımı idi.

    Her halükarda, bir ordu ve polis gücü bulunması bahanesiyle devrimci tutumu bir yana atmak demek, kanuni ve parlamanter yolla bile olsa, toplumun herhangi bir radikal değişim geçirmesine karşı çıkmak demektir. Çünkü, patronların, seçim sandıkları başındaki yenilgilerinde dahi, ordudan medet umacakları gün gibi açıktır. 1958’de bir askeri darbeden korktukları için değil midir ki, sol çoğunluğun bulunduğu bir grup de Gaulle’ü iş başına getirmiştir? Eğer ordu, grev yapan milyonlarca işçiye ateş açmaya hazırsa, solun dörtyüz kadar kahraman milletvekiline de (ki bu rakam azami bir sayıdır) ateş etmekte bir an bile tereddüt etmez.

    «Olmayacak bir faraziyeyle, sendika olarak bize düşen rolü unuttuğumuzu ve karşımızdaki bozguncuların «midevi istekler» (1) diye hakir gördükleri temel isteklerimizden bir an için vazgeçtiğimizi, birer devrim generali durumuna geldiğimizi düşünsek, işçilerin o pek değerli güvenlerini bir vuruşta kaybetmiş oluruz.»

    (1) Kitapta «midevi» karşılığı «alimentary», «temel» karşılığı «elementary» yerine kullanılarak bir kelime oyunu yapılmıştır. (Ç. N.)

    Bizim tek hakir gördüğümüz şey, CGT’nin, bir

  • • 29 •karşı devrimin generali rolünde karşımıza çıkışı olmuştur. Ve asıl «olmayacak faraziye», CGT’nin, «işçilerin o pek değerli güvenlerine hâlâ sahip olduğu» inancıdır. Biz hiçbir zaman, işçilerin «temel» yada «midevi isteklerini» küçümsemedik; bizim bütün kuşku ve endişemiz, bu isteklerin öne sürülmesi için, bunları elde etmek üzere taarruza geçmek için, kapitalist sisteme saldırmak için, yada kapitalist sistemin yol açtığı sonuçlara hücum etmek için vaktin gelip gelmediği konusunda idi. Biz, hareketimizin, ücret köleliğini ortadan kaldırıp kaldıramayacağından emin değildik. Belki de, bu, temcit pilavı gibi her Mayıs Günü kutlanmasında ortaya getirilecek bir konu olmaya mahkumdu. Seguy’ün, aşağıdaki sözleri nakletmesi de bir işe yaramazdı bu bakımdan : «Sendikalar, sermaye tecavüzüne karşı birer mukavemet merkezi olarak çalışmaktadır. Sendikalar, kısmen, güçlerinin tedbirsiz ve düşüncesiz bir yolda kullanılmasından ve genellikle de, mevcut sistemi değiştirecekleri yerde, örgütlenmiş güçlerini işçi sınıfının nihai kurtuluşu için bir araç olarak kullanacakları yerde, yani ücret sisteminin tamamen ortadan kaldırılmasına çalışacak yerde, mevcut düzene karşı bir gerilla savaşı sürdürmeye kalkıştıkları için başarısızlığa uğramaktadırlar. Sendikalar, ünlü ‘Tam iş gününe karşı tam ücret’ düsturu yerine, bayraklarının üzerine şu devrimci parolayı yazmalılar : Ücret sisteminin ilgası!» (Karl Marx- Değer, Fiat ve Kâr). Alın size, işçilerin «midevi isteklerini» hakir gören bir bozguncu daha!

    CGT, yalnız «midevi istekleri»nin ötesine geçmemekle kalmadı, bu isteklerde de fedakarlıklar yaptı. Çünkü, Grenelle anlaşmasında koparılan taviz, sadece kırk saatlik iş haftası, altmış yaşında emekli-

  • • 30 •lik hakkı ve iş kanununda değişiklikler yapılması olmuştu. işte Seguy’ün, işçilerin baş tacı etmelerini istediği anlaşma buydu. Seguy böyle düşünmüyor- duysa bile, Renault tesislerinde konuşması bu anlamda yorumlandı. Nitekim, bu konuşmalar yuha- larla karşılandı, işçiler, bürokratların hemencecik kabul ediverdikleri şeyleri reddetmekte adeta söz birliği etmiş gibiydiler. Ve grev devam etti. Tho- rez’in 1936’da dediği gibi, «Bir grevi durdurmasını bilmek gerekir». Bürokratlar bunu sağlayabilmek için, hareketi siyasal anlamından uzaklaştırmaya çalıştılar. Oysa, hareket, gerek kendiliğinden oluşması ve gerekse kapsamı bakımından mevcut düzenin tamamına karşı meydan okuduğu için başlangıcından itibaren siyasal bir nitelik taşıyordu. Bürokratlar, yeni genel seçimlere gidilmesini istediler. 29 Ma- yıs’ta komünistlerle CGT’nin yaptığı bir mitingte açıkça belirtildiği üzere, bürokratların iddiası, işçilerin kapitalist toplumu yıkmayı değil, ücretlerinin artmasını istedikleri ve işçilerin huzur ve istikrar getirecek bir parlamanter düzeni benimsedikleri yo- lundaydı. Burjuvazi, bu iddialara dört elle sarılıp kabul etti, Grenelle anlaşmasını imzaladı ve meclisi feshetti. Ama işçiler, greve devam éttiler. Bu şartlar altında seçim yapılmasına imkan yoktu. CGT de, greve son vermek üzere faaliyete geçti.

    «Seçimler, demokrasi mücadelemize yeni ufuklar açacağından, seçimlerin normal şartlar altında yapılabilmesi için, işçilerin isteklerini karşılayarak, seçimi zafere ulaştırmak, işçilerin kendi çıkarınadır.» Federal Komite buna ilişkin olarak 5 Haziran tarihli bildirisine önemli bir madde eklemiştir. Bu madde şudur: «Temel isteklerin karşılanması halinde, işçilerin işbaşı yapma taraflısı olmaları, kendi

  • • 31 •çıkarlarındadır. » CGT, başlangıçtaki istekleri konusunda, yani çalışma haftasının kısaltılması, emeklilik yaşının indirilmesi ve iş kanununda değişiklikler yapılması konularında taviz vermiş olduğu için, ortaya attığı yeni tutum, işçilerin ne bahasına olursa olsun işbaşı yapmaları isteğinden başka birşey olmuyordu. Ve bu şartlar altında, on milyon grevciyi, kitle halinde bu çağrıya uydurmak imkansız olduğu için, CGT, sırayla her grev yerinde moral çöküntüsü yaratarak, grevi bozma yolunu seçti.

    Grevi sürdürenler, «Ötekiler bizi en güç anımızda bir başımıza bırakıp çekildiler.» diye yakmıyorlardı. Binlerce işçi, «Arkadaşlarım hâlâ mücadele ederken, ben geri dönmekten utanıyorum.» diyordu. İstenildiği gibi, «kitle halinde işbaşı yapmak» hiçbir yerde gerçekleşmiyordu. Fabrikaların çoğunda, işbaşı yapmak isteyenlerin sayısı ancak yüzde elliyi tutuyordu. Aşağıdaki yazı, o günlerin durumunu açıklaması bakımından çok ilgi çekicidir :

    «Ben öğrenci filan değilim. Bakın, bize nasıl işbaşı yaptırdıklarını anlatayım size.» Bunları söyleyenin sırtında bir RATP (Régie Autonome des Transports Parisiens) üniforması vardı. Şöyle devam etti : «Onüçüncü bölgedeki Lebrun Deposu’nda çalışıyordum. Grevin yirminci günü, yani 4 Hazi- ran’da, CGT liderleri işbaşı emri verdiler, isteklerimizin hiçbiri yerine getirilmemişti. Getirilmiş olsaydı bile, öteki arkadaşlarımızdan önce işbaşı yapmamamız gerekirdi. Onların yanında yer almamız gerekirdi. Oylama yapıldı. Grevin devam etmesini isteyenler yüzde doksandı. CGT liderleri bu sonucu görünce ne yaptılar bilir misiniz? Çocuklarla tek tek konuştular ve öteki depoların grevi bıraktıklarını söylediler. Oylama filan yapılmadan, oylama sonuç-

  • • 32 •lan diye uydurma bir takım rakamlar verdiler. Bunu her depoda yaptılar ve diğerlerinin işbaşı yapma fikrinde olduklarını yaydılar. Aramızdan birkaç kişi, merkez büroya gidip, olup bitenler hakkında bir açıklama istedik. Ama çok az sayıda olduğumuz için, görevliler bizi tersleyip çevirdi. Ayın 5’inde, her zaman olduğu gibi grev gözcülerimizi yerleştirdik. Ama sanki raslantı imişcesine, altı tane koca koca polis otobüsü sabahın köründe kapıya gelip dikildi. Bunlar Paris polisi ve Hazır Kuvvet ekibiydi. Hepsi de silahlıydı. Biz yine de greve devam etme kararındaydık. Nasıl olsa, halk ve öğrenciler arka- mızdaydı. Korkumuz yoktu. Ama CGT görevlileri gelip, bir sürü yalan dolanla, yeni yeni vaadlerle bizi kandırdılar. Hareketi böldükten sonra, öteki depoların da işbaşı yapmasını sağladılar ve bizim moralimizi çökerttiler. Sonunda biz de, içimiz kan ağlaya ağlaya işbaşı yaptık. Çocuklardan bir kısmı oyun bozanlık etmişse, onları kim suçlayabilir? Ama ben sonuna kadar direndim; bunun sebebi de belli. RATP ile paylaşılacak kozlarım var benim.» (L’Evènement, Temmuz - Ağustos 1968).

    Mücadele yine devam etti. Örneğin metal endüstrisinin tamamı grev halindeydi. Ama artık CGT’nin bütün yapacağı, bir kenarda oturup, birbirlerinden tecrit edilmiş grevcilerin usanıp vazgeçmelerini beklemekti. Hükümetin eline de, hâlâ varolduğunu göstermek fırsatı geçmiş oluyordu. Uzun süredir, hükümetin varlığı unutulmuştu! Haftalardır yapamadığı şeyi, yani fabrikalara o nefret edilen CRS’i gönderme işini artık korkusuzca yapabilirdi. Hükümet, bu denemeye Billancourt’ta girişmedi. Orası doğru. Ama Billancourt, Paris’in burnunun dibindeydi ve 30.000 işçisi vardı. Oysa,

  • • 33 •Flins ve Sochaux gibi uzak ve ufak yerlerde, bunu pekala gerçekleştirdi. CGT şöyle diyordu : «Çoğunlukla işçilere tamamen yabancı olan solcu gruplar, ücret artışı konusundaki mücadelenin önemsiz olduğunu iddia ederek, istekleri karşılanmış olan ve işbaşı yapmayı arzu edenlere şiddetle karşı çıktılar.»

    Oysa, gerçek bunun tamamen tersidir. Öğrenciler, olup bitenleri duyar duymaz soluğu Flins’de aldılar. Ama işçilere karşı çıkmak için değil. Onlarla dayanışma içinde olduklarını göstermek ve CRS’- ye karşı girişilecek kavgada, işçilerin yanında yer almak için gittiler Flins’e. Öğrencilerden biri öldürüldü. Sochaux’da da iki kişinin ölümüyle sonuçlanan bir çatışma oldu. Bu üç öldürme olayı üzerine, çatışmanın kendiliğinden yayılmasını önlemek için, CGT, bir saatlik bir grev düzenlemek zorunda kaldı. «Yirmidört saatlik bir grev için kaç ölü vermemiz gerek?» diye soruyordu solcu basın. CGT şu bildiriyi yayınladı : «Hükümet CRS’in (Flins’teki) fabrikaya girmesi emrini verdiği ve işçiler işbaşı yapmak üzere toplandığı sırada, kışkırtıcılıkta ne kadar usta olduğunu hergün biraz daha ispatlayan Geismar’m liderliğindeki ve işçilere tamamen yabancı olan bir grup mitinge katıldı ve işçileri, fabrikayı yeniden işgal etmeye kandırdı. Militan bir düzende buraya çekilmiş bulunan bu gruplar, daha önce de Paris’te buna benzer davranışlarda bulunmuşlar ve işçi sınıfının can düşmanlan adına çalış- tıklannı açıkça göstermişlerdir.» Ve CGT, grevleri bozmakla işçi sınıfının asıl dostuna, de Gaulle’cü hükümete yaptığı yardımların haklı mükafatı olarak aşın solun kanun dışı duruma getirilmesini istedi.

    Daniel Cohn-Bendit’in ikamet izni geri alındıktan sonra dahi, Seguy hâlâ şöyle konuşuyordu :

  • • 34 •«Başbakanın, bu adamın bir belirli uluslararası örgüte bağlı olduğunu belirtmesinden önce yaptığımız uyarıların ne kadar isabetli olduğu görülmektedir.» Gerçekten de, CGT ilk defa olarak, birşeyi önceden görmüş ve ön tedbirler almayı becermişti. Seguy, verdiği raporda, hükümetin bütün sol kanat gruplara karşı tedbirler almasında CGT’nin oynadığı rolü saklamak gereğini bile duymuyordu : «Ancak, hükümeti bu kışkırtıcılarla işbirliği yapıyor gibi göstermekle, hükümetin masumiyetini ispatlamasına ve seçim gecesi bu huzur bozucuları ortadan çekmesine fırsat vermiş olduk.»

    Bu sözler, Lenin’in şu dediklerinden ne kadar da uzakta : «Hükümet, geçici kuvvetlere karşı protestoda bulunan öğrencileri huzur bozucular diye damgalamakla, onurunu kaybetmemiş olanlara açıkça meydan okumuştur. Hükümet bildirisine şöyle bir göz atın. Bu bildiri, karışıklık, düzensizlik, kargaşa, ifrat, küstahlık, kanun ve düzene uymazlık gibi sözlerle doludur, Bir yanda, suç niteliğindeki siyasal amaçlardan, siyasal protestolardan söz ediyorlar, öte yanda ise, öğrencilere disiplin dersi verilmesi gereken huzur bozucu muamelesi yapıyorlar. Hükümete bir cevap verilmesi gerek, hem yalnız öğrenciler tarafından değil... Hükümet, kamuoyuna hitap ediyor, baskıcı gücüyle övünüyor, bütün liberal isteklerle alay ediyor. Kafası işleyen, düşünen herkesin bu meydan okumaya karşı çıkması gerekir... îşçi sınıfı ezilmekte ve devamlı baskı altında tutulmaktadır. İşçi sınıfı, şu anda öğrencilerle kapışmış olan gerici kuvvetlerden, hergün daha büyük ölçüde olmak üzere nefret etmektedir. îşçi sınıfı, kendi kurtuluş savaşına başlamış bulunmaktadır! îşçi sınıfının unutmaması gereken şey, bu bü-

  • • 35 •yük kavganın büyük yükümlülükler getireceği ve bütün halkı kurtarmadan kendisini kurtarmanın imkansız olduğudur... Hükümet öğrencilerin üstüne birliklerini salarken, olanları kayıtsızca seyreden işçiler, sosyalist adını taşımaya layık değildirler. Öğrenciler işçilere yardım etmişlerdir, şimdi de yardım etmek sırası işçilere gelmiştir!» (Lenin- Bütün Eserleri, Cilt IV)

    Öğrenciler kurşunlanırken sadece kayıtsızca seyretmekle kalmayıp, bir de öğrencilere karşı baskıcı tedbirler alınmasını isteyen sendika bürokrat-

    ! lanna Lenin ne yapardı acaba? Tabii, burjuvazi, bu saygıdeğer baylan alkışlamakta hiç gecikmedi :

    «Böylelikle CGT, öğrenci ayaklanması hareketine karşı kesin bir cephe almış olmaktadır. Bay Seguy’ün dünkü açıklamalan, Komünist Partisi’nin görüşlerini de yansıtmaktadır, işin şekli değişmiştir. Bay Seguy’ün CGT’si, geçen yılki sımf tartış- maİan yerine, işini bilen yetkili kişilerin soğukkanlı ve kesin diliyle konuşmaya başlamıştır... Bay Seguy’ün demecinde sık sık tekrarlanan sözler, itidal ve sorumluluktur... Grevler uzatılacak ve muhtemelen gelecek hafta başında doruk noktasına ulaşacaktır. Sendikalar, ancak grevlerin uzatılması pahasına, devrimci öğrenci hareketini ve bu hareketin arkasındaki sorumsu,z gruplan bertaraf edebileceklerini ummaktadırlar.» (Le Figaro)

    Hiç kuşkusuz, Seguy, «kamuoyundan» söz ederken, burjuva basmım kastediyordu : «Yaratılan kargaşa ve şiddetten huzuru bozulmuş olan, devletin ikili tutumu ve serbest davranışı karşısında şaşırmış bulunan kamuoyu, CGT’ye, huzur ve düzeni sağlayacak bir güç gözüyle bakmaktadır.»

    Burjuva huzur ve düzeni tabii!

  • • 36 •

    ■ Seçmen Avına Çıkmış Olan Komünist Partisi

    Şimdi CGT’yi bir yana bırakıp, biraz da Fransız Komünist Partisi’ne, daha doğrusu parti sözcüsü Waldeck-Rochet’ye bir göz atalım. Rochet’den söz ederken şöyle diyorlar : «Barış içinde yapılacak görüşme varken polis baskısının davet edilmesine şiddetle karşı çıkmıştır.» CGT için olduğu gibi, parti için de bütün mesele, devletle, burjuvazi ile görüşmeyi amaç edinmekten başka bir anlam taşımıyordu. Ve bu görüşmeler kapitalist sistem çerçevesinde sınırlanacaktı.

    Waldeck-Rochet şöyle diyordu :«Son günlerde tanık olduğumuz etkili hareket

    sırasında, Komünist Partisi’nin benimsemiş olduğu tutum açık seçiktir : Komünist Partisi, düşünen ve çalışan Fransa’nın isteklerini savunmuştur ve bunları savunmakta devam etmektedir.» Kullanılan sözler (Je tutumun ne olduğunu açık seçik olarak ortaya koyuyor : Komünist Partisi’nin savunduğu, istismar edilen kitleler değil, anlı şanlı Fransa’dır. Şurası mutlak ki, Fransa, işçileri de kapsamaktadır ve Komünist Partisi «Çok uzun bir zamandır ihmal edilmiş olan isteklerin meşru yolla karşılanması için elinden geleni yapmıştır, ilerici bir parti olduğunu ispatlamıştır.» Burada geçen «meşru yolla» sözünün altı çizilmelidir. Sistemin meşru çerçevesi içinde, yani kapitalist düzende, isteklerin karşılanması için girişilecek meşru mücadele!

    Bir başka deyişle, Komünist Partisi, burjuvazinin devamıyla bağdaşabilecek istekler için mücadele etmekte ve sadece bu anlamda «ilerici» davranmaktadır. Yani, Komünist Partisi’nin «ilericiliği»,

  • • 37 •«Merkezciler»in kendilerine «ilerici ve demokrat bir parti» demelerine benzemektedir. Waldeck-Rochet’- nin konuştuğu gün, merkezci lider Duhamel, «ekonomik ilerlemenin, sosyal adaletsizlik yüzünden baltalandığını» belirtmiştir.

    Komünist Partisi’nin meşruiyet peşinde olduğunu ve bundan başka birşey düşünmediğini iyice kafalara sokmak için, Waldeck-Rochet şöyle devam ediyordu :

    «Komünist Partisi, işçi sınıfının serbestçe kabul ettiği iş disiplinini istemekle, bir düzen partisi olduğunu ortaya koymuş ve siyasal basiret örneği vermiştir.» İşçi sınıfının, politika ve endüstri liderlerince kendisine zorla kabul ettirilen disiplini, nasıl serbestçe, özgürlük içinde benimsediğini az önce gördük. Ama hiç kimse, Rochet’nin «Komünist Partisi’nin bir düzen partisi olduğu» yolundaki sözlerine birşey diyemez. Gerçekten de Komünist Partisi, kendi yönettiği CGT ile elele, Fransa’nın her yanında düzenin yeniden kurulması için çalışmıştır. Tabii burjuva düzeninin! Bunu sağlamak için de, önce solcular, yani «huzur bozucu gruplar» ile ve daha sonra binlerce işçiyle büyük bir kavgaya girmiştir. «Sağduyu ve tecrübe sahibi insanlar olan komünist militanlar, kışkırtmaları önlemek için ellerinden geleni yapmışlardır.»

    Partinin katıldığı tek kavga, Sol’a karşı yöneltilen kavga olmuştur. Bunu da, patronlar ve devletle daha iyi bir anlaşma zemini bulmak için yapmışlardır.

    *

    «Nerden gelirse gelsin, bütün kışkırtma hareketlerini tel’in etmekle, büyük basiret göstermiş olduk.» Ne basiret, ne basiret! Öğrencileri CRS’le kapıştırma basireti! Ancak, partinin asıl meselelerde

  • • 38 •canla başla çalıştığına, işçi safları arasına fesat tohumları atmak için elinden geleni yaptığına hiç kuşku yok. Ama ne dereceye kadar başarılı olduğunu ancak zaman gösterecek. «Sağduyu ve tecrübe sahibi olanlara» gelince, bunlar gerçekten mü- kafatlandırılmayı hakettiler. Sallanan devlet mekanizmasını ele geçirdikleri için değil, burjuvazi ve yetkili makamlarla çatıştıkları için değil, polisin zorbalığına karşı işçi savunmasını düzenledikleri için değil, parlamantercilik efsanesini yıktıkları, yetkililerin istedikleri ^zaman cayacakları meşruiyet ve kısmi ayrıcalıklar efsanesini alaşağı ettikleri için de değil, ama solcularla çatıştıkları için hakettiler bu mükafatı. Gerçekten de, Komünist Partisinin bu alanda uzun ve imrenilmeyecek bir geçmişi ve başarıları vardır.

    «Aşırı solcu gruplar bize hücum ve hakaret ediyorlar. Çünkü, ta başından beri, kışkırtıcılığa ve çirkin şekilde girişilecek şiddet hareketlerine katılmayı reddettik.»

    Solcu «kışkırtmaların» ne olduğunu uzun uzadıya anlatmaya çalıştım. Öğrenci hareketinin bütün amacı, devletin içyüzünü ortaya çıkarmak ve bunu, devletin rahatça görmezden gelebileceği teorik çözümlemelerle değil de, pratik davranışlarla gerçekleştirmekti.

    Burjuva devletini kışkırtmak demek, bu devleti, pençelerini göstermek zorunda bırakmak demektir; bu devletin özü itibarile Franco devletinden, yada doğu bürokrasilerinden farklı olduğu iddiasını Çürütmek demektir. Sözünü ettiğimiz pençeler vardır ve parlamento çoğunluğu ne olursa olsun, varolmaya devam edecektir, işte, Komünist Partisinin gizlemeye çalıştığı şey de, bu pençelerin varlı-

  • • 39 •

    ğıdır. Bu yüzden de, gerekli araçlara sahip olamadıkları için herhangi bir şiddet hareketine girişeme- yenleri, şiddet hareketinde bulunmakla suçlamaktadır. Ama, üzerinize atladıkları zaman kaçacak olduktan sonra, kaplanları başıboş bırakmanın anlamı kalmaz. Her devrim hareketinin ana ödevi, kendini savunmaktır. Oysa, Komünist Partisi, «Hükümete işçileri ezmek için koz vermemek üzere tedbirli davranmakla sorumluluğumuzu müdrik olduğumuzu göstermiş bulunuyoruz.» diyerek, tuhaf bir iddia ileri sürmektedir.

    Hükümetin elinde işçileri ezmek ve baskı altına almak için araçları vardır : Televizyon ve polis. Ve hükümet, Komünist Partisi ne kadar uyanık davranırsa davransın, ne kadar tetikte bulunursa bulunsun, bu araçları mutlaka kullanacaktır. Komünist Partisi’nin yapabileceği ve yaptığı tek şey, işçi hareketine, ne hükümeti ve ne de burjuvaziyi tehdit etmeyecek bir takım hedefler ve yönler vererek, bu hareketi ana yolundan saptırmaktır. Waldeck- Rochet’ye göre, «Kanlı bir maceracılığın yolunu kapamak, bir askeri diktatörlüğü engellemek» olan Komünist Partisi’nin stratejisi, bütün devrimler! boşa çıkarmak için kullanılabilecek bir stratejidir. Çünkü bu, ne zaman ve hangi noktada devletin karşısına çıkılabileceğini, sadece devletin belirleyebileceğini öngören bir stratejidir. Oysa devrimciler, yenmeleri gereken güçlerin ne olduğunu, devletin orduya ne dereceye kadar güvenebileceğini hesaplamak durumundadırlar. Parti «militanlarının yapmayı unuttukları çözümleme de işte budur. Bu «militanlar», de Gaulle’ün, Fransız işçilerini biçmek için ordudan medet umup ummayacağını hiç düşünmemişlerdir. De Gaulle ve Komünist Partisi, bu iddia-

  • • 40 •dan alabildiğine yararlanmışlardır. De Gaulle, bu ihtimali büyük bir tehdit ve tethiş havası içinde ortaya atmış, Komünist Partisi de, işin derinine gitmeden, olduğu gibi kabullenmiştir. Seçim alternatifi reddedildiği takdirde, bir darbe yapılması ihtimali, komünistleri hop oturtup hop kaldırmıştır. Tıpkı, meclis feshinin CGT’yi grevleri bozmaya sev- kettiği gibi, bir panik havası esmeye başlamıştır.

    «De Gaulle’cüler Fransız bayrağını sallayıp duruyorlar. Ama bayrak hiç kimsenin özel malı değildir. Hele hele, Fransız halkının çıkarlarını, bir avuç mültimilyonere kurban etmiş olanların hiç değildir.» De Gaulle’cüleri, «bir avuç mültimilyone- rin temsilcisi» olarak tanımlamak, çağdaş kapitalizmin asıl gerçeğini gizlemek, modern devletin asıl yapısını tamamen yanlış anlamak demek olur.

    Demek ki, bütün Fransız halkı, yani işçiler, köylüler, burjuvalar (mültimilyonerler değil de, belki birinci milyonu vurmuş olanların tümü), askerler, polisler, din adamları, Komünist Partisi tarafından bir araya getirilecek ve (başka hiçbir şey kalmamış gibi) Fransız bayrağı altında mültimilyonerlere karşı savaş açacaklar.

    «Biz Komünistler, bütün gösteri yürüyüşlerimizde, anarşinin kara bayrağını bir yana bırakıp, üç renkli milli bayrağımızın ve sosyalizmin kızıl bayrağının altında emin adımlarla yürüyoruz.»

    Görünüşe bakılırsa, komünist liderlerin bir kısmı, sosyalizmin kızıl bayrağını fazlasıyla kullandıklarına inanmış olacaklar ki, daha sonraki yürüyüşlerinde sadece Fransız bayrağını taşıyorlardı İhtilalci sosyalizmin ünlü teorisyeni Lamartine de «Fransız bayrağı, bütün dünyada dalgalandığı halde, kızıl bayrak, Chapms de Mars’tan öteye geç-

  • • 41 •

    medi.» dememiş miydi zaten? Bugün kızıl bayrak, pek çok bakanlığın ve çok sayıda elçilik binasının üstünde dalgalanmaktadır ve o da, saygıdeğer bir milliyetçilik belirtisi durumuna gelmiştir. Stalin devrinde bile, Komünist Partisi’nin, milliyetçiliğin ve vatanseverliğin bütün çeşitlerini hakir gördüğü zamanlar olmuştur. Ama bu, 1936’dan, yani Sov- yetler Birliği’nin Sovyet anayurdu olmasından önceydi...

    Hele Waldeck-Rochet’ye bir kulak verin : «Biz Komünistler, bazı anarşist unsurların devrimci çabalarının bir işareti gibi gördükleri ‘milli duygulardan yoksun olmaya’ karşı daima mücadele etmişizdir ve yılmadan da bu mücadelemizi sürdürmekteyiz. Bizler, Aragon’un soylu deyimiyle Fransa’nın renklerini korumuş olmak ve bunu işçi sınıfına kabul ettirmiş bulunmakla övünüyoruz.» (10 Haziran 1968).

    Gerçekten de ne kadar soylu! Çünkü Aragon’un yaptığı, «Fransa’nın renkleri»ni çöplüğe atmak ve kızıl bayrağı göklere çıkarmak olmuştur :

    «Les trois couleurs à la voirie!Le drapeau rouge est le meilleur!» (1932)Yada Waldeck-Rochet’nin sözleriyle, Aragon’-

    unkileri bir karşılaştırın : «Komünistler, vatanlarını canlarından çok severler. Ve sevdikleri içindir ki. vatanlarını özgür, refah ve barış içinde, Fransa gerçeğini yaşayan herkes için, yaşanılmaya değer bir yer olarak görmeyi dilerler.» (Rochet, 10 Haziran 1968) ; «Ülkemden nefret ediyorum. Birşey ne kadar Fransızsa, beni o kadar sinirlendiriyor. Fransız! Beni bir Fransız olarak görüyorsunuz ha!... Oysa ben, bir parça kötü şiir ve mavi üniformalı kaatillerden başka hiçbir şey yaratmamış olan bir

  • • 42 •ülkeye, yiğitçe sırtımı çevirmişim.» (Aragon, 18 Nisan 1925).

    Bir de, son olarak Waldeck-Rochet’nin, «PSU'- nun desteklediği, maoizmi, anarşizmi, troçkizmi göklere çıkaran «aşırı solcu»lann yalanlarını, kışkırtmalarını ve demagojilerini, işte bu yüzden tel’in ettik ve bunlara karşı çıktık. Bu gruplar, metod- larıyla, şiddete ve histerik çığlıklara olan yatkınlıklarıyla, bugün de Gaulle’cülerin tehdidi karşısında sinmiş olan halk hareketini aşağılamak ve gözden düşürmek için ellerinden geleni yapmışlardır.» (10 Haziran 1968) sözleriyle, 17 Haziran 1968’de L’Enragé’de yayınlanan Aragon’un şu dizelerini kıyaslayın :

    «YoldaşlarPolisleri sindirin...Ateş edin Léon Blum’a...Ateş edin sosyal demokrasi papazlarına...Ateş edin diyorum, ateş edin Komünist Parti-

    si’nin önderliğinde.»Waldeck-Rochet, Komünist Partisi’nin, de

    Gaulle’cü yönetime en çok karşı olan parti (oldukça su götürür bir iddia bu) olduğunu belirttikten sonra şöyle devam ediyor : «Ancak, bugünkü mesele, de Gaulle’cü yönetimle, Fransa’da komünizmin kurulması arasında bir seçme yapmak değil; sadece bir askeri diktatörlüğe yol açabilecek olan kişisel iktidar ile bütün demokratik güçlerin birliğinden meydana gelecek bir demokratik rejim arasında seçme yapmaktır.» Böylelikle, Komünist Partisi, gaullizmi, ekonomik açıdan bir avuç mültimilyo- ner rejimi olarak tanımlarken, bu sefer de tutup, bir kişinin iktidarına bağlı bir parti olarak tanımlıyor. Yani, Waldeck-Rochet, bir kere daha ağzını

  • • 43 •

    açmış ve bir kere daha hiçbir söz etmeden kapatmış bulunuyor. Bir askeri diktatörlük tehlikesine gelince, bu tehlike, seçimlere gidilmekle pekala bertaraf edilebilirdi. Hele hele de Gaulle’cüler seçimi kazandığı takdirde, böyle bir tehlike söz konusu bile olmazdı. Zaten, de Gaulle’cüler kazanmasaydı bile, ne Komünist Partisi’nin, ne de öteki resmi sol organların seçmenlere sunacakları bir sosyalist alternatif yoktu. Seçmenlerin verdikleri oylara hiç de şaşmamak gerek!

    ■ Genel Ç özümleme

    Sözün kısası, mayıs ve haziran ayları boyunca, gerek Komünist Partisi ve gerekse CGT, teori ve pratik bakımından, devletten ve burjuvaziden farklı bir varlık göstermediler. Tabii ki, Komünist Partisi ve CGT derken, sadece bunların başındaki bürokratları kastediyoruz, üyeleri değil. Çünkü sıradan üyelerle parti ve CGT yöneticileri arasında büyük çıkar ve görüş farkları ve çatışkılar vardır. Sıradan üyelerin dertleri ve meseleleri, hiç kuşkusuz, bürokratlannkinden pek ayrıdır. Mayıs olaylarından hemen önce, komünist bürokratlar, işçilerin bir genel greve gitmesini önlemek için ellerinden geleni ardlarına komamışlardır. Üniversitelerde ise, parti, yetkili makamlara yöneltilecek fiili karşıtlıklar bir yana, teorik düzeyde bile hiçbir karşıtlığı hoş karşılamamış ve sadece şu şikayeti ileri sürmüştür : «Üniversiteler fazlasıyla kalabalıktır, yeteri kadar öğretim üyesi yoktur ve işçi sınıfından gelen gençlere açık değildir.» Üniversitenin hiyerarşik bir toplumdaki asıl görevi, yani hiyerarşiyi desteklemesi konusunda herhangi bir çözümlemeden itina ile kaçınılmıştır. Oysa böylesi bir çözümlemede, üniversite-

  • • 44 •lerde neden bu kadar az sayıda işçi sınıfından gelme öğrenci olduğu da ortaya çıkmış olurdu. Bunun nedeni, suyun başını tutanların, en iyi yerleri kendi çocuklarına ayırmak için hiçbir şeydem çekinmeme- leridir. Ayrıcalıklı sınıflar, ancak hiyerarşinin bütün isteklerini karşılayamadıkları zaman, toplumun öteki tabakalarından olanların buraya girmesine göz yumarlar. Bu, onların «eğitimin demokratlaştırılması» fikridir. Partiye gelince, o, bir toplum hiyerarşisi olmasına karşı değildir, istediği, sadece bu hiyerarşinin yapısını değiştirmektir. Solcu çözümlemeye karşı çıkması da işte bu yüzdendir. Ama, öğrenci kitlesi kandırılamamış ve hareketimi^, özellikle 3-13 mayıs arasında büyük ölçüde güç kazanmıştır. Mücadelenin bu ilk bölümünde, Komünist Partisi, öğrencileri ve işçileri, ortak istismarcılarına karşı mücadeleye girmekten alakoymaya çalışmıştır.

    İkinci dönemde, bu mücadele bütün karşı koymalara rağmen CGT’nin tamamen karşı olduğu ve direktif yaymlamamakla sabote ettiği genel grev biçiminde gerçekleştirildiği zaman da, parti bu mücadeleyi «emin» endüstri, kanalına sokmaya ve böylelikle işçilerin özel mülkiyet ve bürokratların millileştirilmiş teşebbüslere müdahalesi konularını kurcalamalarını önlemeye çalıştı. Sonunda ise, parti, endüstriyel istekleri üzerinde taviz vermeye, kırk saatlik iş haftasından daha azına razı olmaya ve altmış yaşında emeklilik isteğini tamamen unutmaya mecbur oldu. CGT bu lokmanın işçilere, ancak onları «şiddet yanlısı» ve «sorumsuz» öğrencilerden ayırmakla yutturulabileceğini anladı. Bürokratlar işçilerin ağzından girip burnundan çıkarak bunu başarmaya çalıştılar.

    Üçüncü dönemde, parti, işçileri Grenelle anlaş-

  • • 45 •masının şartlarını kabule razı etmeye çalışarak grevlerin sona ermesini sağlamak istedi. Ancak işçiler bunu reddedip greve devam edince, parti de işi parlamanter düzeye aktardı ve yeni seçimlere gidileceğini vaad etmeye başladı. De Gaulle, bu fikri hemen benimsedi ve meclisi feshetti. Bunun üzerine bürokrasi grevi durdurma çabalarını iki misline çıkardı ve her işletmeyi ayrı ayrı ele alarak bunu sağlama yoluna gitti. Parti ise, herhangi bir militan karşıtlığı veya yeniden grevlere gidilmesini önlemek için, solculuğa karşı yoğun bir kampanya açtı. Bu kampanya, hükümetin bütün aşın sol kanat örgütlerini yasaklaması şeklinde sonuç verdi. Ancak o zaman parti seçim kampanyasına serbestçe girebilecek duruma geldi ve bu kampanyayı milli bayrakla sembolize edilen düzen, meşruiyet ve burjuva demokrasisi uğruna yürüttü.

  • 3| Komünist bürokrasinin yapısıKomünist Partisi’nin bu aylar zarfındaki tutu

    mu, ancak uluslararası politika ortamında ve tarihsel zemin üzerinde ele alınırsa anlaşılabilir. Kapitalizmin bugünkü döneminin en belirgin nitelikleri, ekonomik ve siyasal gücün devlet elinde toplanması ve buna paralel olarak, endüstri ve politika alanında bir «işçi bürokrasisi »nin gelişmesidir. Bu bürokrasi, işçileri temsil etmek şöyle dursun, onları kapitalist üretim tarzının sağlayacağı yararlara inandırmaya ve bu arada da endüstri ve devlet yönetiminde kendine de söz hakkı aramaya çalışır. Bu bürokrasinin iç yapısı, kapitalist sisteme benzer : Üst kademelerin, tabandan giderek uzaklaştığı bir hiyerarşik kuruluşu vardır işçi bürokrasisinin. Endüstriler giderek geliştiği ve çapraşık bir kuruluşa dönüştüğü için, burjuvazi ve kapitalist devlet bu devasa işletmeleri çekip çevirmekte gerçekten güçlük çekmekte ve bu yeni bürokrasinin yardım için

  • • 47 •uzanan eline canla başla sarılmaktadır. Burjuvazi ve kapitalist devlet, bu bürokrasiye bazı ayrıcalıklar tanımaya, buhranlı anlarda onlara fikir danışmaya ve hattâ kamu hizmetleri ile ilgili konularda onlara yönetici yetkisi ve sorumluluğu vermeye hazırdır. Çünkü, ancak bu ayrıcalıkları verdiği takdirde, ileri sürecekleri hayati istekler konusunda kendilerine yardımcı olabilecek bir bürokrasi kazanabilirler. Daha büyük üretim gücü, ücretlerin dondurulması ve grev yapılmaması gibi istekler, işçilere ancak bir işçi bürokrasisinin yardımı ile kabul ettirilebilir; aksi takdirde işçiler bu isteklere kulak tıkamaktan başka birşey yapmayacaklardır. Ancak, «işçi bürokrasisi» bu ikinci derecedeki rolle yetinmemekte ve ekoıîomik gücün merkezinde bir yere sahip olmayı, kapitalist sistemin son ürünü olan devlet endüstrisinin giderek önem kazanan yönetim kurullarında yer almayı istemektedir. Bu tutumun sonucu olarak, işçi bürokrasisi, bugün iki tabakadan meydana gelmektedir : Bunlardan biri, sendikalar, diğeri de endüstri idarecileridir. Bu tabakaların kısa vadeli çıkarları, her zaman aynı paralelde olmaz, idarecilerin tersine olarak, sendikacılar, proleterya ile bir benzerliği sürdürme durumundadırlar; çünkü ancak proleteryanın «temsilcisi» olarak ortaya çıktıkları zaman güç kazanabilirler. Mamafih, sendikacıların kafasındaki toplum örneği, yani devlet, mülkiyet, planlama, ekonominin uzmanlarca planlanması, kabiliyet esasına göre düzenlenecek bir sosyal hiyerarşi, insanın endüstri mekanizmasına bağımlanması, daha fazla tüketim mallan üretimi üe yaşama şartlannm geliştirilmesi, bütün sosyal ve kültürel faaliyetlerin devlet kontrolünde olması gibi görüşler, özleri itibariyle ekonomi bürokrasisi-

  • • 48 •nin fikirlerinden pek de farklı değildir. İşte bu yüzdendir ki, diğer ülkelerde olduğu gibi, Fransa’da da bu iki tip bürokrasinin uzun vadeli çıkarları burju- vazininkiyle eş olmakta ve yine bu yüzdendir ki, Fransız Komünist Partisi, «milli çıkar» dediği şeye bu derece bağlanmaktadır.

    Bu durum, Komünist Partisi’nm modern Fransız kapitalizminin gerçek çözümlemesini neden yapamadığını, sözüm ona hasımlanyla olan çıkar birliklerini gizlemeye yarayan «kişisel iktidar», «bir avuç mültimilyoner» ve buna benzer safsatalarla asıl meseleyi örtmek gereğini neden duyduğunu açıklar. Komünist Partisi, her ne kadar de Gaulle’- cü solun tezlerini ütopik ve bulanık buluyorsa da, kendi savunduğu tezler de bunlardan farklı değildir. Parti, bu tezlere karşı çıkmamakta, ancak gaul- list hareketin bunları uygulama imkanı bulamayacağını ileri sürmektedir; çünkü, gaullistler arasında en büyük seçim şansına ve bu yüzden de asıl söz hakkına sahip olanlar sol kanat değil, sağ kanattır.

    Ama bu işin sadece bir yönüdür. Bir zamanlar proleteryanın devrim bilincini temsil etmiş olan Komünist Partisi, bir başka yozlaşma süreci daha geçirmiş, Sovyet bürokrasisinin bir kuyruğu haline gelmiştir. Bu yeni rolü içinde genellikle sosyal demokratlarla ve gaullist bürokrasilerle çatışmaya düşmektedir. Bu bakımdan, Sovyet bürokratlarının çıkarları karşılarındaki kapitalist bürokratların çıkarları ile çatıştığı zaman, Komünist Partisi, ister istemez işçileri bu kapitalist bürokratlar aleyhine seferber edecektir. Bunun tersine olarak da, Sovyet bürokrasisi kapitalistlerle anlaşmaya vardığında, parti, bu anlaşmayı perçinlemek için herşeyi yapa-

  • • 49 •

    cak ve bunu zedeleyebilecek olan her türlü işçi sınıfı faaliyetini durdurmaya çalışacaktır. Çatışma devirlerinde komünist bürokratlar devrim sloganları patlatırlar; anlaşma devirlerinde ise, onlar da birer vatansever ve reaksiyoner terane tuttururlar. Fransız Komünist Partisi’nin başlangıcmdaıi bugüne kadarki tuhaflıklarını anlayabilmek için, komünist bürokrasinin bu iki niteliğini, yani kendi çıkarma düşkünlüğünü ve Sovyet bürokrasisine bağımlılığını iyice kavramamız gerekir.

    Fransız Komünist Partisi, Sovyet bürokrasisine olan bu bağımlılığı yüzündendir ki, sık sık kraldan çok kralcı olmakta, aşın milliyetçi bir tutum takınmakta, vatanseverlerden daha vatansever olmakta, de Gaulle’cülerden daha büyük bir şevkle milli bayrağı sallamakta, işçi sınıfını asıl hedefinden, yani burjuvaziye ve otoritenin bütün kalıplarına mücadele açmaktan caydırma ve bunu engelleme konusunda de Gaulle’cülerden daha etkili olmakta ve işçileri, o andaki Sovyet umacısı ne ise (Alman «revanşistleri», Amerikan emperyalizmi yada «kişisel iktidar») ona karşı seferber etmektedir. Fran- sız Komünist Partisi’nin günbegün tutumunu ve dilini belirleyen, iyi sosyalistlerin hâlâ sandığı gibi bir geçici sapma yada ihanet değil, bu ikili roldür. Fransız Komünist Partisi kendi çıkarlarını kollar ve sadece, bu çıkarların sosyalizme aykırı olduğu kadar vatanseverliğe aykırı düşmediğini anlamayanlara ihanet eder. Hoş, işçilerin bir vatanı olmadığına göre, partiyi bu yüzden kim suçlayabilir ki?

    ~ Maalesef, partinin Sovyet bürokrasisi ile olan bağıntısı, bir başka uygunsuz sonuç daha vermektedir : Parti, burjuva propagandacıların elinde

  • • 50 • oyuncak olmaktadır. Kapitalistler Stalin ile uğraşırlarken yalana dolana lüzum görmezler«sosyalist cenneti» olduğu gibi tanıtmaları yeter de artar bile. Tasfiyelerde, toplama kamplarıyla, zorla gerçekleştirilen kollektivizasyonla ve (Çeka, OGPU,NKVD yada bu kurumun daha sonraki adları ne ise onlar gibi) polis terörü ile dolu bir ülke. Hiçbir gaullist aday, hele hele partinin solunda yada David Rousset gibi bir eski troçkist militan aday bu meseleyi iş edinmeden, kurcalamadan duramaz. Bunun sonucunda, burjuvazi, işçi sınıfının bütün isteklerini, bir totaliter diktatörlük kurma teşebbüsü diye adlandırarak bir yana itivermek rahatlığına gelir. De Gaulle’cülerin bütün seçim kampanyası boyunca yapmaya çalıştıktan bu olmuştur. Bu yüzden, Komünist Partisi, önce, mücadeleyi devrimci bir yüzeye gelmekten alakoyarak ve daha sonra kapitalistlerin Stalinizm umacısını ortaya atmalarına göz yumarak yetkili makamlarla iki türlü işbirliği yapmıştır.

    Fransız Komünist Partisi, gerçek devrimci kökeni sayesinde ve Rus Devriminin iğrenç bir bürokrasi durumuna dönüşmeden önceki anıları sayesinde, Fransız işçi sınıfım elinde tutabilmiştir. Parti, bugün bile, kendi pratik tutumu ile hiçbir ilgisi kalmamış olduğu halde, Marx’in, Lenin’in ve daha başka devrimcilerin yazılarını yayınlamaktadır. Parti, bütün reformist bünyeler gibi davranmakta, seçim oyununu oynamakta, burjuva demokrasisinin bütün uygulamalarını benimsemekte, kapitalist sisteme iyice kapılmakta ve kapitalistlerle her türlü anlaşmayı yapmaktadır. Sınıfsal düşmanlarının kanun ve ilkelerine uyarak mahalli idarelerde yer almaktadır

  • • 51 •

    lerle konuşurken küçük toprak mülkiyetini savunmakta; dükkan sahiplerine hitap ederken esnaflığın yanında yer almakta, askerlerle konuşurken ordudaki şartların İslah edilmesi gerektiğini öne sürmektedir. Sözün kısası, partinin iç işlerinde kullandığı bir teorisi ve dış işlerde kullanılacak bir seçim politikası vardır ve bu ikisi hiçbir zaman birbirle- riyle bağdaşamazlar. Seçim politikası, partiyi bir «büyük parti» durumuna getirmiştir. Öte yandan, teori de parti içindeki eylemcilere bir ideoloji sağlamaya yaramaktadır. Bu, onlar için pek önemlidir, çünkü ancak bu ideoloji sayesinde marksist - leninist yolu açıkça reddeden sosyal demokratlara karşı bir üstünlük duyabilmektedirler. Kısacası, partiye milyonlarca seçmeni ve amaca hizmet etmek isteyen militanları kazandıran, teori konusundaki sebat ve doğrulukla, seçimler konusundaki tavizlerin bu tatsız karışımıdır. Stalincilerle reformcular arasındaki bütün fark budur ve bu, komünist militanların, nasıl olup da sosyal demokratlarla aynı paralelde olan politikaları, hem de sadece kendilerinin ihtilale hizmet ettikleri inancıyla savunduklarını da açıklar. îşte sadece bu, partinin öğrenci hareketine neden bu kadar şiddetle karşı çıktığını açıklamaya, yeter. Çünkü, mayıs olayları, militanların inancı ile bürokratların tutumu arasındaki kesin ayrımı gün ışığına çıkarmıştır. Oldukça pürüzsüz ve huzurlu devrelerde partinin bile bile desteklediği reformcu uygulamalar, bir gerçek devrim alternatifi plamayacağı gerekçesiyle mazur gösteri- ^bilmektedir ; ama bu, devrim dönemlerinde nasıl yapılabilir? îşte parti, sırf bu yüzden, böyle bir durumun doğmasını önlemeye çalışmaktadır; çünkü ancak bu yolla, kendi militanlarının «solculuk» mik-

  • • 52 •robuna yakalanmamalarını sağlayabilmektedir. Hu- zur ve sükunun hakim olduğu devirlerde, parti bü- rokratları, solcu propagandayı, işçi kitleleri üzerin- de hiçbir etkisi olmayan küçük grupların hezeyanları olarak bir yana itebilmektedir. Bir başka de- yişle, işçilerin devrim mesajına kulak asmayacakla- rını ve bu yüzden partinin «asıl» devrimci amacını gizlemekte haklı olduğu iddiasını öne sürmektedirler. Ama bu iddia, genel grevler sırasında geçerli değildir. Solcu mesaj «ırgalamaya» başladığı ve partinin sıradan militanları, işçilerin, partinin onlardan saklamak için didindiği gerçeklere kulak astıklarını farketmeye başladıkları zaman, bu iddialar sökmez. O zaman, 1968 Mayısında, parti liderlerinin solculuğu böylesine telin etmelerine şaşmamak gerek ! Bu, aynı zamanda, parti liderlerinin sola karşı kullandıkları garip taktikleri de açıklamaya yarar; görünüşte hâlâ devrimci ve leninci bir partinin üyeleri olan bu insanlar, solculuğa doğrudan doğruya hücum edemeyecekleri için, yalanlara ve iftiralara sapmışlardır.

    Aslında bu iftiralar, birkaç yıl önce söylenilenlerin yanında hiç kalır. Gerçekten de, Marchais’nin dili öylesine «yumuşaktı» ki, sol kanat sapmalarının' büyük uzmanı Léon Mauvais’nin, 1952’de André Marty meselesinde olduğu gibi neden Marchais’nin de partiden ihracını istemediğine şaşıp kaldık. O meselede dile getirdiği şikayetlerden biri şu olmuştu: «André Marty’nin partiye karşı tutumu, polit- büroya gönderdiği son rapordan da anlaşılabilir Marty bu raporda, troçkistlerden, bizim alışılagelmiş ve olağan deyimimiz olan ‘troçkist takımı’ veya 'troçkist muhbirler’ diye söz etmemiş ve bunları ‘Troçkist Enternasyonal’ ve hattâ ‘Troçkist

  • • 53 •Parti’ olarak adlandırmıştır.» Bir başka deyişle, Komünist Partisi, solculara (burada troçkistler) bir «alışkanlık» olarak, işçi sınıfının düşmanı diye çamur atmaktadır. Sıradan komünistler, tepeden verilen emirleri dinlemeye alışmamış ve giderek eleştirici yetkilerini kaybetmemiş olsalar, bu çamur hiçbir zaman tutmaz. Şimdi bu işin, pratikte ve özellikle komünist sendikalarda nasıl gerçekleştirildiğine bir bakalım.

    Komünist sendika bürokrasisi, tabii ki, işçilere karşı açık bir taarruza giremez. Çünkü ne de olsa, işçileri temsil eder durumdadır. Ama buna karşılık, örneğin grevleri bozmakla, işçileri kendi çıkarlarına karşı davranışlar yapmaya kandırır.

    Belirtmek gerekir ki, sendika patronlarının her zamanki tedbir ve ihtiyatlarını bir yana bırakıp, isteklerini zorla kabul ettirmeye çalıştıkları durumlar da vardır. Ancak bunlar, istisnai durumlardır. Bu tip metodlar kaçınılmaz bir şekilde, patronların başına çöreklenir ve büyük miktarda taraftar kaybetmelerine yol açar. Bu yüzden de, bürokratlar, şiddet gösterilerini, kitleden tecrit edip, tek başına karşılarına aldıkları bireylere saklamayı tercih ederler. Geri kalanları ise hile ve düzenbazlıkla yola getirip, karşıtlığı ortadan kaldırmaya bakarlar. Bunu da oldukça kolay becerirler, çünkü, işçiler yukarda olup bitenlerin farkında değillerdir.

    İşçilerin kendileri de bu durumu tamamen kabul ediyorlar. Endüstri alanında huzur ve sükun olduğu sürece, işçiler sendika toplantılarına katılmazlar ve kendi ihtiyaçlarıyla ilgisi olmayan tutum ve davranışlara karışmazlar. Ama buhranlar patlak verdiği zaman, bürokrasinin isteklerine karşı çıkarlar. Aslında, sınıf mücadelesi her an sürmekte ve

  • • 54 •bir belirli işverene karşı olarak yada öteki işçileri destekleme amacıyla ve pasif mukavemetten kanunsuz greve varıncaya kadar çeşitli biçimlerde oluşmaktadır. Bir grup işçi greve gitmeye karar verdiği zaman, normal sendika kanallarından yürümek zorundadır. Sendika bu grevi kabul etmediği takdirde, ki çoğunlukla kendi karar vermediği grevlere karşı çıkar, grevi engellemek için her türlü yolu kullanır. Milyonlarca işçi aynı zamanda grev kararı alamazsa, başlanılan grevler, küçük alanlarda sınırlanır ve kısa zamanda sönmeye mahkum olur. Bürokrasinin, bir grevi bozmak için normal olarak yapacağı şey, direktif vermemek ve grevin kendi kendine dağılmasını beklemektir. Bir fabrikada, grev talebiyle karşılaşan idare memuru, bürokrasinin tutumuna uygun olarak hiçbir şey yapmadan, bu gerginliğin yokolmasmı bekler. Gerginlik kaybolmadığı takdirde, bir miting düzenler ve kendisi de tamamen pasif bir tavır takınır. Bu tutum, yukardan talimat almaya alışık olan işçileri tamamen gafil avlar ve henüz kesinlikle kararlı olmayanların caymasına yol açar. (Bunlar, «İşçi témsilcisi hiç aldırmıyor, demek ki başarısızlığa mahkumuz,» diye düşünürler.) «Müfritler» diretirse, kapalı oylamaya gidilir ve bu tür oylama da, genellikle tutucu unsurların lehine olur. Bir polis devletinde, kapalı oy, demokrasinin garantisidir; ama yoldaşlar arasında, bu, ancak güçsüz ve kararsız olanları gözden gizlemeye yarar.

    Genel olarak bu durumda bürokrasi emeline kavuşur; işçiler, sendikanın desteği olmaksızın greve gidecek kadar güçlü bulmazlar kendilerini. Ama bu taktik başarılı olmasa bile, bürokratların elinde bir koz daha vardır :

  • • 55 •

    «Yenilgi vaazları vermek ve işçilerin moralini çökertmek.»

    Başlangıçta bürokratlar, o pek güvenilir, eski «böl ve idare et» metoduna baş vururlar : «İsterseniz greve başlayın. Ama, ne kadar söz verirlerse versinler, ötekiler peşinizden gelmeyecektir. Sizi sap gibi ortada bırakacaklar.» derler. Yada, «Sana göre hava hoş, grev istersin tabii, çünkü, evde ekmek bekleyen çocukların yok.» veya «Grevde bu kadar ısrarlıysan, neden bundan öncekine katılmadın?» gibi sözler ederler. İşçilerin bir grubuna, bir başka grubun grevi bıraktığı ve işbaşı yaptığı söylenilir. Oysa, aslında ötekiler de greve devam etmektedirler. Bu taktik, 1968 Haziranında Paris ulaşım işçileri grevinin dağıtılmasında çok etkili olmuştur. Sadece görevlilerin, öteki fabrikalara girme yetkisi varken, işçiler, orada olup bitenleri nasıl öğrenebilirler ki?

    işçilere bir de ekonomik baskı yüklenir. Hepimizin bildiği gibi, aman dediği an, dayanışma fonlarının mutlak asgariye indiği andır.

    Ve işçiler, bütün bu manevralarla ayağa getirildiği zaman da, bütün suç onların üzerine atılır.

    Aslında, moral çöküntüsü, işçileri birer kukla haline sokmakta, sadece söylenildiği zaman meleyen bir koyun sürüsü durumuna getirmekte çıkarı olan bürokratlar 'tarafından gerçekleştirilir. Hiçbir durumda ve hiçbir şerait altında, işçilerin «kendi» sendikalarının meselelerinde söz hakkına sahip olmalarına göz yumulmamalıdır.

    Örneğin, prensip itibarile sadece işçilerle idare arasında değil, aynı zamanda işçilerle sendika arasında da bir aracı durumunda olması gereken

  • işyeri temsilcileri, bürokrasinin birer papağanından başka şey değildir. İşçilerle yada idare ile olan alışverişlerinde, hiçbir zaman işçilerden emir almaz, sendika patronlarının dediklerini yaparlar. Bunlar, işçiler tarafından ve işçiler arasındaki militanlardan seçilmez, sendikanın verdiği bir listeden seçilirler. Bu listeye sokulanların ise, burada devrimciliklerinden yada işçilerin kendilerine karşı güveninden dolayı yer almadığım söylemeye' tabii gerek yok. Bu adaylar, temsil etmek, durumunda oldukları alt tabaka işçiler arasından da seçilmezler. Bazı gruplarda birkaç işyeri temsilcisi vardır. Bazıları, grupların tamamen yabancısıdır. Bu durum, sendikaların, temsilcileri tamamen avuçlarına almalarına ve işçilerin kendi istekleri için baskı yapamamalarına yol açar. Aslında, temsilciler, işçilerden çok, sendikaların temsilcisidir.

    İşyeri temsilcisi, işçileri temsil etmediği ve onların sözcüsü olmak zorunda bulunmadığı için de, bırakın onların fikrini almayı, müdürün odasında varılan anlaşmaları bile işçilere anlatmaz.

    Bürokratların isteklerine karşı çıkıp da, işçilerin fikrini alacak kadar budala olanlar da, sonraki seçimlerde adlarını listelerde göremezler.

    Sendika bürokratları, fabrika dergilerinin yayınlanması konusunda da aynı mütehakkim tavrı takınırlar. Yayınlanan yazıların büyük kısmı, CGT nin yürürlükteki politikasının propagandası niteliğindedir. Geri kalan yazılar ise, sendikanın iç anlaşmazlıklarına, şikayetlere vb. aittir. Bu dergiler, hiçbir şekilde, işçilerin çıkarlarını yada düşüncelerini yansıtmazlar; olsa olsa, kerametleri kendilerinden menkul liderlerinin kavgalarını söz konusu ederler. Bu yüzden, işçiler grev yapmak, miting dü-

    • 55 •

  • • 57 •

    zenlemek veya, hareket komiteleri seçmek gibi kendi başlarına harekete geçtikleri zaman, fabrikadaki yayın organları bu olayları es geçerler, işte bu yüzden, bir devrim hareketi, işçileri kendi mücadeleleri ve kendi meseleleri üzerinde kendi görüşlerini açıklamaya teşvik etmek için elinden geleni yapmalıdır. Sendika bürokrasisinin dediklerini tekrarlamaktan daha Öte birşeyler yapacak bir işçi yayını kurmamız gerekir.

    işçiler, kendi yerlerinde yaptıkları toplantılarda, hele somut hareket amacı ile yapılan toplantılarda, isteklerini açık seçik ve kesin olarak ortaya koyabilirler. Bu tip toplantılar, genellikle sendika politikasına aykırı sonuçlara vardığı ve işyeri temsilcileri bu toplantıları engelleyemediği için, sendika liderleri, bu durumlarda kullanılmak üzere dışardan gelecek konuşmacılar, demagoglar ve sendika uzmanlarını elde bulundururlar. Bunların bir kısmı, halk tarafından tanınan kişilerdir (ki, bu nitelik, Renault işçilerinin Seguy’ü yuhalamasına engel olamamıştır), bir kısmı ise, «kitleleri idare etmesini», yani yıldırmasını bilen usta politikacılardır. Bu tip adamlar olduğu zaman, işçiler genellikle herhangi birşey söylemekten kaçınırlar ve tartışma bir monolog havasına bürünür. Zaten, toplantı salonları da, sadece görevli konuşmacının sesini duyurabileceği biçimde düzenlenmiştir. Kürsüdeki diğer «görevliler» de, canlan istediği zaman söze karışırlar. Ama, salondaki işçi, konuşmak istediği ve başkandan söz hakkı koparabildiği takdirde, yerinden kalkıp binbir zahmetle, salonu boydan boya geçerek kürsüye gelmek zorundadır. Eğer bu işçi, bir «huzur kaçkını» olarak nam salmışsa, toplantının ya başında, ya