merhaba 7 - otonom yayıncılıkotonomyayincilik.com/dosyalar/conatus 7.pdf · ulus devlet’in,...

184
conatus merhaba 7 Devrimlerden günümüze uzanan neredeyse iki yüzyıl, ulus devlet egemenliklerinin kuruluşu ve egemenler arası savaşın acıları ve bedelleriyle belleklere kazınan bir “aşırılıklar çağı” oldu. Emeğin ortak tarihi, yaşamı, belleği üstünden sınırlar geçirildi. Topraklar devletlere, üzerinde yaşayanlar uluslara, ırklara, halklara bölündü. Emek sermaye tarafından ulus devletin sınırları içinde zorla çitlendi önce. Egemenler arası savaşta taraflaştırılarak uluslaştırıldı. Ulusal sınırlar içinde tekleştirilerek farklılaştırıldı, “başka”laştırıldı. Uluslar ve ırklar, savaşta ve savaşla kuruldu. Emeğin yaşamın üretimindeki elbirliğinin, kardeşliğinin üstüne savaşın, silahın, acıların gölgesi düştü. Kaderler ayrıldı. Egemenler arası savaşın düzenlenebilmesi için “barış”lar yapıldı sonra. Savaş, ulusal ekonomik ve politik çıkarlar üzerinden rekabete dönüştürüldü. Ekonomi, kültür, siyasal hayatta örgütlenen milliyetçi rekabet, toplumsal bir güce, belleğe, hayata büründü. Aşırılıklar çağından çıkan dünya şimdi yine bir egemenlik savaşıyla yeni bir çağa başlıyor. Sermayenin çıkarının küreselleşmesinin önünde, ulus devletin toprak temelli sınırları, ulusal sınırlar içindeki politik ve ekonomik tekeller, ulus devlet egemenlik işleyişinin güvencesi milliyetçilikler aşılması gereken engellere dönüştü. Sermayenin çıkarının ulusal sınırlar içinde merkezileşme ve yoğunlaşmaya dayalı olduğu aşırılıklar çağında en büyük silahı olan ulus devletler ve milliyetçilikler artık galip gelinmesi gereken “düşman”lardır. Toprak temelli egemenlikleri aşan küresel bir piyasanın kuruluşu içinde özneleşmeyen ulusal egemenlikler savaşla disiplin altına alınmalıdır. Küresel sermayenin emek üzerindeki tahakkümü küresel olarak yeniden kurulmalıdır. Milliyetçilik, ulus devletler arası savaş ve rekabetin diliydi. Artık iş görmüyor. Egemenlik, emeği küresel olarak tahakkümü altına alabilmenin yeni bir söylemine ihtiyaç duyuyor. Ulusal sınırlar altında baskılanan diller, renkler, kültürler ulus devlet egemenliğine karşı bir silah olarak kullanılırken, bütün yerellikler küresel piyasanın işleyişinde özne olmaya çağrılıyor. Farklılıklar, metalaşarak piyasa içinde eşitlenmeye davet ediliyor. Küresel piyasaya eklemlenmeye direnen yerliliklere ise hayat hakkı tanınmıyor. Egemenlerin kendi dilinden söyleyelim: “Hızlı ekonomik ilerlemenin acılı bir uyum süreci yaşanmadan imkansız oluşunun bir anlamı vardır. Eski felsefeler kenara atılmalı, eski kurumlar çözülmeli, kast, inanç ve ırk bağları yarılmalı. İlerlemeye ayak uyduramayan pek çok insan, rahat bir yaşam beklentilerinde hayal kırıklığına uğramak zorunda kalacak. Ekonomik ilerlemenin bütün bedellerini ödemeye istekli çok az topluluk var.” (Birleşmiş Milletler Raporu, 1951) Küresel egemenlik işleyişinin yeni söylemi burada yatar. Sınırları, ulus devletler arasında değil, küresel piyasanın içinde ve dışında olmak arasında çizilen yeni bir ırkçılığın keşfidir bu. Tekleştirerek farklılaştıran milliyetçilikler ve ırkçılıklar karşısında, artık farklılaştırarak tekleştiren küresel bir ırkçılığa teslim olunması isteniyor. Küresel egemenler ile ulusal egemenler arasındaki bu savaş, milliyetçilikler üzerinden taraflaşmaları yeniden örgütlerken bu savaşta taraf olmamayı tercih edenler küresel sermayenin ırkçı egemenliğine karşı mücadele veriyor. Topraksızlar, güvencesizler, göçmenler, yoksullar, Zapatistalar, işsizler, yerliler…Emeğin ve sermayenin yeni bir mücadelesiyle belirlenecek yeni bir yüzyıl başlıyor. Nietzsche 19. yüzyılın başlarında Avrupa’yı saran “ulusal nevroz” hastalığından bahsederken “buradan bir çıkış yolu bilen var mı?” sorusunu bir yakarıştan daha ziyade bir eleştiri olarak ortaya koyuyordu. Ardından bu hastalık tüm dünyaya yayıldı. Öyle ki bu hastalığa karşı üretilen her anti-virüs girişimi yeni virüsler yaratıyor, tarih sil baştan kuruluyordu. Hepimize bir diğerinin “cani, vahşi, medenileşmemiş , asalak” olduğu telkin ediliyordu. Çocukluk masallarımızı kirletiyor, yeni masallara inanmamızı istiyorlardı. Oysa şair’in dediği gibi “Çocukluk taşınabilir bir şeydir / alınsa da elinden geçmişi.” İşte Conatus’u, bu itkiden hareketle, çocukluğumuzun gizil yerlerine ışık tutsun, geçmişimizi gün ışığına çıkarsın, kimliğimizin, kişiliğimizin, bedenimizin devinimlerini, kokusunu gün yüzüne çıkarsın diye bedenleştiriyoruz bugün. Geçmişimizi aklamak ya da karalamak yerine geleceğimize umutla bakmak, bizim olan çocukluğumuzu, emeğimizi geri istiyoruz. George Orwell’ın deyişiyle “bugünü kontrol edenler geçmişi de kontrol ediyor; geçmişi kontrol edenler geleceği de kontrol ediyor.” Conatus, bu nedenle ve buna karşı, Anka kuşu misali, yeniden küllerinden doğuyor: Bugünü kontrol edenlere karşı geçmişi aydınlatmak, geçmişi kontrol edenlere karşı gelecek olma kudretiyle ... Bütün dostlarla yeni bir yola çıktık Conatus’ta. Kendi öznelerini kendi yaratan mülkiyetsiz bir olanak olarak var edebilmek için emek verdik Conatus’a. Bir mail grubundan mutfak yaptık kendimize. Arkamıza ayları aldık, Conatus’u okuyanlarla çevirenlerin, konuşanlarla tartışanların elbirliğiyle geldik. Çorbada tuz oldu herkes, bir külliyatın içinden süze süze geldik yine sayının sonuna. Bir kez daha yeni dostlar, dostluklar, yeni gülüşler, komşuluklarla herkese merhaba...

Upload: others

Post on 19-Oct-2020

3 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

  • conatusmerhaba 7Devrimlerden günümüze uzanan neredeyse iki yüzyıl, ulus devlet egemenliklerinin kuruluşu ve egemenler arası savaşın acıları ve bedelleriyle belleklere kazınan bir “aşırılıklar çağı” oldu. Emeğin ortak tarihi, yaşamı, belleği üstünden sınırlar geçirildi. Topraklar devletlere, üzerinde yaşayanlar uluslara, ırklara, halklara bölündü. Emek sermaye tarafından ulus devletin sınırları içinde zorla çitlendi önce. Egemenler arası savaşta taraflaştırılarak uluslaştırıldı. Ulusal sınırlar içinde tekleştirilerek farklılaştırıldı, “başka”laştırıldı. Uluslar ve ırklar, savaşta ve savaşla kuruldu. Emeğin yaşamın üretimindeki elbirliğinin, kardeşliğinin üstüne savaşın, silahın, acıların gölgesi düştü. Kaderler ayrıldı. Egemenler arası savaşın düzenlenebilmesi için “barış”lar yapıldı sonra. Savaş, ulusal ekonomik ve politik çıkarlar üzerinden rekabete dönüştürüldü. Ekonomi, kültür, siyasal hayatta örgütlenen milliyetçi rekabet, toplumsal bir güce, belleğe, hayata büründü. Aşırılıklar çağından çıkan dünya şimdi yine bir egemenlik savaşıyla yeni bir çağa başlıyor. Sermayenin çıkarının küreselleşmesinin önünde, ulus devletin toprak temelli sınırları, ulusal sınırlar içindeki politik ve ekonomik tekeller, ulus devlet egemenlik işleyişinin güvencesi milliyetçilikler aşılması gereken engellere dönüştü. Sermayenin çıkarının ulusal sınırlar içinde merkezileşme ve yoğunlaşmaya dayalı olduğu aşırılıklar çağında en büyük silahı olan ulus devletler ve milliyetçilikler artık galip gelinmesi gereken “düşman”lardır. Toprak temelli egemenlikleri aşan küresel bir piyasanın kuruluşu içinde özneleşmeyen ulusal egemenlikler savaşla disiplin altına alınmalıdır. Küresel sermayenin emek üzerindeki tahakkümü küresel olarak yeniden kurulmalıdır. Milliyetçilik, ulus devletler arası savaş ve rekabetin diliydi. Artık iş görmüyor. Egemenlik, emeği küresel olarak tahakkümü altına alabilmenin yeni bir söylemine ihtiyaç duyuyor. Ulusal sınırlar altında baskılanan diller, renkler, kültürler ulus devlet egemenliğine karşı bir silah olarak kullanılırken, bütün yerellikler küresel piyasanın işleyişinde özne olmaya çağrılıyor. Farklılıklar, metalaşarak piyasa içinde eşitlenmeye davet ediliyor. Küresel piyasaya eklemlenmeye direnen yerliliklere ise hayat hakkı tanınmıyor. Egemenlerin kendi dilinden söyleyelim:

    “Hızlı ekonomik ilerlemenin acılı bir uyum süreci yaşanmadan imkansız oluşunun bir anlamı vardır. Eski felsefeler kenara atılmalı, eski kurumlar çözülmeli, kast, inanç ve ırk bağları yarılmalı. İlerlemeye ayak uyduramayan pek çok insan, rahat bir yaşam beklentilerinde hayal

    kırıklığına uğramak zorunda kalacak. Ekonomik ilerlemenin bütün bedellerini ödemeye istekli çok az topluluk var.” (Birleşmiş Milletler Raporu, 1951)

    Küresel egemenlik işleyişinin yeni söylemi burada yatar. Sınırları, ulus devletler arasında değil, küresel piyasanın içinde ve dışında olmak arasında çizilen yeni bir ırkçılığın keşfidir bu. Tekleştirerek farklılaştıran milliyetçilikler ve ırkçılıklar karşısında, artık farklılaştırarak tekleştiren küresel bir ırkçılığa teslim olunması isteniyor. Küresel egemenler ile ulusal egemenler arasındaki bu savaş, milliyetçilikler üzerinden taraflaşmaları yeniden örgütlerken bu savaşta taraf olmamayı tercih edenler küresel sermayenin ırkçı egemenliğine karşı mücadele veriyor. Topraksızlar, güvencesizler, göçmenler, yoksullar, Zapatistalar, işsizler, yerliler…Emeğin ve sermayenin yeni bir mücadelesiyle belirlenecek yeni bir yüzyıl başlıyor. Nietzsche 19. yüzyılın başlarında Avrupa’yı saran “ulusal nevroz” hastalığından bahsederken “buradan bir çıkış yolu bilen var mı?” sorusunu bir yakarıştan daha ziyade bir eleştiri olarak ortaya koyuyordu. Ardından bu hastalık tüm dünyaya yayıldı. Öyle ki bu hastalığa karşı üretilen her anti-virüs girişimi yeni virüsler yaratıyor, tarih sil baştan kuruluyordu. Hepimize bir diğerinin “cani, vahşi, medenileşmemiş , asalak” olduğu telkin ediliyordu. Çocukluk masallarımızı kirletiyor, yeni masallara inanmamızı istiyorlardı. Oysa şair’in dediği gibi “Çocukluk taşınabilir bir şeydir / alınsa da elinden geçmişi.” İşte Conatus’u, bu itkiden hareketle, çocukluğumuzun gizil yerlerine ışık tutsun, geçmişimizi gün ışığına çıkarsın, kimliğimizin, kişiliğimizin, bedenimizin devinimlerini, kokusunu gün yüzüne çıkarsın diye bedenleştiriyoruz bugün. Geçmişimizi aklamak ya da karalamak yerine geleceğimize umutla bakmak, bizim olan çocukluğumuzu, emeğimizi geri istiyoruz. George Orwell’ın deyişiyle “bugünü kontrol edenler geçmişi de kontrol ediyor; geçmişi kontrol edenler geleceği de kontrol ediyor.” Conatus, bu nedenle ve buna karşı, Anka kuşu misali, yeniden küllerinden doğuyor: Bugünü kontrol edenlere karşı geçmişi aydınlatmak, geçmişi kontrol edenlere karşı gelecek olma kudretiyle ... Bütün dostlarla yeni bir yola çıktık Conatus’ta. Kendi öznelerini kendi yaratan mülkiyetsiz bir olanak olarak var edebilmek için emek verdik Conatus’a. Bir mail grubundan mutfak yaptık kendimize. Arkamıza ayları aldık, Conatus’u okuyanlarla çevirenlerin, konuşanlarla tartışanların elbirliğiyle geldik. Çorbada tuz oldu herkes, bir külliyatın içinden süze süze geldik yine sayının sonuna.  Bir kez daha yeni dostlar, dostluklar, yeni gülüşler, komşuluklarla herkese merhaba...

  • CONATUS Çeviri Dergisi Kasım-Nisan 2007 Yýl 4 Sayý 7

    Yayın Türü: Altı aylık yerel süreli yayın.

    OTONOM YAYINCILIK

    Adýna Ýmtiyaz SahibiHaşim Kılıç

    Yazý Ýþleri MüdürüSinem Özer

    Dizgi ve Baský Öncesi Hazýrlýk:Barış Eroğlu

    Baský:Mart Matbaacılık Sanatları

    Tel: 0212 321 23 00

    Yönetim Adresi:Yeniçarşı Cad. No: 36/6,

    Beyoğlu, İSTANBULTel: 0212 244 87 09

    Faks: 0212 292 23 66e-posta: [email protected]

    www.conatusdergisi.com

    mail grubuna ulaşmak için:[email protected]

    Fiyatý:12 YTL

    Abone Koşulları:Senelik (3 Sayı): 32 YTLYurt dışı için (3 Sayı): 30 Avro

    Abonelik ve eski sayılar için iletişim: [email protected]

    2

    Conatus’un Önceki Sayıları

    1. anti-kapitalizm2. emperyalizm - yeni emperyalizm

    - imparatorluk3. avrupa birliği

    4. değer teorisi ve sınıf mücadelesi5. kriz teorisi ve öznellik6. devlet, egemenlik ve iktidar

  • 3

    77

    19

    39

    51

    141

    151

    165

    175

    65

    Demokrasi ve Ulus DevletRudolf Rocker

    Hegemonyanın Kökleri: Sınıf Uzlaşımının Mekanizmaları ve Ulus-Halk’ın Ortaya Çıkışı

    Luis M. PozoIrkçılık, Milliyetçilik ve Biyo-politika: Foucault’nun Toplumu Savunmak Gerekir’i, 2003

    Mark KellyEs Gibt Keinen Staat in Europa: Günümüz Avrupa’sında Irkçılık ve Siyaset

    Étienne BalibarŞarkiyatçılık ve Dünya Tarihi

    Edmund Burke IIIEgemenliğin Sapkın Sebati

    Anthony BurkeSykes-Picot Anlaşması 15-16 Mayıs 1916

    İlerleme ve Ortak bir Gelecek için Geniş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Bölgesi ile Ortaklık

    Sea Island 9 Temmuz 2004Dördüncü Dünya Savaşı

    Yardımcı Komutan MarcosSınırlar, Vatandaşlık, Savaş, Sınıf: Étienne Balibar ve Sandro Mezzadra ile Söyleşi

    Kaçma HakkıSandro Mezzadra

    Junius Broşürü - Yedinci BölümRosa Luxemburg

    Programımızda Ulusal SorunV. I. Lenin

    Ulusal Kültürün Karşılıklı Temelleri ve Özgürlük MücadelesiFranz Fanon

    conatus

    79

    99

    103

    121

    109

  • 6

  • conatus

    7

    Çeviren: Sevim ÖzdemirR u d o l f R o c k e r

    Demokrasi ve UlUs Devlet

    Ulus Devlet’in, ortaya çıktığı koşulları ve zamanla modern ulus kavramını doğuran demokratik yönü benimsediğini gördük. Ancak Avrupa’daki bu en önemli sosyal değişmenin birçok sonucuna daha dikkatlice baktığımızda ulusun gerçek karakterine dair net bir fikir edineceğiz. İnsanların uyandırılmış ulusal bilincini ulusçu devletin yaratılmasına bağlayan eski görüş, ulus devlet düşüncesine de oldukça hizmet eden bir efsaneden baksa bir şey değildir. Ulus, devletin nedeni değil sonucudur. Ulusu yaratan devlettir, devleti yaratan ulus değil. Aslında, böyle bakıldığında halk ile ulus ve benzer biçimde toplum ile devlet arasında ayrım oluşur. Her toplumsal birim, ortak ihtiyaçlar ve karşılıklı anlaşma temelinde, genel çıkarı temin etmek ve korumak için organik olarak aşağıdan yukarıya inşa edilmiş doğal bir yapıdır. Toplumsal kurumlar zamanla kemikleştiğinde veya gelişme gösteremeyip güdük kaldıklarında bile kuruluşlarındaki amaç, çoğu zaman fark edilebilir. Ne var ki her devlet örgütü, insana bazı yönetenler tarafından yukarıdan dayatılmış yapay bir mekanizmadır ve asla toplumda ayrıcalıklı azınlıkların çıkarlarını savunmak ve güvence altına almak dışında başka bir amacı gerçekleştirmeye çalışmaz. Bir halk, toplumsal birliğin doğal sonucudur, dışsal yaşama koşullarının belirli ölçüde benzerliği temelinde, ortak dil, iklim ve coğrafya nedeniyle var olan özel karakterlerin oluşturduğu karşılıklı bir insan birlikteliğidir. Bu bağlamda, birliğin her üyesinde yaşayan belirli ortak özellikler oluşur ve birliğin toplumsal varoluşunun en önemli parçası meydana gelir. Bu iç ilişki, yapaylıktan çok az beslenir ve ona ancak bu derecede yapay zarar verilebilir. Öte yandan, ulus, tıpkı asla modern devletin politik dininden başka bir şey olmamış olan milliyetçilik gibi, siyasi iktidar mücadelesinin yapay sonucudur. Bir ulusa aitlik, bir halka aitlik gibi, hiçbir zaman derin doğal nedenlerle belirlenmez; o daima siyasi hesaplara bağlıdır ve arkasına her zaman ayrıcalıklı azınlıkların çıkarlarının gizlendiği devlet aklına dayanır. Basitçe, ayrıcalıklı kast ve sınıfın iş temsilcileri olan küçük bir grup diplomat gayet keyfi bir şekilde, rızaları bile alınmamış olan fakat birbirlerine yardım edemedikleri için iktidarın

  • 8

    conatus

    uygulamalarına boyun eğmeleri gereken belirli insan gruplarının ulusal üyeliğine karar verir. İnsanlar ve insan grupları devlet boy göstermeden çok önce vardı. Bugün de yine, devletin yardımı olmaksızın var olur ve gelişirler. Onlar sadece, şiddet kullanarak müdahale eden bir takım dışsal güçler tarafından hayatlarına müdahale edildiğinde ve onları daha önce bilinmeyen düzenlere girmeye zorlanıldığında doğal gelişimlerinden alıkonulurlar. Dolayısıyla ulus, devlet olmadan düşünülemez. Refahı ya da acıları için buna bağlıdır ve varlığını sadece kendi mevcudiyetine borçludur. Sonuç olarak, eğer onu devletten ayırmaya çalışırsak ulusun gerçek doğası daima bizden kaçar ve ona asla sahip olmadığı bir hayat bağışlar.Bir halk her zaman daha dar sınırları olan bir topluluktur. Fakat ulus, bir kural olarak, az ya da çok şiddete dayalı bir biçimde ortak bir devlete girmeye zorlanmış bir farklı halklar ve halk grupları dizisini içerir. Esasen, Avrupa’nın tümünde köken olarak farklı soydan gelen, farklı dili konuşan insanlara sadece hanedanlığa ilişkin, ekonomik ve siyasi çıkarlar sonucunda bir ulus biçimi verilmesiyle oluşmuş olmayan bir devlet yoktur. Demokratik düşüncelerin gelişmesinden etkilenen, ulusal birliği sağlamaya yönelik çabanın büyük bir halk hareketi biçimini aldığı yerlerde bile, İtalya ve Almanya’da olduğu gibi, söz konusu çaba, iyi bir sonuca yönelemeyecek olan, gerçekten gerici bir çekirdekten çıkmıştır. Mazzini’nin devrimci çalışmaları ve onun birliğini sağlamış ulusçu bir devlet kurmaya olan bağlılığı, bir yandan da gerçek amaçları ulusal ideoloji tarafından gizlenen insanların toplumsal özgürlüğüne bir engel olarak işlev görebildi. Mazzini ile İtalya’nın şimdiki diktatörü arasında çok büyük bir uçurum olsa da, milliyetçi düşünce sistemi, Mazzini’nin politik teolojisinden Mussolini’nin faşist totaliter devletine, düz bir çizgi izler. Dünya Savaşı’nın (I.Dünya Savaşı) bir sonucu olarak ortaya çıkan yeni kurulmuş ulus devletlere bir bakış, bize kolay kolay yanlış anlaşılamayacak gerçek bir resim sunar. Savaştan önce kendilerini baskı altında

    tutan yabancı güçlere karşı ayaklanmadan asla vazgeçmeyen aynı uluslar, amaçlarına ulaştıkları bugün kendilerini ulusal azınlıkları baskı altında tutan en zalim güçler olarak gösterirler ve kendilerinin maruz kaldığı ahlaki ve yasal baskılara karşı tam bir hakla, tüm güçleriyle savaşmış olmalarına rağmen bu uluslara eşit derecede sert olan aynı baskıları uygularlar. Bu, en kör insana bile halkların bir ulus devlet çerçevesi içinde uyumlu bir şekilde birlikte yaşamalarının imkansız olduğunu açıkça göstermelidir. Ancak, özgürleşme adına nefret ettikleri yabancı hakimiyetinin boyunduruğundan kurtulan bu halklar, bu yolla hiçbir şey elde edemediler. Çoğu durumda, genellikle eskisinden daha baskıcı olan yeni bir boyunduruk altına alındılar. Polonya, Macaristan, Yugoslavya, Almanya ve Rusya arasındaki sınır devletleri bunun klasik örnekleridir. İnsan gruplarının uluslara, yani, devlet halklarına dönüşmeleri Avrupa’ya yeni bir pencere açmadı, daha ziyade güçlü bir uluslararası tepki duvarı oluşturdu ve bu, bugün toplumsal özgürleşmenin önündeki en tehlikeli engellerden biridir. Bu süreç sonucunda Avrupa toplumu birbirlerini daima şüpheyle ve genellikle nefretle karşılayan karşıt gruplara bölündü ve her ülkede milliyetçilik bu hastalıklı durumu sürekli kılmak için açık gözlerle takipte. Nerde halklar arasında karşılıklı bir yakınlaşma başlasa, orada milliyetçilik tutkunları daima ulusal karşıtlığı alevlendirirler. Çünkü ulusçu devlet bu karşıtlıklar sayesinde yaşar ve bu yapay ayrılığı artık sürdüremediği bir anda yok olmak zorunda kalırdı. Dolayısıyla, ulus devlet kavramı, her ne kadar arkasında pozitif amaçlar gizlemiş olsa da, olumsuz bir ilkeye dayanır. “Ulusal” olan her şeyin arkasında küçük azınlıkların iktidar istenci ve devletteki kast ve sınıfın özel çıkarları bulunur. Gerçekte “ulusun iradesini” yönlendiren onlardır, Menger’in doğru bir biçimde belirttiği gibi, “Olduğu haliyle devletlerin amaçları yoktur, sadece yöneticilerinin vardır”. Fakat birkaç kişinin iradesi bütünün iradesi olabilir –ki ancak böylece tam bir etkinlilik geliştirilebilir-, her entelektüel ve ahlaki açılım, onu kitlelerin dini

  • conatus

    9

    Ulus, devletin nedeni değil sonucudur.

    Ulusu yaratan devlettir,

    devleti yaratan ulus değil

    bilinçlerine yerleştirmeli ve bir inanç meselesi haline getirmelidir. İnancın asıl gücü, artik rahiplerin, ortodoksiyi, diğer herhangi bir dini cemaat taraftarlarından ayıran çizgileri keskin biçimde çekmelerinden gelir. Şeytan’ın kötülüğü olmasaydı, Tanrı’nın büyüklüğü beğenilemezdi. Ulus devletler siyasi kilise örgütleridir; ulus bilinci denen şey insana doğuştan verilmez, öğretilir. O, dini bir kavramdır; insan Katolik, Protestan veya Yahudi olduğu gibi Alman, Fransız, İtalyan olur. Avrupa’da demokratik düşüncelerin yayılmasıyla birlikte çeşitli ülkelerde milliyetçiliğin yükselişi başlar. Yalnızca, en azından teoride her yurttaşın ülkesinin siyasi hayatına katılmasını ve hükümetin seçilmesinde taraf olmasını anayasal hak olarak güvence altına alan yeni devletin yaratılmasıyla ulusal bilinç, kitlelerin içinde kök salabilir ve bireyin ulusun büyük siyasi birliğinin bir üyesi olduğu ve ayrılmaz biçimde onun içinde büyüdüğü ve onun içerik ve amacına kendi varlığını feda ettiği inancıyla beslenir. Demokrasi öncesi dönemde, bu tip bir inanç toplumun büyük kitlelerine tamamen yabancı kalarak, yalnızca ayrıcalıklı sınıfların dar çevresinde kökleşebilirdi. Oldukça haklı bir biçimde Lassale’in işaret ettiği gibi:

    “Özgür bağımsız uluslar ilkesi, genelde demokrasi kavramının temeli, kaynağı, anası ve kökenidir. Demokrasi, kendi varlığını ortadan kaldırmadan, kendisini her türlü kuramsal mazeretten yoksun bırakmadan, temelde ve prensipte kendisini aldatmadan ulusalcılıklar ilkesini ayakları altında çiğneyemez. Tekrar ediyoruz, demokrasi ilkesinin temeli ve hayat kaynağı özgür uluslar ilkesindedir. Bu ilke olmadan, havada kalır.”1

    Bu anlamda da demokrasi özü itibariyle liberalizmden farklıdır, liberalizmin bakış alanı tüm insanlığı bir bütün olarak ya da en azından Avrupa-Amerika kültür alanına ait ya da aynı toplumsal koşullar içinde gelişmiş olan kısmını kapsar. Liberalizmin bakış açısı bireyden başladığı ve

    toplumsal ortamı, kurumları insanlığın yararına veya zararına oluşuna göre bağdaştırdığı için, ulusal sınırlamalar liberaller için önemsizleşir ve ancak, “Dünya benim ülkemdir, bütün insanlar kardeşimdir!” diyen Thomas Paine ile hem fikir olabilirler. Ancak ortak iradenin müşterek kavramı üzerinde kurulan demokrasi, devlet kavramına çok daha yakındır ve devleti ortak iradenin temsilcisi haline getirir. Demokrasi sadece “ulusal ruhu” yeni bir hayat olarak donatmakla kalmadı, aynı zamanda ulus devlet kavramını mutlakıyet yönetimi altında tanımlanabileceğinden çok daha keskin bir biçimde tanımladı. Fransız tarihinin açıkça gösterdiği gibi, mutlakıyetçi devletin liderleri, hiç durmadan çok daha güçlü bir biçimde ulusal güçleri birleştirmeye ve ülkenin tüm idaresini merkeziyetçi bir yönergeye oturtmaya getirmeye çalışsalar da bunu yaparken, her zaman hanedanın çıkarlarına öncelik verdiler, kendi asil niyetlerini gözlediklerinde bile. Demokratik dönemin başlamasıyla, hanedanlığa ait tüm varsayımlar ortadan kalkar ve bu haliyle ulus siyasi olayların odak noktası haline gelir. Bu nedenle, devlet yeni bir ifade kazanır. Artık o, sınırların içinde yaşayan herkesi bir bütünün eşit derecede ayrıcalıklı üyeleri olarak kapsar ve onları gerçeklikte birleştirerek bir ulus devlet olur. Soyut bir siyasi eşitlik ilkesiyle doldurulmuş olduğundan, demokratik ulusçuluğun temsilcileri ulus ve ulusallık arasında bir ayrım yaptılar. Onların düşündüğü ulus, dil ve kültür topluluğuyla

  • 10

    conatus

    birleştirilmiş ve kendini bağımsız bir devlet organı altında toplamış siyasi bir grup olmalıydı. Öte yandan ulusal topluluklar olarak bu insanlar, yabancı bir devlete tabi, siyasi ve ulusal bağımsızlığını elde etmeye çalışan halk grupları sayılırlar. Demokratik ulusçuluk, kendilerini ulus biçimine sokmaya çalışan, ezilen ulusların mücadelesinde göz ardı edilemez bir hak iddiası gördü ve bu ruh üzerinden faaliyet gösterdi. Eğer bir ulusun tek bir yurttaşı, kendisine anayasa tarafından sağlandığı gibi, bütün hak ve özgürlüklerinden bir engel olmaksızın yararlanmak istediği bir durumda dahi ulus, temsiliyetinde hiçbir yabancı güce tabi olmamalı ve siyasi bağımsızlığı içinde bütün uluslar eşit olmalıdır. Bu çabalar, siyasi veya toplumsal önemine bakılmaksızın, her ulusun ve ulusallığın kuramsal olarak eşitlik hakkına sahip olduğu düşüncesine dayanır. Fakat burada hak en başından anlaşılacağı gibi siyasi iktidar amacı güden devletin çabalarıyla uyum sağlamaya dönük eşit haklardır. Ülkelerinin demokratik düşüncelere karşı kapatılamayacağını anlayan Avrupalı devlet yöneticileri, sayıları arttıkça, ulusallık ilkesinin, kendi çıkarlarını uygulamada, el altından yürütülebilecek mükemmel bir araç olduğunu daha açık görürler. I. Napolyon’un geldiği soy, yanlış önyargılarla meşru krallığın birçok temsilcisinden çok daha az kurcalandığından dolayı, kendi gizli planlarını ulusalcı ilkelerin yardımıyla nasıl uygulayacağını oldukça iyi anladı. Bu nedenle Mayıs 1809’da Macarlar’a, Avusturyalı boyunduruğundan kurtulmaları çağrısında bulunduğu, o iyi bilinen mesajını Schonbrunn’dan yolladı. “Sizden hiçbir şey istemiyorum” diyordu kraliyet mesajı. “Sadece sizi özgür ve bağımsız bir ulus olarak görmek istiyorum.”Biz, bu bonkör ifadenin ne anlama geldiğini biliyoruz. Napolyon için, Fransızlarin bağımsızlığı içtenlikle umurunda olmadığı gibi, Macarların bağımsızlığının da hiçbir önemi yoktu. Onun kalbinde yatan asıl şey, siyasi iktidarı elde etme planlarıydı. Bunları gerçekleştirmek için, İtalyanlarla, İliryalılarla, Polonyalılarla, on dört yıldır büyük ulusla oynamış olduğu aynı komediyi

    oynadı. Napolyon’un ulusallık ilkesinin, kendi siyasi amaçları için ne kadar önemli olduğunun nasıl açıkça farkına vardığı, Napolyon’un bir dostu tarafından belgelenen St. Helena üzerine bir açıklamasında belirir: Alman prensleri arasında, Almanları belirli bir hanedanlığın altında birleştirme bahanesiyle, halkın arasında oldukça yaygın olan Almanya’nın ulusal bütünlüğü fikrini kullanacak kadar cesaretli birinin neden bulunamadığını garipsemedi. O zamandan beri, ulusallık ilkesi Avrupa siyasetinde önemli bir yer üstlendi. Bu nedenle, Napolyon Savaşları’ndan sonra İngiltere, sadece –İngiltere’nin siyasi ve ekonomik ilerlemesine karşı durabilecek – kıta diplomasisi bu yolla zorluklar yarattığı için kıtadaki baskı altındaki halkların haklarını destekledi. Ancak tabi ki İngiliz diplomatlar bir an için bile İrlandalılara aynı hakları vermeyi düşünmediler. Lord Palmerston bütün dış politikasını bu yöntemle yönlendirdi, fakat ezilen ulusların en çok yardıma ihtiyaçları olduğu vakitte onlara yardım etmek kurnaz İngiliz devlet adamlarının akıllarına hiç gelmedi. Aksine, Palmerston, bu ulusların özgürlük çabaları Kutsal İttifak’ın pençeleri altında can verirken olanları en barışçıl ruhuyla seyretti. III. Napolyon da sadece kendi hanedanının çıkarlarını göz önünde bulundururken ezilen ulusların savunucusuymuş gibi yaparak aynı kurnaz siyaseti izledi. İtalyan özgürlük hareketinde oynadığı, Nice ve Savoy’un Fransa’ya katılmasıyla sonuçlanan rolü, bunun inandırıcı bir kanıtıdır. Benzer şekilde Sardinya Kralı Carl Albert, net bir öngörüyle kendi hanedanına ne gibi avantajlar getireceğinin farkına vardığı için tüm gücüyle İtalya’daki özgürlük hareketini destekledi. Devrimci milliyetçiliğin en radikal savunucularından Mazzini ve Geribaldi, daha sonra Sardinya veliahdının, onların demokratik bir cumhuriyet olarak tasarladıkları, Birleşik İtalya’nın kralı olarak, kendilerinin hayatlarını vakfettikleri eylemlerinin meyvelerini nasıl topladığına seyirci kalmak ve bunu izlemek zorunda kaldılar.

  • conatus

    11

    Ulusal duyguların devrim süresince Fransa’da bu kadar çabuk kök salması ve bu denli muazzam bir büyüme elde etmesi, esasen devrimin Fransa ve sürekli savaşların daha da yaygınlaştığı eski Avrupa arasında büyük bir uçurum yaratmasında aranabilir. Her şeye rağmen bütün ülkelerdeki en iyi ve en değerli beyinler “insan hakları bildirgesini” katışıksız bir coşkuyla, Avrupa’da artık özgürlük ve eşitlik çağının başladığına yürekten inanarak karşıladılar. Daha sonra Napolyon’un hâkimiyetine karşı Almanya ayaklanmasında her şeyini ateşe atarak riske giren çoğu kişi bile devrimi içten bir sevinçle selamladı. Fichte, Gorres, Hardenberg, Schleiermacher, Benzenberg ve diğer birçoğu, başlangıçta tamamen, Fransa’dan çıkan devrimci düşüncelerin büyüsüne kapıldılar. Kendisini imparator ilan etmesinden ve işgal niyetini çok daha açık bir biçimde ifade etmesinden sonra General Bonaparte’dan vazgeçmek, önceleri General Bonaparte’ın- onu Avrupa’da gelmekte olan toplumsal yeniden yapılanmanın aracı olarak gördükleri için- en ateşli hayranlarından olan Jean Paul, Beethoven ve diğer birçoğu gibi adamları harekete geçiren özgürlük arzusu için acılı bir hayal kırıklığı oldu.Devrimin arifesinde Almanya’da trajik bir gerçeklik olan umutsuz siyasi koşullar göz önüne alındığında Almanya’daki iyi beyinlerin çoğunun Fransa için duyduğu sınırsız coşku kolaylıkla anlaşılabilir. Alman imparatorluğu artık sadece kendi pisliğinde çürüyen bir ülkeler grubuydu; yönetici sınıfı, içten yaratıcı bir itki meydana getirecek durumda değildi ve bu nedenle eski kurumlara çok daha sıkı bağlıydı. Güçlükle sarılan yaraları II. Frederick’in fetihleriyle yeniden açılan Otuz Yıl Savaşları’nın berbat talihi şanssız ülkelerin halkını şaşmaz damgasıyla damgalamıştı. Treitschke Alman Tarihi adlı eserinde “isimsiz acılarla dolu bir nesil, yurttaşların cesaretini kırdı ve küçük adamı güçlünün önünde sürünmeye alıştırdı. Bizim özgür ruhlu dilimiz alçakça boyun eğme hilesini öğrendi ve biçimsizi olduğundan çok daha fazla değerli gösteren sözcükler, bugün bile tamamen kurtulunamamış olan köle gibi konuşma biçimini içermeye başladı.”

    Devrimin başlangıcında nüfusun üçte ikisi ifade edilemeyecek kadar kötü koşullarda, kölelik durumundaydı. Ülke, kalpsiz egoizmleriyle boşalan hazinelerinin bedelini sefil varlıkların hayatlarıyla ödenmiş kanlı paralarıyla doldurmak için kendi tebaasını yabancı güçlere, düşmanı oyalamak amacıyla kullanılan askerler olarak satmaktan geri durmayan sayısız küçük despotun acımasız boyunduruğu altında inim inim inledi. Bütün düşünen tarihçiler, bu mutsuz ülkeye içten hiçbir özgürleşmenin gelemeyeceğinde hemfikirdiler. Fransa’ya karşı korkunç bir nefret besleyen Ernst Morris Arndt bile bu sonucu tartışamazdı. Dolayısıyla Fransız işgali başlangıçta önüne geleni silip süpüren gürültülü bir kasırga etkisi yarattı. Fransız orduları bu toprağa devrimci ruhu getirdiler ve bu toprakta yaşayan insanların kalplerinde daha önce bilinmeyen insan haysiyeti hissini uyandırdılar. Devrimci düşüncelerin Fransa sınırlarının ötesine yayılması Fransız cumhuriyetinin Avrupa mutlakıyetçiliğine karşı başarılı mücadelesinde en korkulan silahlarından biriydi; çünkü o çoğunlukla halk amaçlı olmayı prenslerin güdümünde olmaktan ayırma niyetindeydi. Napolyon bir an bile bu paha biçilmez silahtan vazgeçmeyi düşünmedi. Bu nedenle, ne zaman onun muzaffer bayrağı bir ulusun üzerinde dalgalansa, işgal edilen toprakların yerlilerini kendine çekmek için geniş kapsamlı reformlar getirdi. 1801’deki Luneville Barışı Alman imparatorunu Ren Nehrini Almanya ve Fransa arasında sınır olarak kabul etmeye zorladı. Anlaşmalara göre Ren’in sol yakasında bulunan laik yöneticiler imparatorluğun iç bölgelerine getirilmeliydi. Dolayısıyla artık, Alman prenslerinin “kalıtsal düşmanla” yaptığı, diğerleri pahasına ve tüm prensler birlikte düşünüldüğünde halk pahasına, kapmayı umut ettikleri toprağın her parçası için alçakça bir takas başladı. “Ulusun en soyluları”, anlaşmada belirtilen bölümleme yönteminde kendilerine iltimas geçilmesi için Napolyon ve onun bakanları önünde dövülmüş sokak köpekleri gibi yaltaklık ettiler. Tarihte bu

  • 12

    conatus

    soylular arasında hangisinin daha çok alçaldığını göstermek amaçlı karşılaştırmalı bir örnek bulmak zordur. Freiherr von Stein Rusya imparatoriçesine kendi maiyeti önünde oldukça haklı bir biçimde Almanya’nın yıkımının nedeninin prenslerinin soysuzluğu olduğunu söyledi. Şüphesiz Stein devrimci değildi. O, herkesin bildiği gerçeği açıkça söyleme cesaretine sahip dürüst bir adamdı. Dahası Alman yurtsever Ernst Morris Arndt, sert bir aşağılamayla şöyle yazdı:

    Yardım edebilenler geri döndü; diğerleri ezildi. Dolayısıyla güçlülerin birliği düşmanla kaldı ve alçaklar açıkça ayıplanmadı; hatta kendilerini ve kendi kendilerine ve diğerlerinin şerefi üzerinden bu onursuz alışverişi sürdürenleri de kurtarıcı ilan etmeye kalkıştılar. Barış hakkında pazarlık ettiler; burada Alman prensleri hakkında söylenecek çok şey oldu; asla Alman halkı hakkında bir şey olmadı. Prensler, hiçbir zaman ayrı bir taraf olarak, ulustan bu kadar uzak- hatta esasen onun karşısında- durmamışlardı ve bu prensler, ona karşı ganimetten pay almak için yenilmiş gibi davrandıkları, büyük, erdemli ve güçlü halkın bakışı karşısında utanmadılar. Adaletsizlik adaletsizlikten, zor zordan, ayıp ayıptan doğar ve Moğol imparatorluğu gibi Avrupa da harabelerin içine gömülecek....Bunun için siz, prensler, terazi tutan yargıçlar gibi ya da kılıç tutan mareşal gibi değil tüccarlar gibi, zengin Yahudiler gibi davrandınız ve onlar gibi olduğunuz için böyle davranıyorsunuz.2

    Austerlitz (1805) savaşından ve Ren İttifakı’nın kurulmasından sonra İmparator Francis’e Alman İmparatorluğu’nun çözülüşünü ilan etmek dışında bir şey kalmadı, aslında bu zaman da almadı. On altı Alman prensi, Napolyon’un himayesi altına girdiler ve bu büyük yurtsever tavır dolayısıyla zengin bir ganimet elde ettiler. Fakat yurtsever tarihçiler, ulusa bu açık ihanetten sonra, artık Prusya monarşisi bunu yabancı Fransız hakimiyetine karşı Alman

    halkının son koruyucusuymuş gibi gösterdiğinde, yapılan şey, kasti bir şekilde tarihsel gerçekleri değiştirmedir. Prusya içte imparatorluğun diğer parçalarında olduğu gibi hastalıklı ve ahlaken çürümüş durumdaydı. 1806 bozgunu, Prusya ordularının Jena ve Auerstadt’taki korkunç yenilgisi, kalelerin soylu koruyucular tarafından gerçek bir direniş göstermeye çabalamaksızın Fransa’ya utanç verici bir şekilde teslim edilmesi, kralın Rusya sınırına kaçışı (bu iğrenç ve feci düşünceler içinde sefil ayrıcalıklarını korumak dışında hiçbir kaygısı olmayan) Prusya aristokrasisinin aşağılık entrikaları, daha sonra Prusya’da yaygınlaşan koşulları yeterince nitelendiriyor. “Yüceltilen müttefikler”, Rusya, Avusturya ve Prusya arasındaki ilişkilerin acıklı tarihinin tümü, tarihte benzerinin zor bulunabileceği korkakça soysuzluğun ve alçakça ihanetin ayin günü gibidir. Sadece yurtseverlikleri sahte bir bağlılıktan daha fazla olan küçük bir grup dürüst insan, ülkede gizli örgütler ve açık propagandayla direnişe cesaret etti, bu yöntem gittikçe daha kolay hale geldi; çünkü Napolyon’un askeri yönetimi ağırlıkla, o zamanlar, oğulları savaşın Fransız ordusunda yarattığı boşlukları doldurmaya mecbur bırakılan, sömürülen

  • conatus

    13

    ülkelerin halkına dayanıyordu. Ne Prusya monarşisi ne de Prusyalı Alman-aristokrasisi bu tip bir görevi becerebilirdi. Aksine onlar, ayrıcalıklarını tehlikeye atma tehdidi taşıyan her çabaya karşı çıktılar ve Stein, Gneisenau, Scharnhorst, Fichte, Arndt, Jahn, ve hatta Blucher gibi adamlara açık bir şüpheyle davrandılar. Sadece mecbur bırakıldıklarında bunun kaçınılmazlığını açığa vurdular ve ilk fırsatta da ihanet ettiler. III. Friedrich Wilhelm’ın Stein’e karşı karaktersiz tutumu ve Prusya bürokrasisinin onun aracılığıyla Alman yurtseverlerinin çalışmalarını bozmayı istediği alçak komplo, oldukça dokunaklı bir efsane anlatır. Böylece, Prusya monarşisi Alman prenslerin bu üzücü efsanesinde hiç bir istisna meydana getirmez ve Seume şunları yazdığında oldukça haklıdır:

    “Ulus ne umut etmiş ya da ulus için ne umut edilmiş olursa olsun prensler ve soylular, anlamsız ayrıcalıklarını korumak için şüphesiz bu umutları yok eder. Napolyon’un en iyi adamları Alman prensleri ve soylularıdır...Bizler şimdi gerçekten, Cicero gibi, dostlarımız ya da düşmanlarımız için zafer istemeli miyiz istememeli miyiz noktasına geldik. Burada yılanlar, daha ötede akrepler.”

    Ancak, Almanya’nın ulusal uyanışı için çalışmış ve “özgürlük savaşı” denilen mücadelede önemli yerler almış insanlar da, her ne kadar Prusya aristokratları tarafından yeteri kadar sıklıkta Jakoben olmakla suçlansalar da hiçbir anlamda devrimci değillerdi. Hemen hemen hepsi krallık istiyordu ve gerçek bir özgürlükçü düşünceye hiç değmemişlerdi. Fakat bir şeyi açıkça fark etmişlerdi: Eğer bir ulus hiçbir hak olmadan, serflerden ve soylulardan oluşturulursa ve halkın büyük kitleleri yabancı hâkimiyetine karşı savaşmak için ayaklandırılırsa, her şeyden önce soyluların aşırı ayrıcalıklarını kaldırmakla işe başlanmalı ve halktan insanların bu zamana kadar kendisinden esirgenmiş anayasal hakları onlara verilmelidir. Scharnhorst şöyle der:

    “Biri ulusa kendine güven hissi aşılamalı. Kendisiyle ilgilenebilmesi için biri ona kendisiyle tanınır olma şansını vermeli; çünkü ancak böylece kendisine saygı duymayı öğrenecek ve diğerlerinden kendisine saygı duymalarını isteyecek. Yapabileceğimizin tümü bunun için çalışmaktır. Önyargı bağlarını koparmak, yeniden doğuşu sağlamak ve desteklemek ve asla özgür gelişmeye karşı olmamak –bizim en çok etkin olduğumuz nokta bunun ötesine geçemez.”

    Yine aynı şekilde Temmuz 1807 hatırasında Gneisenau, bir Avrupa düzeninin ancak, bir anayasa ve ulusun ulusal güçlerini özgürleştirmek için tüm sınıfların eşitlenmesiyle Fransa’ya benzemeye karar verebilmesiyle düşünülebileceğini belirtir:

    “Eğer diğer devletler bu dengeyi yeniden kurmak istiyorlarsa, bizzat kendileri arz kaynaklarını yeniden açmalı ve onları kullanmalıdır. Devrimin sonuçlarını kabul etmeli ve böylece kendi ulusal güçlerinin yabancılara karşı durabiliyor olmasının ve devrimin tehlikelerinden kaçabiliyor olmanın çifte avantajını elde etmeliler- devrimin tehlikeleri onlar için geçmiş değil; çünkü onlar gönüllü bir değişiklikle şiddetli bir değişiklikten kaçınmaya istekli değiller.”

    Tilsit barışı zamanında Napolyon’un emriyle Friedrich Wilhelm tarafından azledilmiş olan Hardenberg bunu daha açık bir biçimde ifade eder. 12 Eylül 1807’de, Prusya Devleti’nin Yeniden Kurulması’nın yıl dönümü anmasında, şunu söyler:

    “Devrime en iyi eski kurumlara bağlı kalarak ve onun getirdiği ilkeleri şiddetle reddederek karşı koyulabileceği yanılsaması devrime yardımcı olmaya büyük katkı sağlamakta ve ona adım adım büyüyen bir alan sunmaktadır. Bu ilkelerin gücü o kadar büyüktür, onlar o derece genel kabul görmekte ve o kadar yaygınlardır ki

  • 14

    conatus

    onları benimsemeyen devlet ya kendi yıkımına ya da bu ilkelerin zorla kabulüne doğru gider...Monarşik bir yönetimin içinde demokratik ilkeler, bu çağın mevcut ruhuna en uygun biçim olarak görünmektedir.”

    Dolayısıyla bunlar Alman yurtseverleri arasında var olan düşüncelerdi. Kesinlikle Fransız sever olarak suçlanamayacak Arndt bile, büyük devrimin Avrupa çapında öneme sahip bir olay olduğunun farkına vardı ve şu sonuca ulaştı: “Bütün devletler, hatta henüz demokratik rejime dönüşmemiş olanları bile, yüzyıldan yüzyıla daha demokratik olacaklar.”Tam anlamıyla muhafazakâr bir ruh taşıyan ve tüm devrimci hareketlere açıktan karşı çıkan biri olan, Baron von Stein da devletin yeniden doğuşunun ve yabancı boyunduruğundan kurtulmasının yalnızca serfliğin kaldırılmasıyla ve bir milli meclis kurulmasıyla mümkün olduğu sonucuna varmaktan kaçamadı. Bununla beraber, Stein, kendisi için Schon tarafından hazırlanan “Siyasi Vasiyet/Ahit”ine şu ifadeyi ekletmeye özen gösterdi: “Kralın hakkı ve iktidarı benim için kutsaldır ve hepimiz için de öyle kalmalı. Fakat bu hak ve sınırsız iktidar kendisine içkin olan iyiyi ifade etmelidir, en yüksek gücü vermek bana kralın insanların isteklerini öğrenebilmesi ve onların amaçlarına hayat verebilmesinin aracı olabilmesi adına zorunlu görünüyor.”Şüphesiz bunlar devrimci düşünceler değildi, ancak yine de Stein en ılımlı reformları yerine getirirken bile en büyük güçlükle karşılaştı. Onu arkasından devamlı kınayan ve hatta onun yurtsever planlarını bozmak için ülkelerine ihanetten geri durmayanların sadece “ulusun en soyluları” olduğu iyi bilinir. Gerçek şu ki ünlü Ekim 1807 Kurtuluş kararnamesi serfliği sözde kaldırırken, bu kararnameyi kaleme alanlar soylu toprak sahiplerine en düşük düzeyde bile dokunmaya cesaret edemediler. Dolayısıyla, eski serfler ücretli köleler oldular ve eğer koşulsuz biçimde efendilerinin iradesine teslim olmamışlarsa, efendilerinin istediği zaman topraktan atılabilir duruma geldiler.

    Benzer biçimde Hardenber’in yönetiminde geliştirilen 1811 Düzenleme Kararnamesi esasında kırsal nüfusu Fransa’ya karşı direnişe teşvik etmek için tasarlanmıştı. Mülkiyet yasasında bir değişiklik yaparak eski serfleri toprak sahibi olabilecek hale getirmek düşüncesi, onların yabancı hâkimiyetine karşı savaşmaya daha istekli olmalarını sağlamaya yönelik bir çabaydı. Ancak, Fransız orduları ülkeyi boşalttıktan sonra, hükümet utanmazca bütün verdiği sözleri bozdu ve kırsal bölgelerdeki halkı, onlara soyluların dayattığı yoksulluk ve sefillikle baş başa bıraktılar. Alman prenslerini, tebaasına tüm adalet sözlerini vermeye ve uyanmış yurttaşlığı harika şeylerin vaat edildiği bir anayasayı bekler halde bırakmaya iten, koşulların zorlamasıydı. Prensler, Almanya’yı Fransız egemenliğinden kurtaracak tek şeyin, Avusturya bu düşünceye ne kadar karşı olursa olsun,“halk savaşı” olduğunun farkına varmışlardı. İspanya’daki olaylar çok açık biçimde dile getirildi. Böylece, soylu lordlar birden bire halkı ne kadar içtenlikle sevdiklerinin farkına vardılar ve –gönüllerinden değil ihtiyaçlarından hareketle- kitlelerin ayaklanmasının azalmakta olan statülerini desteklemek için en son çare olduğunu gördüler. Kalish’in başvurusunda Rus çarı gelecekteki özgür ve birliğini sağlamış Almanya’nın yeminli garantörü gibi göründü ve Prusya kralı onun sadık uyruklarına bir anayasa sözü verdi. Bu vaatler bile sadece bir idraksizlik içinde bitki gibi büyüyen kitlelerin üzerinde özel bir etki yaratmazdı, ama burjuvazi ve özellikle gençlik yurtsever coşkuya ve Barbarossa’nın dirilişi ve tüm iktidarı ve şanıyla eski imparatorluğun yeniden kuruluşu rüyasına kapıldı.Her şeye rağmen, Friedrich Wilhelm hala tereddütlüydü ve kendisini iki tarafa karşı da korumak istedi. Rusya’nın zaferi ve Moskova yangını Napoleon’un büyük ordusunu yok ettiğinde ve onu umutsuzca Fransa’ya sürdüğünde bile kral halen bir çözüme varamamıştı, çünkü Prusya hanedanının çıkarları onun yüreğine, ne kendisinin ne de onun Doğu-Elbian aristokrasisin anlamış olduğu puslu bir Almanya’dan daha yakındı. Ancak gittikçe artan

  • conatus

    15

    Demokrasi sadece “ulusal ruhu” yeni bir

    hayat olarak donatmakla kalmadı, aynı

    zamanda ulus devlet kavramını mutlakıyet

    yönetimi altında tanımlanabileceğinden çok

    daha keskin bir biçimde tanımladı

    yurtsever tutkunun baskısı altında en sonunda savaşa karar verdi –çünkü, esasında başka hiçbir kapı ona açık değildi. Söz konusu günlerde yurtseverlerin düşüncesi, Blacher’in Scharnhorst’a yazdığı 5 Ocak 1813 tarihli ilginç mektubunda açıkça görülebilir, bu mektupta başka şeylerle birlikte şöyle der (onun İngilizce bilgisizliğine rağmen anlaşılabildiği kadar):

    “Şimdi (1809) 9 yılında zaten önermiş olduğumu gerçekleştirmenin zamanı; yani tüm ulusu orduya çağırmanın ve eğer prensler gönüllü değilse, onları Bonaparte ile birlikte ülke dışına atmanın zamanı. Sadece Prusya için değil bütün Alman yurdu diriltilmeli ve ulus yeniden kurulmalı.”

    Fakat bu, Almanya’nın birliğini yurtsever savunucularının hayal ettiğinden oldukça farklı sonuçlandırdı. Büyüklerin bütün vaatleri, Napolyon yenilir yenilmez ve yeni işgal tehlikesi kalkar kalkmaz dumanda kayboldu. Anayasa yerine Kutsal İttifak, umut edilen yurttaşlık hakları yerine Carlsbad Kararları ve lafazan zulmü geldi. Bu biçimsiz çocuk, “Alman İttifakı” - Jahn onu Deutscher Bunt diye adlandırdı3- istenen birliğin bir yedeği olarak iş görmek zorunda kaldı. Birlik sağlama düşüncesi hükümet tarafından yasa dışı ilan edildi. Hatta Metternich “Alman halkını bir Alman imparatorluğu altında birleştirmeyi istemekten daha lanetli bir düşünce” olmadığını söyledi ve Mainz’de soruşturma yapan görevliler, özellikle Jahn’a şiddetle karşıydılar; çünkü o hiç de doğru olmayan “Alman birliğinin en tehlikeli doktrinini” ilk savunan kişiydi. Fichte’nin Alman Ulusuna Söylevler’i yasaklandı, büyük yurtseverler gerici fırsatçılara teslim edildi. Arndt suçlandı ve cezalandırıldı; Schleiermacher sadece polis gözetimi altında konuşma yapabildi; Jahn zincire vuruldu ve hapse gönderildi; hatta beraatından sonra bile, özgürlüğüne yıllarca sınırlamalar getirildi. Napolyon tarafından “beşinci büyük güç” olarak adlandırılan Ren Merkurisi’nde4 Fransızlara karşı ulusal ayaklanmaya çok büyük katkıda bulunan Gorres, kaçmak ve “kalıtsal düşmanın” topraklarında, Prusya polisinin

    muamelesine karşı korunma talep etti. Gneisenau istifa etti. Boyen, Humboldt ve diğerleri de aynısını yaptı. Öğrenciler Birliği dağıtıldı ve üniversiteler polisin ahlaki gözetimi altına alındı.Bir halk hiçbir zaman bu derece utanmazca ve akıllıca zaferinin meyvelerinden mahrum bırakılarak aldatılmamıştır. Ancak, şu unutulmamalı ki Fransız hâkimiyetinin yıkılmasının sonuçlarına büyük umutlar bağlayanlar sadece küçük bir azınlıktı ve onlar yurttaşlık hakları temelinde Alman birliğinin sağlanmasının zamanının geldiğine gerçekten inandılar. Büyük kitleler, her zaman olduğu gibi, “kurtuluş savaşı” denen şeye zorla itildiler ve onlar sadece vazifeşinas bir boyun eğişle soylu prenslerini izlediler. Bu nedenle sadece halkın yükselen tepkisinin terörizmi altında zapturapt altına alınması anlatılabilinir. Heine, “Romantik Okul” hakkında yazdığı makalelerde şunu yazarken oldukça haklıydı:

    Tanrı, kar ve Cossacks5 Napolyon’un en iyi güçlerini yendiğinde, biz Almanlar yabancı boyunduruğunu atmak için En-Yüce emri aldık

  • 16

    conatus

    ve çok uzun sürmüş olan esaretin üzerine insani gazabın ateşini alevlendirdik ve kendimizi iyi melodilerle ve Korner’in kötü mısralarıyla coşturduk, savaştık ve özgürlüğü elde ettik; bize prenslerimizin emrettiği her şeyi yapmak için.

    Benzer biçimde, kurtuluş savaşına şahit olan ve şeyleri alaycı Heine’den daha derinlemesine inceleyen Goethe de bu konuda aynı düşünceye sahiptir. Ulusların Leipzig’deki kanlı savaşından kısa bir süre sonra Luden’le girdiği bir tartışmada şöyle dedi:

    “Alman halkının uyanışından, yükselişinden ve bu halkın kendisinin bir daha başardığı ve bedelini kanıyla ve hazinesiyle ödediği şeyden, yani özgürlükten, mahrum bırakılmasına izin vermeyeceği düşüncesinden bahsediyorsunuz. Fakat bu halk gerçekten uyanık mı? Ne istediğini ve neyi başarabileceğini biliyor mu? Ve her hareket bir başkaldırı mı? Zorla yapmaya kışkırtıldığı şeyi yapar mı? Biz burada binlerce genç ve eğitimli insandan bahsetmiyoruz; biz burada kitlelerden, milyonlardan bahsediyoruz. Ve başarılan veya kazanılan şey nedir? Siz özgürlük diyorsunuz. Buna kurtuluş deseydiniz belki daha iyi olurdu, ki bu yabancının boyunduruğundan değil, fakat yabancı bir boyunduruktan kurtuluştur. Artık hiç Fransız, hiç İtalyan görmediğim doğru, ama bunun yerine Kozanları, Başkurtları, Hırvatları, Maygarları, Cassubeleri, Samlanderleri, esmer ve diğer renklerde süvari askerleri görüyorum. Uzun bir süre hep batıya bakmaya alıştık ve bütün tehlikeleri oradan bekledik, fakat dünya doğunun ötesine de uzanır.”

    Goethe haklıydı. Doğudan bir devrim gelmedi, on yıllar boyunca Avrupa halkının üstüne bir karabasan gibi çöken ve bütün dini hayatı zaptetmekle tehdit eden Kutsal İttifak geldi. Almanya, yabancı Fransız hâkimiyetinden olduğu kadar daha sonraki soylu “kurtarıcıların” alçak tiranlığında da başka hiçbir yerde ve asla görmediği kadar zarar gördü.

    Rudolf Rocker, Democracy and National State, Nationalism and Culture içinde,

    http://flag.blackened.net/rocker/works.htm

    1 Ferdinand Lassalle, Der Italienische Krieg und die Aufgabe Preussens2 E. M. Arndt, Geist der Zeit: Erster Teil, Kapitel Vll.3 Jahn’ın yanlış yazımı “Deutscher Bunt,” Alman uydurması” anlamına gelebilir (ç.n.)4 Merkuri: Zamanın Fransa’sında tüccarların kurduğu bölgesel antlaşmalara bağlı olarak ticaret yapan küçük meslek birlikleri (ç.n.)5 Cossacks: Doğu Avrupa ve Rusya’nın kuzey steplerinde yasayan, güvenebilirlik, askeri beceriler ve atçılıkta uzmanlaşmış geleneksel bir insan topluluğudur. Napolyon’un Rusya’yı işgali sırasında en büyük destekçi grup olmuşlardır. (ç.n.)

  • “İnsanlık çok eskidir oğlum. Milyonlarca, milyarlarca insan, milyarlarca düşünce

    yaratmışlar. Milyarlarca destan, türkü, şiir yaratmışlardır. Şu insanların birinci derdi de kendinin ve insanların gizine ulaşma çabası

    olmuştur. Bugün, insan evrende insanı bildiği kadar hiçbir şeyi bilmez. İnsan insan olduğundan bu yana öldürmekten, savaştan iğrenmiştir ya gene

    de öldürmüştür.”

    Yaşar Kemal, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana, Bir Ada Hikayesi 1, Adam Yayınları, s. 245

  • 18

  • conatus

    19

    Çeviren: Akın SarıL u i s M . P o z o

    Hegemonyanın kökleri: sınıf Uzlaşımının mekanizmaları ve UlUs-Halk’ın ortaya Çıkışı

    Herhangi bir egemen grubun madun olan üzerindeki iktidarının ortak nedeni olarak, kolektif amaçları ya da bir bütün olarak toplumun genel çıkarlarının gerçekleştirilmesini sağlaması gösterilir (Beetham, 1991: 46); ve Beetham’ın dikkat çektiği gibi, egemen ve madun olanı kuşatan bir toplum düşüncesi, meşruluğu korumak açısından merkezidir (a.g.e: 82-90). Ancak Beetham, “her türlü kolektife farklılaştırılmamış bir bütün olarak davranmanın, tanımlanabilir amaçlar ve çıkarlarla tek bir varlık olarak bakmanın, bu amaçların ve çıkarların yolunun iktidarın içsel ilişkileri yoluyla ve aracılığıyla kurulduğunu gözden kaçırmak” (a.g.e: 47) olduğu uyarısında bulunur. Büyük çoğunlukla, belirli kolektiflerin üyelerine güç ve kaynaklar bakımından fiili farklılıklarına bakılmaksızın bu şekilde yaklaşılır. Uluslar ve ulusal çıkar, halklar ve onların farazi iradeleri, muhtaçların himayecilerinden oluşan güçlü kodaman “aileleri”, bütün bunlar sınıfın önemini yadsımak ve egemenlerin yönetimini meşrulaştırmak için egemen sınıflar ve onların organik entelektüelleri tarafından yardıma çağrılır. Bu şaşırtıcı değildir. Sınıflı bir toplumun işlevsel olabilmesi için, yani, toplumsal sömürü ilişkilerinin uygulanabilir bir sistem olarak varlığını sürdürmesi için, bir nebze toplumsal bağlılık gereklidir. Makul olarak, egemen sınıfların toplum üzerindeki hegemonyasının asıl hedefi sınıfı politik olarak idare edilebilir hale getirmek için dikkatle bu tür bir “bütünleşme”yi sağlamaktır. Bu incelemede, sınıf yönetimini meşrulaştırmanın ideolojik ve kurumsal ön koşullarını, hegemonyanın politik/ kültürel temellerinin araştırmasına giriyorum. Bu maksatla, topluluk mitlerine ve yöneten sınıfların sistemli iktidarı tarafından biçimlendiren kapsayıcı kimliklere göndermede bulunan “sınıf uzlaşımının mekanizmaları” düşüncesini öneriyorum. Toplumsal bilinci sınıflara ayırmamayı, sınıf birliğini önlemeyi ve madun sınıfların bağımsız bir politikada çıkarını örtbas etmeyi amaçladığı için, bu kimliklerin etkisi sözüm ona egemen olan ve egemen olunanın temel “organik”

    Giriş

  • 20

    conatus

    birliğini vurgulayarak, politik olarak alakasız sınıf ayrımları gerçeğini dile getirmektir. Mekanizmalar, ahlaki öncelik ve özel bağlılık gerektiren ideolojik ve kültürel olarak kurulu özdeşleşme adına insanların mitsel bir topluluğa dahil edildiği kolektif deneyimi ön belirleyen örgütleyici ilkeler olarak tanımlanabilir. Bunlar –zaman ve mekânla sınırlı- farklı sınıflardan insanları ayinsel ve sembolik pratiklerle ve ortak iyi ve toplumsal uyum ideolojileri yoluyla birleştiren, kolektif kimliklerin oluşturulmasını içeren, hegemonya için gerekli olan ancak yeterli olmayan koşullardır. Bunlar gerçekte yakın bir şekilde iç içe geçmiş, ancak analitik olarak ayrıştırılabilir olan birbirleriyle ilişkili deyişler ve görüşler (ideolojik boyut) ile ayinsel pratikler ve kurumlar (performansa dayalı boyut) çerçevesini oluşturur. İdeolojik olarak, aile ve topluluğun işlevsel metaforları yoluyla dillendirilen karşılıklı uyum, organik birlik, sembolik eşitlik ve ortak iyi formülünde ifade edilen birkaç temel temanın geliştirilmesinden oluşurlar. Gramsci’yi izleyerek, ulus-halkı bu mekanizmalardan biri olarak tanımlıyorum.1 Çarpıcı biçimde, hegemonyanın temellerinin incelemesinin öneminin anlaşılmasına ve Gramci’nin son yıllardaki popülerliğine rağmen, Gramscici tedrisatta ve ulus kavramı literatüründe apaçık bir sessizlik vardır. Bunun nedeni, Gramsci’nin kendisinin ne teorik ne de tarihsel düzeyde, hegemonyanın temeline yerleştirdiği “hegemonik ilkeler” ve “ulus kavramı”nı (Gramsci 1975: 1236 [Quaderni-Defterler’den olan bütün alıntılar yazarın kendi çevirisidir]) incelemekle ilgilenmemiş olması olabilir. Egemen ve madunu bir araya getiren belirli hegemonik ilkeler –ulus bunlar arasındadır- Gramsci’nin daha fazla ayrıntıya girmeden önerdiği hegemonya kavramının köklerini oluşturur. Görünüşe bakılırsa, kendi iç mantıksal ya da rasyonel niteliğinin gereği olmaktan ziyade bir çeşit “halk din”i haline gelerek ( a.g.e: 1084, 1236) birbirinin yerini alan bu ilkeleri olduğu gibi kabul etmiştir. Bu bir şekilde onların tarih-aşırı, her daim kurulu özler olduğu anlamına gelir. Ancak ulusçuluğun “popüler din” olma süreci ve

    onun belirlenimleri ve koşulları –en basitinden ulusun önceden tahayyül edilmesi ve kurulması gerektiği olgusu bile- görünüşe bakılırsa onun aklına gelmemiştir. Bu, onun İtalyan ulusunun birliğinin sağlanması ve sürdürülmesi kaygısıyla birleşerek, Gramci’nin, ulus-halkın burjuva hegemonyasının karakteristiği olan hegemonik bir ilkeyi temsil etmesi durumunda, bu halkın burjuva olmayan hegemonik projelerin temelini oluşturamayacağını anlamasını engellemiştir. Birbirini pekiştiren bu iki nokta, Gramsci’nin ulus-merkezli görüşleri eleştirisiz kabullenmesinin nedeni olabilir. Gramsci’nin yeni ufuklar açan görüşleri çok önemlidir. Ancak yaklaşımının sınırlılıkları, bizi onun sezgilerinin doğrulanmasını başka kaynaklarda yapmaya sevk etmektedir. Bu konuda kendilerini kısıtlamış olsalar bile, “modernleşme okulu” ve Marksist geleneğin literatürünün ayrı ayrı gözden geçirilmesi, ulusun, çatışmalı sınıflar arasında bir uzlaşma ilişkisi sağlamak işlevini yerine getirdiğini doğrular. Ulus nosyonunun oynadığı bu işlev modern olana geçişteki temel uğrağı oluşturur. Bu literatür, ulusun biçimlendirici aşamasındaki rolünün ne olduğuna ve daha önce tarihsel olarak ilişkili başka hangi sınıf uzlaşım mekanizmalarının olduğuna dair ipuçları sağlar.Eğer ulus burjuva hegemonyanın özünü oluşturuyorsa, bu sınıf uzlaşım mekanizmasının ortaya çıktığı tarihsel bağlamın incelenmesi, önceki teorilere nazaran ulus devletin belirmesi hakkında daha tatmin edici bir açıklama sağlayabilir. Burada tartışacağım ulus devlet, uzlaşımın daha eski, parçalı örneklerinin bu devletler içersindeki bütün nüfusu kapsayan tamamen kuşatıcı özdeşleşmelere dönüştürülme yollarının biçimlendirildiği, toprak temelli devletler sisteminin politik yapılanmasına ve emekçi kitlesinin himaye ve tüzel bağlardan “özgürleşmesi”ne can alıcı şekilde dahil edilen kapitalizmin gelişimine bağlanmalıdır. Ayrıca, bu eski örneklerin yeni olanların gelişimini etkilediğini göstereceğim. Uzlaşımın burjuva öncesi söylem ve pratikleri, işlevsel aile ve topluluk metaforlarının uyumu çerçevesinde yeni uzlaşımlara imkân tanıdı.

  • conatus

    21

    Gramsci’nin açıklamasındaki tezatlık,

    hegemonyayı, tarihsel olarak biricik burjuva

    ulus-inşası projesi davasına kaçınılmaz

    olarak bağlı olan ulusal-halkçı sözleşme

    yoluyla kavramsallaştırmasıdır

    Hayali aile haneleri ve yardımcı himaye ideoloji ve pratikleri, çeşitli şekillerde toplu düzenlemeler ve “iyi yurttaşlığı” (kentsel yerleşimlerde yerel yurtseverlik/vatandaşlık sözleşmesi) tanımladı. Bunlar kapitalizmin yayılmasıyla ilişkili olarak sınıf uzlaşımının yeni mekanizmalarının yerini aldı. Bu yeni mekanizmalar, “ulus-halk” ve ulus-inşasının birbiriyle ilişkili yönleri, korpotarizmin modern biçimleri ve ideolojileri ve “sosyal ortaklık” pratikleriydi. Ticari / dini korporasyonlar ve devlet yönetim biçimi olarak corpus mysticum, tüzel “ulus” varlığını mümkün kıldı; hayali miras şecereleri kardeşçe, aile-benzeri burjuva ulusa yol açtı ve kentsel iyi yurttaşlık ulusal, devlet-kapsamlı yurttaşlık ve (ulusal) yurtseverliğin yeni bir biçimi benimsendi. Bu yazıda, sırasıyla yukarıda özetlenen meseleleri inceliyorum. Öncelikle, hem işe yararlılıklarına hem de sınırlılıklarına dikkat çekmek ve bunun sonucu olarak meseleyi genişletmek için hegemonya ve ulus-halk arasındaki ara birimde özgün Gramscici tartışmaları değerlendiriyorum. Daha sonra Gramsci’deki sessizlik ve belirsizliğin üstesinden gelmekte ve sınıf uzlaşımının tarihsel modelini ana hatlarıyla belirtmekte kullanılabilecek toplumsal uyum ve bütünleşme üzerine ilgili literatürü inceliyorum. Son olarak, doğasında bir sınıf uzlaşım mekanizması olarak gösterilen kapitalizmin yükselişine bağlı uzlaştırıcı aygıt olarak, yapısal ortaya çıkış koşullarını ve tasarlandığı ve kurulduğu somut biçimleri izledikten sonra “ulus”a odaklanıyorum.

    Hegemonya “belirli bir ahlaki yaşam sistemi demektir” (Gramsci, 1975: 1084) ve “mutabakat” ile politik, ahlaki ve kültürel liderlik arasında ilişki kurar (a.ge: 1222 -4). Hegemonya, toplumsal düzenin meşrulaştırılmasında bir önkoşul olarak kitlelerin rızasını bütünleştirici bir temelde sınıf siyasetine kazandıran mekanizmaları bularak ilerler. Bu Gramsci’nin düsturunda bir çeşit “halk dini”ne benzeyen “yurtseverlik” ve “ulusçuluk”

    biçiminde “liderleri ve lideri etkileyen bağ” olan “hegemonik ilke” ile şifrelenir (a.g.e: 1084, 1236-7). Hegemonya düşüncesi, Gramsci’nin Sorel yoluyla miras aldığı Durkheimcı tonlamalara rağmen, sınıf mücadelesinin rolünü muhafaza ederek rıza ve sosyal bağlayıcı yönleriyle birlikte, Durkheimcı-Weberci yapısal işlevselciliğin icat ettiği toplumsal bütünleşme tarzlarını önceden tasarlar (Buci-Glucksmann, 1978: 78). İronik bir şekilde, bu enternasyonalist komünisti, İtalya’daki Pareto, Mosca, Croce ya da Gentile gibi sağ kanat şahısların yanında, “ulusal gündemin klasik bir meselesine katkı sunar” gibi gösteren şey, çatışma yerine toplumsal bütünleşme yönündeki bu kaygıdır (Szporluk, 1988: vii). Bu yüzden, Gramsci’nin hegemonya üzerine araştırması “İtalyan devletini meydana getiren farklı sınıf ve kültürlerin nasıl bir araya getirileceğini işleyen –birleşmeden bu yana İtalyan seçkinlerinin son derece önemli bir teması- karakteristik bir İtalyan teması” olarak okunabilir (Bellamy, 1987: 115). Bu anlamda, Gramsci kendi

    Hegemonya ve Ulus-halk

  • 22

    conatus

    zamanının bir İtalyan çocuğuydu ve bu, neden ulus-halk kavramını sorunsallaştıramadığı ya da bunda gönülsüz olduğu konusunda bize bir ipucu verebilir.2 Gramsci’ye göre, yöneten ve yönetilenler arasındaki bütünleştirici “etik-politik bağ” köylüler arasında “anavatan ve ulus kavramını kişileştirmiş” otorite ilkesini temsil eden “imparator ya da kralın şahsı”nda değişmişti (1975: 1236-7). Bütün sorun Gramsci’nin kendisinin işaret ettiği genişletilmiş patronlar ve müşteriler ve ticari/dini korporasyonlar silsilesi biçimindeki, hegemonik ilkeler bakımından kitlelerin krallara sözde bağlılığından daha önemli olan hayali hısımlık ve korporatizm konusunda sonuç çıkarmasına yol açacak bu hegemonik ilkelerin tarihsel ortaya çıkışına dair bir tartışmadan sakınmış olmasıdır (Pozo, yakında). Aynı şekilde, proletarya hegemonyasının koşulları için burjuva hegemonyası koşullarının devralınmasını (ayrılmamış bir toplumsal oluşum olarak bir kimliğin ve onun temsiliyetinin kurulması) yanlış anlayarak ulus-halkı tarihselleştirmekte tamamen başarısız oldu. İronik bir şekilde, hegemonya kavramının aydınlattığı bir ulus incelemesi, güya Luxemburg’un ulusun tam rolüne ilişkin Marksist izahatıyla çeliştiğini kanıtlar. Luxemburg, sınıflı bir toplumda, “ulusun tekdüze bir toplumsal ve politik bütün olarak aslında var olmadığını” iddia etse de, Gramsci, üretim sistemi –toplumsal zenginlik mirası- farklı sınıflar arasında bir ortak çıkar alanını temsil ettiği için, ulusal birliğin değerli olduğuna inandı. Yine de, madun sınıfların devrimci faaliyetinden bahsederken, kendini “ulusal-popüler” olanı “tamamen halkçı” ve “radikal bir şekilde ulusal” gibi ifadelerle tanımlamak zorunda hissetti. Bu da bize Gramci’nin, ulus-halkın üzerinden oluşacak bir proletarya hegemonyasının, sınıf baskısını sonlandırmaya yeterli olacağından kuşku duyduğunu sezdirmektedir (Gramsci, 1975: 1220). Gramsci’nin belirsizliği, burjuva hegemonyasına ilişkin olan bir ilkenin proletarya hegemonyasına çelişkili bir biçimde uygulanmasından, gerçek bir ulusal birlik elde etmek ve sürdürmek için, “ulusal sınıf” olarak

    burjuvazinin yerini proletaryanın almasına dair sözde zorunluluktan kaynaklanır. Gramsci’nin açıklamasındaki tezatlık, hegemonyayı, tarihsel olarak biricik burjuva ulus-inşası projesi davasına kaçınılmaz olarak bağlı olan ulusal-halkçı sözleşme yoluyla kavramsallaştırmasıdır. “Ulusal-halkçılık”ı bir “Jakoben” içerme süreci ve madun sınıfların, özellikle köylülüğün seferberliğini doğrudan Fransız Devrimi’nden çıkma olarak kavradı (a.g.e: 951-3); ancak daha sonra halen görünmeyen ve tasarlaması güç olan “ulusal-halkçılık”ı gelecekteki bir proletarya hegemonyasına atfetti. Muhtemelen, Fransız kitlelerinin burjuvazinin oluşturduğu tarihsel blokta yer alarak ancien régime’i (eski rejimi) feshetmekte çıkarı vardı. Ancak bu sonsuza dek burjuvazinin evrensel olarak kendi çıkarlarını temsil ettiği bir mahiyetin içersinde kapalı kalmak anlamına gelmiyordu. Eğer daha önceki hegemonik bloğa karşı “ulusal-halkçı kavramda kolektif bir irade oluşturmak için tek bir merkezin önderliğinde sınıf ittifaklarının inşasını içeren hegemonyanın kuruluşu tehlikedeyse” (Forgacs, 1988: 94), o zaman ulus-halk yoluyla kurulacak hegemonya burjuva hegemonyasından başka bir şey değildir. Marx Fransız burjuva devrimleri -yani, “sivil toplumun bir bölümünün kendisini özgürleştirdiği ve evrensel hakimiyet kazandığı kısmi ve sadece siyasal olan devrimler”- üzerine fikirlerinde bu tür kolektif bir öznenin oluşumu için gerekli koşulları kavramıştı:

    “Bir halk devrimi ile sivil toplumun belirli bir sınıfının özgürleşmesinin çakışması için, bir sınıfın toplumun bütününü temsil etmesi için, bir başka sınıfın toplumdaki bütün kötülükleri kendinde toplamış olması gerekir… Belirli bir toplumsal alan, bütün toplumun adı çıkmış cürümü olmalıdır ki, bu alandan gelen bir özgürleşme genel bir özgürleşme olarak ortaya çıkabilsin. Bir sınıfın özgürleştirici sınıf olması için, bir başka sınıfın açık bir şekilde ezen sınıf olması par excellence3 gerekir. Fransız soylular

  • conatus

    23

    ve rahipler sınıfının negatif önemi burjuvazinin pozitif önemini ortaya çıkarmıştır” (Szporluk’tan alıntılandı, 1988: 26).

    Marx Alman İdeolojisi’nde burjuvazi ve soylular sınıfı arasındaki çekişmeleri tartışırken şunda ısrar eder:

    “Kendisinden önce egemen olan sınıfın yerini alan her yeni sınıf, kendi amaçlarına ulaşmak için de olsa, kendi çıkarlarını toplumun bütün üyelerinin ortak çıkarları olarak göstermek zorundadır ... kendi düşüncelerine evrensellik biçimi vermelidir ... Devrim yapan sınıf en başından itibaren, bir sınıfa karşı çıkması yüzünden, bir sınıf olarak ortaya çıkmak yerine bütün toplumun temsilcisi olarak ortaya çıkar.” (Marx, 1964: 61-62).

    Gramsci hiçbir zaman ulus-halkı, konjektürel olarak anlamlı ve kaçınılmaz biçimde (Marx’ın anladığı gibi) tarihsel bakımdan özel koşullar içinde burjuvazinin himayesi altında kısa vadeli çıkar birlikteliği olan bir ad hoc4 olarak göstermedi; ulus-halkı burjuva topluma geçişi etkilemek için maddi çıkarları ve egemen bir dünya görüşünü birleştiren tarihsel bir bloğun oluşumu olarak düşündü. Bu yüzden belirli bir tarzın hegemonik burjuva müdahalesini proletarya meselelerine aktardı. Sonuç olarak, Gramsci’nin takipçileri, teorik bakımdan taban tabana zıt ve pratik bakımdan talihsiz çok farklı tarihsel bir konjektürde, İkinci Dünya Savaş’ndan sonra ulus-halk aracılığıyla, burjuvaziyle birlikte bir uzlaşmayı destekleme hatasında bulundu. Bu uzlaşma aslında “Hıristiyan Demokratların politik önderliğindeki burjuva hegemonyasının yeniden gruplaşmasını önlemekten acizdi ve kuvvetle ihtimaldir ki bunun oluşmasına yardımcı oldu” (Forgacs, 1988: 96). Faşizmin yükselişi, “dönüştürücü” oybirliği ve kitle desteğinin sağlanması yoluyla “pasif” ya da savunmacı bir devrimi yeniden etkileyerek, bir şekilde Risorgimento’yu5 yeniden harekete

    geçirmişti. Gramsci Risorgimento’dan beri İtalya koşullarında elverişli olduğunu düşündüğü işçilerin, köylülerin ve küçük burjuva entelijansiyanın benzer stratejik ittifakına karşı çıktı. Bu strateji savaştan önce ses getirebilirdi, ancak Gramsci’nin onu “ulusal-halkçı” olarak nitelendirmesi oldukça sorunluydu. Halen ulusal-halkçı olmasına karşın bu ittifakın nasıl burjuva karşıtı olabileceği ve İtalyan devletini çözmek ve ulusal birliğin patlamasını nasıl engelleyebileceği, sanırım Gramsci’nin yanıtlamaya hazır olmadığı bir sorudur. Faşistlerin tamamen –on dokuzuncu yüzyıldan bu yana sağ kanat siyasetin temeli olan- halka ve ulusa başvurarak kitle rızasını muhafaza ettiği unutulmamalıdır. Savaş boyunca, Komünistler anti-faşist “bütün ulus-halk” girişiminde burjuva güçleri dahil etti, böylece farkında olmadan savaş sonrası dönemde, şartların –Risorgimento’nunkiler bir yana- faşistlerin yönetimi ele geçirmesinden daha farklı olduğu ve burjuvazinin halihazırda kendi kurucu ulusal rolüne yeniden giriştiği bir zamanda, burjuvazinin yeniden güçlendirilmesi ve yeniden meşrulaştırılmasına katkıda bulundu. Gramsci –ve dolayısıyla onun takipçileri- görünüşe bakılırsa bir ulus-halkın, bizzat kendi doğasının belirlediği, ulusal çıkar adına hareket ettiği iddiasındaki bir burjuvazi tarafından (yeniden) sömürgeleştirmeye açık olma tehlikesini görmekten acizdi. Bu yüzden, son tahlilde, hegemonya kavramı, Luxemburg’un belirttiği ve Marx’ın üstü kapalı şekilde söylediği “ulus-halk” düşüncesinin merkezindeki temel çelişkinin altını çizer. Sonuç olarak, Gramsci’nin incelemeleri karakteristik olarak tamamlanmamıştır. Hegemonyanın temeline yerleştirdiği kavramın toplumsal ve tarihsel köklerini hiçbir zaman sistematik olarak tartışmadı. İtalyan ulus-halkı halihazırda Orta Çağlarda görülebilir tarih üstü bir özmüş gibi yazarak bir şekilde bunu mutlak bir doğru olarak kabul etti (Gramsci, 1975: 640-653). Ticari oligarşilerin öngörüsüzlüğünü ve Rönesans entelektüellerinin (belki de Machiavelli hariç) tam hegemonya elde etmek ve ülkeyi birleştirme konusunda bir ulusal-

  • 24

    conatus

    halkçı tarihsel blok oluşturmak için köylülükle kendilerini birleştirememesine hayıflandı. Bu anakronikti, zira Rönesans’ta uzaktan yakından bir “İtalyan ulusu”nu andıran hiçbir şey yoktu ve bir ulus inşa etmek için gerekli olacak kaynaklar, o zamanlar egemen sınıfların elinde bulunanların, bunu anlaşılabilir bir görev olarak düşünseler bile, çok ötesindeydi. Gramsci haklı olarak ulusal-halkçı birliğin başarılı bir burjuva devrimi gerçekleştirmek için gerekli olduğunu ima ederek, ki bu İtalya’da burjuva devrimin tamamlanmamış doğasını açıklar, ulusal olmayan eski seçkinlere karşı burjuvazinin “halkın” programatik çıkar birliğini oluşturmaktaki başarısızlığıyla ortaya çıkan Risorgimento’yu “pasif bir devrim” olarak gördü. Gramsci aynı zamanda bu birliği önleyen İtalya’nın teritoryal ve ekonomik bölünmesini yansıtan toplumsal düzenleme biçimlerini vurgulamakta da haklıydı (Gramsci, 1978: 17-9, 92-93). Burjuvazi, köylülükle ittifakı içeren Jakoben bir “kolektif irade”, akabinde birliğin “pasif” ve savunmacı doğasını, yaratmayı başaramadı. Bununla birlikte köylülüğü dışarıda bırakan proletarya, toprak sahipleri ve orta tabaka ile ittifak yapan alternatif bir “kolektif irade” yaratıyordu. Bu elbette İtalyan ulusunun inşa sürecinin bir şekilde yetersiz olduğu anlamına geliyordu: “pasif”, özellikle seçkinlerin başını çektiği bir süreç. Ancak köylülerin katılmamasına rağmen, ön varsayımları ve yöntemleri bakımından, özellikle nüfusun içersinde daha önceden eksik olan bir ulusal kimlik hissini yayma girişiminde, diğer herhangi bir Avrupalı ulus-inşası süreci kadar ulusal-halkçıydı. Ancak İtalya örneğinde, sadece kuzeyli kitleler dahil edilmişti. İnişe geçen feodalizmin ve yükselen piyasalaşmanın karışımı yarı-feodal, himaye-bağımlılık ilişkileriyle perçinlenen Güney İtalya bir sömürge olarak kabul edilmişti. Burjuvazinin desteklediği ulusal bilinç ancak bu minvalde anlaşıldı.6 Dolayısıyla, Giolittizm ile birlikte doruğa çıkan, proletarya ve burjuvaziyi yeniden bir araya getiren bütünleştirici ideolojiler ve maddi pratiklerden meydana gelen tarihsel bir blok oluşturuldu. Aynı zamanda, işçilerle ittifaklarını

    önlemek için güneyli köylü kitleleri “geri” ve ulusal birlik ile ilerlemenin önünde engel olarak tanımlandı. “Kiliseden, gazetelerden, burjuva geleneği ve propagandadan etkilenen” Kuzeyli kitleler güneyli köylüleri “biyolojik bakımdan aşağı”, “tembel”, “vahşi” ve “barbar” olarak gördü; bu yüzden karşılıklı “sert düşmanlık” teşvik edildi (a.g.e: 94, 1023, 117).7 Gramsci doğru bir şekilde ulusal ideolojinin bölücü, savunmacı yönüne dikkat çekmesine rağmen, bölücü stratejilerin başarılı olması için bir ön koşul olarak nihai amaçlar ve ahlaki ölçütler dayatan toplumsal bağlılık ideolojileri ve pratiklerinin oluşumuna ilgisiz kaldı. Yani, bu nitelikteki bir ulus-inşası süreciyle ilgilenmedi. Burjuvazi kendi “Jakoben” işlevini tamamlamadığı için, Gramsci proletaryayı bu işlevi tamamlamakla mükellef kıldı; ancak Jakoben momenti, daha önce varlığı olmayan bir ulus oluşumunun başlangıç noktası olarak kavramsallaştıramadığı için, proletaryanın kendi başına ulus-inşası görevini üstlenmesini talep ettiğini fark etmedi. Burjuvaziyi marjinalleştiren bir ulus-inşası sürecinin “ulusal” olup olamayacağını soramadı. Ayrıca her ne kadar yetersiz de olsa burjuvazinin fiilen görevi üstlendiği gerçeğini gözden kaçırdı. Massimo D’Azeglio’nun ünlü deyişi çok açıktır: “İtalya’yı kurduk, şimdi İtalyanları oluşturmalıyız.” Toprağa dayalı bir devlet oluşturmak, bir ulus inşa etmekle aynı şey değildi: bunun inşa edilmesi gerekliydi –ve de toplumsal bütünleşme ihtiyacına Gramci’den çok daha duyarlı olan ve buna uygun olarak hareket eden burjuvaziydi.8

  • conatus

    25

    “Bütünleşme” ArayışıGramsci sonradan egemen ile madunu birleştiren etik-politik dünya görüşleri meselesiyle uğraşmak konusunda bir parça kararsız ve muğlak –ya da sadece sessiz- kaldı. Toplumsal bütünleşmeye ilgi, Gramscici gelenek içersinde yer alan Marksistlerin yanı sıra, yapısal-işlevselci ve modernleşme kuramcıları tarafından da ele alındı. Bu bölümde, akademinin farklı köşelerindeki daha eski içerme ya da özdeşleşme biçimlerine yapılan göndermeleri ve ulusa atfedilen kapsayıcı ve işlevsel rolü dikkate alarak, Gramsci’nin temel sezgilerini teyit etmek için bütünleşme / birleşme temasını inceleyen literatürü gözden geçireceğim. Daha önceki sınıf uzlaşım mekanizmaları bir yana, hegemonyayla ilişkili ulus-halk üzerine odaklı herhangi bir araştırma olmadığı ve bütünleştirici mekanizmalar incelemesinin şimdiye kadar plansız ve parçalı olduğu vurgulanmalıdır. Bu yüzden bu girişimin doğası da deneyseldir. İşçi sınıflarının tarihsel olarak “içerilmesinin krizleri”nden esinlenerek istikrar ve uyumun işlevsel bir politik sistemde nasıl geliştirilebileceğini ele alan en kapsamlı incelemeler, modernleşme üzerine yazılan literatürden gelir. Bu literatür değişen derecelerde, toplumsal bütünleşmeye dair Durkheimci ilgiyi, meşruluk üzerine Weberci odaklanmayla birleştiren yapısal işlevselciliğe dayanır. Bu çalışmalar, “geleneksel”den “modern” toplumlara hızlı yapısal değişim koşullarında dengeyi sürdürmek için gerekli olan politik evrimi izlediler. Modernleşme krizlerine “çözüm” olarak görülen endüstriyel işçi sınıfının “içerilişi”, resmi yurttaşlık yoluyla politik toplumdaki içerme temasıyla ilişkili olarak (Bendix, 1996; Lipset 1973; Marshall 1992) ya da “katılım patlaması”nı massetmek için ihtiyaç duyulan kurumsal tamponlar bakımından (Huntington, 1968) veya “bütünleşme”nin akabinde seferberlik sürecinin bir uzantısı olarak icat edildi (Germani, 1964). Paradigmatik bir çalışmada, Waisman (1980: 24) işçi sınıfının “içerilmesi”nin modernleşme ve kapitalizmin meşruluğu arasındaki ilişkinin en

    önemli değişkeni olduğu sonucuna varır. Bu ön varsayım, tutarlı politik yönetimlerin başarısıyla ilgili Batılı kaygıları destekleyen, Soğuk Savaş mücadeleleri bağlamında doğan ulus devletlere kapitalizmin nüfuz etmesine bağlanıyordu. Bu durum, “siyasal gelişim doktrini”nin –kapitalist modernleşme sürecindeki bir siyaset teorisi ve kapitalist değişim yönünü garantilemeyi amaçlayan bir doktrin- tasarlanmasını gerektirdi (Cammack, 1997; karşılaştırın Tilly, 1975: 38-43; Robinson, 196: 44-8): Yani gelişen ülkelerde kapitalist rejimlerin yerleştirilmesi ve güçlendirilmesi doktirinini (Cammack, 1997: 1). Kapitalist organik entelektüeller, ulus-inşasını emperyalist seçkinlere ve onların sömürgeci müttefiklerine karşı bir siyaset formülü olarak önerdi. Açıkçası, sınıf idaresinin meşrulaştırılmasına kararlı bir şekilde iştirak eden politik katılımın genişletilmesi sürecinde ulusal kimliğin pekiştirilmesine inanarak, ulusu sınıf çatışmasının bastırılabileceği bir araç olarak gördüler (a.g.e: 57, 159). Verba’nın belirttiği gibi, ulusun kimliği düşüncesi “ulusal seçkinlerin etkinliklerini meşrulaştırır ve takipçilerinin desteği ve bağlılığını seferber etmelerini mümkün kılar” (alıntı Cammack’tan, 1997: 135). Bu literatürdeki temel kaygı, politik kurumları toplumsal baskıdan kurtarmak ve “sorumlu” seçkinlerin yönetiminde istikrar elde etmek için kitlelerin katılımını kontrol etmekti (a.g.e: 202). Asıl soru kitle siyasetine ilişkindi: Kitleler “katılım patlaması” kontrol edilerek nasıl zararsız bir şekilde politik topluluğa dahil edilir? (a.g.e: 45,49) Toplumsal bütünleşme, sosyal uyumun korunmasının kaçınılmaz olarak düşünüldüğü, mütemadiyen ulus-inşasının muntazam sürecine ve “siyasal gelişim” ya da “modernleşme”yle (a.g.e: 56) özdeşleştirilen bir ulusal kimlik hissinin kazanılmasına (a.g.e: 39, 42, 119, 156) bağlanmıştı. Kimlik ve meşruluk krizinin üstesinden gelinmesindeki ilerleme “hem bireysel hem de kolektif kimlik hislerinin açıklığa kavuşturulmasına ve kitleler üzerinde uygun bir ortak kimlik ve elit özerkliği ve otoritesi oluşturulması”na dayandırılan, kitlelerin politik

  • 26

    conatus

    hamlesiyle meydana geldi (a.g.e: 119, 154).Bu yüzden reçete, kitle iletişim medyası, eğitim sistemleri vb. ile “sorumlu bir orta sınıf”ın yaratılması aracılığıyla ve gerektiğinde geleneksel kişiler arası aidiyet ilişkilerinin (himaye-bağımlı ilişkileri) muhafaza edilmesi yoluyla ulusal bir aidiyet hissini vurgulayan bir biçimde, geniş bir toplumsal mühendisliği gerektirdi (a.g.e: 128-9). “Başarı” öyküleri “başarısızlık” öyküleriyle çatıştırıldı: Japonlar yurttaşlık haklarının manipülasyonu, ulusal sembollerin geliştirilmesi ve politik beyin yıkama için okul sisteminin kullanımı yoluyla başarılı oldu. Latin Amerika sözde kitle partilerinin ulusal bütünleşmeden yoksun olması nedeniyle başarısız oldu (a.g.e: 136, 156-7, 184-6). Sanayi ve Fransız Devrimleri’nden sonra Avrupa’ya özgü sosyal yapıların modernleşme seyri boyunca, Mouzelis’in derinlikli anlatımında –ulusal piyasalara, eğitim sistemlerine ve idari ağlara maruz kalan- daha aşağı sınıflar, politik olarak üç yoldan birine “dahil edilmişti”:

    - Kuzeybatı Avrupa’da “bütünleştirici tarz”: ancient rejimin corps intermédiaires’i 9 ve mutlakıyetçi monarşilerin merkezileştirici çıkarsamaları arasındaki etkileşime dayalı bir “yatay” içerme biçimi.

    - Yunanistan gibi yarı çevre bölgelerin “kaynaştırıcı himayeci tarz”ı: halihazırda var olan himaye ağları ve örgütlerinin yayılması ve merkezileşmesi yoluyla politik içerme.

    - Balkanlar gibi bölgelerde kullanılan “kaynaştırıcı halkçı tarz”: kitlelerin popülist bir lidere bağlılığı yoluyla içerme.

    Oxhorn, kontrollü politik katılımın hiyerarşik örneklerinden bahsederek, Latin Amerika’daki “kontrollü içermenin sınırlı süreçleri”ni anlatır: himayeci ve halkçı yollara dayalı bir devlet korporatizmi.Marksizm, bu literatüre karşı çıkarak, Gramsci’nin

    kayıtsızlığını daha da derinleştirmek için ulusun işlevsel olarak kapsayıcı boyutunun, nadiren teorileştirilen ya da geliştirilen gelişi güzel referanslardan anlam çıkarılarak bir klişe haline getirildiği ve üstelik rakipleriyle açık bir benzerlik sergileyen karşı açıklamalar geliştirdi. Burada Gramscici “ahlaki yaşam sistemi” ya da “halk dini” bir “yurttaşlık” (ya da “medeni”), “dünyevi” din olarak yeniden şekillendirilmiştir. Ulusun bütün kapsayıcı kapasitesi, muhafazakâr amaçlara uydurarak, ulusçuluğun potansiyelini bir “dünyevi din” olarak vurgular: “en bütünleştirici ve dengeleyici” güç; par excellence “işlevsel inanç” (Miliband, 1969: 206). Ulus kolektif özdeşleşmenin daha eski biçimlerinin ölümüne ve kitle politikasının ortaya çıkışını destekleyen ve özneleri yurttaşlara dönüştüren değişimlere bağlanır (Hobsbawm, 1983: 263-8, 303, 307). Yeni kimlikler inşa etmek için başvurulan araçlar; çoğunlukla krallığın sembolik bakımdan insanların birliği için araç olarak sunduğu “ulus”u bir topluluk olarak sunan (a.g.e: 272-6, 282) politik sembollerin ve bir “yurttaşlık dini”nin oluşumu anlamına gelen ritüel, seremoni ve mitin yaratılmasıydı (a.g.e: 283, 304).10 Bu “yurttaşlık dini”nin yaratılmasının ardındaki öykü en iyi, Hobsbwam’ın “hegemonik sızma” olarak değerlendirdiği, temel bir moment ya da hegemonik bir süreçteki bir ön koşul olarak egemen ve madun olanı taklit ederek benimseyen bir politik / kültürel kimliğin inşası olarak açıklanır. Hegemonya, -mücadele biçimlerini şekillendiren sınırlamaları, madun sınıfların egemenlik sürecinin kendisinin biçimlendirdiği kurumlar, imgeler ve semboller yoluyla egemenliği anlama ve ona direnme biçimlerini kuşatması itibariyle (Roseberry, 1994: 361)- “doğallaştırılan bir egemen ideolojinin parçası”nı meydana getirdiği için (Comaroff & Comaroff, 1992: 28)– bir millet olma duygusunun oluşumu önemlidir. Ulus bir kere insanların kimliğinin ve bilincinin köşe taşı olarak inşa edildiğinde, “halihazırda olası politik etkinlik ve inanç biçimlerini belirleyen ... uçsuz bucaksız iktidarın ideolojik ve kurumsal bir yapısı”nı temsil

  • conatus

    27

    Toprağa dayalı bir devlet oluşturmak, bir

    ulus inşa etmekle aynı şey değildi: bunun

    inşa edilmesi gerekliydi –ve de toplumsal

    bütünleşme ihtiyacına Gramci’den çok daha

    duyarlı olan ve buna uygun olarak hareket

    eden burjuvaziydi

    eder (Eley, 1981: 104). Ulusla bağlantılı olarak, devlet kendisini ulus-halkın politik birliği olarak sunarak sınıf mücadelesi olgusunu kamuoyundan gizler (Poulantzas, 1968: 239-40; Balibar, 1991: 149-50; Miliband, 1969: 72). Bundan dolayı, devlet iktidarını elde etmeye veya kullanmaya çalışan politik güçler, Solun güçleri bile, Nairn’in (1977) “sınıfın uluslaştırılması” olarak adlandırdığı şeyin araçları olurlar. Örneğin, Britanya İşçi Partisi ulus ve sınıf arasında aracılık ederek, “politik toplumsallaşma ve toplumsal denetimin” bir aracı haline gelir:

    Doğrudan eylem, devrim ya da “bölgesel” çıkarlar karşısında ... ulusun değerlerini destekleyerek mevcut toplumu meşrulaştırır ve işçi sınıfından yana devrimci politik bir bilincin gelişimine karşı etkili olur. İşçi sınıfının halihazırda maruz kaldığı ve genellikle de aile, eğitim sistemi, kilise, medya ve hatta Muhafazakar Parti gibi diğer politik toplumsallaşma kurumlarında massedilen değerleri korumaya çalışır (Panitch, 1976: 235-36).

    Politik partiler işçi sınıfının talep ve çıkarlarını bir bütün olarak ulusunkilerle tarihsel birleştirme rolüne biçim veren ulusal partiler haline gelir; yani, “ayrıştırılmaktan daha ziyade asıl olarak birleştirilen bir toplumsal düzen kavramıyla kafası dolu olan ve “ulusal çıkar” politikaları aracılığıyla ... çeşitli sınıfların çıkarları ... arasında bir uzlaşma gerçekleştiren “bütünleştirici” partiler (a.g.e: 1). Bu tür politikalar “sermaye ve emek arasında güya toplumsal sınıfları aşan bir çıkar olması adına işçi sınıfı rızasını daha fazla sömürüye tabi kılmaya çalışır” (Foa, a.g.e’den alıntılanmıştır: 4).11 Benzer şekilde, faşist hareketler ulusu sınıfsız birlik olarak, bir mazlum-sınıf gerçekliğini yeniden yorumlamak için kullanmışlardır. Marcuse’a göre, faşizm “bütün sınıfları birleştiren bir birlik ... sunar. Mevcut sınıflı toplumun temelinde ve çerçevesinde ... sınıfsız bir toplum” (alıntı Neocleous’dan, 1997: 40). Völkisch12 düşüncesi “işçi sınıfını birleştirmenin yanı sıra aynı zamanda onu zapt etmek için bir mekanizmadır da” (a.g.e: 40-1). Ulus, burjuva politik rejiminin

    türü her ne olursa olsun, bu işlemleri mümkün kılar; zira ulus-halk toplumun birliğini, politik pratik düzeyinde sınıf ayrımlarının üstesinden gelinmesini temsil eder ve devlet kendisini meşrulaştırır ve bu birliğe başvurarak kendi amaçlarını gerçekleştirir. Açıkçası, o halde, iki karşıt düşünce okulu –muhafazakar ve radikal- ulusun rolünü belirlerken neredeyse birbirini tamamlar. Her ikisi de ulusu kapitalist modernleşmede görülen toplumlardaki temel bağ olarak görür: Gramsci’nin “halk dini” sözünü hatırlamak gerekirse, kapitalist toplumsal formasyonda bütün sınıfları bir araya getiren bir “yurttaşlık dini”. Her ikisi de, farklı nedenlerle de olsa, toplumsal birleşmeyle ilgilenir ve her ikisi de esas olarak aynı sonuçlara varır. Bu tesadüf olamaz. Kendi tarzlarında, her ikisi de ulus-halkın temel mülkiyetini bir tarihsel fenomen olarak algılar. Himaye / bağımlılığa yapılan dağınık göndermeler ve tüzel kategoriler kapitalizmin olgunlaşmasından önce sınıf uzlaşım mekanizmalarının sistematik

  • 28

    conatus

    bir araştırmasına nereden başlanacağına dair bize bazı ip uçları verir. Bunu başka bir yerde yapmaya çalışmıştım (Pozo, yakında çıkacak). Gelecek bölümde, ulus devletlerin toprak temelli devletlerden doğuşunun yapısal belirlenimlerini ve ulus-halkın burjuva hegemonyasındaki her türlü girişimin temeli olarak gösterildiği somut biçimleri inceliyorum. Cemaatleri Hayal Etmek: Ulus ve UzlaşımYeni sınıf uzlaşım mekanizmalarının modern biçimlerini, bütünü kuşatan bir biçimi neden ve nasıl benimsediğini anlamak için kapitalizmin gelişiminin sosyo-politik örgütlenmelerin uzamsal kümelenmesini nasıl etkilediğini ve toplumsal ilişkileri yeniden nasıl düzenlediğini düşünmeliyiz. Üretken güçlerin düşük gelişim düzeyi ve sanayi öncesi Avrupa’da üretim araçlarına görece yaygın erişim; yakın kişisel ilişki, sınırlı sosyal ve uzamsal hareketlilik, yaygın okuma yazma bilmeme, sınırlı ideolojik koşullandırma araçları ve parçalı egemenlikler koşulları altında, artı değer fazlasının aşırı ekonomik niteliğini destekledi. Bu bağlamda, hegemonik ilkeler, “dikey” cemaatleri oluşturan, toplumsal yapıdaki kısımlar biçiminde ortaya çıktı: aile hanesi metaforuna dayandırılan genişletilmiş lordlar ve bağımlılar soyu. Kent yerleşimlerinde, ailevi ve bedensel metaforlardan sonra oluşturulan patron sistemleri ve şirket düzenlemeleri arasında dinamik bir etkileşim vardı. Her ikisi de iyi yurttaş olmayla rekabet etti: zanaatkâr üretim ve ticari sermayenin yoğunlaşmasının getirdiği yurtsever yurttaşlığın “evrenselci” fikirleri (Pozo, yakında). Bunlara, büyük ölçüde kendine hayrı olan, elit ideolojileriyle sınırlı, daha sonra ulus kavramını on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda etkileyecek olan, ancak güç bela bir özdeşleşme hissi yaratabilen birbirinden uzak varlıkların mevcudiyeti eklenebilir. Bunlar bir corpus mysticum olarak, soylu bir baş / baba figürüyle birlikte –Gramsci’nin kapitalizm öncesi toplumlarda toplumsal çimento olarak gördüğü figür- hanedan devletlerdi (Bendix, 1996; Cohen, 1988: 7-9; Pitkin, 1989: 138-139; Manicas, 1988: 177-83). Birleşme modellerinde parçalı ve / veya yerel olandan bütün devlet nüfusunu kuşatan

    evrensel nosyonlara geçişi hangi şartlar belirledi? Gerek toprağa dayalı devletler gerekse de ulus biçimi kapitalizmin yükselişine çok şey borçludur. Devlet ve ulus, dünya kapitalist sisteminin politik yapılaşmasından yükselen karşılıklı olgulardır (Wallerstein, 1991: 126-27; Hobsbawm, 1990: 18; Patterson, 1988: 346, 349). Ancak bir dizi toprağa dayalı devlet ulusların ortaya çıkması için kronolojik ve örgütsel ön koşulu oluşturmuştur (Balibar, 1991: 137-8; Calhoun, 1997: 378-80; Tilly, 1975). Politik iktidarın uzamsal yayılımı için başka olanaklar da vardı: politik federasyon ya da imparatorluk; teokratik federasyon; kent-devletlerin ticari ağları vb. (Balibar, 1991: 140; Tilly, 1975: 26; ve erken modern devlet-biçiminde “teritoryalizm” ve kapitalizm arasındaki ikilik hakkında bakınız Arrighi, 1994). Ne var ki, kapitalizm ve toprağa dayalı devlet, karşılıklı olarak birbirini pekiştiren özellikler geliştirdi. Kapitalizm devlet oluşumu için kaynaklar yarattı ve aynı zamanda çeşitli toprağa dayalı devletlerin varlığı özel sermayenin işlemlerine el koymak ya da boğmak amacıyla hükümetlerin gücünü azalttı. Gerçek ekonomik büyüme ve güç, kapitalist üretimin yayılması için zemin hazırlayan ve bütünlüklü bir ekonominin işlemlerini düzenleyen ve koruyan “ticari” devletlere dayandı (Tilly, 1975: 30, 45, 72-73; Hobsbawm, 1990: 34 ve sonrası). Böylece çoğunlukla kapitalist toplumsal ilişkileri sağlamlaştırabilen ve destekleyebilen großstaaten13 olarak (küçük devletlerin yaşamayacağı düşünülüyordu) tahayyül edilen katı sınırlarla çizili toprağa dayalı devletler için güçlü dürtüler oluştu. Bu bağlamda, politik-ekonomik değişimler, kapitalizmin yayılması için gerekli resmen özgür işçi kitlesini yaratmak için kitleleri himaye ve tüzel bağlarından “özgürleştirdi.” Daha sonra nüfuzlu burjuvazinin eski düzenden kalan çıkarlara karşı kendi çıkarlarını bir nüfusun özel ya da tüzel yargı yetkilerinden “muaf” gibi sunmakta ısrar etmesinden ötürü daha kapsayıcı, devletin bütününü teşkil eden kimliklerin oluşumu başladı (Balibar, 1991: 154-5; Hobsbawm, 1990: 29). “Ulus” ve “halk” kelimeleri burjuvazinin yükselişi üstünlük sağlayana kadar politik yetkileri

  • conatus

    29

    olan kolektif bir kimliği tanımlamadı.14 Bu yüzden ulusal bilincin kitle karakteri, dört dörtlük ulus devletleri on dokuzuncu yüzyıla konumlandıran, başlangıcı belirsiz bir süreci takiben oluştu (Connor, 1990: 92-100).15 Bu çetin sınamada oluşturulan ulusalcılık16, “bireysel kimliğin kaynağını, bağlılığın merkezi objesi ve kolektif dayanışmanın temeli, egemenliğin taşıyıcısı olarak görülen bir ‘halk’ın içersine yerleştirir” (Greenfeld, 1992: 3). Modern ulusal kimlik anlayışı, “bir ulus olarak tanımlanan ... bir ‘halk’a olan katılımdan türer. Bu şekilde tanımlanan ‘halk’ın her üyesi, onun üstün seçkin niteliğinden pay alır ve buna göre tabakala