komünist 342

20
Cemaat, siyasal gündemin merkezine oturtulabilir mi? Komünist hareket bu merkezi veri alarak mücadele örgütleyebilir mi? Güncel bir tartışma... DEVRİMCİ SİYASETİN KRİTİK HALKASI SF 10-11 KOMÜNİST KOMÜNİST Olup bitenlerin sınıf karakterini görmezden gelerek AKP’yi anlamak da, ona karşı mücadele etmek de olanaksızdır. Sınıf çelişkilerini başka çelişkilerin uzantısı olarak arada sırada hatırlamanın da bir yararı bulunmamaktadır. Bunlardan söz etmekse sınıf indirgemeciliği filan değildir. Sınıf indirgemeciliği, sınıf çelişkilerine her daim öncelik verdiğinizde değil, sınıf mücadelelerini ideolojik-siyasal dinamiklerden arındırdığınızda içine düşeceğiniz bir tuzaktır. BİR KEZ DAHA ULUSALCILIK ve LİBERALİZM ÜZERİNE TKP’nin liberal ya da ulusalcı ve “Kürt sorununun çözümü” belirlenimli bir çizgiyle ittifak arayışına neden girmediği sorusu bütünüyle anlamsızdır. Bugün öne çıkan “gerilim”in sınıf karakterinin üzeri örtük de olsa, komünistlere düşen, halihazırdaki denklemleri zayıflatan, sosyalist seçeneği güncel görevlerle bezeyerek güçlendiren bir stratejide ısrar etmektir. EŞİTLİK ve ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİNİN YAYINIDIR 20 OCAK 2012 SAYI 342 FİYATI: 3 TL SAYFA 8-9 SAYFA 16 Türkiye’nin siyasal ve ideolojik dengelerini alt üst eden, emekçi sınıflara ve onların örgütlerine karşı savaş açan, gericiliğin önündeki engelleri temizleyen, sermaye sınıfının egemenliğini güçlendiren, başta ABD ve Almanya olmak üzere emperyalist ülkelerin ülke içi ağırlıklarını artıran ve milyonlarca kişiye zulmeden 12 Eylül faşizmi ile hesaplaşmayı “asker-sivil ayrımı”na indirgemeye çalışan ve aslında 12 Eylül ruhunu aklayan iddianamenin açıklanması ile Genelkurmay eski başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanması aşağı yukarı aynı günlere denk geldi. Kemal Okuyan, Aydemir Güler ve Alper Birdal konuyu farklı boyutlarıyla ele aldılar. TKP MK TOPLANTISININ ARDINDAN 13 Ocak’ta toplanan Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi, toplantı sonrasi iki ayrı açıklama yaptı. 29 Ocak’ta neden TKP’nin Ankara’da düzenleyeceği büyük etkinlikte ne amaçlanıyor? Geçtiğimiz yıl yapılan 27 Kasım salon toplantısından farkı ne olacak? Partinin beklentileri ne? SAYFA 19 SAYFA 4-7 12 EYLÜL BÖYLE YARGILANAMAZ

Upload: tkpnin-sesi

Post on 30-Mar-2016

231 views

Category:

Documents


6 download

DESCRIPTION

Komünist 342

TRANSCRIPT

Page 1: Komünist 342

Cemaat, siyasal gündemin merkezine oturtulabilir mi? Komünist hareket bu merkezi veri alarak mücadele örgütleyebilir mi? Güncel bir tartışma...

DEVRİMCİ SİYASETİN KRİTİK HALKASI

SF 10-11KOMÜNİSTKOMÜNİSTOlup bitenlerin sınıf karakterini görmezden gelerek AKP’yi anlamak da, ona karşı mücadele etmek de olanaksızdır. Sınıf çelişkilerini başka çelişkilerin uzantısı olarak arada sırada hatırlamanın da bir yararı bulunmamaktadır. Bunlardan söz etmekse sınıf indirgemeciliği filan değildir. Sınıf indirgemeciliği, sınıf çelişkilerine her daim öncelik verdiğinizde değil, sınıf mücadelelerini ideolojik-siyasal dinamiklerden arındırdığınızda içine düşeceğiniz bir tuzaktır.

BİR KEZ DAHA ULUSALCILIK ve LİBERALİZM ÜZERİNE TKP’nin liberal ya da ulusalcı ve “Kürt sorununun çözümü” belirlenimli bir çizgiyle ittifak arayışına neden girmediği sorusu bütünüyle anlamsızdır. Bugün öne çıkan “gerilim”in sınıf karakterinin üzeri örtük de olsa, komünistlere düşen, halihazırdaki denklemleri zayıflatan, sosyalist seçeneği güncel görevlerle bezeyerek güçlendiren bir stratejide ısrar etmektir.

EŞİTLİK ve ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİNİN YAYINIDIR 20 OCAK 2012 SAYI 342 FİYATI: 3 TL

SAYFA 8-9

SAYFA 16

Türkiye’nin siyasal ve ideolojik dengelerini alt üst eden, emekçi sınıflara ve onların örgütlerine karşı savaş açan, gericiliğin önündeki engelleri temizleyen, sermaye sınıfının egemenliğini güçlendiren, başta ABD ve Almanya olmak üzere emperyalist

ülkelerin ülke içi ağırlıklarını artıran ve milyonlarca kişiye zulmeden 12 Eylül faşizmi ile hesaplaşmayı “asker-sivil ayrımı”na indirgemeye çalışan ve aslında 12 Eylül ruhunu aklayan iddianamenin açıklanması ile Genelkurmay eski başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanması aşağı yukarı aynı günlere denk geldi. Kemal Okuyan, Aydemir Güler ve Alper Birdal konuyu farklı boyutlarıyla ele aldılar.

TKP MK TOPLANTISININ ARDINDAN13 Ocak’ta toplanan Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi, toplantı sonrasi iki ayrı açıklama yaptı.

29 Ocak’ta neden

TKP’nin Ankara’da düzenleyeceği büyük etkinlikte ne amaçlanıyor? Geçtiğimiz yıl yapılan 27 Kasım salon toplantısından farkı ne olacak? Partinin beklentileri ne?

SAYFA 19

SAYFA 4-7

12 EYLÜL BÖYLE YARGILANAMAZ

Page 2: Komünist 342

PANO 20 OCAK 2012 SAYI 342 KOMÜNİST2

Sahibi: Mehmet Yavuzkan Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hetem AyazAdres: Osmanağa Mah. Serasker Cad. No: 104/6 Kadıköy İstanbul Tel: 0216 346 95 92 Baskı: Kayhan Matbaacılık Güven Sanayi Sitesi C Blok No: 244 Zeytinburnu KOMÜNİST

HAFTALIK TÜRKÇE DERGİ - 2011YEREL SÜRELİ YAYIN

www.tkp.org.tr e-posta: [email protected]

SOYALİSTLERİN MECLİSİ TOPLANTISI 28 OCAK’TA

NâZIM’IN DOSTLARI 110. DOğuM GÜNÜNDE BuLuŞTu

ALMANYA’DA MuSTAFA SuPHİ ANMASI

Yüzü aşkın aydının yer aldığı Sosyalistlerin Meclisi’nin üçüncü toplantısı 28 Ocak Cumartesi günü Ankara’da yapılacak. Toplantı “Türkiye’de iç siyaset” ve “Sosyalistlerin Meclisi nasıl üretecek” başlıklı iki oturuma bölünürken, İlhan Cihaner, Aydemir Güler, Me-tin Çulhaoğlu ve Zuhal Okuyan’ın birer sunum yapacağı öğrenildi. Toplantıda ayrıca Meclis bünyesinde atölye çalışmalarının başlatıl-ması, internet sitesinin kullanımı ve bazı sempozyumların örgütlen-mesi gibi öneriler de değerlendirilecek.

Nâzım Hikmet’in 110. doğum günü, Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nin geleneksel Okuma Tiyatrosu etkinliği ile kutlandı. 16 Ocak Pazartesi akşamı İstanbul’da Ses Tiyatrosu’nda gerçekleşen buluşma-da, Nâzım Hikmet’in Kafatası adlı oyunu sahnelendi. İstanbul’daki ağır sis ve kar yağışı nedeniyle yarım saat geç başlayan buluşmaya katılmak isteyen çok sayıda kişi katılamadı. Oyunun tekrarı olmamasına karşın, bu defa bir DVD olarak hazırlanacağı belirti-liyor. DVD’ler 29 Ocak’ta satışa çıkacak.10 yılı geride bırakan Okuma Tiyatrosu, her yıl Nâzım’ın doğum gününde, kendisi tarafından ya-zılan bir oyunun sahnelenmesiyle gelenekselleşmiş durumda. Yönetmenliğini Yılmaz Onay’ın yaptı-ğı oyunlarda güçlü bir oyuncu kadrosu Nâzım’la buluşuyor. Bu yıl sahnelenen Kafatası adlı oyunda Gülsen Tuncer, Metin Coşkun, Orhan Aydın, Levent Ülgen, Cezmi Baskın, Ender Yiğit, Recep Yener, Ayşegül Alpak, Mustafa Kırantepe, Müge Saut Süs, Merve Dağlı, Cansu Fırıncı, Nevzat Süs, Halil Ersan, Serkan Durak, Mehmet Esatoğlu, Bilgesu Ataman ve Beran Soysal rol aldı.

PARTİ İNGİLİZCE BÜLTEN YAYINLIYOR

NâZIM HİKMET’İN 110. DOğuM GÜNÜ KuŞADASI’NDA KuTLANDI

Türkiye Komünist Partisi’nin uluslararası alandaki devrimci sorumluluklarını yerine getirme kararlılığı doğrultusunda yeniden yapılandırılmakta olan uluslararası ilişkiler bürosu bünyesinde Şubat ayından itibaren aylık İngilizce bülten çıkarılmaya başlanacak. Parti belge ve haberlerinin farklı dillere çevrilmesi, başka ülkelerdeki gelişmelerin takibi ve kardeş partilerin izlenmesi için çok sayıda TKP üyesi görevlendirilirken, özellikle Arapça, Farsça, Rusça ve Yunanca bilen parti üyelerinin parti merkezine başvurmaları da istendi.

Nâzım Hikmet’in 110. doğum günü anısına Kuşadası’nda bir etkinlik düzenlendi. Etkinlik Nâzım şiirlerinden derlenmiş bir sunumla başladı. Kamer Yıldırım’ın “Otobiyografi” ve “Kuvayi Milliye” ve Bayram Küçük’ün “Salkım Söğüt” şiirlerini okumasıyla tamamlanan kısa dinletiden sonra “Bando Sol” sahne aldı. Seçim döneminde yazdıkları “Ampul”, Metin Lokumcu anısına yhazırladıkları “Gaz ve toz bulutu” gibi şarkıların yanı sıra “Hasta Siempre”, “Bella Çav”, “El pueblo unido hamas sera vencido” türü bilinen parçaları da seslendiren grup büyük beğeni topladı.

Mustafa Suphi ve 15’lerin Karadeniz’de katledilmesinin 90. Yılı dolayısıyla “Hiçbir Şey Boşuna Değildi” girişimi Almanya’da bir anma düzenleyecek.“Ve biz, ne 28 Kanunusaniyi unuttuk, ne de onların isimlerini” başlıklı anma etkinliği, 28 Ocak Cumartesi saat 18.00’da Prof. Sudhoff- Str. 15, 40699 Erkrath adresinde yapılacak.“Hiçbir Şey Boşuna Değildi” girişimi tarafından düzenlenen anmaya, Adil Sankaya, soL yazarı Cemil Fuat Hendek, Hamdi Maskar, Şenol Tekin, M. Emin Görgülü ve M. Tarık Özen konuşmacı olarak katılacak.

TKP’li Öğrenciler: www.tkpliogrenciler.orgMarksist Leninist Araştırmalar Merkezi: mlam.tkp.org.trsoL Haber Portalı: www.sol.org.trNâzım Hikmet Kültür Merkezi: www.nazimhikmetkulturmerkezi.orgÜniversite Konseyleri Derneği: www.universitekonseyleri.orgJose Marti Küba Dostluk Derneği: www.kubadostluk.orgBarış Derneği: www.barisdernegi.orgYazılama Yayınevi: www.yazilama.com

Facebook, Twitter ve Youtube resmi sayfalarımıza www.tkp.org.tr adresindeki bağlantılardan ulaşabilirsiniz.

Page 3: Komünist 342

TKP’NİN SESİ20 OCAK 2012 SAYI 342KOMÜNİST 3

TKP’nin Sesi

BuRASI TÜRKİYEGeçtiğimiz hafta, mahkemeler ve tutuklamalar yine gündemin ilk sırasındaki yerini korudu. Bir yandan KCK davası sürerken, aralarında eski BDP milletvekillerinin de bulunduğu çok sayıda kişi gözaltına alındı ve bunların çoğu mahkeme tarafından tutuklandı. Bu arada halen milletvekili olan Leyla Zana’nın evinin kapısı kırıldı, KESK Genel Merkezi’nde arama yapıldı. BDP örgüt binaları ve bazı belediyeler de operasyon kapsamında polis tarafın-dan didik didik edildi. Genelkurmay eski başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanma-sına ilişkin itiraz reddedilirken, Yüce Divan’da yargılan-ma talebi de uygun görülmedi.Hrant Dink davasında ise mahkemenin açıkladığı karar, birlikte sadece yemek yiyen, hatta hayatları boyunca birbirleriyle hiç karşılaşmayan insanlardan örgüt yaratan zihniyetin, bir Ermeni gazetecinin son derece planlı bi-çimde öldürülmesini “bireysel” suç kapsamına soktuğu görüldü. Tetiği çeken, “çocuk” muamelesi görürken, te-tiği çektirenlerden biri serbest bırakıldı. Katillere yardım eden, onları koruyan ve kutlayan devlet görevlilerine ise dokunulmadı.Türkiye Komünist Partisi hafta içinde hem TKP’nin Sesi yayın organında hem de açıklamalarıyla bu mahkeme ve operasyonlara ilişkin tavrını sergilerken bazı kitlesel basın açıklamalarına da katıldı.Bu gelişmeler olurken üç farklı kişiden gelen açıklamalar dikkat çekti. KCK operasyonları sürerken DTK Eşbaş-kanı, Van Bağımsız Milletvekili Aysel Tuğluk, Taraf’tan Kurtuluş Tayiz’e yazdığı mektupta AKP politikalarını ağır bir dille eleştirdikten sonra “100 yılda bir oluşan bir oluşan bu fırsatı başta Erdoğan olmak üzere hep birlikte değerlendirmek demokratik Kürt siyaseti olarak çözüm için ortaya konulacak iradeye her türlü desteği vermek kadar, herkesin cumhurbaşkanı olma idealine de büyük katkı sunacağımızı ifade etmek isterim. Türklerin, Kürt-lerin ve kültürlerin birlikte eşit, özgür ve demokratik bir şekilde yaşadığı bir ülkenin ilanını gururla yapma fırsatı birkaç aylığına Erdoğan’ın önündedir” diyordu. Böylece Kürt siyasetçilerin Erdoğan’a kredi vermekten vazgeç-medikleri bir kez daha görülüyordu.Hrant Dink’le ilgili mahkeme kararının ardından liberal yazar Oral Çalışlar Erdoğan’ı “kendisini bile öldürmeye çalışanlar”la hesaplaşamamakla suçluyordu. Böylece Çalışlar’ın AKP’yi aklamak konusundaki kararlılığının boyutları ortaya çıkıyordu.Son olarak Kemal Burkay’ın TBMM İnsan Hakları İnce-leme Komisyonu Terör Alt Komisyonu’na yaptığı açıkla-maya değinelim. Burkay, “2000 PKK militanının Esad’a destek vermek için Suriye’ye geçtiği”ni ilan ederek, başka şeylere ek olarak Suriye’ye karşı kamuoyunu kışkırtma görevini de üstlendiğini kanıtladı.Türkiye’de bunlar oluyor.“Yerli otomobil yapacağız” diye bol keseden üfüren hükümetin İtalyan tekeli Fiat’a güvendiği ortaya çıkıyor. Fiat’ın eski üretim bandlarını ve teknolojisini kullanarak; devletin bol keseden vereceği teşvik ve muafiyetlere sırtını dayayarak “Türk malı araba” üretecek olan Koç grubunun kimi ulusalcılar tarafından AKP’ye karşı mütte-fik olarak görüldüğünü hatırlayalım ve acı acı gülelim.Ne demiştik, burası Türkiye!

KOMÜNİSTÇE...TKP’nin Sesi, Türkiye Komünist Partisi’nin günlük açıklamasıdır. www.tkp.org.tr adresinde her gün saat 16.00’da güncellenmektedir.

5 OCAK 2012

15 OCAK 2012

16 OCAK 2012

AKP iktidarında herkes terörist!

Dikkat adalet hızlanacak!

Fiat bize yerli otomobil satacak

Bu sabah yine operasyon haberleri ile uyandık. AKP iktidarının emir ve talimatları doğrultusunda çalışmalarını sürdüren “emniyet” güçleri yine sözde terör örgütlerine karşı kapsamlı bir operasyon gerçekleştirdi. Yine onlarca muhalif siyasetçi, sendikacı, gazeteci, yazar gözaltında. Çok büyük ihtimalle bir zaman sonra bunların tutuklandığını okuya-cağız ve ardından yine büyük bir terör karşıtı operasyon gelecek...Türkiye’de 2005 yılında terör suçu gerekçesiyle tutuklanan insan sayısı 273 iken 2010’da bu sayı 12.897’ye çıktı.5 yılda Türkiye’deki “terörist” sayısı %500 arttı!..Tüm dünyada terör gerekçesiyle tutuklu bulunan insan sayısı toplam 35.117. Türkiye’de aynı gerekçeyle tutuklu olan insan sayısı

12.897! Kısacası dünyadaki 3 “terörist”in biri Türkiye’de yaşıyor. Ülkemizi bu hale getirdiler ve bu saçmalıklara inanmamızı istiyorlar. AKP kendinden olmayan herkesin terörist olarak kabul edileceği bir ülke yaratmaya yeminli olarak çalışmalarını sürdürüyor.Asıl terör budur! Türkiye’nin başındaki en büyük bela budur!

Başbakan son günlerde sürekli adaletin hızlandırılmasından söz ediyor. Sanki yargılamalar daha kısa sürse sorunlar çözülecekmiş, sanki yargıdaki rezaletlerin temel nedeni yavaş işlemesiymiş gibi. Bütün bakanların ağzından “geciken adalet adalet değildir” sözü düşmüyor.Böylece, her türlü hukuksuzluğun ve keyfiyetin toplumu rahatsız eden dahası tehdit eden sonuçlarına günah keçisi bulunmuş oldu. Ancak daha önemlisi böyle bir bahaneyle bu kez savunma haklarının da tamamen ortadan kaldırılması gündeme gelecek.TKP olarak açıkça dikkatli olun diyoruz;Ne olduğunu anlamadan yıllarca tutuklu kalmak yerine ne olduğunu

anlamadan yıllarca mahkum olmak tehlikesiyle karşı karşıyayız.Kürt açılımından, ileri demokrasiden ve komşularla sıfır sorun politikasından sonra şimdi de hızlı adalet felaketine uğramak üzereyiz. Ne hızlı ne yavaş, sadece adalet istiyoruz.

Tayyip Erdoğan Eylül ayında “yüzde yüz yerli otomobil yapacak bir babayiğit vardır” buyururken bir bildiği varmış.Fiat Chrysler firmasının yönetim kurulu başkanı Sergio Marchionne yeni duyurdu ama Eylül ayında Koç holding ve yabancı ortağı Fiat zaten kararlarını vermiş ve Tayyip Erdoğan’a da çıtlatmışlar.Bursa’da Fiat Albea otomobil üreten hat yakında boşa çıkacak, Albea üretimden kalkıyor. İşte bu boşa çıkan hatta “yüzde yüz yerli otomobil” üretmeye karar vermiş Fiat ve “yüzde yüz yerli ortağı” Koç.Sergio Marchionne Fiat Chrysler’in “birikimi” ile yapılacak yüzde yüz yerli otomobilin iç pazarda çok iddialı olacağını da vurgulamış.

Tayyip Erdoğan’ın desteği, her türlü vergi indiriminin inayeti ve “yüzde yüz yerli” palavrasının gazıyla, boşa çıkan Albea hattından yeni otomobilimiz geliyor. Hayırlı olsun. Keşke biraz daha hızlı davranıp bu müjdeli haberi yerli malı haftasına yetiştirselerdi!

Page 4: Komünist 342

12 Eylül’le hesaplaşmak bu kadar ucuz mu?12 Ocak Perşembe günü soL Haber Portalı’nın manşeti “12 Eylül iddianamesi baştan aşağı antikomünizm kokuyor” haberiydi. Doğal olarak kim-senin üzerinde durmadığı bir konuydu bu, herkes meselenin “kim yargılanacak” boyutuyla ilgiliydi... Aradan geçen onca zamandan sonra hâlâ paşaların hakim karşısına çıkmasından liberallerin heyecanlanması anlaşılır bir şeydi de, bu türden çocukluklar sola yakışmıyordu.Üstelik 12 Eylül darbesiyle ilgili iddianame açıklandıktan kısa süre sonra Genelkurmay eski başkanı İlker Başbuğ da tutuklanmış, içerdeki üst düzey subaylara bir yenisi daha eklen-mişti. Kenan Evren’in diğer pa-şalara göre tarihteki yeri elbette daha farklıydı ama yüz yaşına doğru ilerleyen bir faşistin sonu ve sonucu belirsiz bir yargıla-ma sürecinin içine sokulması kendi başına neden bir heyecan kaynağı oluştururdu ki!Öte yandan 12 Eylül ile hesap-laşmak, her zaman söylediği-miz gibi, Türkiye solu için son derece yaşamsal bir konuydu, bu konuyu “geride kalmış” bir başlık olarak değerlendirmek mümkün değildi, 12 Eylül ile bugünkü iktidar arasında sağlam bağlar vardı, Türkiye’de toplumun ideolojik şekillen-mesinde 1980 faşist darbesinin rolü asla küçümsenemezdi, ayrıca suçlularıyla hesaplaşma-yı beceremeyen bir toplumda adalet duygusunun dolayısıyla eşitlik kavramının yerleşmesi söz konusu olamazdı...

O halde 12 Eylül ile hesaplaşmadan ne anlaşılmalı?Mesele de bu...Örneğin kimilerine göre 12 Eylül darbesi Türkiye Cumhuriyeti’nin seçilmiş hükümetine, o hükümetin başı olan Adalet Partisi lideri ve

Başbakan Süleyman Demirel’e karşı yapılmıştı. Sağın popü-ler ifadesiyle, 12 Eylül “millet iradesi”ni hiçe saymıştı!Eğer buysa, 12 Eylül’le hesap-laşmanın ekseni bellidir: Ordu-nun sivil otoritenin üzerinde bir iktidar odağı olmasının önüne geçilmesi!Aksesuarlar da hazır tutulmak-tadır: Asker hükümeti devir-mek için sağ ve sol örgütleri kullanmıştır; sağa da sola da zulmetmiştir... Bir de bonus: Seçilmiş hükümetlerin meşrui-yeti sorgulanamaz!AKP’nin, bütün liberallerin ve de iddianamenin 12 Eylül’le hesabı budur. 30 küsur yıl sonra!Devrimcilerin 12 Eylül’le he-saplaşması bu eksenle buluşa-bilir mi?Olacak iş mi! Kanlı bir diktatör-lüğün arkasındaki uluslararası ve sınıfsal güçler bir kenara konacak, mesele sivil-asker ayrımına indirgenecek! Üstelik o güçler kendilerini pek gizle-memişken, hemen herkes 12 Eylül’ün emperyalist güçlerin aklını kullandığını biliyorken, kimse faşist cuntanın emeğin üstüne çullanarak patron sını-fını ihya ettiğini inkar edemi-yorken...

12 Eylül’le hesaplaşmak mı...NATO’dan başlamaya ne dersiniz? 12 Eylül darbesinin NATO’da planlandığına, dar-beden sonra NATO’nun Evren ve arkadaşlarını uluslararası başlıklarda yönlendirdiğine iliş-kin sayısız belge ve araştırmaya savcılar kolayca erişebilir. Unut-mayalım, başka bir ülkeden söz etmiyoruz, Türkiye’nin yıllardır üye olduğu bir kurumdan, yani hukuken de bu ülkenin aynı za-manda iç olgusu haline gelmiş bir yapılanmadan söz ediyoruz.12 Eylül öncesinde kaos or-tamı filan yaratmak için değil, doğrudan işçi sınıfı hareketini,

solu, ilerici aydınları sindirmek için sokağa salınmış gladiocu örgütlenmelerle NATO’nun bağını kurmak için solcu olma-ya gerek yok. Okuma-yazma bilmek yeterli...12 Eylül’le hesaplaşılacaksa, NATO Türkiye’den kovulmalıdır.12 Eylül’le 24 Ocak kararları arasındaki bağı hatırlamak için de fazla çabaya gerek yok. Emekçiler için yoksulluk ve hak gasbından başka anlam taşı-mayan 24 Ocak kararları, 12 Eylül’den 8 ay önce Süleyman Demirel hükümeti tarafından ilan edildiğinde Başbakanlık müsteşarı Turgut Özal’dır. 24 Ocak kararlarını en çok beğe-nenler arasında, Özal tarafın-dan brifing verilen generaller bulunmaktadır. Aynı generaller darbeden sonra Turgut Özal’ı Başbakan Yardımcısı yaptılar ekonomiden sorumlu olarak! Bilinmiyorsa, arama motorları-na başvurulabilir!12 Eylül ile hesaplaşılacaksa, 24 Ocak kararla-rının faşist darbenin parçası ol-duğu ilan edilmeli, Turgut Özal yargıla-namaya-cağına göre, onu “kahra-manlaştıran” bütün uygulamalara son verilmelidir. Bu ad üniversitelerden, cadde-lerden, havaalanlarından kazınmalıdır.12 Eylül’ün burjuvazinin kanlı diktatörlüğü olduğunu solcular, devrimciler söyler ancak. Bu bir terminoloji tercihidir ve 30 yıl sonra da bu değişmez: Kenan Evren ve arkadaşları burjuvazi-nin kanlı diktatörlüğünün uygulayıcısıdırlar. Herkes

bu terminolojiyi kullanmak zorunda değildir elbette. Lakin, 12 Eylül’ü büyük sermayemizin hararetle desteklediği, hatta öncesinde ordunun yönetime el koyması için onu cesaretlen-dirdiği herkesin malumudur. Hasparti, 28 Şubat’la ilgili ola-rak bir sürü kurumla ilgili olarak “postmodern darbeyi destek-ledikleri” iddiasıyla suç duyuru-sunda bulunmuş; kendileri bilir! Ancak arkadaşların aklına hazır hesaplaşmaya başladıklarına göre TÜSİAD, TİSK gibi patron örgütleri neden gelmemekte-dir? Bu örgütlerle darbeci ge-neraller arasında yalnızca siyasi, ideolojik, ekonomik doğrultu ortaklığı yoktur, bunlar arasın-da organik bağ vardır. Bugünkü popüler ifadeyle, hepsi be-raber aynı “terör örgütünün üyesi”dirler. Bu sıralar “koç gibi yerli araba yapması” istenen Koç grubunun kurucu babası Vehbi Koç’un general-lere yazdığı mektup-lar, “bundan böyle

biz güleceğiz” diyen sermaye örgüt yöneticilerinin demeçleri devlet sırrı filan değil... Kanlı bir darbeyle ihya olacağını açıkla-mak suç kapsamına sokulmu-yor mu yoksa!12 Eylül ile hesaplaşılacaksa, darbeyi destekleyen bütün ser-maye gruplarına dava açılmalı mal varlıklarına el konmalı, TÜSİAD gibi örgütler kapatıl-malıdır.12 Eylül anti-komünizmdir, gericiliktir. Faşist generaller ko-münizmle mücadele dernekleri eskisi kadrolar, irili ufaklı birçok cemaat ve cümle muhafazakar ideolog tarafından el üstünde tutulmuş, solun ezilmesi için bu unsurlar cuntaya gönüllü muhbirlik yapmış, 12 Eylül’ün birçok kurumdan solu tasfiye etmesi sayesinde bu zihniyet kadrolaşmasını hızlandırmıştır. İdeolojik ve siyasal açıdan 12 Eylül’e çok şey borçlu olan AKP’nin cuntayla böyle bir ilişkisi de vardır.Hesaplaşılacaksa, bunlarla da hesaplaşılmalıdır.

Emperyalizm yok, komünizmle mücadele yok, işçi sınıfı örgütlerinin dağıtılması yok, sermayenin teşvik ve işbirliği yok... Sivil otoriteye karşı asker müdahalesi var! Sıralanan onca işkence ve insan hakları ihlalinin açıklaması bu kadar: Seçilmiş hükümeti devirmek! Halk işin neresinde? Onun rolü hükümeti seçtiğinde bitiyor ya! İşte karşımıza konan 12 Eylül iddianamesinin özeti bu.

Kemal OKUYAN

SİYASET 20 OCAK 2012 SAYI 3424 KOMÜNİST

Page 5: Komünist 342

“Yetmez ama evetçiliğin” utanç-tan yerin yedi kat dibine girmesi için, 12 Eylül 2010 referandu-mundan sonra yargıda inanılmaz bir hızla gerçekleştiren gerici yapılanma yetmedi; sınav skan-dalları az geldi; liselilerin, sonra üniversitelilerin içeri atılması da kesmedi; Hopa saldırısı olma-dı. Ne KCK operasyonları ne gazeteciler, ne avukatlar, ne kitle kıyımları... Yetmez ama evet, en fazla biraz sessizleşmişti o kadar. Diğer yandan yalnızca iki jest söz konusu kesimin bitinin kanlan-ması için yetti de fazla geldi! Birincisi 12 Eylül iddianamesiy-di. Bunun için söylenecek şey bellidir ve isteyen soL portalın şu haber yorumuna göz atabilir: http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/12-eylul-iddianamesi-bastan-asagi-antikomunizm-kokuyor-haberi-50404İkincisi, başlıkta yazdığı gibi Başbuğ vakasıdır.

Birinci Cumhuriyet’in son komutanlarıAfyon doğumlu İlker Başbuğ 2008-2010 Ağustos ayları arasında genelkurmay baş-kanlığı yaptı. Ne tesadüftür ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin “hükümet-uyumsuz” son cum-hurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de Afyon’luydu. Hukukçu Sezer’in sesini nadiren yükselt-mesine karşılık, Başbuğ, Türkiye Cumhuriyeti’nin “masa yumruk-layan” son genelkurmay başka-

nıdır.

Kendisini izleyen ve sadece bir yıl görevde kalan Koşaner’in istifa ederken kapalı kapılar ardında, geçin masayı, sesini yükseltmiş olması dahi ihtimal dahilinde değil. Koşaner, içinden konvansiyonel yollarla komuta heyeti çıkarta-maz hale gelen Birinci Cumhu-riyet TSK’sının son komutanıydı. Yerini İkinci Cumhuriyet’in -Hilmi Özkök’le yapılan erken doğu-mu saymazsak- ilk komutanına bıraktı. Şu son yılların genelkur-may başkanlarının seslerini an-cak tribünler karşısında yükselt-tikleri kesindir. Başbuğ’dan sonra Koşaner’e tribün bile kalmamıştı!Kameraların karşısında esip kükreyen, sonra Dolmabahçe buluşmasında AKP’ye anahtarları teslim ettiği anlaşılan Büyüka-nıt gibi Başbuğ da tribünlere oynuyordu.Lakin bu yazıda ele aldığımız vakanın birinci boyutu tam da budur. AKP’nin dostlar alışverişte görsün diye vurulsa da, o masadan çıkan sesi affetmesi, sineye çekmesi mümkün değildir. Dolayısıyla paşanın tutuklanması yıllar önce düşülmüş bir tuzağı açığa vuru-yor. Birinci Cumhuriyet’in engel-lenemez çöküşünü örtmek için yapılan şovların, süreci yalnızca beslemiş olması nedeniyle bir yaptırım konusu olamayacağını sanan son kuşak, ne olup bittiği-ni anlayabilecek bir kalibreye de sahip değildi. “Bir şey yapmamış-lardı, suçsuzdular.”

Savunacak nem kaldıYa da “haksızlığa uğradım.” Daha önce bir köşe yazarı yazdı da bunu... Eski genelkurmay baş-kanının saatler ve saatler boyu

ifade verip savunacak bir şey bu-lamaması, yalnızca suçsuzluğunu dile getirmesi, yani haksızlığa uğradığı mesajını salgılaması tuhaf ve dramatiktir. Bu tabloyu “biz böyle konuşma-mıştık ama” şeklinde kabalaştı-rarak tercüme edebiliriz. Birinci Cumhuriyet’in son paşalarına bu yakışır!Savunacakları bir şey gerçekten yoktu. İkinci boyut, bana sorar-

sanız, budur. Siyasette tezi kalmayana

yer de kalmaz. Lakin şu anda ülkemiz yeni

bir rejimin kuru-luşuna sahne

olmaktadır ve bu kon-

jonktürün doğası

gereği

eskiden kalma çok kadro vardır tedavülde. Bunların kenara çekilmeleri yetmez, kalabalık dağılmış olmamaktadır. Tasfi-yeleri gerekmektedir. Ortadan kalkacaklar ki, islam ülkelerinde doktora yapan, tarikat evlerinde yetişen, belediye ihalelerinde se-miren yeni kadrolara alan açılsın.Üçüncü olarak, kuşkusuz, paşa-nın, zamanında internet andıcına kağıt parçası, bulunduğu iddia edilen lav silahlarına da boru dediği hatırlanmalıdır. Bu da, sayısız yorumcu ve haberci tara-fından hatırlatıldı. Bu noktada boru ve parça lafla-rının alternatifinin ne olabileceği ise pek konuşulmadı. Ne deseydi Başbuğ, istersiniz? Koskoca genelkurmay başkanı “Amerikalılar oraya buraya nük-leer bomba gömerken gıkınız çıkmıyor, bizim iki boruya taktı-nız” mı deseydi? Kast edebilece-ği tek şey buydu!Yoksa “fişlemeden devlet yöne-tilmez” diye mi çıksaydı, ortaya? Andıç kağıt parçasıysa, bir de “evrak”lar olmalı...“Yahu bunları Brüksel’de, Washington’da böyle öğren-medik mi?” diye serzenişte mi bulunsaydı! Aslına bakarsanız, bizim Birinci Cumhuriyetçilerin bunlardan başka bir inançları kalmamıştı ve bunlar da öyle insan içinde dile getirilir türden şeyler değildi!Başbuğ ve arkadaşlarının yalnızca “tezleri” değil, açıktan savunacakları herhangi bir argü-manları da yoktur. Dramatik olan budur. Emperyalist müdahale ve işgale karşı savaşla kurulan, ilk gençliğinde meşruiyetini Sovyet dostluğuyla pekiştiren bir reji-min, devletler için çok da uzun olmayan bir sürenin sonunda bu denli koflaşması...

Başkasının lafı olmazİlker Başbuğ’un tutuklanması bu durumun resmidir. Buraya kadar söylenenler olayın kendinde öneminin sınırlarını da

göstermektedir. AKP güç gös-terisinde bulunmakta, bunun inandırıcılığı adına çıtayı her de-fasında biraz daha yükseltmekte ve intikam güdüsünü başıboş bırakmaktadır. Yetmez ama evetçilerin destekle-rinin tazelenmesi, ateş olsa cür-mü kadar yer yakacak olan bu çevrelerin ötesinde bir anlama sahip. AKP’nin 2002-2011 döne-minde düzenin resmi muhale-feti Kemalizm başlığı altında ve kendince bir Birinci Cumhuriyet savunusu ekseninde şekillenmiş-ti. 2011’den itibaren bu tablonun da değişmesi mukadderdi. Yeni resmi muhalefet liberal karak-terli olmalı, demokrat ünvanını taşımalıydı. İktidar ve resmi muhalefet kav-ramları çatışma ve mücadeleyi ifade etmezler. Bu bir siyaset formülüdür. Söz konusu olan birbirini bütünleyen bir ikilidir. İcabında anlaşabilen, el sıkışabi-len, sonra tekrar karşısındakinin boğazına sarılmak üzere gardını alan bir ikili... Dolayısıyla AKP’nin bu anlamda kimilerinin gönlünü hoş tutması da gerekirdi. İddia-name ve tutuklama bu zeminde okunabilir.Son olarak, Başbuğ’un tutuklu-luğu, iktidarın operasyon alanını genişletmiştir. Koskoca komutan içerdeyken, gazeteciyi, avukatı, öğrenciyi, seçilmiş siyasetçiyi kim hatırlayıp hatırlatabilir! Şu an hapishaneleri dolduran bu insanların salıverilme olasılı-ğı ilgili muhalefet odaklarının mücadelesinin konusu olmaktan çıkarılmakta, iktidarın inisiyati-fine alınmakta, ya da amiyane tabirle keyfine kalmaktadır. Eski genelkurmay başkanı “bile” tutukluyken diğerlerinin durumu sıradanlaşmış ve hatta önemsiz-leşmiştir. Yarın öbür gün birinin tutukluğunun son bulması-nın, mücadelenin ürünü değil, AKP’nin jesti olarak algılanması muhtemeldir.

KOMÜNİST SİYASET20 OCAK 2012 SAYI 342 5

Başbuğ vakası Başbuğ’un tutuklanması Birinci Cumhuriyet’in dramatik

çöküşünü temsil etmektedir. Bu haliyle geçmişe ayna

tutan olay, iktidarın eline yakın gelecek için de bir dizi

silah kazandırıyor. Bir genelkurmay başkanı içerdeyken

başkalarının durumunu tartışmaya sıra gelmesi zordur.

Başka haksızlıklar meşrulaştırılmıştır...

Bundan daha önemlisi ise, içerdekilerden biri, bir

nedenle serbest bırakıldığında, akla, bu insanların

özgürlüğü için verilen mücadele yerine, AKP’nin

“inayet”i gelecektir.

Aydemir GÜLER

Page 6: Komünist 342

SİYASET 20 OCAK 2012 SAYI 342 KOMÜNİST6

24 Ocak Kararları yürürlükteyken

12 Eylül ‘yargılanıyormuş!’“Bakın, 12 Eylül yargılanmaz dediniz, yargılanıyor işte!” Bu sözleri son günlerde sık sık duyuyoruz. Özellikle de “yetmez ama evet”çi şürekânın ağzından. Geçtiğimiz günlerde mahkemece kabul edilen iddianamenin ya kapağını açıp bakmamış ya da hiç kimsenin bakmayacağını ummuş olmalılar.Daha en başta, “şüpheliler” kısmında ne görüyoruz? İki isim: Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya. Her ikisinin de sözde “yargılama” bitene kadar eceliyle ölmesi pek muhtemel. Hadi, bunu önemsemeyelim; diyelim ki ölseler bile önemli olan bunun siyasi sonuçları, sembolik anlamıdır. Peki, o halde akla şu soru gelmez mi? Bu ikisinin dışında dönemin diğer komutanları, işkenceciliği tescillenmiş cezaevi müdürleri, polis şefleri, cunta iktidarının yöneticileri vs. ölmüş ya da sağ, “şüpheliler” arasında anılamaz mı? Peki ya, 12 Eylül faşizminin uygulamaya konulmasını mümkün kıldığı 24 Ocak Kararları ve onun baş mimarı olan Turgut Özal’ın bir darbe mağduru ve demokrasi kahramanı gibi sunulmasına ne diyeceğiz?

Türkiye Komünist Partisi ve Türkiye tarihine tutarlı bir bakış geliştirebilen bütün sosyalistler 12 Eylül faşizmiyle

hesaplaşmanın güncel bir mücadele konusu olduğunu vurguladı. Nedeni basit: 12 Eylül’ün iktisadi programını

hazırlayan Turgut Özal’la, ona bu programı hazırlatan yerli ve yabancı tekellerle, bu tekellerin çıkarlarını temsil eden ve

emekçi sınıflara geçmişte hiç olmadığı kadar saldırganca dayatan İkinci Cumhuriyet’le

hesaplaşmadan 12 Eylül faşizmiyle hesaplaşılamaz.

Page 7: Komünist 342

AKP takımının ve onun “yetmez ama evet”çi şakşakçılarının ne dediği-ni biliyoruz. “Önemli olan darbeci zihniyetin yargılanması”… Yani bu zihniyetin bütün derdinin askerin iktidarı ele geçirmesi, “sivil siyaset üzerindeki vesayetini” sürdürme ça-bası olduğuna inanmamız gerekiyor. Arkasından da herkesi ahmak yerine koyarak, bu savlarını güçlendirdiğini zannettikleri “12 Eylül sağı da solu da vurdu, ülkücüler ve İslamcılar da hapislere atıldı” tezini öne sürüveri-yorlar.24 Ocak Kararları’nı anımsamak, 12 Eylül faşizmiyle birlikte uygulanma şansı bulan bu kararların bütün ayrıntılarıyla bugün halen İkinci Cumhuriyet’in temel yönelimlerini ifade ettiğini vurgulamak, bu büyük kepazeliğin ipliğini pazara çıkar-mak için önem taşıyor. Zira 24 Ocak Kararları’nın ve ondan ayrı düşünü-lemeyecek olan 12 Eylül’ün iktida-ra getirmek istediklerinin tamamı bugün bilfiil iktidardadır.

24 Ocak Kararları neyi hedefliyordu?24 Ocak 1980’de dönemin Başba-kanlık Müsteşarı Turgut Özal tarafın-dan hazırlanan yapısal uyum prog-ramı, 1978’de IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi uluslararası sermaye örgütlerinin Türkiye’deki sınıfdaşla-rından talep ettiklerini formüle edi-yordu. Uluslararası sermaye örgütle-rinin 1978’de öne sürdüğü isteklerin ana hatlarında şunlar vardı:1. Kamu İktisadi Teşekkülleri’nin (KİT’ler) devlet tarafından sübvanse edilmesinden vazgeçilmesi,2. Reel ücretlerin baskı altına alına-rak düşürülmesi,3. Sıkı para politikası uygulanarak enflasyonun kontrol altına alınması,4. Devalüasyon yapılarak ihracata yönelik bir birikim rejiminin önünün açılması,5. Yatırımlara ayrılan kaynakların azaltılması ve büyüme hızının aşağı-ya çekilmesi.Uluslararası sermaye örgütlerinin bu talepleri 1978 yılında Ecevit iktidarı döneminde hayata geçirilemedi. Bu-nun temel sebebi işçi sınıfının, sınıf sendikalarının ve solun güçlü olması ve söz konusu politikaların bu direnç kırılmaksızın uygulanamayacağının çok açık olmasıydı. Ancak sermaye egemenliği emperyalist kurumların kendisinden talep ettiklerini hayata geçirmeye yönelik hazırlıklarından vazgeçmedi. 1979’da Başbakan olan Süleyman Demirel’in Başbakanlık Müsteşarlığı’na atadığı Turgut Özal, bu talepleri bir yapısal uyum progra-mı olarak kağıda döktü.Kağıda dökülen programın da beş unsuru vardı. Şöyle:1. Fiyat istikrarını sağlamak,2. Ödemeler dengesini yeniden kur-mak,3. Piyasa ekonomisine işlerlik kazan-dırmak,4. Ekonominin dışa açılması ve sanayileşme stratejilerini bu yönde

geliştirmek,5. Kamu kesiminin ekonomi içindeki payını azaltmak.Bu çerçeveye sahip olan programın 1980 Ocak’ının başında ilan edilmesi tasarlanmaktayken, ordunun muh-tıra vermesi sonrasında bu süreç ertelenmişti. Bu dönemde Özal, genelkurmaya giderek program hakkında bir brifing veriyor, Kenan Evren programı çok beğendiğini ve desteklediğini ifade ediyordu. Bu desteğin maddi kanıtı programın 24 Ocak’ta ilan edilmesi ve darbe sonrasında Turgut Özal’ın cunta hükümetinin Ekonomi İşlerinden So-rumlu Bakanı yapılmasıydı. Uygula-dığı program, 24 Ocak Kararları’nda yazılı olan “yapısal uyum paketi”nin başlıkları olacaktı. 1982’de banker skandalının patlak vermesiyle istifa edecek, 1983’te ise seçimlerle bu kez başbakan sıfatıyla işbaşına dö-necekti.24 Ocak Kararları çerçevesinde darbenin hemen öncesinde yüzde 49’luk bir devalüasyon yapılıyor ve günlük kur ilanı uygulamasına geçi-liyordu. Hem KİT’lere hem de tarıma verilen devlet desteği azaltılıyor, KİT’lerin kâr mantığıyla çalışmalarına yönelik bir politika şekillendirili-yordu. Dış ticaret liberalleştiriliyor, yabancı yatırımlar teşvik ediliyor, ihracat ve ithalat üzerindeki vergi ve kısıtlamalar kademeli olarak kaldırı-lıyordu. Ayrıca faiz oranının piyasada belirlenmesi kararlaştırılıyor, gerek kamuda gerekse özel sektörde reel ücretlerinin düşürülmesine yönelik adımlar hazırlanıyordu.Bütün bu uygulamaların mantıksal sonucuna ulaşması, yani Türkiye’de tam anlamıyla bir piyasa faşizminin egemen hale gelebilmesi için solun ve onunla birlikte emekçi sınıfların sindirilmesi, direncinin kırılması, örgütlülüğünün dağıtılması zorun-luydu. 12 Eylül faşizmi, bu progra-

mın uygulanabilmesi için patronların ihtiyaç duyduğu darbeyi vurdu. 24 Ocak-12 Eylül ve onun kapıyı açtığı Özal dönemi arasındaki bu süreklilik bu kadar açıkken ve on yıllardır sosyalistlerin gündeme ge-tirdiği bir olguyken, 12 Eylül iddia-namesi ve onunla ayranı kabaranlar ne diyor?

Darbe mağduru Özal!24 Ocak Kararlarını darbeci paşala-ra sunup, onaylarını alan, 12 Eylül faşizmiyle birlikte ise tam manasıyla uygulamaya koyma olanağı bulan Turgut Özal için iddianamede bakın neler söyleniyor.Örneğin “Güdümlü demokrasiye dönüş” alt başlığı altında “şüphe-li” Kenan Evren’in 1983’te yapılan “seçim öncesi yaptığı konuşmalar-da Turgut Özal’a oy verilmemesi yönünde toplumu yönlendirmeye” çalıştığı, “Bu bağlamda 4 Kasım’da yaptığı televizyon konuşmasında büyük tesislere, Keban Barajına ve Güneydoğu Anadolu Projesine sahip çıkan Turgut Özal’ı sert bir şekilde” eleştirdiği, 6 Kasım 1983’te Özal’ın ANAP’ı seçimi kazanmış olmasına rağmen Evren’in Özal’a hükümeti kurma görevinin yaklaşık iki hafta sonra verdiğini...Buradan nasıl bir sonuç çıkıyor? Ha-liyle Özal’ın da bir darbe mağduru ve demokrasi kahramanı olduğu…Peki, iddianamede 24 Ocak Kararları hakkında ne söyleniyor? Hiçbir şey…24 Ocak Kararları’nın ancak bir faşist darbeyle uygulanabilir olmasının te-mel gerekçelerinden bir tanesi olan emekçi sınıfların örgütlü gücünün kırılması, işçi sınıfının örgütsüzleş-tirilerek baskı altına alınması konu-sunda? Örneğin şu: “1970’li yıllar, toplumda güçlü ideolojik akımların yaygın olarak boy gösterdiği bir sü-reçti. Bireylerde kendilerini bir yere bağlı hissetme duygusu olan aidiyet

düşüncesi ön plandaydı. Toplumda yasal olarak örgütlenen sivil top-lum kuruluşları, ekonomik ve sosyal amaçlardan çok siyasi ve ideolojik amaçlarını ön plana çıkarmışlar-dı. Özellikle bireylere eşit hizmet sunması gereken devlet memur-ları arasındaki siyasal ve ideolojik örgütlenmeler toplumun kamplara bölünmesine yol açtı.” Yani savcı, bizzat 12 Eylül faşizminin kullandı-ğı, emekçi sınıfların örgütlenmesini gayrimeşru ilan eden “toplum sağ ve sol olarak ideolojik kamplara ayrılmıştı”, “yasal görünüm altında faaliyet gösteren ideolojik gruplar” vb. söylemini aynen benimsemiş görünüyor. 24 Ocak Kararları’nı 12 Eylül’e bağlayan da bilfiil bu azgın piyasacı, emekçi düşmanı yaklaşım değilse neydi?

İkinci Cumhuriyet’le hesaplaşmadan 12 Eylül’le hesaplaşılamazTürkiye Komünist Partisi ve Türkiye tarihine tutarlı bir bakış geliştirebilen bütün sosyalistler 12 Eylül faşizmiyle hesaplaşmanın güncel bir mücadele konusu olduğunu vurguladı. Nedeni basit: 12 Eylül’ün iktisadi programını hazırlayan Turgut Özal’la, ona bu programı hazırlatan yerli ve yabancı tekellerle, bu tekellerin çıkarları-nı temsil eden ve emekçi sınıflara geçmişte hiç olmadığı kadar saldır-ganca dayatan İkinci Cumhuriyet’le hesaplaşmadan 12 Eylül faşizmiyle hesaplaşılamaz. O halde 12 Eylül faşizmiyle gerçekten hesaplaşmak işini İkinci Cumhuriyet’in savcılarına bırakmayacağımız açık. Çünkü biz 12 Eylül faşizmiyle hesaplaşmaktan, onun kaynaklarından biri olan ve ha-len tam boy yürürlükte bulunan 24 Ocak Kararları’nın piyasacı faşizmiyle de hesaplaşmayı anlıyoruz.

SİYASET20 OCAK 2012 SAYI 342KOMÜNİST 7

Alper BİRDAL

Page 8: Komünist 342

SİYASET 20 OCAK 2012 SAYI 342 KOMÜNİST8Titizliğimizin kin tutmakla ilgisi yok...

Ulusalcılıktan da liberalizmden de kurtulmak durumundayızBir yanda Türkiye solcusunun kolaycılıkla “devletin adamı” olarak ilan ettiği ama ne hikmetse her tür darbe döneminde içeri alınan, en son savunma yaparken derlenen “suç”larla 16 yıl hapse mahkum edilen ulusalcı Doğu Perinçek, öte taraf-ta liberal eğilimleri sır olmayan, düzenin tetikçileri tarafından katledilmesiyle pekala bir “demokratikleşme şovu” için malzeme olacakken, bizzat siyasi iktidar tarafından “öldürülmesi meşrulaştırılan” Hrant Dink...Bir yanda savunma hakkının gasp edildi-ği, kurmaca delillerle insanların yıllardır tutuklu bırakıldığı, inandırıcılığı zayıf mı zayıf Ergenekon, Balyoz gibi davalar, öte yanda yılların zorlu mücadeleleri sonucu ulaştığı toplumsal dayanakları “demok-ratik açılım” masallarının yarattığı siyasi iyimserlikle yeni mevzilere taşımaya kalktığı için zalimce cezalandırılan Kürt siyaseti...Ve temel düşman olarak birbirini gören bu iki odağı, birbirlerinden iyice nefret etsinler diye alabildiğine bulaşık hale getirilen Devrimci Karargah ve Odatv gibi davalar!Siyasi iktidarın ne yapmakta olduğu anlaşılamadığı, bütün bu operasyonların sınıfsal içeriği çoğu kez algılanmadı-ğı için gerçek bir karmaşa yaşanıyor. Herkes “asıl hedefin kendisi” olduğunu ilan etme derdinde. Kürt siyasetinin en etkili isimleri, hatta genel olarak özenli konuşmayı ilke edinen Selahattin Demir-taş bile Genelkurmay eski başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanmasının KCK operas-

yonunu perdeleme arzusunun ürünü olduğunu açıklamadı mı?Aradan geçen onca süreye karşın, AKP iktidarının “öteki tarafa” dönük müda-halesi ya da kendi içindeki küçücük bir jesti dahi karşılık buluyor. KCK operas-yonlarının ardı ardına geldiği dönemde BDP yönetiminin “Gül ve Erdoğan bu tarihsel fırsatı değerlendirmeli” deme gereksinimi duyması, AKP’nin hâlâ kazanılacak, en azından bir yerlere çekilebilecek bir güç olarak görülme-sinden başka neyin kanıtı olabilir ki? “AKP faşizmine boyun eğme”, TKP’nin sloganı olmaktan çıkıp genel bir kabul görüyor ve Kürt siyasetince benimse-niyorsa, tarihsel fırastı değerlendire-cek olanlar kim ve bu fırsat ne adına değerlenecek?Ulusalcıların Ermeni meselesi, Kıbrıs gibi konularda siyasi iktidarın yarı demago-jik yarı içten milliyetçi söylemine hemen yedeklenmeleri de aynı kaygının ürünü değil mi? Kutuplaşma ulusal kuvvetlerle dış düşman arasında tarif edilince, her şey mümkün! Tıpkı kurulan bir diğer denklemdeki gibi: Kürt sorununun çö-zümünü isteyenler ve istemeyenler!CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Mümtaz’er Türköne’nin Gül tarafından atandıktan kısa süre son-ra Atatürk Dil ve Tarih kurumun yöne-ticiliğinden istifasınan hemen ardından “Cumhurbaşkanlığı makamı şimdi rahatladı” demesi, AKP’nin normalleşme için estirdiği terörün onaylanmasından başka anlam taşır mı?

İttifaklar dağıtılacak!Tekrar olacak ama Ergenekon ve KCK operasyonlarının mantığını yeniden hatırlatarak devam etmek durumun-dayız. Her iki operasyonun hedefleri elbette farklı. Ergenekon ve onun uzantısı diğer operasyonlar, Birin-ci Cumhuriyet’ten ikincisine geçişin önündeki siyasal engelleri kaldırmak kadar, sistem içi aktörleri ikincisine ikna etmek, onları yeni rejim doğrultusun-da biçimlendirmek amacı da taşıyor. İntikam hissi, bu temel amaçlara ulaşırkenki motivasyon kaynaklarından biri olabilir ancak. KCK operasyonu ise Birinci Cumhuriyet’in ürünü Kürt ol-gusunu, İkinci Cumhuriyet’e uygun bir zemine yerleştirmek ve orada “çözüm” üretmek için sürdürülüyor. Ancak her iki operasyon da aynı man-tığa sahip: Mevcut ya da olası ittifakları dağıtmak...AKP düzeni değiştirmiyor, onu bir bakıma yeniliyor. Bunu yapabilmek için düzen içi aktörlere hakim olmak duru-munda. Baştan beri söylediğimiz gibi, Ergenekon süreci ile hedefe yerleşti-rilen en geniş anlamıyla bir koalisyon, bir ittifak girişimi, hatta niyetlenmesidir. Buna ilişkin en küçük bir olasılık dahi bertaraf edilmeye çalışılmaktadır. Aynı şekilde Kürt hareketinin libe-rallerle ittifakı da daraltılmaya, hatta ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Çünkü bu ittifak, Kürt sorununun İkinci Cumhuriyet paradigmasının içine yerleştirilmesini geciktirmekte, Kürt

siyasetine daha geniş bir hareket alanı sağlamaktadır.En önemlisi de, kemalistlerle Kürt si-yasetinin birbirine düşmanlığının daim kılınmak istenmesidir.Gerçek budur ve bu gerçek kendini ne kadar açık bir biçimde hissettirirse hissettirsin, siyasi iktidarın düzen içi hamlelerine maruz kalanlar bu gerçeği anlamamakta ısrar etmektedir.

Sınıf karakteri küçümsenince...Görüldüğü gibi, siyasi iktidar kendini yerleştirmeye, kabul ettirmeye, sis-temin temel kurumlarına, kritik ak-törlerine ve düzen içinde yer almayı düşünenlere yeni durumu onaylatmaya çalışmaktadır.ABD’nin bölgesel girişimleri ve diğer emperyalist odakların niyetleriyle bera-ber düşünüldüğünde bu işlemin şiddet içermemesi düşünülemezdi bile.Burada kendi ideolojik-siyasal saikle-riyle hareket eden AKP ve onun başını çektiği blok kadar, Türkiye kapitaliz-minin temel yönelim ve gereksinim-leri de rol oynamaktadır. Türkiye’de büyük burjuvazinin herhangi bir kesiminin, egemen sınıf olarak Birinci Cumhuriyet’e ihtiyacı kalmadığı bilin-melidir.Sınıf çıkarlarından söz ediyoruz.Olup bitenlerin sınıf karakterini gör-mezden gelerek AKP’yi anlamak da, ona karşı mücadele etmek de olanak-sızdır. Sınıf çelişkilerini başka çelişkilerin uzantısı olarak arada sırada hatırlama-

Olup bitenlerin sınıf karakterini görmezden gelerek AKP’yi anlamak da, ona karşı mücadele etmek de olanaksızdır. Sınıf çelişkilerini başka çelişkilerin uzantısı olarak arada sırada hatırlamanın da bir yararı bulunmamaktadır. Bunlardan söz etmekse sınıf indirgemeciliği filan

değildir. Sınıf indirgemeciliği, sınıf çelişkilerine her daim öncelik verdiğinizde değil, sınıf mücadelelerini ideolojik-siyasal dinamiklerden arındırdığınızda içine düşeceğiniz bir tuzaktır.

Page 9: Komünist 342

SİYASET20 OCAK 2012 SAYI 342KOMÜNİST 9nın da bir yararı bulunmamaktadır.Bunlardan söz etmekse sınıf indirge-meciliği filan değildir. Sınıf indirge-meciliği, sınıf çelişkilerine her daim öncelik verdiğinizde değil, sınıf müca-delelerini ideolojik-siyasal dinamikler-den arındırdığınızda içine düşeceğiniz bir tuzaktır.Bugün siyasi iktidarın şiddetinin çok geniş bir kesime, hatta öncelikli olarak Birinci Cumhuriyet bağlantılarına yönelmiş olması, AKP operasyonunun özünü gizlememelidir. Türkiye piyasacı güçler için dikensiz bir gül bahçesine dönüştürülmektedir. Yerli ve yabancı tekellerin faaliyetleri için neredeyse hiçbir engel bırakılmamış, emeğin hakları büyük ölçüde gasp edilmiştir. Ülke kaynakları inanılmaz bir barbar-lıkla talan edilmekte, yerel yönetimler bütünüyle piyasacı bir mantıkla yeni-den yapılandırılmaktadır. Emekçilerin üzerindeki yük artmakta, kapitalistler kârlarına kâr katmaktadır.Hiç kuşkusuz, dönüşüm bundan ibaret değildir. Ancak sorun şudur ki, em-peryalizmin bölgesel planları dahil olmak üzere, bugün AKP’nin üstlendiği misyonun “diğer” siyasal ve ideolojik ögeleri ile sermaye sınıfının yönelimleri arasında ciddi bir uyum vardır. Daha da önemlisi, söz konusu misyon sınıfsal bir direnç olmaksızın durdurulamaz veya belli bir zaman diliminde başarı-sızlığa uğratılamaz.Bu bağlamda Türkiye Komünist Partisi’nin liberal ya da ulusalcı ve “Kürt sorununun çözümü” belirlenim-li bir çizgiyle ittifak arayışına neden girmediği sorusu bütünüyle anlamsız-dır. Bugün öne çıkan “gerilim”in sınıf karakterinin üzeri örtük de olsa, komü-nistlere düşen, halihazırdaki denk-lemleri zayıflatan, sosyalist seçeneği güncel görevlerle bezeyerek güçlendi-ren bir stratejide ısrar etmektir.Haksızlıklara ve mevcut gerilimlere kayıtsızlık ise asla söz konusu olamaz. TKP başından beri, bütün güçlüklere karşın, Türkiye’deki siyasal davaların meşruiyetini sorgulamış, AKP operas-yonlarına seçmeci yaklaşımları teşhir etmiş, dahası bu konularda ortak bir tavır geliştirebilmek için zemin yok-lamıştır. Burada zaman zaman etkisiz kalınmış, kimi örneklerde yeterince cesur davranılmamış olabilir. Ancak TKP’nin, “dayanışmacı” bir pozisyonda silikleşmek gibi bir lüksü olmadığı gibi, muhatapların ortadaki hukuk skan-dalını gerçek temellerine oturtmamak ve başka siyasi davalara olumlu rol biçmek doğrultusundaki ısrarları karşı-sında bir yerden sonra elinin kolunun bağlandığını da kabul etmek gerekir.Partimizin elinin kolunun bağlanma-ması gereken asıl başlık ise, sosyalizm seçeneğini güçlendirme misyonudur. Nasıl İkinci Cumhuriyet’in motor gücü sermayenin tarihsel ihtiyaçlarıysa, komünistlerin de varlık nedeni sos-yalist iktidar için verilen mücadeledir. Bu bağlamda sınıf uzlaşmacılığında, emek-sermaye çelişkisini yumuşatmak-ta ortaklaşan liberal ve ulusalcı eğilim-lerle mücadele, güncelliğinden hiçbir şey yitirmemektedir.

7 Temmuz 2008‘de soL Haber Portalı’nda yayınlanan yazıdan...“Bir kere, Türkiye’de sınıfsal dengelerden bağımsız bir “bürok-ratik elit iktidar” olduğu tezinin hiçbir dayanağı yok. Doğrusu, sermayenin egemenliğini pekiştirmek için çok özel roller üstle-nen kadro ve kurumların başka örneklerden daha fazla özerklik kazandıkları. Bu özerkliğin sınırları kapitalizm geliştikçe daraldı, daralmaya devam ediyor.Peki Türkiye’de sermayenin egemen olduğunu söylemek ne-den önemli? Önemli çünkü, iktidarda “bürokratik elit”in ya da TSK’nın olduğu kabul gördüğü andan itibaren, bugün yaşanan-ları kavramanız olanaksızlaşıyor.Hiç çekinmeden söylemek istiyorum ki, sermaye sınıfı biraz palazlandıktan ve emperyalizmle ilişkiler yoluna sokulduktan sonra, sözü edilen elit sadece ve sadece sermaye ve ABD’ye hizmet etmiştir. Bunu yaparken kendi konumunu korumuş, kişisel ve de kurumsal rant olanağı yaratmştır. Ancak unu-tulmamalı, en büyük operasyonları olan 12 Eylül’de faşist generaller başka hiçbir askeri diktatörlükte görülmedik ölçüde açıktan sermayecilik yapmış, Amerikancılıklarını gizlemek için herhangi bir çaba içine girmemişlerdir. Öyle ki, cuntaya patronlardan direktif yağmış, despot paşalar konu ekonomiye geldiğinde patron sınıfının en pespaye temsilcileri karşısında ezik büzük durmuşlardır.Daha önceki darbelerin, katliamların, cinayetlerin temel amacı Türkiye’de solun etkisinin kırılması, toplumun sindirilmesi ve ABD planları için daha elverişli bir coğrafyanın yaratılmasıydı.Bunu herkes mi söylüyor?Herkesin söylediği bu değildir. Söylenen, Türkiye’de demok-rasiyi kesintiye uğratarak kendi iktidarını sürdürmek isteyen devlet içinde örgütlü bir kesim olduğudur.Bu kafayla şimdi Ergenekon diye kodlanan örgütlenmenin 6-7 Eylül olayları dahil olmak üzere, bütün kanlı eylemlerden sorumlu olduğunu yazmaya başladılar. 1 Mayıs, Sivas, Gazi... Artık aklınıza ne gelirse...Devletin kirli işler için kadroları vardır, örgütlenmeleri vardır. Bunların belli bir sürekliliği olduğu da doğrudur. Ancak iddia edilen, bunun kendi başına bir iktidar odağı haline geldiğidir.Bunu söyleyerek sermayeyi, emperyalist ülkeleri, sağı, dincile-ri, hatta MHP’yi aklıyorlar. Nasıl mı? Kamuoyunu bütün bunları aşan, “başka” dayanakları olan bir örgütlenmenin varlığına ikna ederek.Oysa böyle bir şey olabilir mi? Hep söylüyoruz, Türkiye’de ser-mayenin kolektif çıkarlarına ve emperyalistlerin yönelimlerine “aykırı”, hatta onlarla “uyumsuz” bir “karanlık proje”nin hayata geçme şansı yok. Sistemin kadrolarının kendi başlarına iş yapması, kendi çıkarları için hareket etmesi mümkündür ama bu hareketlerin sermayenin ve emperyalizmin sistematiğini bozmasına asla izin verilmez. Israr edeni maymun ederler.O halde, bizim önceliğimiz sermayenin ve emperyalizmin bu-günkü hedef, tercih ve yönelimlerine odaklanmaktır. Aktörlere takılıp kalmak anlamsızdır.Bizim AKP karşıtlığında ısrar etmemizin nedeni, AKP’nin em-peryalizm ve sermaye açısından vazgeçilmez olması değildir.

AKP’den vazgeçebilir, hatta onu dağıtmaya karar verebilirler, zorlukları olsa da... Burada önemli olan şudur: Sermayenin de, emperyalist ülkelerin de bugünkü temel yönelimlerine denk düşen ve bu yönelimlere belli bir toplumsal taban oluşturan başka siyasi aktör bulunmamaktadır. Şimdilik...Bu nedenle gönül rahatlığıyla “AKP’yi istemiyoruz” diyoruz. Diğerlerini istediğimiz için değil...Diğerleri arasında... Darbeciler ve çeteciler için ne diyeceğiz?Bugünkü burjuva Türkiye’de darbecilerin ve çetecilerin AKP’ye bir seçenek oluşturmaları mümkün değil. TSK’nın Türkiye’yi ABD ve AB’den koparıp Avrasya eksenine yerleştirmesi ancak bir fantazidir. Bunu hayal edenler olmuştur, asker ya da sivil bürokraside, hatta sermayenin içinde tek tük “yüzümüzü doğuya dönelim”ciler çıkmıştır ancak onların boyu Türkiye’yi yerinden oynatmaya yetmez.Türkiye’yi yerinden sınıf güçleri oynatabilir.O halde iki temel mesele var.Deniyor ki, “Türkiye’de demokratikleşmenin önünü kesmeye çalışan bir güç var. Bu güç darbe yapacak. Buna tavır alalım.” Ama Türkiye’de bir demokratikleşme süreci yaşanmıyor ki! Türkiye AKP’nin yardımıyla daha piyasacı, daha işbirlikçi, daha gerici bir ülke haline geliyor. Demokrasi bütün bunlar-dan bağımsız bir olgu mudur da, biz AKP’yi demokrasi adına savunacağız?İddia ediliyor ki, “Türkiye’yi Avrupa Birliği’nden koparıp Rusya ve Çin eksenine yerleştirmek isteyen bir güç var. Bu güç dur-durulmalı.” Türkiye havada asılı, kendine yer arayan bir ülke midir de birileri onu oradan oraya koyacak? Üstelik ABD ve AB ekseni hayırlı mıdır, NATO üyeliği demokrasinin güvenliğini mi sağlamaktadır? Rusya ve Çin’le yakınlaşmak çok mu kötüdür?Bugün darbeciler ve çeteciler işte bu bağlamda gündeme getiriliyor. “Tehlike var” deniyor. Hemen belirtelim, bugün eğer orduda Avrasyacı yönelimleri olanlar gerçekten tasfiye ediliyorsa, bu darbe tehlikesini azaltmaz, artırır. ABD ge-reksindiği zaman, eskisi gibi doğrudan olmasa bile, dolaylı biçimlerle TSK’yı devreye sokmak isteyebilir. İşte bu noktada, canını sıkacak unsurlardan arınmış bir TSK’yı tercih eder. Eğer liberal ve gerici basının dediği gibi, Ergenekoncular NATO’cu subayları YAŞ’ta temizlemeyi düşünüyorlardıysa ve hevesleri kursaklarında kaldıysa, şimdi TSK daha rahat “darbe” yapar, TSK’ya daha büyük güvenle darbe yaptırılır!Tekrar olacak, Türkiye’de NATO planı olmadan, sermaye onayı alınmadan darbe olmaz, olursa bunun traji-komik sonuçları olur.Peki Ergenekon operasyonunda gözaltına alınan, tutuklananlar arasında darbeciler, çeteciler yok mu?Var. Bizim yapacağımız, bunların derdest edilmesinin nedenini anlatmak, emperyalistlerin tezgahından söz etmek ve bütün darbelerin, katliamların, cinayetlerin ortaya çıkarılması, bütün darbecilerin, çetecilerin, kontrgerilla şeflerinin ve katillerin yar-gılanması, bunların arkasındaki sınıfsal ve uluslararası güçlerin teşhir edilmesi için mücadele etmektir.Görevimiz sermaye uşaklarının bıraktığı kuyruğu sallayarak “yakaladım” diye çığlık atmak yerine bir etobur dinazora dönü-şen “kertenkele”nin peşine düşmektir. K.O.”

DARBECİLERİ NE YAPALIM?

Kemal OKUYAN

Devletin kirli işler için kadroları vardır, örgütlenmeleri vardır. Bunların belli bir sürekliliği olduğu da doğrudur. Ancak iddia edilen, bunun kendi başına bir iktidar odağı haline geldiğidir. Bunu söyleyerek sermayeyi, emperyalist ülkeleri, sağı, dincileri, hatta MHP’yi aklıyorlar. Nasıl mı? Kamuoyunu bütün bunları aşan, “başka” dayanakları olan bir örgütlenmenin varlığına ikna ederek...

Page 10: Komünist 342

Cemaat’le mücadele sosyalist siyasetin merkezinde duramaz

Cemaat, Gülen Cemaati, Fethullah Gülen’ciler, vs. Türkiye siyasetinde yeni dönemin ilgi çeken “gerilim” başlıklarından biri olarak gündeme girip çıkıyor. “Acaba gerçekten bir gerilim var mı?” diye soruyoruz. İktidar bloku’nun belirgin bir öznesi gibi görünüyor; ama siyasi renk vermiyor. Daha çok gizemle, soru işaretlerinin çokluğu ile besle-niyor. Öncelikle hemen TSK-AKP arasında geride bırak-tığımız on yıllık süreci belirleyen “gerilim” ile hem benzer, hem ondan farklı nitelikleri olduğunu not edebiliriz. Ama Türkiye siyasetinde “belirlenmiş eksenler” geleneğine uygun olarak şu benzerlik öne çıkıyor: Gelecek dönem AKP koalisyonu-Cemaat gerilimi gündem sıralamasında en tepe-lerden hiç düşmeyecek gibi.Mesele bu kadar basit değil elbette, yani siyaseti böyle kavrayamayız. Ama kimi netlikler sağlamayı deneyebiliriz.

Gülen hareketi siyasi bir konu değilTürkiye Cumhuriyeti Devleti’nin köklü bir ideolojik-siyasal paradigma değişikliği geçirdiğini saptıyoruz. Uluslararası alanda kartlar yeniden karılırken, T.C. Devleti’ne düşen de “ikinci cumhu-riyet” olarak adlandırdığımız “ılımlı-uyumlu İslam cumhuriyeti” rolü oldu. 20. yüzyılın ve iki kutuplu dünyanın bir türlü beklenen primi yapmayan “laik Kemalist cumhuriyeti”nin yerine bu sefer prim yapacağına dönük büyük inançlarla bu ikincisi yerleştirildi.Türkiye siyasetindeki her türlü aktörün de buna uygun bir dönüşüm süreci yaşadığını biliyoruz, kimi sürtünmeler ve çatlaklarla. Şimdi ortaya çıkan “gerilim” sürecinden farkı buradadır. AKP koalisyonu-Cemaat gerilimi siyasi karşılığı olabile-cek bir gerilim haline gelemiyor. Birincisi, gerilim konvansiyonel siyasal araçlarla topluma yansı-tılamaz; çünkü geride kalan dönemde mutlak

Gülen hareketi, yarattığı siyasi efsanelerle ve

şaşırttığı hedeflerle değil, yarattığı toplumsal tahribat

ile önemsenmelidir. Burada zorlu bir mücadele

alanı bulunuyor.

TARTIŞMA 20 OCAK 2012 SAYI 342 KOMÜNİST10

Page 11: Komünist 342

bir işbirliği yapıldı, bunun ayrıştırılması/siyasallaştırıl-ması mümkün değil. İkincisi ve daha önemlisi Fethullah Gülen hareketi bir “siyaset efsanesi” olmakla birlikte esa-sen siyasi bir aktör değildir.

İkinci Cumhuriyet’in Ergenekon’uÖncelikle şu “devleti ele geçirme” kavramlaştırması-nın üzerini çizmek gerekiyor. Toplumsal dönüşüm dina-miklerinin ve çelişkilerin pat-lak verdiği bir kaos tablosu olmaksızın “devleti” kim ele geçirirse geçirsin, devlet onu “yer.” Toplumsal dönüşüm hedefli bir siyasi programı ol-mayan bir oluşumun “devleti ele geçirme” programlarına ise, bir çeşit “yedeklenme” programı diyoruz. Yani aslında günü geldiğinde burjuva devleti “kurtarma” için faşizan bir örgütlenme ve bir kitle tabanı yaratma programı. Gülen hareketinin erken döneminden itibaren böyle bir “misyon” hareketi olarak varlığını sürdürdüğünün açık kanıtları var. Ama “giderek güçlendiği ve AKP iktidarı döneminde artık devleti ele geçirmeye dek işi vardır-dığı”… işte bu bir “siyaset efsanesi”.İlla efsane yazılacaksa en fazla şu söylenebilir: Gülen hareketi Birinci Cumhuriyet’in Ergenekonu’nun yerine, ikinci cumhuriyetin Ergenekon’u olmaya soyundu. 2007’den sonra (bu tarihi T.C. Devleti’nin paradigma deği-şikliği sürecinde bir evrenin kapandığı bir tarih olarak görebiliriz; TSK-AKP-ABD ilişkilerinde bir ara uzlaş-ma tarihi olarak) Cemaat’in üstlendiği rol bu oldu. Evet, yeni dönemin Ergenekon’u adına Ergenekon dediği ope-rasyonlarla büyük bir hamle yaparak yeraltı iktidarını ilan etti. Tarihte zaman zaman rastlanan, pes dedirten ironi-lere bir yenisi eklendi.Siyaset efsanesine dönük pratik örnekler; Fethullah Gülen’in darbelerle ilişkisi-ne dair örnekler. Evet, her seferinde devletten darbe alıyor; ama her seferinde devlete bağlılığını tazelemeyi hiç ihmal etmiyor. Gerçek bir “misyon” adamı.71 darbesinde, 80’de ve 28 Şubat’ta hep cezalandırılan ve dışlanandır. Ama o, her seferinde selamlıyor. Takiyye mi? Yok artık…1971 için: “Bu ses tarihi-mizin sesidir. Bu ses sanki Mohaç’tan gelen sestir. Bu

ses Malazgirt’ten yükse-len bir sestir. Bu ses Kanije gazilerinin sedasını aksettir-mektedir. Bu ses hürriyet ve istiklalimizin, bu ses din ve imanımızın, şerefimizin ve haysiyetimizin bekçileri şe-refli paşalarımızın, erlerimizin tek kelimeyle Mehmetçiğimi-zin sesidir. …Bu ses mesele-leri kanunların çerçevesinde halletmek isteyenlerin, bu ses millet iradesini korumayı ahdedenlerin sesidir.”1980 için: “… Kimi erotizmle sarhoş, kimi libido ile kimi existansiyalizmden me-det umuyor, kimi hezeyan felsefesine dilbeste… … Ve işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyi-şin tuluû saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği her yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz…”28 Şubat için: “Cumhuriyet ve laiklik şimdiye kadar hiçbir dönemde bu denli tehlikeye girmediği için, onu koru-makla görevli kesimler, haklı olarak sesini yükseltmektedir. Milli Güvenlik Kurulu, bir anayasal kurumdur ve kendi içtihatları yanlış bile olsa, kendilerine sevap getirir. …”

Efsane ne kadar pespaye?Bir diğer ironi, darbele-ri selamlayan ve devletin bekasıyla yatıp-kalkan bir ekürinin yerini aldığı yeraltı örgütünü tasfiye ederken “darbeciler” suçlamasını kul-lanmasıdır. Şahika noktası da, tüm bunların “derin devletin temizlendiği” retoriğiyle iç içe sürdürülmesidir.Özetle: Cemaat ya da Gülen hareketi, aslında yapısı ve faaliyetleri büyük ölçüde teş-hir olmasına karşın görevini yerine getirmeye çalışan bir operasyon öznesidir. “Bir şeyi ele geçirme” durumu kimi çı-kar çatışmaları ve kadrolaşma operasyonlarının bir parçası olarak değer taşıyabilir ama siyasi olarak değil.

Selçuklu olmadan Osmanlı mümkün değilFethullah Gülen hareketinin “efsane”sinin hiç mi gerçek-leşebilirliği yok? Ya da şöyle soralım; Türkiye’de Halife-lik gibi bir yapı gündeme gelemez mi? Önümüzdeki dönemde Ortadoğu çalkan-tısının nereye evrileceği belli değil diyoruz ya… Öyle değil, gelişen dinamikler Türkiye kapitalizminin siyasi yönetim modeli olarak “parçalanması” seçeneğine daha fazla ihtimal

vermemizi gerektiriyor. Daha açık ifade edelim: Efsanenin gerçekleşme ihtimali yok, bunun için önce Selçuklu dö-nemine dönmek gerekecek.Belki daha doğrudan bir benzetme işimizi kolaylaştı-racaktır: 80 öncesinin MHP’yi siyasi bir üs olarak kullanan NATO örgütlenmesinin bir benzerinin, aslında siyasi bir çağrışımdan ibaret olan Fethullah Gülen hareketinin içinde yaşadığını ve onlarca yıl devlete olan hizmet aşkına karşılık bulamayan hareketin ancak bu yapısıyla bugünkü cumhuriyette yer bulabildiği-ni düşünün.Gülen hareketinin ABD bağ-lantısı da onu “Türkiye’deki asıl müttefik” güç haline ge-tirmemektedir. Öncelikle bu siyasi kimliksizliği nedeniyle; ve dahası çok amaçlı bir ope-rasyon örgütü olduğu için. Bunu da şöyle düşünebiliriz: Mesela Gülen, Halife olarak bizim coğrafyaya dönemeye-bilir ama başka bir dini lider olarak Afrika topraklarına dönmesi mümkün -belki gerekli- olabilir.

Tümüyle programsız mı?Gülen hareketinin farklı coğ-rafyalarda farklı operasyonlar için yürüttüğü faaliyetlerin programsız olduğunu düşün-memek gerekiyor. Türkiye’ye bakacak olursak, İkinci Cumhuriyet dönüşümünde üstlendiği rolün bir ayağının da faşizan bir öbekleşmenin kitle tabanını yaratma olarak belirginleştiğini saptayabili-riz. Eğitim ve medya araçla-rının bütününe sirayet eden “kitlesel ahmaklaştırma” programının gerici ideolo-jiden beslenmesi büyük bir avantajdır. Bu örnekte, aydınlanma düş-manlığı belirgin bir referans olarak karşımıza çıkıyor ve programın uygulanmasında önemli kolaylık sağlıyor. İkinci Cumhuriyete geçiş sü-recinde liberal ideolojinin ve onun angaje ya da örgütsüz taşıyıcılarının rolü ve Taraf operasyonu ayrıca incelen-meyi bekliyor; ancak, İslam-liberalizm karışımının Gülen hareketinin ideolojik donanı-mına katkısı emsalsizdir.Dolayısıyla, Gülen hareketinin bir siyasi programı olmadı-ğını söylerken bu alanı ihmal etmemek gerekiyor. Sürdü-rülen bir “gericileştirme, ah-maklaştırma” operasyonudur; en klasik ifadesiyle halkların uyuşturulmasıdır. Aydınların satın alınması, satın alınama-yanların hedef alınmasıdır. İkinci Cumhuriyet iktidarında

bunun karşılıksız kalmadığı ve alanını genişlettiği de bir gerçektir.

Ciddiye alınması gerekenBu arada, yukarıda uzun uzun üzerinde durulan “siyasi olarak ciddiye alınacak bir şey yok” vurgusunu yeniden değerlendirmek gerekiyor. Gülen hareketi, yarattığı siyasi efsanelerle ve şaşırttı-ğı hedeflerle değil; yarattığı toplumsal tahribat ile önem-senmelidir. Burada zorlu bir mücadele alanı bulunuyor. Yeldeğirmenleriyle savaşmak üzere okul sıralarını terk etmemiz isteniyor. Önümüze atılan yalanlarla heyecanlı kahramanlar olarak hesaplaş-mamız isteniyor.Bu meydan okuma fazlaca çekici sol için ve benzer bir deneyim 80 öncesinin “faşizmle mücadele pratik-lerinde” bulunuyor. Elbette bu meydan okuma yanıtsız kalmamalı, ama kavganın zemini doğru tarif edilmeli.Sorumlu, zorlu ve akıllı bir mücadele; misyonumuzdan uzak düşmeyecek bir mü-cadele pratiği inşa etmek gerekiyor. Cemaatle değil, yarattığı tahribatla uğraşmak gerekiyor. Bunu nasıl yaptı-ğını anlatmak gerekiyor. Ef-saneyi tartışmak ve ona karşı “safları sıklaştırmak” değil!

Pespayelikler birikiyorHareketin operasyonel bölmesinin beceriksizlikleri ayyuka çıkmış durumdadır. Ancak bunu kitlesel ahmak-laştırma araçlarıyla birlikte düşünmek gerekir ve tablo hâlâ tolere edilebilir du-rumdadır. Hatta bu bece-riksizlerin ortaya çıkmasına yanıt olarak geliştirilen yeni zorbalıklar, efsaneyi güçlen-dirmektedir. Öte yandan bu, hem ABD merkezi (Gülen hareketi-nin ABD merkezi derken, ABD’nin merkezinden bahsetmediğimiz, onlarca-yüzlerce operasyonel bağlantıdan birini kastetti-ğimiz açık olmalı) hem de T.C. Devleti açısından biraz da “biriksin biriksin” diye karşılanan bir sorundur. Açıkçası, Gülen hareketi, “devleti ele geçirmek” şöyle dursun, “devlete kendini be-ğendirmek” konusunda dahi rüştünü ispatlamanın uza-ğındadır. Ancak, hasbelkader işini yaptığı ölçüde efsane sürecektir. Zaten bizimki gibi ülkelerde, bu tip operas-yonların öyle pek kusursuz yürütülmesi fazla alışıldık bir durum değildir.

Gerilime nasıl yaklaşmalı?İlker Başbuğ’un Silivri yolun-da hâlâ “takdir Türk milleti-nindir” demesini sağlayan bir devlet sorumluluğudur. Çünkü siyasi hayal ve hüsra-nı ne olursa olsun, Başbuğ devletlidir. Öyle olmasa, tutuklanma senaryosu farklı yazılırdı; öyle olmama ihtima-li belirirse Silivri’de kalp krizi geçirebilir vs.Cemaat de “ele geçirdiği ölçüde” devletlidir. Öncelikle emniyet teşkilatında yerleşen bu yapının (emniyet teşkila-tı, misyon açısından doğru adrestir), daha sonra yargıda yerleşmesi zorunluydu. Ope-rasyonların sağlığı açısından. Devlet kurumu olarak TSK ve yargının dönüşümü ise, daha büyük bir ideolojik dönüşü-mün parçası olarak düşünül-meli. Ele geçirme senaryosu-nun değil. Dolayısıyla, son dönem popüler olan “MİT üzerine dönen kavga” da bir efsane. MİT daha fazla dönüşecekse o ayrı. Tam tersine, kimi ku-rumlarda yeniden başka “ele geçirme”lerin olması bekle-nebilir. Yukarıda bahsedilen beceriksizlikler, ideolojik tercihleri zorlayacak hale de gelebilir. Tekrar olacak ama, içine girip devlete dönüşme dışında bir “ele geçirme” siyaseti yok.AKP koalisyonunun “devlet-leşmesi” olarak nitelediğimiz süreç de benzer mekaniz-maların işlediği bir süreçtir. Dolayısıyla yüzde 50’nin rehavetiyle çıkar çatışmala-rının fazlaca öne çıktığı bir dönemde çeşitli gerici odak-ların iktidar ve rant kavgası yapmalarını bir siyasi gerilim olarak görmek doğru değil. Dikkat edilmesi gereken bir başka başlık, bu tip efsane-lerin, bir dizi belirsizliğin ve farklı senaryoların gündemde olduğu bir dönemde, gerçek siyasi programların çatışması durumunu perdelemesidir. AKP-Cemaat gerilimi böyle başlıklarda yine operasyo-nel işlev üstlenebilir. Bu da yine hedef şaşırtan bir işlev olacaktır.Buraya kadar söylenenlerin bir başka yan sonucu, gele-cek dönem burjuva siyasetin-deki çeşitlenmelere ve yeni operasyonlara daha “soğuk” yaklaşmanın tercih edilmesi gerekliliğidir. Bunun tercü-mesi, bu alandan çekilmek değil elbette. “Fabrik” siyasi efsanelerin karşısına gerçek sosyalizm efsanesini çıkar-maktan söz ediyoruz.

Gamze ERBİL

TARTIŞMA20 OCAK 2012 SAYI 342KOMÜNİST 11

Page 12: Komünist 342

12 YAŞAM 20 OCAK 2012 SAYI 342 KOMÜNİST

3. Köprünün ardındaki hesap

İstanbul’u öldürmeye kararlılar!Başbakan Recep Tayyip Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken 1995 yılında “3.Köprü İstanbul’a Yönelik Bir Cinayettir” dedi. Gömleğin dışında ne değişti de RTE bu cinayeti, ekibi ve yandaşları ile beraber işle-meye karar verdi? 1995 yılında RTE belediye başkanı idi ama hükümet Çil-ler hükümetiydi ve o günlerde RTE bir “İstanbul sevdalısı”ydı. RTE İstanbul’un bogazına, suyuna, ormanına, yeşiline, kuşuna, böceğine kısacası doğasına mı, yoksa bugün olduğu gibi sadece altın olan taşına toprağına mı sevda-lıydı? Bugün hükümette kendisi, bele-diye başkanı da partisinden.Demek ki bu durum öldüresiye sevdiriyor İstanbul’u RTE ye!İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ko-nuşulmaya başladı İstanbul’un köprü hikayeleri. Önce asma köprü dediler, dedikleri günlerde Mecidiyeköy’den Yenikapı’ya metro planları da vardı devlet büyüklerimizin, hâlâ var. 29 Ekim 1973’de açıldı 1. Boğaziçi Köp-rüsü. Açılmadan önce yılda 5 milyon araç, 113 milyon yolcu geçerken boğazın bir yakasından diğerine, 1974 yılında araç sayısı nerdeyse 3 katına çıkarak 14 milyona ulaştı birdenbire.Yolcu sayısı ise sadece yüzde 4 arta-rak 118 milyonda kaldı. Acaba dev otomobil ve yakıt firmalarının pazar payları ve kârları ile alakası var mıydı bu durumun? Yok canım ne alaka, araçlanarak medenileşiyor, gelişiyor-duk hep birlikte! Bugün, 15 Ocak 2012‘de Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme bakanımız dedi ki “şu anda bin kişiye düşen araç sayısı Türkiye’de 100-125 civarında iken gelişmiş ülkelerde 500 civarında, ancak Türkiye’de de bu sayı artmakta ve bu artmaya devam edecek, bu nedenle trafik için yeni yollara ihtiyaç bulunmakta.” Bakan diyor ki daha çok arabaya binelim ki gelişmiş ülkelere yetişelim. Haydi Binali bas gaza!

Gelişmiş medeniyetler seviyesine doğ-ru yolculuğumuz 3 Temmuz 1988’de dönemin başbakanı Turgut Özal’ın bizzat açtığı 2. köprü (FSM) ile devam etti.1973 yılında 1960 Anayasası’na dayanılarak ormanları işgal edenlerin zaman içinde bu alanları sahiplene-bilmelerini sağlayan 2/B uygulamaları başlatıldı.1984 yılında inşaatına baş-lanan 2.köprü inşaatı devam ederken 1982 Anayasası’nda 2/B ile orman dışına çıkarılacak alanların orman niteliğini kaybet(tiril)me tarihi sınırı 15.10.1961’den 31.12.1981’e alınmıştı bile. Ne büyük tesadüf. Bugün yine köprü, yine 2/B tartışıyoruz.Tabii ki tesadüf değil. Çünkü 3. köprü projesi AKP’nin bir ulaşım projesi değil, bir rant projesidir. Bu yüzden 3. köprü sadece İstanbul’un değil, Türkiye’nin göğsüne saplanan koca bir hançerdir.Cinayeti işlemeye kararlılar, bakın bu cinayetle ilgili İstanbul Üniversitesi Or-man Fakültesi bilim insanları ne diyor hazırladıkları raporda;“İstanbul’un kuzeyinin ormanlar ile kaplı olması, kent ve insanları için refahı artıran büyük bir şans oluştur-maktadır. Çünkü bu ormanların özel-likle karbon tutma ve havadaki tozları filtreleyerek ürettiği temiz hava kuzey-den esen hakim rüzgârlar ile kentin hava ve yaşam kalitesini artırmaktadır. Gelişmiş pek çok batı ülkesinin kent insanları ve ormancıları, ormanlarının kentlerine sağladığı temiz hava ile gurur duymaktadır. İstanbul’un kuzeyindeki ormanlar, aynı zamanda bu kentin içme ve kullanma suyu gereksinimini karşılayan ve top-lam su depolama kapasiteleri 817,6 milyon m3 olan Avrupa yakasındaki Terkos, Büyük Çekmece, Alibeyköy ve Sazlıdere, Anadolu yakasındaki Ömerli ve Darlık barajları ile 110 milyon m3’lük Istranca ve 145 milyon m3’lük İsaköy ve Sungurlu (Yeşilçay projesi)

derelerinin havzalarını içermektedir. İstanbul’un kuzeyinde yer alan Belgrad Ormanları yüzlerce yıldır İstanbul’un su ihtiyacını karşılama işle-vini yerine getirmekte ve 7 adet bendi barındırmaktadır. Aynı ormandan, içinde İ.Ü. Orman Fakültesi’nin yer alması nedeniyle, 150 yılı aşan süreden beri ülkemiz ormancılık eğitiminde, eğitim, öğretim ve araştırma ormanı olarak yararlanıl-maktadır.Belgrad Ormanı biyolojik çeşitlilik açısından değerlendirildiğinde bu ormanda, doğal liken ve yosunlardan 20 tür, atkuyrukları ve eğreltilerden 1 tür, açık tohumlulardan 1 tür, kapalı tohumlulardan 380 tür olmak üzere toplam 402 bitki türü bulunmaktadır. Bunlar içinde genel olarak orman alanını kaplayan meşeler, hakim ağaç türü olarak büyük önem taşımaktadır. Ayrıca, Belgrad Ormanında 42 tür gündüz kelebeği, 146 kuş türü, yakla-şık 22 memeli türü, çeşitli kurbağalar ve sürüngenler yaşamını sürdürmek-tedir.Aynı orman içerisinde yer alan Atatürk Arboretumu ülkemizde ilklerden biri olup, 1949 yılında kurulmuştur. Öte yandan Belgrad Ormanı ile bir-likte İstanbul ve çevresindeki orman alanları, dünyanın önemli kuş göçü yoğunlaşma alanlarından olup, yüz binlerce su kuşu, yırtıcı ve ötücü kuş türüne göç döneminde ev sahipliği yapmaktadır. Bu özellikleri nedeniyle İstanbul Boğazı, ülkemizde ve dünya üzerinde kuş göçünün en iyi izlenebil-diği yerlerden biridir. 3. köprü ve bağlantı yollarının Ada-pazarı, Kocaeli, Tekirdağ ve Kırklareli ormanlarını da etkileyeceği ve bu alanın 5000 hektar civarında olacağı iddia edilmektedir.Kesilen ağaçlar ile karbon stoğunun yok edilmesi yanında karbonu depo-layan vejetasyonun da işlevinin orta-

dan kaldırılması söz konusu olacaktır. Buradaki ormanlar içinden geçecek olan karayolları yangın riskini de bera-berinde getirecektir. Ayrıca, bütün otoyollarda olduğu gibi, önemli bir sorun da araç egzoz-larından çıkan gazların çevreye olan etkileridir. Dünya üzerindeki biyoçeşitliliği tehdit eden etkenlerin başında, büyük yaşam ortamlarının yapılacak yollar ile daha küçük yaşam ortamlarına bölünmesi, bu nedenle de söz konusu ortam-ların kullanım şekillerinin değişmesi gelmektedir. Bunun yanı sıra yoğun trafiğin gürül-tüsü bu bölgelerde yaşayan canlıların yaşam alanlarını terk etmesine neden olacaktır.3. köprü nedeniyle yapılacak yollar, daha önceki örneklerde olduğu gibi her türlü yapılaşma ve yerleşme için çekim alanları oluşturacaktır. Sözü edilen yapılaşma ve yerleşmeler için de en çekici arazi kamusal alanlar ve orman alanları olacaktır. Yeni olu-şacak yerleşim birimlerinin ve diğer tesislerin ne boyutlara varabileceğini birinci ve ikinci köprü yollarının neden olduğu yerleşme ve yapılaşmalar gös-termektedir.” Bilim insanları diyor ki; burada bir ya-şam var. Yaşamı sağlayan hava var, su var, orman var. Geleceğe aktarmakla yükümlü olduğumuz canlı türleri var. Ama kimin umrunda. Kriz dönemle-rinde biriken ve sıkışan sermayelere yeni rant kapıları açmaları gerek RTE ve yandaşlarının. Şehir Plancıları Odası yaptığı araştırmalar sonucunda 3. köprü sonrasında oluşacak olan yapı-laşmanın topluma toplam maliyetinin 350 milyar dolar olacağını söylüyor. İşte büyük AŞKIN gerekçesi, gerisi koca bir yalan.

Ünal ÇAKIROrman Mühendisleri Odası İst. Şb. YK üyesi

Page 13: Komünist 342

Yunanistan Komünist Partisi Genel Sekreteri Aleka PAPARİGAPortekiz Komünist Partisi MK üyesi Pedro GUERREIROSuriye Komünist Partilerinden temsilciler

Ataol Behramoğlu Edip Akbayram Emin İgüsEnder Yiğit Gülcan Altan İsmail Hakkı DemircioğluNejat Yavaşoğulları Nihat BehramNHKM Müzik Topluluğu Orhan Aydın

Türkiye Komünist Partisi’nin tarihsel çağrısı TKP ne yapmak istiyor? Mustafa Suphiler boşuna mı öldüler? İşte Yunanistan işçi sınıfının yanıtı Portekiz emekçileri boyun eğmiyor Suriye’de devrimciler de var

Türkiye Komünist Partisi

Page 14: Komünist 342

14 PARTİLİ YAŞAM 20 OCAK 2012 SAYI 342 KOMÜNİST

Ne suç ne değil, bilmek istiyoruz

Türkiye Komünist Partisi ülkemizin içinde bulunduğu hukuksal ik-limle ilgili derin kaygılara sahiptir. Türkiye seçilmiş siyasetçilerin, gazetecilerin, üniversite ve lise öğrencilerinin, bilim insanlarının çoğunlukla terör suçlamasıyla, çok sık olarak da herhangi bir gerek-çe gösterilmeksizin hapsedildiği, uzun sürelerle hükümsüz olarak tutuldukları, tutuklu ve hükümlü sayılarının dünya rekoru haline geldiği bir ülkedir. Ülkemiz 12 Eylül askeri rejimini bazı açılardan hayli aşan bir baskı döneminden geçmektedir. Hukuk, iktidarın siyasal tercihleri tarafından işgal edilmiş, hukukla adalet arasındaki bağ kopartılmış, hukuk siyaset alanının iktidar tarafından da-raltılması için bir alete indirgen-miş, bütünüyle keyfileştirilmiştir. Süregiden uygulamaların hangile-rinin yasal dayanaklarının oldu-ğu belirsizdir. Yasaların hukuka, hukukun evrensel hukuk değerle-rine, hepsinin adalet duygusuna tabi olması gerektiği yaklaşımı terk edilmiştir. Türkiye Komünist Partisi kamuoyu tarafından bilinen programı ve örgütlenme ilkeleri çerçevesinde siyasal mücadele yürüten, toplumu aydınlatmaya, görüşlerine ikna etmeye çalışan, emekçileri ve aydınları örgütlü ha-

rekete kazanmayı amaçlayan meş-ru bir siyasi partidir. Bu koşullarda siyasi mücadelemizi etkin biçimde sürdürebilmek için ve mücade-lemizin bir parçası olarak, bu metinde yer verdiğimiz soruların yanıtlarının tüm toplum nezdin-de netleştirilmesi, belirsizliklerin ortadan kaldırılması gerektiğini düşünüyoruz.Bu amaçla bu metni, içerdiği soruların yanıtlanması talebiyle aşağıda Dağıtım maddesinde adı geçen makamlara sunuyoruz.

1. Dinleme kayıtları Dinleme kayıtlarının hukuksal geçerliliği, delil sayılmalarının koşulları açıklığa kavuşturulma-lıdır. Mevcut iddianamelerden anlaşıldığı üzere, toplumun bütün kesimleri ve bu arada siyasi partiler “teknik takip” adı altında izlenmekte, telefonlar, hatta top-lantılar sürekli olarak dinlenmek-tedir. Bu durum, siyasi partilerin “Anayasa’nın güvencesi altında” çalışma yürütmeleri ilkesinin fiilen ortadan kalkması ve yargı-nın iç denetiminden bile yoksun biçimde polis ve savcı marifetine bağlanması anlamına gelmektedir. Öte yandan kamuoyuna sızdırı-lan dinleme kayıtlarının yalnızca hukuksal değil, insani bir ilke de olan özel yaşamın gizliliğini ağır biçimde zedelediği açıktır. Örneğin iki kişinin arasında geçen, enformel nitelikli bir konuşmada, bu konuşmada kullanılan sözcük-lerde suç unsuru aranacaksa, kısa yoldan ülkemizde köy ve mahalle kahvehanelerinin kapatılması yoluna gidilmelidir. Zira -üste-lik iki değil çok kişinin iletişim kurdukları- bu tür ortamlarda her zam haberinin ardından yapılan yorumların devlet yöneticilerine karşı terör eylemi hazırlığı kapsa-mında değerlendirilmesi pekala

mümkündür! Türkiye Komünist Partisi, iki kişi arasında yapılan bir görüşmenin ya da yazışmanın hiçbir biçimde suç oluşturmaya-cağı düşüncesini korumaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin, Yargı-tay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, İçişleri ve Adalet Bakanlıkları’nın konuya ilişkin görüşleri bu açıdan önem taşımaktadır.

2. Gizli tanık Gizli tanık uygulaması, karşısında savunma yapılması olanaksız bir totolojiye dönüşmüştür. Bir suçla-manın dayanaklarının, içeriğinin, özünün ve gerekçelerinin tanığın kimliğinden ayrılması düşünüle-mez. Bu haliyle gizli tanık ifadeleri hayali bir kişilik tarafından ortaya atılmış bir teori veya menşei belirsiz bir dedikodu niteliği taşı-maktadır. Bu kategorilerin hukukta geleneksel uygulamalarda ciddiye alınması mümkün değildir. Kimse hukuk devleti olduğu söylenen bir yerde, “kim olduğunu söyle-meyeceğimiz biri, sizin hakkınızda terörist dedi” biçiminde bir kanıtla suçlanamaz. Uygulamada gizli tanıklığın sınırları da belirsizdir. Komşusuna kızan kişinin, bir sendika ya da kitle örgütünde yeniden seçilemeyen yöneticinin, rakip şirketi güç durumda bırak-mak isteyecek patronun, başarıyı belden aşağı yöntemlerle elde etmek isteyecek siyasetçinin “gizli tanık” uygulamasını istediği gibi kullanmayacağının güvencesi kimdir? Kamuoyu ve muhatap-ları tarafından denetlenmeyen kişiler eliyle adalet dağıtılacaksa yasalara ne gerek vardır? Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay Cum-huriyet Başsavcılığı’nın, İçişleri ve Adalet Bakanlıkları’nın “gizli tanık” konusundaki düşünceleri de bü-tün partileri olduğu gibi TKP’yi de ilgilendirmektedir.

3. Dosyada gizlilik Bir siyasi partinin herhangi bir üye veya yöneticisi, hangi haklı gerek-çeye dayandırıldığını bilemediği-miz bir kararla dinlenip, gerçekte var olup olmadığını bilmediğimiz ve tanıklığını test edemediğimiz kişilerce suçlanıp hakkında soruş-turma yürütülebilir. İşin ilginç yanı nasıl oluşturulduğunu bilemeye-ceğimiz bu soruşturmanın dosyası da kapalı tutulabilir. Dosyanın so-ruşturmaya konu olan tarafa gizli tutulması, savunma hakkının gas-pından başka bir anlama gelmez. Böyle bir uygulamanın en katı askeri rejimlerde bile söz konusu olmadığını biliyoruz. Bir siyasi partinin, yöneticilerinin veya üye-lerinin neyle suçlandığı bilinmek-sizin soruşturulması, fiilen siyasi faaliyetin engellenmesi anlamına gelmeyecek midir? Amaç siyasi faaliyet alanının daraltılması ise bu açıkça ifade edilmeli, yeni koşul-larda siyasetin nasıl, hangi sınırlar içinde yapılacağı tanımlanmalıdır. Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, İçişle-ri ve Adalet Bakanlıkları’nın “dosya gizliliği” konusundaki yaklaşımları siyaset yaşamı açısından büyük önem taşımaktadır.

4. Medyaya bilgi sızdırılması Yasak konan ve dolayısıyla ko-nuyla doğrudan ilgili, suçlamanın muhatabı olan tarafın ulaşamadığı bilgilerin medyada yer alması ise bir diğer uygulamadır. “Uygula-ma” demek durumundayız, çünkü bu bir istisnai durum, bir “sızıntı” olamayacak kadar yaygınlaşmış bulunuyor. Gizli bir dosyanın içeriğinin yayınlanmasının bir gazetecilik marifeti olması ancak rastlantısal olabilir. Açıkçası, böylesi bir yaygınlığı herhangi bir hukuk kurumu yorumlasa, bilginin çıktığı kaynağın savcılık

TKP’nin 10 Ocak tarihinde Cumhurbaşkanlığı, Anayasa

Mahkemesi, hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Yargıtay

Başsavcılığı, Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı’na

başvurusu, ülkede hukuk alanında yaşananları bütünlüklü

bir biçimde değerlendirme ve bir mücadele alanı olarak “hukuk”a küçük hesaplarla yaklaşmama çağrısı olarak

değerlendirilmelidir. İşte Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi tarafından hazırlanan ve takipçisi

olunacağı ilan edilen başvuru belgesinin tamamı...

Page 15: Komünist 342

soruşturmasını yürüten kişiler olduğun-dan başka bir sonuca varamayacaktır. Oysa gizlilik kararında da aynı kişilerin imzası vardır. Türk hukukunda sanık-lara tebligatın basın yoluyla yapılması diye bir uygulama mı başlatılmıştır? Medyanın ve kamuoyunun yargı süreci üstünde bir toplumsal basınç oluştur-ması “demokratik” bir hak ve uygulama olarak kabul edilebilir. Ancak bugünkü durum soruşturmaya uğrayanın veya şüphelinin bilgilendirilmemesine, öte yandan medyanın savcılığın yanında bir ikinci taraf olarak hukuk sistemine dahil edilmesine dönmüştür. Yargı, medyanın gayrimeşru yollarla edindiği bilgileri, hem yasalara, hem soruştur-manın ve dosyanın gizliliği yolundaki kararlara aykırı biçimde düzenlediği kampanyalarla yürütülmektedir. Eğer uygulama bundan sonra böyle olacaksa bu kampanyaların itiraz merciinin neresi olacağı da açıklanmalıdır. Türkiye Komü-nist Partisi’nin bu soruya yanıt alabile-ceği kurumlar da Anayasa Mahkemesi, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, İçişleri ve Adalet Bakanlıkları’dır.

5. Delil sayılan dokümanlar Türkiye’de insanların üzerlerinde, işyer-lerinde, evlerinde “örgütsel doküman” aramak yeni bir uygulama değildir. “Diji-tal teknoloji”nin gelişmesi sonucu haber ve veri akışının ciddi biçimde hızlanma-sı, güvenlik güçlerinin bu alana odak-lanmasına neden olmuş, son dönemde birçok iddianame, bilgisayar kayıtlarının üst üste konulmasıyla hazırlanmaya başlanmıştır. İddia makamının sınırlı ör-neklerde en fazla “yardımcı kanıt” olarak görülebilecek yazışmaların ötesinde insanların tuttukları kişisel notlara “ör-gütsel doküman” muamelesi yapması, kitap kenarlarına düşülen hatırlatma notlarını, daha da kötüsü kitapların kendisini “suç aracı” olarak göstermesi son derece tuhaftır. Bilgisayar bellek-lerine ya da elektronik belleklere bazı dokümanların kişilerin izni ve haberi

olmadan yüklendiği açık bir gerçektir ve bu örneklerin üzerine gidilmelidir. Öte yandan, kamuoyu ile paylaşılmadığı sürece hiçbir yazı ya da notun suç nite-liği taşımadığından hareketle, konunun “teknik” değil asli yönüne odaklanılması gerekir. İnsanlar öfkelerini, düşüncelerini kağıda ya da bilgisayara aktarabilir ve sonrasında onları hiçbir biçimde gün-demlerine almayabilecekleri gibi bunları edebi, akademik ya da siyasi çalışmala-rında kullanabilirler. Oysa bugün bazı si-yasi parti yönetici ve üyelerine, gazeteci ve akademisyenlere dönük uygulamalar trajikomik bir tablo ortaya çıkarmak-tadır. Bu koşullarda Parti olarak, ilgili kurumlara soruyoruz: İnsanların kişisel notlarından suç üretilebilir mi? Üretile-mezse iddianamelere neden ilgili ilgisiz bir sürü belge, yazı, araştırma, günlük doldurulmaktadır? Anayasa Mahkemesi, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, İçişleri ve Adalet Bakanlıkları’ndan bu konuda da görüş beklemekteyiz. Sonuç olarak, Türkiye Komünist Partisi, bugün ülkemi-zin içinde bulunduğu koşullar itibariyle, Anayasa’nın güvencesi altında olduğu belirtilen siyasal faaliyetlerini yürütebil-mek için aşağıdaki başlıkların aydınlığa kavuşturulması gerektiğini ve bu doğ-rultuda sorumluluğun ilgili makamlara düştüğünü düşünmektedir.Sorularımız özetle şunlardır: Kişiler arasındaki günlük, özel görüşme veya sohbet niteliğindeki konuşmaların dinlenmesi, kaydedilmesi ve suç delili sayılmasının sınırı nedir? Kim olduğu bilinmeyen bir tanığın iddiaları nasıl tartışılabilir? Niteliği bilinmeyen, açık-lanmayan bir suç isnadına karşı nasıl savunma yapılabilir? Soruşturmaya uğ-rayanın bile bilmediği suçlama ve ilgili olayların medya tarafından açıklanması meşru bir hukuksal prosedür sayılabilir mi? İnsanların kişisel not tutmaları suça kanıt oluşturabilir mi?Saygılarımızla,Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi

PARTİLİ YAŞAM20 OCAK 2012 SAYI 342KOMÜNİST 15

12 Haziran 2011 tarihinde yapılan seçimler bir yandan Cumhuriyet’in tasfiyesinin büyük oranda tamamlan-dığını diğer yandan ise yeni bir rejimin her alanda inşasını ilan etmiştir. 1923’te kurulan ve kurulduğu andan itibaren yönetici sınıf tarafından altı boşaltılmaya başlanan Cumhuriyet geri dönülemez bir biçimde ortadan kaldırılmıştır. İçinden geçtiğimiz bu süreçte dinselleşmenin kurumsallaşması ve hukuksallaşması hedefi ile hareket edi-lirken, ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda militarist ve yayılmacı eğilimler hayata geçirilmektedir. Bu politikaların motor gücünün emeğe karşı kuralsız bir savaş açmış olan sermaye sınıfı olduğu açıktır. Sürece karşı duran toplumsal dinamik-ler ise baskı ve şiddet ile sindirilmeye çalışılmaktadır. AKP, emperyalizm ve gericilik karşıtlığını suç haline getir-mek, emeğin hak arama mücadeleleri-ni yasadışı ilan etmek istemektedir. Seçimlerden kısa bir süre önce, 12 Eylül 2010 referandumu ile birlikte yargıya yönelik müdahalelerini artıran ve kurum içi yapılandırmasını tamam-layan AKP, yargıyı siyasi iktidara muhalif unsurların tasfiyesine yönelik basit bir araca dönüştürmüştü. Yargının ve hukukun ele geçirildiği, iktidarın istediği kararların altına imza atanların ihtiyaç görülen mahkeme-lere atandığı ve yeri geldiğinde yar-gıçların cezalandırabildiği bir ülkeden bahsetmekteyiz.Artık gündelik hale gelen “hukuksuz-luklar”, yeni dönemde yaşananların yeni bir hukuk yarattığı yönündeki söylemi dahi olanaksızlaştırmaktadır. Kuralsızlıkların ve keyfi uygulamaların hukukmuş gibi sunulduğu bir ortamda haktan ve hukuktan söz edilemez. Hukukun olmadığı bir ortamda, siyasi

iktidarın talimatıyla iş gören mekaniz-maları ve onların meşruiyetini hukuk-hukuksuzluk zemininde sorgulamaya çalışmanın bir anlamı kalmamıştır. Karşı karşıya olduğumuz süreç, “hu-kuka aykırılıkların yaşandığı” bir süreç değildir. Bir bütün olarak, sınıf müca-delelerinde tarihsel kazanımlar olarak ortaya çıkmış hakların imha edildiği, insanlığımızın teslim alınmaya çalışıl-dığı, engizisyon, Nazi Almanyası’nın Özel Mahkemeleri, McCarthy soruş-turmaları, Sıkıyönetim Mahkemeleri gibi insanlığın en karanlık dönemlerine benzer bu süreçte, hukuka aykırılıklar-dan değil ancak hukukun yokluğundan bahsedilebilir.Yasaların uygulanmadığı, yok sayıldığı ve gerekli görüldüğünde bir gecede kararnameler marifeti ile değiştirildiği bir ülkede, hukukçuların, kazanılmış hakların korunmasının ötesinde yeni taleplerin ileri sürülmesine odaklanma-sı gerekir. Bu süreçte, hukukçulara tarihsel bir görev düşmektedir.Bu yeni talepler adalet için verilecek zorlu mücadelelere denk düşecektir. Özel yasaların, özel yargılamaların ortasında kuralsızlığın kural haline ge-tirilmesine karşı bireyin ve toplumun adalet talebi hukuk alanındaki biricik meşruiyet kaynağıdır.Ülkemizde toplumsal adalet duygu-sunun yok edilmesi, hukuksuzluğa geçişin temelini oluşturmuştur. Bu bağlamda, yargı alanında yaşananların sınıfsal temelleri görmezden gelinme-meli, hukuk teknisist yaklaşımlarla ele alınmamalı, sınıf mücadelesinin çok önemli bir konusu olarak görülmelidir.Adalet İçin Hukukçular, bu anlayışla yola çıkmakta, ülkemizin bütün ilerici hukukçu birikimini bu anlayış doğrultu-sunda mücadele etmeye ve örgütlen-meye çağırmaktadır.

ADALET İÇİN!

TKP’li hukukçuların çağrısıyla kurulan Adalet İçin Hukukçular, kuruluş amaçlarını ve Türkiye’deki yargı mekanizmsının durumuna ilişkin temel görüşlerini geçtiğimiz hafta ilan ettikleri bir manifestoda dile getirdiler.

Page 16: Komünist 342

PARTİLİ YAŞAM 20 OCAK 2012 SAYI 342 KOMÜNİST16

MK toplantısının ardından

Emperyalizm üzerine güncel tezler hazırlanıyor

Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi geçtiğimiz haftasonu yapmış olduğu toplantıda yurt ve dünyadaki gelişmeleri değer-lendirirken özellikle siyasi iktida-rın yargı eliyle sürdürdüğü çok yönlü operasyonların Türkiye’nin yakın gelecekteki siyasal yapı-lanması üzerine olası etkisine odaklandı. Toplantılarında güncel gelişme-lerin yanı sıra daha önceden be-lirlenen bazı alan çalışmalarını da masaya yatıran Merkez Komite, Ocak ayında sendika ve mes-lek örgütlerinde “ortak kimlik” sorununu, liselerdeki durumu, uluslararası ilişkilerde partinin yeri ve sorumluluklarını, partinin

yurt dışındaki çalışmalarını ele aldı. Geçtiğimiz Kasım’da başlatı-lan örgütsel ve siyasal hamlenin ortaya çıkardığı somut verilerinin değerlendirildiği toplantıda 29 Ocak’ta Ankara’da gerçekleşecek “Sosyalizm Kazanacak” buluşma-sının hazırlıkları da konuşuldu.TKP Merkez Komitesi’nin toplan-tıyla ilgili açıklaması şöyle:“Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi, 13 Ocak Cuma günü yapmış olduğu toplantıda önce-likle Türkiye, bölge ve dünyadaki siyasi gelişmeleri değerlendir-miştir. Bu bağlamda, iktidarın yargı eliyle sürdürmekte olduğu siyasal müdahalelerin yakın ge-lecekte hangi biçimleri alacağı ve bütün bu müdahalelerin nereye bağlanacağı soruları da günde-me gelmiştir. Merkez Komite, bir yandan AKP’nin “gerilimsiz” ve “kavga-sız” yapamadığı gerçeğinin altını çizerken, öte yandan sindirilen ve yorgun düşürülen toplumun bir noktadan sonra “İkinci Cumhuri-yet” olarak adlandırdığımız yeni rejimi kabullenmesi için siyasi iktidarın küçük jestler yapması-nın yeterli olabileceği kaygısında ortaklaşmıştır. Bu nedenle, par-tinin, çeşitli muhalif kesimlerde daha şimdiden gözlenen “küçük düşünme” alışkanlığının emekçi sınıflarda yaygın bir karşılık bul-maması için, sosyalizm hedefini mümkün olduğunca somut bir seçenek haline getirme çaba-larını yoğunlaştırması gerektiği sonucuna varılmıştır. Türkiye’nin emperyalist sistem içindeki rolü ve karakteri, em-peryalist sistem içi rekabet ve çelişkiler ile Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti, Brezilya, Hindistan gibi ülkelerin niteliğine ilişkin tartışmaları da toplantı gündemine alan Merkez Komite, konuyu Şubat ayında yapılacak örgüt konferanslarına sunulmak üzere MK Tezleri haline getirme kararı da almıştır.Sendika ve meslek örgütlerindeki sosyalist birikimi değerlendirme, güçlendirme ve sınıf sendika-cılığı doğrultusunda harekete geçirme amacıyla her bir sektör ve örgütlenmenin özgünlüklerini gözeten bir ortak kimliğin yara-tılması doğrultusundaki çalışma-ların kısa sürede tamamlanması

gerektiğine işaret eden Merkez Komite, bu konuda Sendika ve Kitle Örgütleri Bürosu’ndan gelecek önerileri değerlendirerek önümüzdeki haftalarda nihai kararı verecektir.Merkez Komite’nin geride bıraktığı toplantıda ele aldı-ğı bir diğer çalışma alanı ise uluslararası ilişkiler olmuştur. Uluslararası İlişkiler Bürosunun yeniden yapılandırılması, daha fazla partilinin bu alanda görev-lendirilmesi gibi pratik başlıkların yanı sıra, bu başlıktaki stratejinin gözden geçirildiği toplantı, Şubat başından itibaren, belirlenen hedefler doğrultusunda yoğun bir çalışmanın başlatılmasını da karara bağlamıştır. Partinin yurt dışındaki üyeleri-nin durumu ve başta Almanya olmak üzere, yabancı ülkelerde çalışan işçilerin örgütlenmesine ilişkin olanaklar da toplantı gün-

demine taşınırken, bu ülkeler-deki mevcut komünist birikimin en iyi biçimde değerlendirilmesi için neler yapılması gerektiği tartışılmış, Ocak ayında gerçek-leşen yaygın temasların sonuçla-rı ortaklaştırılmıştır.Yine toplantıda liselerdeki durum gündeme alınmış, Solcu gazetesi, Sosyalizm Okulları ve söz-karar hakkı için meclisler başlıkları üzerinde durulmuştur.Merkez Komite toplantısında partinin örgütsel durumu çeşitli veriler üzerinden ele alınmıştır. Üye güncellemesi sonrasında, tek tek örgüt, birim ve üyelerin takibi-nin anında yapılması gerektiği vurgulanırken, örgütlenme verilerinin her ay hem yerel hem merkezi düzeyde incelenmesi-nin partiye dönük artan ilgiyi değerlendirmek için zorunlu olduğunda da birleşilmiştir. Merkez Komite, örgütlenme ata-ğının sürdürülmesini, 29 Ocak’a kadarki tablonun Şubat ayında-ki örgüt konferanslarında dile getirilmesini kararlaştırmıştır.Toplantıda Aydemir Güler yolda-şımız Merkez Komite sözcülüğü ile görevlendirilmiştir.

13 Ocak günü toplanan Merkez Komite toplantısında Türkiye’nin emperyalist sistem içindeki rolü ve karakteri, sistem içindeki çelişkiler ve yükselen

ekonomilerin niteliği konusunda MK tezlerinin oluşturulması da karara bağlandı.

Bilindiği gibi TKP’nin işleyiş ilkeleri ve örgüt anlayışı, kolektif liderliği öngörmektedir. Buna göre Merkez Komite bu kolektif liderliğin taşıyıcısıdır. Yürürlükte olan hukuksal mevzuatsa siyasi partilere yönelik dayatmalarla doludur. Sabah akşam “lider sultası”ndan, parti içi demokrasinin eksikliğinden söz edilen bir ülkede, ilgili yasal düzenlemelerin siyaseti kişilere bağımlı haline getirmeyi zorlaması dikkat çekicidir. Siyasi Partiler Yasası genel başkanlığı bir kurum olarak tarif etmekte ve zorunlu kılmaktadır. TKP, kongreleriyle karar altına aldığı işleyiş ilkelerini uygulamakta kararlıdır. Bu doğrultuda par-timizde “genel başkanlık” işlevleri de kolektif liderlik tarafından üstlenilmiştir. 2011 Temmuz ayında toplanan TKP 10. Kongre Türkiye Konfe-ransının devamı olarak düzenlenen kongrede, bu yasal zorunlu-luğu karşılamak üzere, partimizde MK dahil olmak üzere birçok kademede sorumluluk üstlenmiş, deneyimli bir işçi yoldaşımız olan Yaşar Çelik’in görev alması kararlaştırılmıştır. Merkez Komite kolektif işleyişinin parçası olarak kendi içinde ge-çici bir görev bölüşümü yapmış ve bir dönem sözcüsü seçmeye karar vermiştir. Bu görev, MK yetkilerinin kişiye devredilmesi anlamına gelmeyecektir. TKP’de karar alma ve temsil gibi yetkiler kişiler değil, kurullar tarafından kullanılır. Dönem sözcüsü MK açıklamalarını duyurma ve tanıtma işlevini üstlenecek, partinin temsiline her dönem bir MK üyesi yoğunlaşacaktır. Söz konusu göreve 1 Nisan 2012 tarihine kadar Aydemir Güler getirilmiştir.

Merkez Komite,18 Ocak 2012

TKP’DE DÖNEM SÖZCÜLÜğÜ

Page 17: Komünist 342

SPOR20 OCAK 2011 SAYI 342KOMÜNİST 17Spor Emek-Sen’in gündemi çok yoğun

‘Şatafatlı’ sömürüyü yeneceğiz

Sporun her dal ve kademesinde görev alan amatör, profesyonel spor emekçilerini bünyesinde barındıracak olan Devrimci Spor Emekçileri Sendikası (Spor Emek-Sen) 2010’un Aralık ayında kurulmuştu.Kurucu Başkanlığını Galatasa-raylı eski futbolcu Metin Kurt’un yaptığı Spor Emek-Sen,12 Eylül darbesi ile kesintiye uğrayan spordaki örgütlenmenin canlandırılmasını, sporun,ülkemizde yaşanan emeğe ve emekçiye yönelik saldırı süreci-nin destekçisi rolündençıkarılmasını ve sporcuların da alınıp satılan, kiralanan bir mal olmaktan çıkartılarak özgürsporcular olmalarını sağlamayı amaçlıyordu.Spor Emek-Sen, kurulduğu günden bügüne kadar, tüzü-ğünden yola çıkarak Türkiye’de yaşanan siyasi süreçlere kendi çerçevesinden cevaplar da üretmiş, kamuoyunda ses getiren tavırlar geliştirmeyi becermişti.Arena Stadı açılışında yaşanan protestolardan sonra stadyumu doldurmuş tüm spor izleyici-lerine karşı linç kampanyası başlatıldığında, Spor Emek-Sen de bu linç kampanyasına karşı tavır almış, İstanbul ve İzmir’de iki önemli eyleme öncülük et-mişti. Hatırlanacağı gibi bu ey-lemlerden İstanbul Taksim’deki protesto yürüyüşüne binlerce spor emekçisi ve her renkten taraftar desteklerini sunmuş, AKP’yi ıslıklayarak kırmızı kart göstermişti.Spor Emek-Sen’in kuruluşun-dan hemen sonra bu denli ge-niş katılımlı eylemleri örgütleye-bilmiş olması, kesintiye uğramış bir mücadelenin yeniden ayağa kalkabileceğinin kanıtıydı sanki. Spor Emek-Sen, spor denince akla futbol, futbol denince de akla parmakla sayılabilecek elit futbolcunun gelmemesi gerek-tiğini ısrarla vurguluyor. Star futbolcuların öne çıkarılması piyasanın sporcuları örgütsüz-leştirmek için kullandığı yön-temlerden biri olarak görülmeli.

Milyarlar kazanan seçkin futbol-cularla spor emekçilerinin gene-lini özdeşleştirmek, sermayenin iyi düşünülmüş bir hilesidir. Bu durum spor ve sporcu gerçeğini yansıtmamaktadır.Spor Emek-Sen tam da bu nok-tada sporcuların gerçek duru-mundan yola çıkarak, emeğin en öncelikli değer olduğu anlayışını benimsemiş ve yüz binlerce spor emekçisini içine alan spordaki sömürüye son vermek amacıyla kurulmuştu.Günümüzde spor bir oyun, spor-cular da oyuncu değildir. Oyun, spora bir dizi kural bırakmış, sermaye oyunun kurallarını ken-di rekabet ideolojisiyle kuşatıp, metalaşan bir spor sektörü ortaya çıkarmıştır. Spor, çok açıktır ki, oyuna dayalı zeminini yitirerek büyük bir sektöre dö-nüştürülmüştür.Spor, toplumsal düzlemde bir eylem biçimi olarak ele alınmalı, sporcular da bu toplumsallığın içinde değerlendirilmelidir. Çalış-ma (emek) ile spor karşılaştırıldı-ğında sporun bir işkolu, sporcu-nun da emekçi olduğu gerçeği ortaya çıkmaktadır. Oyun, amacı kendinde olan, dış bir amaca hiz-met etmeyen bir eylem biçimidir. Çalışma (iş) yaşamımızı devam ettirmek için sürdürülmesi gere-ken bir çabadır. Sporcu kesinlikle oyuncu değildir. Spor, sporcunun ekmek parasını kazandığı ya da kazanabileceği varsayımıyla tüm gününü bu alandaki etkinliğe adamak zorunda bırakıldığı bir eylem biçimidir. Kısa ve net olarak, “sporcu, mesleği spor olan kişidir”.Sporun kendi kendinin amacı olmadığı, aksine modern üretim tarzının bir sonucu olduğunu kavramak, bir anlamda sporu kavramak demektir. Günümüzde sporcu, spor ku-rumlarında lisanslı spor yaptırı-lan veya bu iş yerlerinde çalıştı-rılan spor iş kolundaki işçilerdir. İster amatör, ister profesyonel sıfatlı olsun tüm sporcular aynı işi yapmaktadırlar. Bu nedenle tüm sporcuların sosyal güven-lik hakları vardır. Oysa ki, spor ortamı çalışanlar için yarınsızdır.

İş kanununda bile “sporculara uygulanmaz” maddesi vardır. Açıkçası sporcu sigortalı da olsa, sigortasız da olsa sosyal güvenceden yoksun bırakılmış durumda. Özeti, sporcuların çok büyük bölümü döktüğü terin karşılığını alamamaktadır. Ağır sömürü şartlarında çalıştırılan sporcula-rın bu durumda olmasının asıl nedeni, örgütsüz olmalarıdır. Ülkemizde profesyonel sıfat-lı sporcular da amatör sıfatlı sporcular da sosyal güvencesiz çalıştırılmaktadır. Ayrıca sporda güvencesiz çalıştırılan teknik direktör, antrenör, masör, mal-zemeci, hakem, gözlemci, saha komiseri, kaloriferci, elektrikçi, sağlıkçı v.b binlerce spor emek-çisi bulunmaktadır. Durum böyleyken spor emekçi-leri düzenin egemenleri tarafın-dan, iş kanunun emekçilere sağ-ladığı olanaklardan bile yoksun bırakılmaktadır. Oysa ki spor emekçileri çok ağır koşullarda bedensel ve ruhsal olarak yıpratılarak adeta yarış atına dönüştürülmüştür. Spor-cudan bedensel kapasitesini rasyonel ve temkinli kullanması değil, zorlaması hatta giderek vücudundaki yaşamsal rezerv

kapasitesini devreye sokması istenmektedir. Spor yapmak, toplumsal verimlilik beklenti-lerine karşılık verebilmek için, kapasiteyi ve verimliliği en üst düzeye çıkartmak demektir. Bunun karşılığı ise tam gününü spora vermektir.Sözünü ettiğimiz gerçekler doğrultusunda spor emekçi-lerine yönelik özel bir spor iş yasası çıkartılması Devrimci Spor Emekçileri Sendikası’nın birinci hedefi olarak tarif edilmişti.Bu arada yoluna bağımsız bir sendika olarak başlayan Spor Emek-Sen, kongresinde almış olduğu kararla, geçtiğimiz ay Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’na (DİSK) katı-lım başvurusunda bulundu.Spor Emek-Sen tüm Türkiye‘de örgütlenme faaliyetleri yürüt-mekte, birçok ilde spor emekçi-lerinin sendikaya katılımı ger-çekleşmektedir. Sendika, haftalık örgütlenme toplantılarıyla yo-luna devam ederken, önümüz-deki aylarda taraftar gruplarıyla birlikte “sporda şiddet yasası” üzerine Türkiye taraftar forumu-na öncülük etmek üzere çalış-malarını planlamaktadır. Yakın zamanda yayın hayatı-na başlayacak olan internet sitesinin, spor olaylarına daha hızlı cevaplar üreteceği ve spor emekçileri ile daha çabuk buluş-ma zemini yakalayacağı düşü-nülüyor. Spor Emek-Sen’liler diyor ki, “artık hiçbir şut emekçi kalesine girmeyecek, önce sporda ter dökenler kurtulacaktır.”

Sendika, haftalık örgütlenme toplantılarıyla yoluna devam ederken, önümüzdeki aylarda taraftar gruplarıyla birlikte “sporda şiddet yasası” üzerine Türkiye taraftar forumuna

öncülük etmek üzere çalışmalarını planlıyor. Yakın zamanda yayın hayatına başlayacak olan internet sitesinin, spor olaylarına daha hızlı cevaplar üreteceği ve spor emekçileri

ile daha çabuk buluşma zemini yakalayacağı düşünülüyor.

Yavuz KARAMAHMUTOĞLU

Page 18: Komünist 342

RADYO 20 OCAK 2012 SAYI 342 KOMÜNİST18

soL Radyo’nun sesini açabilirizsoL Radyo dokuz aydır yayın-da. Bu süre boyunca, yola çıkış amaçları ve dinleyici gereksi-nimlerine en uygun içerik ve biçimi yakalamaya çalışan ve sürekli yenilenen soL Rad-yo geçtiğimiz Ekim ayında doygunlaştırdığı müzik yayını, değişen yüzü ve bünyesine kattığı yeni programlarla ger-çekleştirdiği hamleyi Şubat ba-şında kurumsallaşma yolunda atacağı adımlarla pekiştirecek.

Radyonun istikrarı ve prog-ramlarının belli bir düzeyin altına düşmemesi için radyo yönetimi güçlendirilirken, şu ana kadarki programların sonuçları değerlendirilerek en etkili yayın çizgisine ulaşıl-ması için bazı değişiklikler de yapılacak.Bilindiği gibi soL Radyo, gün-cel siyasi değerlendirmelerin yanı sıra, teorik tartışmalara, spor sohbetlerine, müzik ve diğer kültürel programlara yer veriyor. Kesintisiz müzik yayınını da zenginleştiren ve genişletmeye devam eden soL Radyo’da dinleyebilecekleri-nizin sınırları oldukça geniş. Klasik müzik mirasına adını yazdırmış bestecilerin yanı sıra caz ve rock tarihinden birçok isimi sizlerle buluştu-ran soL Radyo’nun arşivi de güçlendirildi ve Şubat ayından itibaren çok geniş bir müzik koleksiyonu radyo dinleyici-leriyle buluşacak. Bu arşivde Türkiye’den ve dünyanın farklı köşelerinden halkların müzik-lerini de bulabilirsiniz. Geçtiğimiz yıl Nisan ayında yayına başlamış olan soL Radyo’daki programlar arasın-da Erkan Yıldız ve Ali Somel’in güncel konu ve konukla-rıyla Ankara Havası, Çisem Soylu’nun Kemal Okuyan’a yönelttiği sorularla siyasi gelişmelerin değerlendirildiği Gündeme Dair bulunuyor. Alper Birdal Dünyada Neler Oluyor programıyla dünyanın,

Murat Akad ise Bizim Amerika programı ile Latin Amerika ve Karayip ülkelerinin gündemle-rini bizlere taşıyor.Müzik programlarının önemli bir yer kapladığı soL Radyo’da Kemal Okuyan’ın SSCB’de Mü-zik programı, Murat Akad’ın sunduğu Latin Amerika’nın Çığlığı, Mahir Coşkun, Selcan Adalı ve Ali Cenk Gedik’ten Müziğin Materyalist Tarihin-den Notları, Ahmet Semizer, İlker İsabetli ve Emre Boztaş’ın sunduğu İzmir’den Müzik Portreleri programı da dinle-nebiliyor.Metin Çulhaoğlu ve Can Soyer’in hazırldığı Marksizm Notları programının yanı sıra Marksist Leninist Araştırma-lar Merkezi’nin hazırladığı Gelenek Yazarlarıyla Söyle-şi programlarıyla marksist teorinin güncel meseleleriyle temas kuran soL Radyo, içinde bulunduğu alana dair sözünü Emre Deveci ve Yiğit Günay’ın hazırlayıp sunduğu Basın Suç-ları programıyla söylüyor.Erkan Yıldız, Metin Uçak, Emrah Kartal ve Barış Karacasu’nun birlikte hazırla-

dığı Toprak Saha programı ile spor tartışmalarına da el atan soL Radyo’da liselilerin gün-demlerine ve yaşamlarına da Liseliyiz Solcuyuz programıyla yer veriyor. İlgiyle izlenen Hü-seyin Çukur’un Kitaplar Ara-sında programı yeni dönemde kitap kurtlarının referansı olmaya devam ederken Çisem Soylu’nun her hafta farklı bir konuğu ağırlayacağı Haftanın Konuğu programına da salı günleri yer verilecek.Şubat ayında biri evrim, diğeri ise Kürt gerçeği ile ilgili iki ayrı programın daha yayına geçe-ceğini hatırlatalım.

Pazartesi:Kitaplar Arasındaİzmir’den Müzik Portreleri Salı:Ankara HavasıHaftanın KonuğuDünyada Neler Oluyor

Çarşamba:Bizim AmerikaLiseliyiz solcuyuzToprak Saha Perşembe:Basın SuçlarıLatin Amerika’nın ÇığlığıMarksizm Notları Cuma:Müziğin Materyalist Tarihinden Notlar SSCB’den MüzikGelenek Yazarları-Bunlar Tartışılıyor Cumartesi-Pazar:Gündeme Dair

PROGRAM GÜNLERİ

Page 19: Komünist 342

KOMÜNİST

Türkiye Komünist Partisi 29 Ocak Pazar günü Ankara Arena Spor Salonu’nda büyük bir etkinlik düzenliyor. Tutulan mekanın hacmi, katılımcı sanatçılar, konuk siyasi partilerin niteliği ve partinin verdiği önem “Sosyalizm Kaza-nacak” buluşmasını herhangi bir etkinlik olmaktan çıkarıyor. Eylem ve etkinlikleri mutlaka bir bağ-lam içine yerleştirmeye çalışan, onları kendi içinde bir amaç haline getirmemeye özen gösteren bir partinin 29 Ocak yoğunlaşması-nın mutlaka nedenleri olmalı.Mekan, zaman ve akışı önce-den belirlenen etkinlikleri, diğer eylem türlerinden ayıran, müm-kün olduğunca planlı hareket etmek, daha önceden belirlenmiş çerçeveyi en iyi biçimde hayata geçirmektir. Oysa birçok eylem ya da en azından gerçek gün-demlere denk düşen eylemler, bir mücadelenin parçasıdır, uçları açıktır, sınır ve hedefleri yeniden ve yeniden eylem içinde belirlen-mek durumundadır. Sosyalist siyasette hiçbir faaliyet mücadelenin genel yapısının dışına çıkarılamayacağına göre, büyük ölçüde kurgusal bir yapısı olan salon toplantılarının mü-cadeleye hangi noktadan enerji katacağının bilinmesi bu nedenle büyük önem taşır. Büyük ölçekli kapalı salon etkinliklerinin içi boşaltılmış bir devrimci dışavu-rum platformuna dönüşmemesi, sonlanmasını takip eden günler-de “biz bunu neden yaptık” ruh halinin ortaya çıkmaması için bir “ana eksen” belirlenir, bu ekseni dağıtmadan etkinliğe ek misyon-lar yüklenir.Geçtiğimiz yıl 27 Kasım’da Abdi İpekçi’de düzenlenen ve gerek

katılım, gerekse format açısından çıtayı büyük ölçüde yükselten “Hiç Boyun Eğer mi İnsanlık” salon toplantısı, adından da anlaşılacağı gibi siyasi iktidarın ideolojik ve si-yasi kuşatması altında bunalan bir toplumda devrimci iyimserlik ve umuda güç katması amacıyla dü-zenlenmişti. Bu amaca en uygun bir akış öngörülürken, ana eksene birkaç kritik hedef daha bağlandı: Türkiye Komünist Partisi bir siyasi etkinlikte sanatın bir ifade aracı olarak gelişkin bir biçimde kulla-nılabileceğini göstermek istiyordu; etkinlik şimdiye kadarki benzerle-rinden daha kitlesel olmalıydı.“Daha iyisi mutlaka mümkün” olmakla birlikte, 27 Kasım’da bütün bu hedeflere fazlasıyla ula-şıldı. Öte yandan partinin sonraki değerlendirmelerinde açıkça ifade edildiği gibi, bu çap ve içerikteki bir etkinliğin örgütleyici yönüne yeterince odaklanılmaması elde edilen sonucu kısa sürede sıra-danlaştırdı.Nasıl bir ana eksen tarif edilirse edilsin, hangi hedefler konursa konsun, baş sıraya “örgütleyicilik” yazılmadığında bu tür etkinlikler-de kalıcı bir sonucun elde edile-meyeceğini zaten geçmiş deney-ler gösteriyor.Bu nedenle 29 Ocak’ta örgütlen-me çalışmalarına enerji katacak, örgütlenme gündemiyle birlikte ele alınan bir etkinlik düzenlendiği sık sık vurgulanıyor.Peki, etkinliğin bu seferki ana ekseni ne?Geçmişte daha küçük ölçekli ama benzer merkezi önem verilen bir-çok salon toplantısını “parti şenli-ği” adı altında düzenleyen TKP’nin geçtiğimiz yıldan itibaren salon etkinliklerine ada da tansıyan özel

bir doğrultu tarif etmesi elbette bir ileri adım olarak görülmeli. Bu bağlamda “Sosyalizm Kazanacak”, partinin 10. Kongresi’nde yapılan değerlendirmeler ve alınan ka-rarlarla uyumlu olarak, Türkiye’de sosyalist seçeneğin güçlendiril-mesi çabalarına yardımcı olmak durumundadır. Ana eksen böyle tarif edilebilir.Dolayısıyla, geçen yıl, insanın boyun eğmeyeceğini tarihsel re-feranslarla göstermiş olduğumuz “Hiç Boyun Eğer mi İnsan”dan farklı olarak, “Sosyalizm Kazana-cak” daha güncel bir içeriğe ve ifade biçimleri açısından siyaset dilinin daha baskın olduğu bir etkinlik olarak kurgulandı.Toparlayıcı, somut ve mutlaka yeni siyasi mesajlar çıkarılan bir buluşma gerçekleşecek 29 Ocak’ta. Mustafa Suphilerin yola koyuluşlarındaki iradenin güncel karşılıkları sergilenecek.Farklı bir formatta olsa da partinin siyasal ve sanatsal dilinin gelişme-ye devam ettiği, bu çapta etkin-likleri amaca uygun bir disiplin ve heyecanla düzenleyebildiği, katı-lım açısından her zaman çok daha büyük olanaklar sunan İstanbul yerine Ankara’nın tercih edilme-sine karşın, geçen yılın gerisine düşülmediğini göstermek de, kaçınılmaz bir biçimde öne çıkan hedeflerden olmak durumunda.Etkinlik için karar alınırken, üzerin-de durulan bir başka çıktı ise, parti dostları da dahil olmak üzere, TKP’nin akıl ve duygu ortaklığı açısından yeni dönemin sorumlu-luklarına denk düşen bir sıçrama kaydetmesiydi.Konuşmacılardan, sahne alan sa-natçılara, görevli partililerden, izle-meye gelen binlerce kişiye kadar

herkeste mümkün olduğunca aynı sonuçlar yaratan, aynı duyguları harekete geçiren ve bunu “salon baskısı”yla, yabancılaştırıcı efekt-lerle yapmayan bir etkinlikten söz ediyoruz.Sosyalist seçeneğin güncelli-ği... Sosyalizm için mücadelenin anlamı... Sosyalizmi hedefleyen bir partinin vazgeçilmezliği...Bunlar partili olsun olmasın, hatta başka bir siyasi hareketin üyesi ya da izleyicisi olsun, etkinliği izle-meye gelen, etkinlikte görev alan hemen herkesin ortak paydasıdır zaten. Önemli olan bu zemini güçlendirici gerçek bir atmosferin yaratılmasıysa, burada herkese bir rol düşmektedir.Siyasi bir etkinliği, bir kültürel etkinlikten ayıran, kürsü-sahne ile izleyici arasındaki mesafenin en aza indirilmesidir. Gerçi TKP bir devrimci parti olarak sanatsal etkinliklerde de benzer bir tarz geliştirilmesinden yanadır, bunun-la birlikte arada gerçek bir fark vardır. Siyasal bir etkinlikte kurgu daha az iniş-çıkışı göze alabilir, anlatım daha az dolayımlıdır ve sanatsal yaratıcılık daha uzun bir zaman kesitinde iz bırakabilirken, siyasetin dili hemen etkili olmak durumundadır.Evet, 29 Ocak’ta Ankara’da önemli bir etkinlik yapılıyor. Komünist-lere, Türkiye Komünist Partisi’ne yakışır ve partinin önümüzdeki zorlu mücadele dönemine enerji aktaran bir buluşma olacağından kuşkumuz yok. Çabamız daha iyisi için... Çabamız 29 Ocak gecesin-den itibaren daha büyük bir şevk ve yoğunlukta örgütlenen bir parti için... Çabamız dostlarına daha fazla güven veren bir parti için...Buluşmak üzere...

Kapalı salon toplantıları neye yarar?

PARTİLİ YAŞAM20 OCAK 2011 SAYI 342 19

Page 20: Komünist 342

ARA

LIK

2011

- HO

PA D

AVA

SI, A

DLİ

YE Ö

- GÜ

VEN

SON

ER29

Oca

k’ta

Ank

ara’

da b

uluş

mak

üze

re...