hezeyan fanzin 5. sayı

20
Hezeyan Fanzin 5 1 Birol Öztürk – 14.05.14 Şiiri .…………………..…………………………………………… 2 Muhammed Aydın – Şehrimin Sessizliği ...…………………………………………………. 3 Tugay Özdemir – Münacat ..…………………...……..………………………………………4 Eray Sarıçam – Körsel Şiirler II(Türkiye 2014: Hasılat) …………………………………… 5 Muhammed Aydın – Bir Portre: Bunalım ……..……………………………………………. 6 Tugay Özdemir – Fenomenleştiremediklerimizden misiniz?...……………………………… 8 FatmaNur Aydın – Bu Maviyi İlk Özleyişimdir –II- ……….…………….………………… 9 Ceyda Kömürcü – Gelenek ve Modernlik Kavşağında Bahaeddin Özkişi ……...…………..13 Naciye Dalgıç – Bir Şeyler Eksik .……...……………………………………………….. 14 Yusuf Hˇāce – Abdallık ve Neşet Ertaş………………………...………………………….. 17

Upload: tugay-oezdemir

Post on 07-Apr-2016

240 views

Category:

Documents


5 download

DESCRIPTION

 

TRANSCRIPT

Page 1: Hezeyan Fanzin 5. Sayı

Hezeyan Fanzin 5 1

Birol Öztürk – 14.05.14 Şiiri .…………………..…………………………………………… 2

Muhammed Aydın – Şehrimin Sessizliği ...…………………………………………………. 3

Tugay Özdemir – Münacat ..…………………...……..………………………………………4

Eray Sarıçam – Körsel Şiirler II(Türkiye 2014: Hasılat) …………………………………… 5

Muhammed Aydın – Bir Portre: Bunalım ……..……………………………………………. 6

Tugay Özdemir – Fenomenleştiremediklerimizden misiniz?...……………………………… 8

FatmaNur Aydın – Bu Maviyi İlk Özleyişimdir –II- ……….…………….………………… 9

Ceyda Kömürcü – Gelenek ve Modernlik Kavşağında Bahaeddin Özkişi ……...…………..13

Naciye Dalgıç – Bir Şeyler Eksik ….……...……………………………………………….. 14

Yusuf Hˇāce – Abdallık ve Neşet Ertaş………………………...………………………….. 17

Page 2: Hezeyan Fanzin 5. Sayı

Birol Öztürk

Hezeyan Fanzin 5 2

14.05.14 Şiiri

Ne sebebden zülf komazsın didüm ruhsârına Didi kim kandîl-i hurşîde ne lâzımdur fetîl

Muîdî

saçların saydam bir ufuk çizgisiyle yıkanmadan önce

uyanmalıyım!

hurdacılar yılgın gölgelerini sermişken sokağa

açlığı ve savaşı yitip giden karanlığın tekerine bağlayıp

öyle uyandırmalı saçlarını ve şehri

boyna aşk şiiri yazar oldum bu aralar

şimdi saçların, onlardan bahsetmeliyim artık

hazır uykuluyken ve bilmezken ne dediğimi

hazır ateş yağmuruna açmışken demir şemsiyemi

buruk bir nostalji kaplasa yüreğimi, gerekir mi?

araya girmesi şehirlerin, yeni bir şey değil!

-Adada Gece’dir Neruda, -Açlık ve Öfke-

bitmiş bir şiir kadar sessiz olsam, ne güzel!

sessiz kelimesini istemsiz alıyorum şiire her defasında

şiir sever sessizliği ve izmarit dolu tablalar

yoksa aşktan mı yaratıldı sessizlik?

sabah saatleri ne güzel bir nimet

ezan ve güneşin insana biçtiği değer

ve umudun tazelenebilir bir şey olması

ne güzel şey yılın en güzel mevsiminde debisi yükselir nehirlerin

arada mızıka sesine rastlaması insanın gün batımları

hurma ağaçları, duvar kabartmaları ve kervan çocukları gibi

hep giz dolu olması saçlarının

belki uzaklardasın, iki üç şehir daha kuzeyde

saçların serseri bir ay ışığı kadar özgür duruyorlar gecede

saçlarından bahsederken mutlu olmalıyım

evet evet! kesinlikle

bak, Baudelaire ne söylüyor güzel kız:

‘‘Ben nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi gelir.’’

Page 3: Hezeyan Fanzin 5. Sayı

Muhammed Aydın

Hezeyan Fanzin 5 3

Şehrimin Sessizliği

Çığlığımın duygusuzluğunu duy

Ki hayatımın kan tutarı ortada

Kahırlı ön cephelerin karanlığını anla

Duy beni ağaran şafak öncesi!

İz aralığında kaybolmuş gönlümü aç

İrkiliş halimin geri çağrısını

Serzenişteki bedenimin üşümesini ört

Ki ben kayboluyorum bu sızıda…

Şehrimin sessizliğinde günahların avuca sığdığı kadar

Orta Doğu’ya düşen bir bombanın rüzgârı

Ya da bir çocuk çığlığı

Belki bir hâkim hükmü

Hakikat bir mezar taşı kadar

Secdelerin cumaya hasrı kadar yalnızım.

Kırık dalın sesidir incinmem

Ziyadeleşemedim Tanrıma…

Page 4: Hezeyan Fanzin 5. Sayı

Tugay Özdemir

Hezeyan Fanzin 5 4

Münacat

Allah'ım alma canımı, canımı alma Allah'ım

Ölürsem sana dua da edemem

Rabbim alma canımı

Aslında biraz da karanlıktan

Korkarım, dardır bir de mezarlar

Allah'ım alma canımı

Henüz yıkanmadı yağmurla Mekke'de sokaklar

Benim de bir kurbanım yoktur,

Nasıl geçerim sıratından

Allah'ım alma canımı yalvarıyorum

Yön duygum yoktur benim, bilirsin,

Bilemem sana hangi evinden gelirim

Allah'ım alma canımı

Afrika'da açlık, Ortadoğu'da bombadan ölürken çocuklar

Tadamam ölümü rahat rahat bu kadar

Allah'ım alma canımı

Daha okumadığım yüzlerce kitap,

Bir de hatmetmediğim Kur'an'ın var

Allah'ım alma canımı

Günahlarım çoktur, yapamam ateşler içinde

Bronşitim tazelenirse eğer

Cehennem bana zindan olur

Page 5: Hezeyan Fanzin 5. Sayı

Eray Sarıçam

Hezeyan Fanzin 5 5

Körsel Şiirler: II

(Türkiye 2014: Hasılat)

JAPON YA!

BAYR AĞI

Page 6: Hezeyan Fanzin 5. Sayı

Muhammed Aydın

Hezeyan Fanzin 5 6

Bir portre: Bunalım

Gözlerini kan bürümüş bir adamın hikâyesi bu

Silahı belinde, aklı ayakları altında…

Her şey bir Perşembe akşamı başlamıştı. Hem mutlu olup hem nefret dolu olmanın

ikilemlerini yaşıyordu o akşam. Reddedilmenin bunalımlarını yaşamış olması ve aklını

ayaklarının altına alması o gece başlamıştı.

Uzun yıllar önceydi ve bugün bu derece şiddetle dolu olması kaçınılmaz bir gerçekti. Evinin

orta noktasında yanındaki dostunu göremeyecek kadar gözlerini kan bürümüştü. Duvarlar

gözlerinde gelgit yaptıkça o çıldırıyor ve yarın yapacağı katliamın hesaplarını yapıyordu.

Bunu bilen tek fani bendim. Evin orta noktasında yarınki cani bile bilmiyordu bu faniyi…

Temizlenmekti kendine göre amacı. Bütün pislikleri bütün yok edilmesi gerekenleri yok

etmekti amacı. Kendisini temizlememiş birisinin, böyle amaçlarının olması ilginçti. Fakat

gerçek şu ki; kendisi ilginç ötesiydi. Evin orta noktasından kalkamıyor; sanki bir el onu orada

tutuyordu. Bir işaretti belki bu; fakat onun gözlerini kan bürümüştü, ne işaret görebilirdi ne de

bir dost. Sonra gözleri duvardaki bir tabloya takıldı. Anlama çabalarının ötesindeydi tablo…

“Hayat verenin kulu” yazıyordu etrafı süslerle çevrili hat yazısı tabloda. Dönüm noktasıydı

onun için bu.

Vazgeçmeliydi…

Gözlerinden birkaç damla gözyaşı damladığında daha da kin doldu içine.

Vazgeçmeliydi…

Başını yere eğdiğinde hayat vereni görmeliydi… Kendisi hayat almamalıydı…

Vazgeçmeliydi…

Hayat verenin kulu olmalıydı…

Artık geri dönüşü yok, geceyi saniyelere bölüyor ve saniyeler içinde hesap yapıyordu. Tek

amacı vardı: Kendine göre temizlenmek…

Planlar, krokiler, cinayet hayalleri, insan tipleri aklından geçip gerçeğe dönüşecekti. Şiddet

tüm vücudundaydı, artık geri dönüşü yoktu. Sabah erken saatlerde bitirmiş olduğu cinayet

hayallerini tatbik için gidiyordu şimdi…

Cinayet yeri: Florya tren istasyonu

Cinayet saati: Cuma sabahı

… Elleri titriyor, gözleri onun gelmesini bekliyordu. Biliyordu geliş saatini uzun zaman takip

etmişti ta ki reddedilinceye kadar… Terk edilmenin bedelini masum bir kızdan öteye

çıkaracaktı. Gözlerini kan bürümüştü… Tüm bedenini şiddet kaplamıştı…Florya tren

istasyonunu onun hatırına kana bulayacaktı..Vakit gelmişti…Cuma sabahı…

Eli tetikte gözleri masum bir kuaför kızda. Etraf kalabalık… Zaman Cuma sabahı… Bir

duraklama cinayet zanlısında... Gözlerinde yaş yüreğinde ince bir sızı. Son bir bakış atıyor

masum kuaför kıza. Aklına gelen tek cümle : “iyi akşamlar”… Gözlerini kapatıyor gözyaşları

yüreğine damlıyor. Bütün kuşlar havalanıyor bütün sema kurşun sesi ile irkiliyor bir Cuma

sabahı… İnsanlar ölüyor, çocuklar ölüyor, koca çınarlar ölüyor ve masum bir kuaför kız

hayata veda ediyor…

Kimse bilmiyor cinayet sahibini, hiçbir fani bilmiyor yerini, hiçbir insan görmüyor kurşun

yerlerini…

Kendine göre temizlenmekti amacı. Hayata veda edebilecek kadar tertemiz…

Gazeteler tam sayfa haber veriyor : “Florya tren istasyonunda katliam. Toplam 13 kişinin

katili yakalanamadı. Cinayet sebebi hala araştırılıyor.

1 genç kız, 3 erkek çocuk ve orta yaşta 9 insanın ölmesine sebep olan katil nerde? Hiçbir

insanın görmediği katil neyin peşinde? Bu kadar profosyenel olmayı nasıl başardı? Henüz

Page 7: Hezeyan Fanzin 5. Sayı

Muhammed Aydın

Hezeyan Fanzin 5 7

katliamı üstlenen örgüt olmadı. Emniyet ekipleri aramalarına devam ediyor” diye. Başka bir

gazete şöyle diyor: “Cinayetten öte cinayetin yapıldığı saat gayet manidar. Bir Cuma

sabahı…Bir Perşembe akşamının ertesi günü… Ölen şahıslardan sadece birinin genç bir kız

olması da göz ardı edilemez. Buradan tüm psikologlara sesleniyoruz. Katilin kişisel

özelliklerini lütfen yazıya dökün.”

Aradan saniyelere böldüğü geceler geçiyor. Aradan vicdan mesabesinde dakikalar geçiyor.

Aradan yıllar ötesi yıllar geçiyor. Evinin köşesinde kulakları uğulduyor. Çığlıklar duyuyor her

gece. Masum gözler görüyor her yerde. Masum kuaför kızın son bakışı kalıyor geride. Son

tebessümü kalıyor aklında kuaför kızın. Artık daha da ikilemler içinde kalıyor yarınını

düşünemeyen... Hayatı ikiye bölüyor : “ Dört duvar arasında uzun yıllar ya da iki metrelik bir

çukur” diyor.

…Fazla beklemenin anlamı yok diye fısıldıyor yüreğine. Kendi ölümünü seçiyor. İki metrelik

zifiri karanlığı seçiyor. Ölümüne sevdiği masum kuaför kızın yanını seçiyor. Son sözlerinde

“elveda” diyor ey hayat “elveda” diyor “ey yaşam!”…

…Evinin en dar köşesinde ölü bulunuyor yarınını düşünemeyen sevdalı. Tek dileği var elinde

bir kâğıtta yazılı: “Beni masum kuaför kızın yanına gömün.”

Gözlerinde yaş var dostun. Yüreği acı dolu. Artık yanında kimse yok. Sokaklarda yapayalnız

yürümenin acısını duyuyor sadık dost. Sadık dost son görevini yerine getiriyor. Kucaklıyor

dostunu aldırmıyor kanlara… Aldırmıyor gözyaşlarına, kucaklıyor… Son görevini yerine

getiriyor. Masum kuaför kızın yanına onun yerini hazırlıyor…

Gömüyor dostunu toprağa. Toprağı gözyaşlarıyla ıslatıyor; yeniden hayat bulsun dostu

diye.Toprağın altında bir dost … Toprağın üstünde bir dost… Mezar taşına “bir sevdalının

yeri” yazıyor tırnakları ile dost.

Giden bir dostun hikâyesi bu…

Kocaman sevdasının ötelere bakması ile sonuçlanan hali…

Bir sevdalının gözlerini kan bürümesi ve yüreğini sevda kaplaması hali bu…

“Aşk mahkûmuna ne diyet gerekir ne de kısas” fetvasına o masum kuaför kız için “kısas”

diyor.

Ondan bize kalan bir kara toprak oluyor.

Page 8: Hezeyan Fanzin 5. Sayı

Tugay Özdemir

Hezeyan Fanzin 5 8

Fenomenleştiremediklerimizden misiniz?

Hazırladığı resmi Feysbuk’a yükledi. Paylaşılanlar herkesti. Resme bir daha baktı. “Bu

dünya belki de başka bir gezegenin cehennemidir” yazıyordu. Yanında Mevlânâ’nın bir resmi

vardı. Onun mu değil mi diye düşünmedi. Zaten bu onun için önemli değildi. Önemli olan

beğeni ve paylaşım sayısıydı. Belki bu sayede fenomen olabilirdi. Resme bir daha baktı.

Gerçekten çok güzel hazırlamışım diye düşündü. Henüz beğeni almamıştı. Kendi beğendi. Bu

boş durmasından iyiydi, hem bu kadar güzel bir şeyi beğenmeden olmazdı. Başkası yapsa

yine beğenirdi. Beğenir miydi? Bu önemli değildi. Önemli olan bunu başkalarından önce

kendisinin düşünmesi ve yapmış olmasıydı. Doğrusu bununla yetinmemeliydi. Otuza yakın

sosyal ağ hesabı vardı. Bunlardan en çok kullanılanlara yüklese fenomenliğe adım atabilirdi.

Tivitır hesabını açtı. Resmi yükledi. “Tam da günümüz için söylemiş Mevlânâ” dedi. Göndere

bastı. Tivit yüklendi. Aslında Mevlânâ’yı fazla bilmezdi. Konya’da yaşamış bir zât-ı

muhteremdi. Bunu nereden duymuştu? Hatırlayamadı. Herkes ondan bahsettiğine göre önemli

biriydi. Hiçbir kitabını okumamış, bilgi sahibi olmamıştı. Aslında ne diyordu bilmiyordu.

Onun için bunlar da önemli değildi. Kendi tivitini fava atmakla yetindi. Feysbuk sayfasına

döndü. Üç beğeni, iki paylaşım, bir yorum vardı: “Ne gzl sylemiş” İlk başta okuduğunu

anlayamadı. Daha sonra sesli harfleri getirdi. Başını salladı. Yorumu beğendi. Telefonu eline

aldı. Resmi telefona attı. Daha çok paylaşım yapmalıydı. İçinden bir ses bunu istiyordu.

Paylaş diyordu. Paylaş ve keyfine bak. İnstagram adlı uygulamayı açtı. Resmi yükledi.

Göndermeden önce #mevlana #güzelsöz #anlamlı #cehennem #dünya gibi etiketler yaptı. Bu

sayede daha çok beğeni ve paylaşım alabilirdi. Gönder tuşuna bastı. Aynı saniye içinde

“mevlanasözleri” adlı bir kullanıcı resmi beğendi. Ardından yine kitaplarla ilgili bir sayfadan

beğeni gelmişti. İnstagram kullanıcılarını her zaman sevmişti. Tivitıra tekrar döndü. 5 RT, 3

Beğeni vardı. Gülümsedi. Zaten Tivitır’dan her zaman gereken ilgiyi almıştı. Bir de şu sosyal

olaylar, kazalar, şehitler olmasaydı. O zaman yalnız bu olaylarla ilgili tivit atıp takipçi

kazanıyordu. Doğru düzgün paylaşım yapamıyordu. Biraz bekledi. Tambılır adlı sosyal ağı

açtı. Bir iki gönderi beğendi. Feysbuk sekmesi üzerinde (5) yazıyordu. Demek beş yeni

bildirim daha vardı. Yaptığı resmi hemen Tambılır’a yükledi. Aynı etiketleri yazdı. Feysbuk

sekmesine tıkladı. İki yeni yorum 2 beğeni 1 paylaşım. Yorumlara tıkladı: “dğru”, “eğer

Allah’ı seviyorsan bu sayfayı da beğen” İkinci yoruma tıkladı sayfayı beğendi. Bu sayede

daha çok kişiye ulaşabilirdi. Takipçi için her şey yapılırdı. Çünkü dünyaya gelmenin tek

amacı buydu. Bu gidişle resmim tüm sitelerde yer alır diye düşündü. Resmin üstüne

adreslerini yazmakla iyi etmişti. Bu gidişle beş, altı ay içinde fenomenliğe adım atabilirdi.

Beş, altı ay çok göründü. Ya ölürsem diye düşündü. Sonra tedirginlik yerini rahat bir

gülümsemeye bıraktı. “Ben giderim, paylaşımlarım kalır, takipçilerim beni hatırlasın” Güzel

sözdü. Hemen paylaşmalıydı.

Page 9: Hezeyan Fanzin 5. Sayı

FatmaNur Aydın

Hezeyan Fanzin 5 9

Bu Maviyi İlk Özleyişimdir –II-

Tenimiz hızla çarpan havanın etkisiyle buz kesmiş, kalbimiz göğüs kafesimizi ağrıtacak kadar hızla

atıyor, onun kısa dalgalı saçları rüzgârın etkisiyle dalgalanırken benim uzun saçlarım yerçekimine meydan okurcasına gökyüzüne uzanıyordu. Gittikçe hızlanarak yere yaklaşıyorduk. Ya bu bir rüyaydı

uyanacaktım ya da derin bir uykuya dalacaktım. Hala korkmuyordum ama kalbim daha da hızlı

atmaya başlamıştı. O kadar donuklaşmıştım ki burada bir yerlerde duygu eksikliği olduğu kesindi.

Peki nasıl tarif ederdik düşmeyi? Bir büyük boşlukta bir çığlık kopmuş gibi. Çığlığı atan yokmuş da ses hâlâ çınlıyormuş gibi. Bir felaket manzarası görüp de gördüklerimize inanamayıp öylece hareketsiz

kalmış gibi. Dünya aniden bitmiş de bundan sonrası ölüm gibi. Bir avuç altın tozu rüzgârda savrulmuş

gibi.

Sonra birden yavaşlamaya başladık. Birden ama yumuşakça. Hava ılıktı, yumuşaktı. Okşar gibi, yerküreye meydan okur gibi. Bir çarpış gibi değildi atlayışımız. Bir tüy hafifliğinde yere dokunduk.

Ayaklarımız toprağa değdiğinde her şey çok sessizdi. Kalp atışlarımızdan başka bir şey

duyulmuyordu. Kahkaha atmak istiyorduk, o kadar güzeldi ki. Bağıra bağıra başardık demek

istiyorduk, düşüşümüz çok güzeldi.

Hava alacakaranlığındaydı şimdi. Şafak sökmek üzereydi. Karşımızda yüksek ağaçlarla ardı

görünmeyen bir orman duruyordu. Belli ki sırada bu ormanı geçmek vardı. Merak içinde ama az

önceki mutluluğumuzu gizlemeyerek ormana doğru yürüdük.

Ormana yaklaştıkça çiçeklerin kokusu ve kuş ötüşmeleri bizi adeta sarhoş ediyordu. Hangisi daha

baskındı; dünya üzerinde duyulabilecek en güzel sesler mi yoksa nefesimizi kesip aklımızı başımızdan alan bu muhteşem kokular mı? Ormana yaklaştıkça her şey daha da yoğunlaşıyordu; duyularımız,

duygularımız. Orman bizim için bir bilinmezlikten ibaretken bu sesler, bu kokular o kadar tanıdıktı ki.

İşte o an içimi garip bir his kapladı. Peki ya bu mavi gözlü delikanlı? O nasıl bu kadar tanıdıktı? Sanki

sesini daha önce defalarca duymuştum. En sevdiğim şarkıyı dinler gibi onun ağzından çıkan her harfi yakalamaya çalışmam bundandı demek. Belki alemlerin yaratıcısı ruhları bedenlere üflemeden

tanıyorduk birbirimizi ve dünyanın perdeli yaşantısı unutturmuştu. Belki de zaman ve mekandan önce

burada buluşmak üzere sözleşmiştik ve buraya bilerek gelmiştik; ortada tesadüf yoktu.

Ben bunları düşünürken ormanın içine kadar yürümüşüz. Mavi gözlü delikanlının heyecanlı sesiyle kendime geldim. "Farsça, Farsça konuşuyorlar! Bu kuşlar ötmüyor farsça konuşuyorlar. Cinci

haklıymış. Nasıl da etkileyici geliyor kulağa bülbüllerin ağzından Farsça kelimeler. Sence neyden

bahsediyorlardır? Bizi anlıyorlar mıdır? Konuşabildiklerine göre düşünebiliyorlar mıdır? İçgüdüsel mi konuşuyorlardır yoksa bizim gibi irade yetisine sahip midirler?" O kadar heyecanla soruyordu ki hiç

bölmedim, sadece gülümseyerek dinlemeyle yetindim.

Biraz etrafı inceleyerek biraz da bülbüllerin konuşmalarını anlamasak da dinleyerek iyice ortalamıştık

ormanı. Yakınlarda bir yerlerde güzel bir ırmak olmalıydı, sesinden anlaşılıyordu. Etrafta güzel

çiçekler vardı, kokularından kendimizi alamıyorduk. Sonra tam adımımızı atacağımız yerde bir bülbülle göz göze geldik. Biz de o da dona kaldı. Birkaç saniye birbirimizle karşılaşmanın

şaşkınlığıyla durduktan sonra mavi gözlü delikanlı sessizliği bozdu. "Pardon, isminiz nedir? Ne

dediğimi anlayabiliyor musunuz?" Ama bülbül korkmuşçasına koşarak kaçtı. Sanki boz tüylü kanatlarıyla hiç uçmamışçasına kaçtı. Ne olduğunu ve neden olduğunu anlamadık. Onlardan biriyle

konuşmayı çok isterdim. Ya da en azından onlar kendi aralarında konuşurken neyden bahsettiklerini

anlayabilseydim.

Bu orman ikimizi de çok yormuştu. Ben kafamdaki sorulardan yorulmuştum, mavi gözlü delikanlıysa merakından yorulmuştu. Ama son bir sorusu daha vardı öğrenmeden rahat edemeyeceği. “Neyin var?

Neden bu kadar durgunlaştın?"

"Ah..." dedim sustum.

"Zaman..." dedim sustum.

Page 10: Hezeyan Fanzin 5. Sayı

FatmaNur Aydın

Hezeyan Fanzin 5 10

Konuşkan biri olmama rağmen her şeyi anlatmayı sevmem. Bazı şeyler bir başkasına namahremdir.

Anlatmadım ben de. O da üstelemedi. İyi ki...

İlerledikçe gördük ki ormanı geçiyorduk, sonuna geliyorduk. Peki buradan sonra ne vardı? Yeni bir

kapı, yeni bir sınav, yeni bir macera?.. Ormanın sonuna geldiğimizde gördük ki bir mağara tüm gizemiyle bizi bekliyordu. Etrafta madem başka hiçbir şey yoktu, yapılacak en mantıklı şey mağaradan

ilerlemekti.

Artık bütün renkler griydi. Az önceki muhteşem kokulardan geriye sadece nemli, küflü taş kokuları

kalmıştı. Duyduklarımızsa sadece sarkıt oluşturmakla meşgul su tanelerinin damlayışlarıydı. Etraf karanlık değildi, loştu. Attığımız her adımı, geçtiğimiz her yeri gayet net seçebiliyorduk. Burayı

aydınlatan bir kaynak olmalı diye düşünürken çok geçmeden ışığa gelmiştik. Gözlerimiz kamaşıyordu

şimdi.

Bir falcı. Evet bir falcı vardı şimdi tam karşımızda ve gözümüzü kamaştıran, her yeri aydınlatan onun küresiydi. Ancak gözlerimiz ışığa alışınca fark edebildik falcının mor renkli tenini, mavi dudaklarını

ve boynundaki turuncu renkli lekeyi. "Turuncu renkli leke..." diye geçirirken içimden beklemediğim

bir anda falcının bal sarısı renginde gözleri bana dikildi ve "leke değil, yara." diyiverdi.

Cinciden sonra korkutmuyordu artık zihnimin böylesine talan edilmesi. Sadece rahatsız ediyordu. Beni korkutan onun bal sarısı gözlerindeki boş derinlikti. Hiçbir şey yoktu sanki, hiçbir şeye bakmıyor

gibiydi. İrkilerek mavi gözlü delikanlının koluna yapıştım bir güven duygusu hissetmek için. Mavi

gözlü delikanlı elini elimin üstüne koydu bana korkmamamı öğütlercesine. Ürkekçe ilerledik bu

vaziyette. Falcının bakışları hala üzerimizdeydi. Küresini kondurduğu masaya doğru gidip karşısındaki sandalyelere oturduk. Falcının küresinde mavi gözlü delikanlının yüzü vardı şimdi. Yavaş yavaş soldu

yüzü, gözleri doldu ve başı öne eğildi küredeki yansımanın. Başını yukarı kaldırıp tam bir şey

söyleyeceği sırada bir buhar olup kayboldu cam kürede.

Mavi gözlü delikanlının hayatını izliyorduk şimdi de baştan sona. Tuhaf bir şeyler vardı ama. Mavi gözlü delikanlının gözlerinde korku, acı; falcının gözlerindeyse sinsi bir gülüş vardı. Onun acı

çekmesinden mutlu olur gibi her anını dikkatle gözlemliyor ve onun korkularından haz duyuyordu.

İşte beni şu ana kadar en çok bu korkutmuştu.

Mavi gözlü çocuk benim duyamadığım bir şeyler duyuyor olmalıydı ki kulaklarını çaresizce elleriyle kapatıp masadan koşarak kalktı ve kürenin ışığının ulaşamayacağı bir yere çöktü. Neredeyse

ağlayacaktı, belki de ağlıyordu. Ne yapacağımı bilemez halde mavi gözlü delikanlıyı izliyordum.

Onun bu acısı benim bile canımı yakmıştı. Gözlerimi ondan ayırıp falcıya çevirdiğimde sanki falcının

o dipsiz, bal sarısı gözlerinin içinde boşluğa düşer gibi hissettim.

Kürede aksini görme sırası bendeydi şimdi. Gözlerimde gölge vardı. Niye bu kadar üzgündüm?

Küredeki ben ne hissediyorsa ben de onu hissediyordum. Boğazım düğümlendi, kalbim sıkıştı ve

bütün kaslarımın kasıldığını hissetim. Falcı şimdi dünyadaki en çirkin sesle kahkahalar atıyor ve bu

halimizle eğleniyordu. Allah'ım ne acı. Küredeki üzgün ben yanaklarında gözyaşları süzülürken bir sigara dumanı kadar aciz bir şekilde kayboldu.

Kürede hatırladığım ilk andan itibaren başıma gelen ne kadar kötü şey varsa görünmeye başladı.

Kavgalar geldi önce tüm çıplaklığıyla, bağrışlar. Canımı yakan ne varsa tekrar duydum bir bir. Falcı

özellikle unutmak istediğimiz ne varsa kazıyordu her bir zerremize. Acizliklerim vardı sırada, utançlarım... Yüzümü kızartan, herkesten gizlediklerimi bu hadsiz falcı turkuvaz rengi dudaklarından

salyalar akıtarak izliyordu. Yalnızlıklarım vuruldu yüzüme çat diye. Köşeye sıkışmalarım, çaresiz

kalmalarım, tek başıma mücadelelerim. Hepsi neyse de, ölümlerdeydi şimdi sıra. Ağlayışlar, çığlıklar, feryatlar, bir daha göremeyecek olmanın bilinciyle bastıran hasretler. Boğazım düğümlendi, nefes

almak bile işkenceye dönüştü. Acıdan yutkunamamak neymiş onu öğrendim.

Peki nasıl tarif ederdik ölmeyi? Susmak gibi. İçimizde bir yerlerde haykırışlar kulakları deliyor da

dışımızda yaprak kımıldamıyor gibi. Açık denizlerde fırtınalar kopuyor da kıyılar sütliman gibi.

Hatırlamak gibi. En saf halinle kendini görüyormuşçasına, yalansız hatırlamak gibi. Yaşamak 'ağızda bir tutam sakız', uzadıkça uzuyorken ölüm anlık, hatıra gibi. Amenna ve saddakna, bir son değil

Page 11: Hezeyan Fanzin 5. Sayı

FatmaNur Aydın

Hezeyan Fanzin 5 11

başlangıç gibi. Dünya aniden bitmiş de buradan sonrası gerçek gibi. Bir avuç altın tozu rüzgârda

savrulmuş gibi.

Ben mavi gözlü delikanlı kadar cesur değildim, güçlü hiç değildim. Dizlerimin bağı çözüldü.

Kalkamadım masadan. Onun bana acı çektirmesine izin verecek kadar acizdim. Ağlamaya başladım. Sanki hayatımın kalanını ağlayarak geçirecekmişim gibi nefes almadan ağlıyordum. Benim her

gözyaşım birer kıvılcım oldu düşerken yere. Sonra gözyaşlarım masa örtüsünü tutuşturdu, halıyı ve

falcının çul gibi uzanan siyah eskimiş eteklerini de. Ben olanlara şaşkınlığımdan hareketsiz kalmış bir haldeyken mavi gözlü delikanlının elini omzumda hissetim, verdiği güven hissini de. Kendime getirdi

beni bu sıcaklığı omzumdan kalbime sinen duygu.

Ayağa kalktık, burada çok bile kalmıştık. Falcı belki hayatında ilk kez korkmuştu. Bir kabulleniş gibi

çıkan yangını söndürmek için hiç çaba sarf etmedi. Sadece izledi. O boş, dipsiz, bal sarısı gözleriyle izledi. Koşar adımlarla uzaklaşmaya başladığımızda nedensiz durup arkama döndüm. Eteği yanmış ve

mor bacakları açığa çıkmıştı. Bacaklarının üzerinde pek çok turuncu leke, yara vardı. O an, sadece bir

saniyeliğine merak ettim falcının hikayesini. Ağlıyordu. "Gözlerimle gördüm, gözyaşları maviydi".

Alevlerin sıcağı yüzüme vurunca artık gitme vaktinin geldiğini anladım ve mavi gözlü delikanlıyla

yeniden serin hissedene kadar koştuk. Mağaranın derinliklerine gelmiş olacaktık ki etraf tekrar karardı, soğudu ve damla seslerini yine duyar olduk. Ayak seslerimiz bile yankılanıyordu bu git gide soğuyan

taş duvarlar arasında. Biraz daha böyle devam edersek klostrofobi olmaktan korktum bir an. Hiç

çıkamayacakmışım gibiydi bu eski kitaplara yakışacak mekandan. Zaman zaten kendine yeni yollar çizmiş, tek düzeliğinden sıyrılmış, hoyratça üzerimize geliyordu. Tam korkudan paniğe kapılıp

dizlerimin üstüne düşecekken karşıda bize bakan yaşlı bir adam gördük.

"O da bizim gibi bu yolu mu deniyor?" dedim gülümseyerek mavi gözlü delikanlıya. "Ama yanlış

geldik baksana, yol bitti. Karşısı duvar". Mavi gözlü delikanlı bir süre sustuktan sonra korkudan ve bu kadar maceradan çatlamış dudaklarıyla ama kafasını bana çevirmeden sözüne başladı: "yolun sonu

değil, başı; o da ziyaretçi değil, ev sahibi". Hayırdı. Yine sırada ne vardı.

Yaklaştıkça nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde yaşlı adam git gide bir ejderhaya dönüşüyordu.

Yanına geldiğimizde sadece bir parmağı kadardı boyumuz. O kadar devasa bir ejderhaya dönüşmüştü ki tüm masal anlatıcılarına taş çıkartır cinsten. Mağara griliğini ejderhanın kurşuni, keskin, donuk

derisinden mi alıyordu yoksa mağara bu kadar karanlık olduğu için mi cansızdı ejderhanın kaygan

derisi?

Ejderha... Pek çok inanışa göre bilge olan ejderha... Gözlerinin kırmızı olduğunu fark edince son

göreceğim şeyin onun gözleri olacağını sandığım ejderha...

Kırmızı gözleri, gri pullu derisi, bir yarasanınki kadar ince ama o koca cüsseyi taşıyabileceği aşikar

damarlı kanatları, uzun tırnaklı pençeleri ve tıslayan diliyle fantastik filmleri aratmıyordu karşımızda

duran. Uzun, bol eklemli, yaşlı boynu göz hizamıza kadar indi ve ıslak, pütürlü, çirkin pembe dilini

çıkarıp önümüzde bir tur attırdı. Bir lokmada yutmaya niyetlense son nefesimizi verecek zamanımız olmazdı. Ama bizi ağzına atmaya tenezzül bile etmiyor gibi bir hali vardı.

"Burası hikayenin sonuç bölümü, birazdan bu paragrafın ilk cümleleri olacağız" dedi mavi gözlü

delikanlı kulağıma eğilip. Belli ki cincinin bahsettiği soru kısmına gelmiştik. Ya bitecekti bu rüya yada

sıkışıp kalacaktık bu 'kırmızı zaman'ın oyunları arasına.

Konuşmaya başladığında bir an önce bitsin istedim bu fasıl. Sesi o kadar kulak tırmalayıcıydı ki kör bıçaklarla etimi kesseler daha az acı hissederdim. Bize toprak ve ateş üzerine bir hikaye anlattı önce.

Toprağın aslında ateşi söndürmediğini, onu koruduğunu, kavradığını söyledi. "Toprak ve ateş tıpkı

vücut ve yaşam gibidir." diye ekledi cümlelerinin arasına.

Biz esas duruşta ejderhanın hikayesinin bitmesini beklerken bizim hikayemizin nereye gittiğini merak etmeye başladık. Ejderha bu kadar korkunç görüntüsü ve sesi olmasa hoşsohbete benziyordu. Şaşırtıcı

tezatlık.

Page 12: Hezeyan Fanzin 5. Sayı

FatmaNur Aydın

Hezeyan Fanzin 5 12

Hikayesini bitirdikten sonra biraz duraksadı, derin derin nefes aldı ejderha. Sonra ağzından kelimeler

dökülmeye başladı. Bunca zamandır beklediğimiz soruyu sordu: "Buraya nasıl geldiniz?"

Şaşkınlıktan ağzımın açıldığını, kaşlarımın kalktığını ve yüzümün tüm kaslarının gerildiğini hissettim.

Ağır çekimde başımı mavi gözlü delikanlıya doğru çevirdiğimde onda da tanıdık bir ifade gördüm. Bu soru nasıl bu kadar sadeydi? Ne cevap vermeliydi doğruyu bulmak için? Sonra tekrar hatırladım

cinciyi. "Doğru cevabı vermek değil, inandığın cevabı vermek" demişti. Öyleyse soru çok basitti.

Kelime oyunları, gizli cevaplar, bilmeceler ya da afili sözcüklere gerek yoktu.

Derin bir nefes alıp en kendimden emin ses tonumu takınmaya çalıştım. Yaşadıklarım sesimi sabit tutmama engel oldu. Heyecandan titriyordum, sesim de titriyordu.

"Buraya nasıl geldiniz?"

"Hayal ettik."

Ejderha cevabıma gülümsedi, evet ejderha gülümsemişti. Mavi gözlü delikanlı da gülümsedi.

Gözlerinde sonsuz gökyüzleri vardı şimdi. Ejderha cevabımı beğenmiş olacak ki tekrar insana

dönüştü. Bu sefer boyu belimi ancak geçen, siyah saçlı, beyaz tenli, sevimli bir erkek çocuğuydu karşımızda gördüğümüz.

Hiçbir şey söylemeden yüzünü taş duvara çevirdi, eliyle ilerlememizi işaret etti. Biz yürüdükçe

yuvarlak bir parça kayadan ayrıldı ve sağa doğru kaymaya başladı. Maviydi ilk gördüğümüz. "Burası

gölün dibi, yukarı doğru yüzmelisiniz" dedi küçük erkek çocuğu. Anlamıyordum nasıl oluyordu da su mağaranın içine taşmıyordu? Cam bir yüzeyle ayrılmış gibiydi. Dokundum anlamak için. Hava

gibiydi. Hemen buradaydı, hissedilebiliyorduk ama hiç yokmuşçasına bir resimmişçesine hareketsizdi.

yerçekimi sanki yeryüzüne paraleldi.

Artık yorulmuştum, yorulmuştuk. Bu serüven bitsin istiyordum, bu masa bir nokta konsun. Suya adımımı atmak için yeltendiğimde mavi gözlü delikanlı durdurdu beni.

"Bak" dedi, "suya girdikten sonra hiç durmadan yukarı doğru yüzeceksin, korkmadan. Suyun yüzüne

çıktığında sakın beni aramakla oyalanma. Suyun yüzü ikimiz içinde farklı sabahlara çıkıyor. Başka

zaman dilimlerinde alacağız soluklarımızı. Belki başka evrenlerde. Bir daha birbirimizi görmeyiz,

belki ben bir bankta yaşlılığıma kaldığım yerden devam ederim. Beni sakın unutma."

Ve ben daha bir şey söylemeden suya girdi. Nasıl olurdu? Daha ona soracağım o kadar şey varken,

nasıl bu kadar bencilce bir şey yapıp önden gidebilirdi?

Kafamda soru işaretlerim, omuzlarımda tüm yüküyle merakım bıraktım ben de kendimi suya. Şimdi

her yer maviydi. Derin mavi. Sonsuz mavi. Burası bir gölden çok bir okyanus dibi gibiydi, o kadar

büyük, o kadar mavi. Çocuğun dediğinin aksine yukarı doğru yüzmemize gerek yoktu, su zaten kaldırıyordu bedenimi yukarı. Yükselirken hala mavi gözlü delikanlıyı tekrar görme umutları

yeşerttim içimde.

Su yüzüne çıkınca hayat bıraktığım yerden devam ediyordu. Saatime baktım, 1 saat geçmişti sadece.

Güneş hala tazeydi. Etrafıma bakındım ama kimseyi göremedim, yoktu mavi gözlü delikanlı. Peki ya neydi bunların hepsi? Bir rüyamı? Hayır, üstüm ıslaktı. Gülümsedim ben de. Geriye kalan tek gerçek

şeyi yaptım, gülümsedim.

Konarıdaydım artık. Dünyanın en güzel turkuvazı işte burada, karşımda duruyordu. Elim sırt çantama

gitti. Fotoğraf makinemi aldım elime içgüdüsel. Çantamı açtığımda müzik çalarımın kendiliğinden açıldığını ve bir şarkı çaldığını duydum. Şarkı "Dream on"du. Tüm gerçek sözleriyle çalıyordu. İşte

mavi gözlü delikanlıyı ilk kez o zaman özledim.

Page 13: Hezeyan Fanzin 5. Sayı

Ceyda Kömürcü

Hezeyan Fanzin 5 13

Gelenek ve Modernlik Kavşağında Bahaeddin Özkişi

Her yeni geçen gün Türk edebiyatında

yeni isimler parlar iken edebiyatımızdan geçmiş

ancak yaşarken kıymeti bilinmemiş pek çok

ismin de var olduğunu görüyoruz. Son

zamanlarda Oğuz Atay ve Ahmet Hamdi

Tanpınar hakkında incelemeler yapılması adeta

yeniden bir ‘keşfediş’ durumuna getirilmesiyle

hayatlarını kaybetmiş yazar ve şairlerin

kıymetleri ön plana çıkarılmaya başlanıyor.

Bu isimlerden biri de Bahaeddin Özkişi.

Bu yazımızda elimizden geldiğince cevheri

bilinmemiş yazarımızı tanıtmaya çalışacağız.

Bahaeddin Özkişi, 1928 yılında İstanbul’un Fatih semtinde doğar. Babası Manisa’nın

Demirci ilçesinin Nakşi şeyhlerinden Hacı Halit Efendi’nin oğlu Ömer Lütfi Efendidir.

İlkokulu 20.yıl İlkokulunda, ortaokulu Karagümrük Ortaokulu’nda okur ve daha sonra

Sultanahmet Sanat Enstitüsüne devam eder. Enstitüyü bitirdikten sonra Haliç Tersanesinde

ustabaşı olur. Yeşilköy Hava alanında çalışır bundan sonra İTÜ’de Makine Kaynak

Fakültesi’nde kaynak atölye şefi gibi görevler aldıktan sonra iki yıl Almanya’da yaşar ve

orada kaynak öğretmenliğini bitirerek ihtisas yapar. Yurda döndükten sonra Devlet

Havayollarında makinist ve ölümüne kadar da İTÜ’de kaynak öğretmeni olarak çalışır.

Usta ve öğretmen olmasının yanı sıra tezhip dersleriyle de yakından ilgili olan Özkişi,

Süheyl Ünver’den tezhip dersleri alır.

1959'da "Bir Çınar Vardı" adlı kitapçıkta otuz hikayesini bir araya toplar. 1960–1969

yılları arasında yazdığı hikayeleri kitap halinde bastırmaz. Akbaba dergisinde mizah öyküleri

yayınlanır (1960–1965). 1969 yılında da evlenir.

1970–1971 yılları arasında “Köse Kadı, Uçtaki Adam, Sokakta” romanlarını yayınlar.

Hikayeleri ise ölümünden sonra Göç Zamanı adıyla basılır ve bu eser Türkiye Milli Kültür

Vakfı ödülüne layık görülür1 10 Kasım 1975 yılında hayata gözlerini yumar.

Böylesine teknik anlamda bir hayat geçiren Özkişi asla yazma hevesini kaybetmez.

Yeşilköy havaalanında çalıştığı zamanlarda Ahmet Hamdi Tanpınar ile tanışır, onun

sohbetlerine katılır. Tanpınar’ın, Özkişi için “Yazmaya devam et sen on Sait Faik edersin”

sözü onu yazmaya daha da cesaretlendirir.

Hikayelerini genel olarak durum hikayesi tarzında kaleme alır. Durum hikayesinin

yapısından ötürü; eylemler azdır, zaman, mekan ve iç dünya tasvirlerini iyi bir şekilde

anlatmıştır. Özellikle iç monolog, iç diyalog ve bilinç akışı tekniğini hikayelerinde yoğun bir

şekilde kullanır. Vakaları meydana getirirken iç dünyalarını kullanır. Sorgulamalar ile birlikte

bireyde çatışma yaratan zaman zaman Freud’un Oidipus kompleksi kavramını hikayelerine

işler.

Toplumsal vakalarda kimlik vurgusunu ön planda tutan Özkişi bütün eserlerinde

gelenek özelliklerine değinir. İnsanların geleneksel kimliklerinden yola çıkarak yazdığı

Sokakta romanı bir sokağın içinde yaşayan farklı yapılardaki insanların bir arada olmasıyla

meydana gelen olayları anlatır. Bu sokakta meydana gelen olayları inceler insanların inanç

sistemlerine de eğilir, Hakikat kavramı onun için önemli bir kavram olur. Belli bir kesme göre

muhafazakar sayılabilecek özelliklere sahip olan yazar bu romanda ‘toplumda ayıp’

kavramını ele alır.

1 Çeşitli internet sayfalarından biyografisi hakkında alınan yazılar.

Page 14: Hezeyan Fanzin 5. Sayı

Ceyda Kömürcü

Hezeyan Fanzin 5 14

İnanç sistemini ele aldığı kadar metafizik sorgulamalarda da bulunur. Göç Zamanı adlı

öyküsünde yer alan

“Siz hiç sabaha karşı çağıran bir ses duydunuz mu? Bir ney ahengine bürünmüş bir ses? Bir

adam gördünüz mü, elini şakağına dayamış bir Müdâni, ‘Göç zamanıdır’ diye haykıran?”

cümlesi ölüm kavramının sembolleştirme yoluyla anlatılmasına, ayrıca Mevlana’da geçen

‘ney’ metaforuna da değinilmesini işler.

Yazarın eserleri İslam’ın boş bıraktığı psikolojik alanı doldurur.2 Onun başlattığı bu

çizgi genç yaşta vefatı ile yarım kalır, bu edebiyatımızda önemli bir alana imza atacak

cevherin sönmesi olacaktır.

Eşyaları simgeleştirme tekniğiyle Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tekniğine yaklaşır.

Tanpınar’ın sohbetlerine katılmasıyla Tanpınar’ın etkilendiği isimlere ve kendisine de vakıf

olur. Özellikle Tanpınar’ın edebiyat yolculuğunda büyük önem arz eden Reiner Maria Rilke,

Özkişi’de ilginç bir vaka olarak ortaya çıkar. Rilke’nin bir beyefendi olduğunu öğrendikten

sonra Rilke’nin Dişiliği Hakkında adlı bir hikaye yazar3

“….Ben içten bir beğenişle, bayılıyorum kadına demiştim. Aman Rabbim nasıl bütünümle

Rilke’nin kadın olduğuna inanmıştım. Yazılarını hep bu açıdan okumuş, bu yönden

değerlendirmiştim. O, tane tane ve kendine has tok sözlülüğü ile Rilke mi kadın? demişti.

Hayır o erkektir. Ben şaşkın, ama isimlerinden biri Maria diye ısrar etmiştim. Direnmemi

mânâsız bulmuş ve omuzlarını silkmişti.” cümleleri onun bu durumu hikâyeleştirecek kadar

önemli olduğunu gösterir.

Hikaye adlarında yer alan İnsanlar ve Saatler, Palto gibi isimler onun yakinen tanıdığı

Ahmet Hamdi Tanpınar ve Avrupa’ya gidip öğrendiği Edgar Allan Poe ve Gogol gibi

isimlerin kendisi üzerindeki etkisini gösterir.

Köse Kadı ve devamı olan Uçtaki Adam romanlarında ise geleneksel ve milli kültüre

önem verdiğini belirtir. Köse Kadı da Osmanlı İmparatorluğunun yükseliş devrinde yapılan

savaşı anlatır. Türk-Macar ilişkilerini anlatırken eylemlerden öte Köse Kadı karakteri

üzerinden soyluluk, asalet gibi kavramlara değinir. Aynı şekilde bu romanın devamı olarak

yazılan Uçtaki Adam romanında ise Belgrad Kalesi’nde kaybolan Köse Kadı ve onun

çevresindeki yiğit Osmanlı askerlerini anlatılır.

Yaşadığı kısa süreli hayatı boyunca çığır açacak nitelikte eserler veren Bahaeddin Özkişi’yi

Avrupa’yı gözleriyle görmüş ve yetiştirildiği doğu kültürüyle bunları harmanlayıp iç dünyayı

esas alarak yazdığı eserlerle edebiyatımızda ‘keşfedemeden kaybettiğimiz dev’ olarak

nitelendirilebiliriz.*

2 ‘Bahaeddin Özkişi ve Mesele Etrafındaki Altı Hikâyesi; Cüneyt Issı’ 3 Göç Zamanı, Ötüken Yayınları, 3.Basım, 1975, syf.33

* Bu yazıyı yazmamda araştırmaları ile bana ışık olan Doç. Dr. Ahmet Cüneyt Issı hocama teşekkür ederim.

Page 15: Hezeyan Fanzin 5. Sayı

Naciye Dalgıç

Hezeyan Fanzin 5 15

Bir Şeyler Eksik

Kapıyı çalmazdım hiç.. Hiç zile basmadım, yanlışlıkla dahi olsa… Sevmezdi kapının

çalınmasını. Perihan Teyzeye göre kapıyı çalmak: yabancı olmaktı. O ise yabancı görmezdi

kimseyi.

Anahtarım vardı, usulca açardım kapıyı. Sallanan sandalyesinde oturup, dizlerinin

üstüne yamalı hırkasını örterdi. Hırkasının rengi gri gibiydi, yaması da kıpkırmızı bir kumaş

parçasıydı. Bir de radyodan çalan parçalara bildiği kadar eşlik ederdi.. Sonra beni görürdü

sanki yıllarca görüşmemişiz gibi halbuki her akşam görüşürdük, uğrardım yanına. Gözlerinin

içi güler, cevabını bildiği soruları tekrar tekrar sorardı, bense ilk defa duymuş edasıyla

cevaplardım; pek memnun olurdu… Anlardım tebessümünden. Çay demleyip dizinin dibine

sokulurdum; kedi misali. Saçlarımı okşardı, pamuk gibi elleriyle ve sonra ‘’eskiden….’’ diye

başlayan, leylak kokan cümlelerine. Her kelamı gönlüme ferahlık katardı. Çok severdi

sobanın üzerinde ısınan ekmeği ılık çayına banmayı. Bandırır bandırır yerdi………

Page 16: Hezeyan Fanzin 5. Sayı

Naciye Dalgıç

Hezeyan Fanzin 5 16

Bazen saatlerce susardık, konuşmazdık. İkimizde bir köşede.. Sonsuza kadar

sürecekmiş gibi olan suskunluğumuzu bana seslenişi bozardı. ‘’ Bugün çok sustuk, sıkıldım,

bunaldım, nefes alamaz hale geldim..bir şeyler mırıldan bir şeyler… ‘’ derdi. Mırıldanırdım

mırıldanır..

Onda görüyordum şiirin hikayeye dönüşmüş halini; kaosun, sevincin, dinginliğin,

hüznün, rutinliğin, gergef gibi olan hayatın dantelleşmesini… Her bir anı ayrı bir motif,

özenle işlenmiş.

Perihan Teyze ve ben… Aramızda bir hakikat vardı ve bir hakikatten geçiyorduk.

Dünya hayatında yolları kesiştiren ALLAH’ a hamdolsun.

Hayatımız her an başkalarının hayatlarına ekleniyor ya da başkalarının hayatından

çıkıyor. Keşke şimdi yanımda olsa dediğimiz insanlar oluyor… Bunca yıl kendimizi oradan

oraya taşıyıp duruyoruz. Dümdüz giden yol, dallanıp budaklanıyor.. Ve bizim gibilerin

yüreğinde hep fazladan bir tabure olur. Bir gün biri gelir ve oturur..oturur..oturur. Mühim olan

ise; Peygamberî duruşa sahip sevenlerimizin olmasıdır.

Dua etmeye devam edelim

Page 17: Hezeyan Fanzin 5. Sayı

Yusuf Hˇāce

Hezeyan Fanzin 5 17

ABDALLIK VE NEŞET ERTAŞ

Anadolu’muzun bu kültürel mirasını genç nesillere anlatmak hepimizin görevidir. Bu

görevi yerine getirebilirsem ne mutlu bana. Yazıyı okurken Neşet Ertaş’ın “Dertli Yoldaş”

türküsünü dinlerseniz, demek istediklerim daha iyi anlaşılacaktır.

“Ey garip gönüllüm dertli yoldaşım

Niye belli değil, baharın kışın

Var mıdır sormazlar ekmeğin aşın”

“Abdal” sözcüğü ile ilk ilgilenen aydınımız Fuat Köprülü olmuştur. Fuat Köprülü

sayesinde “abdal” nedir, “abdallık” nedir öğrenmeye başlamışız. “Abdal” sözcüğü “b-d-l”

harflerinden türemiş, “bedel” anlamından gelen bir sözcüktür. XIV. yüzyılda İran’da “derviş”

anlamında kullanıldığı görülmektedir. XV. yüzyılda ise “meczup, divane” anlamlarını

kazanmıştır. XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda ise “serseri” ve “dilenci derviş” anlamlarındadır

(Köprülü 1988:61).

Türkler arasında da XIV.yüzyıldan itibaren “abdallar” görülmeye başlar. “Abdallar”,

daha çok Alevi-Türkmenler arasında yaygındır. Bugün de bu gelenek devam etmektedir.

“Abdal”, bizde “kendi varlığından vazgeçmiş, nefsini öldürmüş, dünyaya önem vermeyen”

insandır. Bunun için, Osmanlı Devleti’nde “abdallar”, yırtık giysiler giyer, bazen yarı çıplak

şekilde gezer, insanlardan aç kalmayacak şekilde ekmek ve para dilenirlermiş. Sonradan

çığrından çıkan abdallar da olmuş. Para versinler diye saatlerce adamın başında bekleyenler

de çıkmış aralarından. Ama özlerini kaybetmemişler. İnsanların, kendilerini kınaması, aslında

onların nefislerini öldürmek için istedikleri bir durumdur.

Anadolu’nun Türkleşmesinde önemli roller oynadıkları gibi, Selçuklu zamanında

Baba İshak’a katılıp Babailik isyanında da rol almışlardır. İsyancı oldukları kadar

vatanseverdirler. Anadolu abdalları, Osmanlı Devleti’nin başlangıcında gaziler, ahîler ve

Anadolu Bacılarından sonra büyük hizmetler gören dördüncü zümredir (Köprülü: 1988:61).

Malda mülkte gözleri yoktur.

“Kim onun hâlini sormuş demezler

Cahilin gözünde hormuş demezler

Gariplere kim iş vermiş demezler”

XIV. yüzyılda “abdallık” Anadolu’da başlar demiştik. Aslında, XIV.yüzyılın en ünlü

isimleri de birer “abdal” olarak nitelense yeridir. Örneğin; Yunus Emre, Âşık Paşa, Ahi

Evrân. Yunus Emre’nin şu mısrası, yukarıdaki mısralara benzemektedir: “Bir garip ölmüş

diyeler /Üç gün sonra duyalar/ Soğuk su ile yuyalar/ Şöyle garip bencileyin”.

İç Anadolu, ana mekândır. Kırşehir, Yozgat, Çankırı, Ankara, Denizli, Dinar, Sivas,

Amasya, Çorum, Osmancık, Merzifon, Konya, “abdallar” için önemli mekanlardır (Köprülü

1988:62). Hâlen varlıklarını buralarda sürdürürler. Gözlerden uzak yaşamayı sevdikleri için

midir, bilinmez, yaban olarak karşılanırlar kendi özyurtlarında. Aslında, Orta Asya’da gelen

derviş ruhlu kimselerdir. Günümüzde yazın köy düğünlerinde çalgılarını çalarlar, bu çalgılar

genellikle davul, zurna ve sazlarıdır. Kışın ise işsizlik nedeniyle Ege’ye gider ve “hurdacılık,

işportacılık” gibi çeşitli işlerle geçimlerini sağlarlar. Kent halkının “varoş” diye adlandırdığı

yerlerde aileleriyle bir göz odada yaşarlar. Buna rağmen, gözlerindeki o mutluluk ve yaşama

sevinci kaybolmaz. Kimse de onlara iyi gözle bakmaz. “Çingene” diye isim takarlar. “Gel

yanımda çalış” diyen kimse de bulunmaz. Onlara göre bunlar hırsızdır, arsızdır, ayyaştır.

Günümüzde yok olup gitmektedirler ve kimse değerlerini hâlâ anlamamaktadır.

Page 18: Hezeyan Fanzin 5. Sayı

Yusuf Hˇāce

Hezeyan Fanzin 5 18

“Sen de bir insansın insanlar gibi

Haksız kazancınan sürmedin demi

İnsanlığın kuralları böyle mi?”

Günümüz modern toplumunun taptığı para ve mabedi bankadır. Ölene dek çalışmayı

sürdürürler. Neden? Daha çok para kazanmak için. Bunun için de her yol mubahtır. Kendileri

bu duruma uygun bir söz söylerler: “Savaşta her yol mubahtır”. Etrafında yoksul, evsiz, yetim

görse dayanamazlar. Dışlamaya çalışırlar. “Abdallar”ı da dışladılar her yerden. Neşet Ertaş ve

babası Muharrem Ertaş, Hacı Taşan, Çekiç Ali de kovuldu bu yüzden. Neşet Ertaş, TRT’ye

ilk çıktığı zamanlarda kendisine “mahallî sanatçı” ünvanı verdi. Niye? Okuma yazması az,

konuşması kaba, kıyafeti uygun olmadığı için. Aynen Âşık Veysel’e yaptıkları gibi.

Kenttekiler kendilerine sunulan imkânların, her yerde herkese sunulduğunu sandılar.

Kendilerinden farklı birini görünce önce şaşırdılar, sonra “bize benzemiyorsun” diye

aşağılamaya çalıştılar. Günümüzde, bir türkü TV’de bir dizide söylendiği zaman, hemen telif

davası açılıyor, varisleri bu parayla geçimini sağlıyor. Neşet Ertaş’ın türküleri onlarca şarkıcı

tarafından seslendirildi ve Neşet Ertaş, büyük bir olgunlukla bundan maddi gelir sağlamadı.

Sağlasaydı, çok zengin olur, saray tipi evlerde yaşardı. Daha çok değer görürdü. Ama bunu

yapmadı. Çoğu yazdığı türkü hâlâ “anonim” diye geçmektedir. Yani, kendi eserini halka mal

etmiştir. Diyecek söz yok. İşte, bu yüzden büyükler ve böyle anılmayı sonuna dek hak

etmekteler.

“O Hakk’ı tanımaz kul kandıranlar

İnsanlığın gıymatını ne anlar

O Hakk’ı tanımaz kul kandıranlar

İnsanlığın ne olduğunu ne anlar”

Tasavvufî bir sözdür: “Kendini bilen Rabbini bilir”. Öncelikle kendimizi tanımalıyız

ki Hakk’ı tanıyalım. İnsanları kandıran, onların malını parasını çalan kişilerin ibadeti de kabul

olunmaz. Cenneti kazanmak uğruna hileler yapılmaz. Allah, kandırılmaya çalışılmaz. XVII.

yüzyılın ünlü şairi Yûsuf Nâbî, bir gazelinde şöyle demektedir: “Vermezdi kimse kimseye nân

minnet olmasa/ Bir maslahat görülmez idi rüşvet olmasa”. İnsanlığın ne olduğunu bu

özellikteki kişiler bilemez. Onlar için her insanın ayrı bir değeri vardır. Yunus Emre gibi “72

millete tek gözle” bakamazlar. Onlar için “abdallar” da öyledir. Kara kuru insanlardır, paraları

yoktur, çalgıcılardır. Sesi olmayanlara “sanatçı” ünvanı verilirken, sazı konuşturan insana

“çalgıcı” gözüyle bakarlar. Ufak bir festival, karpuz, çilek, kiraz vs. festivalinde bile o

magazinsel figürlere milyonlarca para akıtırken, “abdallar”ın o güzelim nağmelerini

dinletmeye çalışmazlar. “Cıstak cıstak” müzik onlar için inleyen bir sazın telinden daha

değerlidir. “Abdallar”, sanatlarını icra edecek bir ortama alınmazlar. TV’lerde bayramlarda ve

özel günlerde halka hoş vakit geçirecek unsurlardır. “Türkü türkü Türkiyem” gibi

programlarda da “hadi gelmişken gösterelim, eğlenelim” denilen sanatçılardır. Üniversite

şenliklerinde bile gençlere gösterilmez. En değme DJ bile, şarkıda ne kadar oynama yaparsa

yapsın, Neşet Ertaş’ın sazının teline vurduğu sesin ahengini bile çıkartamaz. Kendimizi

bilelim, Allah’ı kandırmayalım. Bu miras, her türlü maddi mirastan daha değerlidir.

“Boş durmak günahtır çalışmak sevap

Çalış ne duruyoñ, sen de bir şey yap

Çoğalır yoldaşın, gör nice ahbap”

Âşık Veysel de yukarıdaki sözlere benzer mısralar söylemiştir: “Her kim ki olursa bu

sırra mazhar/ Dünyaya bırakır ölmez bir eser”. Çalışmak ve daha çok çalışmak, insanlığın

vazifesidir. Çalıştığımızda paramız çoğalır, arkadaşımız artar. Paramız azalırsa, arkadaşımız

Page 19: Hezeyan Fanzin 5. Sayı

Yusuf Hˇāce

Hezeyan Fanzin 5 19

azalır doğal olarak. Kimse size neden işsiz olduğunu sormaz, paranız varsa, en değerli

şahsiyet siz olursunuz. Çalışmak önemlidir de, günümüzde az çalışan ve çok kazanan daha

değerlidir. Çok çalışan da az kazanır. Abdalların bir çoğu çalgıcılık, türkücülük ve hikaye

anlatıcılığı yapar, bir kısmı da kazancılık, demircilik, sepetçilik gibi işlerle uğraşırlar

(Köprülü 1988:62). Ah be abdalım? Bu işler sana ne kazandırdı? Hiçbir şey. Sadece karnını

doyurdun. Üstüne sana “çingene” dediler, yeri geldi “aptal” dediler. Sen de gözünü açıp

cebini doldursaydın, senin de adın ağa ya da bey olacaktı. Olmadı. “Bir lokma bir hırka”

yaşayayım diyen “abdallar”, maalesef “ kırk lokma kırk hırka” diyenlere yenildiler. Fakat,

Anadolu’da yenilmek diye bir kavram yoktur. Kurtuluş Savaşı’nda Anadolu’ya da yenildi

dediler, sonuç ortadadır.

“Garibim engin ol, uyma cahile

Şeytanın kazancı nafile hile

Sana ad takarlar üzülme bile

Zengin isen ya bey derler ya paşa

Fukaraysan, abdal derler, ya cingân hâşâ”

1940’lı yıllar... II. Dünya Savaşı patlak vermiş. Her taraf açlıktan ve yoksulluktan

kırılmakta. Ölümler artmakta. İşte bu dönemde Türkiye’de de aynı manzara vardır.

Zenginlerin yanında yoksullar bulunmaktadır. Yoksullar, karınlarını doyuramıyorlar,

hastalıktan inlemekteler, ölümler artmakta. İşte bu durumdaki insan, her şeye başkaldıracaktır.

Yoksulluğu görmüştür. Bu dönemde yeni bir akım ortaya çıkar Türk Edebiyatı’nda:

“Garipler”. Orhan Veli, Melih Cevdet Anday ve Oktay Rıfat Horozcu ekibine “Garip” adı

verilmiştir. Şiirde her şeye başkaldırmışlardır. Sıcak köşelerinde şiir yazan ve halktan kopan

şairlere inat, sokaktaki adamı şiirlerine yansıtmışlardır. “Nasır” sözcüğünü duyan büyük

şairler feryat etmişlerdir. Peki, bu ortamda soğuk Ankara kışında, kıt kanaat geçiren Orhan

Veli de mi öyle yapacaktı? Yapmadı. “Garip” akımına bir de bu gözle bakmanızı öneririm.

Bir de Anadolu da yıllarca türküleriyle yaşayacak bir “Garip” vardı. Kendisine bu mahlası

seçmişti. Babasının tavsiyesine uymuş, kendi türkülerine bile imza atmamıştı. Babası “bize

garip derler” demişti. İşte bu garip, Neşet Ertaş’tır, babası da Muharrem Ertaş. Abdallık

geleneğinin temsilcisi iki büyük insan. Sanatın hasını yapıp da aç kalan insanlar. Kimselerin

yanına uğramadığı insanlar. İşte, günümüzde “abdallık” böyledir. Yeri gelmişken şunu da

sorayım ve zihninizi bulandırayım. XIV. yüzyıl şairi Âşık Paşa’da ünlü eserine “Garip-nâme”

yani Garipler Kitabı ismini vermişti. O da Neşet Ertaş’ın hemşehrisiydi. Neden bu adı

kullandı? Onca şatafatlı isim varken. Yoksa Anadolu, aslında bir Garipler yurdu mu?

Abdallık geleneğini var gücümüzle yaşatmalıyız. Orta Anadolu’da bir köyde mutlaka

onların çalgılarının o hoş sesini duyarsınız. Kulak verin ne demek istediklerine. Bu toprağa

sıkı sıkıya bağlı insanlardır onlar. Bir gün İzmir’de dolaşırsanız ve karşınıza hurdacı geldiyse,

o büyük ihtimalle bir “abdal”dır. Zaten, o işini yaparken utana sıkıla yapar. Çekinir

insanlardan ve onların aşağılayıcı bakışlarından. Aslında geçimini sağlamaktır amacı. İnsanlar

bunu bile utanılacak hâle getirmiştir. Gidin konuşun. Sadece “abdal” olduğu için değil, insan

olduğu için de konuşun. Siz şanslı doğdunuz diye, size benzemeyenlere “çingene” demeye

hakkınız yok.

Köprülü, Orhan F.(1988). “ABDAL”. İstanbul: İslâm Ansiklopedisi

(www.islamansiklopedisi.info) adresindeki makalesinden yararlanılmıştır.

Page 20: Hezeyan Fanzin 5. Sayı

İletişim

Hezeyan Fanzin 5 20

Tugay Özdemir

[email protected]

twitter.com/tugayozdmr

facebook.com/tugayozdmr

saatleriayarlamaenstitusubaskani.tumblr.com

alimeczuplar.com/tugayozdemir

Eray Sarıçam

twitter.com/erysrcm

facebook.com/eraysrcm

[email protected]

Sertaç Bıçkın

twitter.com/sertacbickin

[email protected]

Birol Öztürk

twitter.com/birolozturk

twitter.com/hezeyanfanzin

facebook.com/hezeyanfanzin

Gönderilen ürünlerin yayımlanıp yayımlanmaması tamamıyla hezeyan fanzin’i ırgalar.