sehrengiz7

32
bilal can + mehmet ali başaran + asım aksoy + fatih kaşcıoğlu + i.harun tarhan + fadime türkölmez selma hacıismailoğlu + tûbâ yozgat + hasip çifci + nihat ilhan + seher ortaöner muhammet çelik + mine tahiroğlu + mustafa kadir medsus + nebiye arı cihat karaman + büşra yeleğen + hasan dede + yusuf ziya mutlu mart - nisan 2011 m ü z i k , ş i i r , m e d e n i y e t i ç e r i d e y i m . A z d ı ş a r ı m d a k o c a b i r c u r c u n a v a r . Ali Cançelik'le bir söyleşi… bu sayımız devrimlere ithaf olunur

Upload: muhammet-celik

Post on 28-Mar-2016

226 views

Category:

Documents


5 download

DESCRIPTION

Mart-Nisan 2011

TRANSCRIPT

Page 1: sehrengiz7

bilal can + mehmet ali başaran + asım aksoy + fatih kaşcıoğlu + i.harun tarhan + fadime türkölmezselma hacıismailoğlu + tûbâ yozgat + hasip çifci + nihat ilhan + seher ortaöner

muhammet çelik + mine tahiroğlu + mustafa kadir medsus + nebiye arıcihat karaman + büşra yeleğen + hasan dede + yusuf ziya mutlu

ma

rt

- n

is

an

2

01

1

m ü z i k , ş i i r , m e d e n i y e t

i ç e r i d e y i m . A z d ı ş a r ı m d a k o c a b i r c u r c u n a v a r .

Ali Cançelik'le bir söyleşi…

bu

sayımız

devrimlere

ithaf

olunur

Page 2: sehrengiz7

İmtiyaz Sahibi ve Yazı işleri Sorumlusu:

Cihat Karaman

Yayın Ekibi:

Fatih KaşçıoğluNebiye Arı

Mustafa Kadir MedsusHafize Betül Durmuş

Fatih DağlarAli Yaşkın

Tasarım:

Muhammet Çelik

Dağıtım Sorumlusu:Bayram Çiftçi

İletişim:[email protected]

Posta Çeki Hesap No:

Adres:

Çınar mah. Esenler cad. No:57/9 Bağcılar

İstanbul

Baskı:

Milsan Basın San A. Ş.0212 471 71 50

Cemal Ulusoy Cad. No:38/A

Bahçelievler / İSTANBUL

0 530 494 54 32

5997263

7.SAYI kasım-aralık 2010

mart-nisan 2011 - s.1

Sevgili Şehrengiz okurları… Allah'ın adıyla başlayalım… Ona hamd olsun, peygamberine salat ve selam…Dergimiz yedinci sayısına ulaştı şimdilik… Her fani gibi onun da bir ömrü var elbette, ancak geriye kaç sayılık ömrü kaldığını bilemiyoruz.Daha bebeklik dönemini bile geçmiş sayılmaz, büyüyecek, genç olacak, güçlü olacak, sesini duyuracak, kendi dünyasında yer edecek…Ancak bu seyrimizde her şeyden evvel haddimizi bilen bir duruşumuz olmalı… Dergimizin içinde bütünüyle yetkin sanat örnekleri bulunmuyor, sadece bizim değil birçoklarının dergisi bu nitelikte aslında… Amacımız gençlerin sanat denemelerini sergileyebildikleri bir ortam oluşturmak, aynı gençlerin bir yandan da kendilerini geliştirmesi için onlara yol gösterici olmak… Okuyucu bir yandan olgun meyveler toplarken dergimizden, bir yandan da filizlenmekte olan, çiçek açmış dalları okşayabilecek… Okuyucularımız yani sizler aynı zamanda yazarlarımızsınız…Edebiyatı sevmek, en somut bir olgu olarak, okumayı ve yazmayı sevmektir… Sizi dergimizde yazmış olarak görmek bizi sevindirir, sizin bizi okurken sevindiğiniz gibi…Ayrıca şunu bilmemiz gerekir ki, bu yürüyüşümüz bir yere varmak için değilse, yorulmamıza, yanılmamıza gerek yok aslında… Bir yandan Türkçenin geçmiş en büyük şairlerini ediplerini okurken bir yandan da çağdaş Türkçenin edebi ürünlerini okumamız, takip etmemiz gerekiyor…Düşüncenin ve ilmin olmadığı bir kafadan, tarihin ve anlamın süzülmediği bir gönülden iyi edebiyat çıkmaz zaten… Bu yüzden de yazar okumaları yaptık… Nuri Pakdil'i, Rasim Özdenören'i okuduk; Sezai Karakoç'u da okumaya devam ediyoruz… Sadece okuyup yazmanın da yeterli olmadığının bilincinde olmak lazım üstelik…Okumaktaki amacımız ne olmalı? Yazmak neden gerekli? Nasıl okumalı? Ne şekilde yazılmalı? Tarihle aramızdaki yollara çığ düşmüş, köprüler yıkılmış, tüneller çökmüş, haritalar yırtılıp atılmış…Bu enkazdan bir sanat ve düşünce çıkarma girişimi alkışlanması gerekir ama bunu yaparken her şeyin çok da kolay olmayacağını unutmamak lazım…Okurlarımız mail yoluyla internetten ulaşıyor bize, yazılarını gönderiyor, dergi istiyor… Türkiye'nin dört bir yanından dergimizi tanıyan arkadaşlarımız var… Bir de derginin ismi, boyutları, rengi, kokusu, tadı gibi tartışmalar var… Bunlara takılıp kalmamak lazım bizce… Hayat bu, her şey olabilir… Hoş bir sada bırakmak olmalı bizi sevindiren bu dünyada…Gündemi takip etmeliyiz, devrim yapan Arap halklarını anlamaya çalışmalıyız, zalimleri, para babalarını, sömürenleri eleştirmeli, onlara haddini bildirmeliyiz… Mazlumların, yoksulların, ihtiyaç sahiplerinin sessiz çığlıklarına kulak vermeliyiz… Aşkın çağımızdaki kirli ve ikili yüzüne aldanmak da yakışmaz bize… Aşkı gerçekten anlamadan onu yazmak çok basit hallere düşürüyor bizi inanın… Okumak, anlamak, anlamlandırmak, yaşamak, yaşatmak… Dünya kurulalı çok zaman olmuş, bizden donra da çok zamanlar gelip geçebilir, dikkat… Her şey olabilir... Her şeye rağmen ciddiyetsizlikten, basitlikten uzak olmalıyız…Ne çok nasihat oldu, tutulmaz bu kadar öğüt… Son verelim editörden yazılmış yazımıza… İlkbahar, yaz, sonbahar, kış… Kalın sağlıcakla…Bu arada sınavlara çalışanlara başarılar dileriz, o sınavlar asıl sınavı unutturmasın aman… Yine bu arada askerde olan kardeşlerimize kolay görevler, hayırlı teskereler dileriz…Hoşçakalın…

.:: daldan dala ::.

Page 3: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.2

kendinden koşan atlıkarıncalardık

.:: bilal can ::.

esen her rüzgar bağrımızdaki tellere değdiğindeaya çıkar şarkı söylerdik

dilimiz her şarkının en güzeli en paslanmış sözlüsü eskisi ve yenisikapanmış kapıları kim açacaksa bilsinyarım hala dilimizde en güzel şarkıbu yüzden kaldık tüm hikâyeler kadar yalnız

tüm hikâyelerdeki gibi yalnızızyalnızız bağışla bizi ya rab.

gecemiz kısrak ve yağmur resimleriyle doluduvara astığımız geyikli bir halının eskiyenieskisi ve yenisiyiz ortak paydamızdaki yenilgitüm çaresizliğimizle siner kırık kaleme incir

koşan bizdik iki ipin ucu kadarsökülmüş bir cümleydik uzun hikayelerdenbizi hangi bağlaç bağlayacaksa derinden durup öpmeliyiz her harfinden

tüm resimlerdeki gibi sepya tüm gölgeler kadarrenkli hayallerimiz de var ıssız bucaksız çöllerdenkoşan yine bizdik elleri fenerli kırık ipli vebizdik her hasret deyince hüznü dile konduran

şairlerin boğulduğu geceler iki incir çekirdeğibir girdap eder aklım havada ve rüzgar hikayedeki yalnızlar sadece biz miyiz

dilim akrebe değeli sökmedi şafak gözümdebir gece ne kadar uzunsa o kadarında kararlıyımgözlerim sönmemiş ateşin kıvılcım saçan korundagözlerim kendine yabancı kendine yitik

aklımın hesaba katmadığını ellerim dahil edemezher bilançoda eksik çıkanı parmaklarım saymaktan aciz

e y i n s a n s e n i s a v u n u y o r u m s a n a k a r ş ınuri pakdil

Page 4: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.3

a yet

babaya mektup.:: asım aksoy ::.

I (KÖY)

Aynı sofradaydık.

Ekmek deyince gelirdin aklıma.

Toprak deyince... Ve buğday.

Bulutlara attığın bir oltaydı hayat.

.:: mehmet ali başaran ::. Mızıka çalardın incir ağacından...

Annem çiçek açar,

Bir ırmak evlenirdi.parçaları bütünle anlamı çıkar burdanben sensiz ayrı yazılan bir de'yim

Bir orman türkü söyler hala...bir de benzetmeyim

mektubun merdivenlerinde oturmuş II (METROPOL)masalsı bir beklenti içindeseni çiselemekteyim Şah damarından çatlamış

Gündüz mahpusu ellerin…ya yet bana a yet: çok şaşkınım!Söz dediğin ne ki?kendimi tekrara düşüyorum sana

artık belirtisiz ismimi tamlasana Bir demir kafes

Yahut bir gökyüzü vaadi…nasıl izah ederim okura sevgilimsokağa çıkma yasağı var hem'de

Kurulmuş bir saatin hüznü...sana çıkan kelimelerdeAynı sofradaydık.

ah taşıyamayacağın anlamı Bir ateştik.neden yüklendin kendine Taşrada yandıköyle yağma var mı!

Şehirde söndüksen im ben de ve benzeriyimkirada kalıyorum alt satırda Çayın yarım kaldı...gözlerinden alıntılar yapanda

Terk-i matlabdır bu matlabgâhda matlab banaEy lutfundan müretteb matlabım ya Rab bana

nâbî

Page 5: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.4

hürr

.:: fatih kaşcıoğlu ::.

Trendeki herkes âdeme bakıyordu. Öksürüğünde

gökgürültüsü ve fırtına sesi buluşmuştu sanki.

Gören gözlerin bebeğinde, ne işi var bu adamın

trende, sorusu deveran ediyordu. parisin

göbeğinde kaybolmanın zevkine varan

Mogadişulu kadar hürr olabilirdi, öksürüğü

yakasını çekiştirmeseydi hürriyetinin. Gitgide

artan derecesi ve rahatsızlık veren sesiyle

öksürmeye devam ettiğinde bazı yolcuların Hiçbir ağacın yerini terk etmemesi ne kadar midesi bulanmış gibiydi. Ya da gırtlaklarına acı mânidârdı. Baharın, bahardan önce gelmesi de sular geliyordu. O ise şapkasının arasından sıyrılan mesela. birkaç kır saçının eşliğinde mütemadiyen

öksürdü. Bize kalsaydı elbette öksürmemeliydi, Biraz sonra trenden inecekti. Yerinden kalktığında suratımızın tipi değişiyordu o öksürdüğünde. hemen bir başkası oturacaktı, biliyordu. Hep Tipimizin suratına da bir haller oluyordu. böyle olmuştu. Herkesin bir yerde kalan göz izi - Karı yunanca söyledi ama harika söyledi ağabey, vardı. Öksürük, trenin gittiği yol boyunca devam dedi. Zaten neredeyse herkes ona acıyarak edecekti. İnerken son defa âdeme bakmak istedi, bakıyordu, kimse tekrardan bakma ihtiyacı başını geriye doğru çevirdi. Kapı kapandı ve hissetmedi. gecenin karanlığındaki aksini seyretti. Öksürük

yerinde yoktu, kendini birden ne kadaar özgür Az sonra yanındaki yolcu kalktı ve bir sonraki hissetti…durakta indi. Ardından bir başkası oturdu. İnsanlar

durarak ilerliyor ve bazen durmak iyi geliyor Evinin bulunduğu sokağa geldi, öksürük, evet, işte demek ki, diye düşündü çocuk. Kimse ağaçları buradaydı. Hiç fırsat vermeden göğsünden sarıp düşünmüyordu. Zaten geceleyin ağaçların pek de sarmaladı çocuğu. İşte kocaman bir âdem önemi yoktu. Ağaçların bu şarkıdaki yeri neresi olmuştu yine, gökgürültüsü de şehrin ortasına acaba, diye düşündü. Yeni oturan adama baktı, gelip kuruldu. Bildiği şarkıyı söylemeye devam saçları gayetle güzel ve itina ile taranmış, üstünde edecekti, unuttuğu şarkıyı hatırlatsın diye. şık bir ceket vardı. Tastamam böyleydi, acaba Öksürük, öyleyse bildiğin şarkıları unut, dedi. fazlası da var mıydı? Öksürük, öksürmeye devam

ediyordu. İlk defa gökgürültüsüne bu kadar yakîn Trenden indi ve kendisine acıyan adama bakıp olmuştu. Öksürüğün hemen karşısındaki adam, kocaman ve kuvvetli bir şekilde öksürdü. öksürüğe daha bir acıyarak bakıyordu. Nasıl bir Kocaman ve kuvvetli bir kayboluş yaşayan öksürük bu, dercesine bakıyordu. Hadi kalk Mogadişulu gibi. Mogadişu belki de öksürüğüne hastaneye gidelim diyebilirdi, demedi. Zaten koyduğu isimdi. Böyle kendini daha da hürr öksürük sesini hiç azaltmıyordu, sanki başka hissediyordu. Öksürdü. hiçbirşey konuşmasın istiyor gibi zamanın öksürük

vaktini vurdu da durdu…

Bir dilbere dil ver ki belâdır demesinlerBir bâdeyi nûş et ki hatâdır demesinler

nâbî-

Page 6: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.5

Şubat'ın başı, havanın soğukluğuyla birlikte Havalar soğuyordu, ama

içimin soğukluğu, havaalanındayım. Biraz benim iç im ıs ınıyordu

endişeli, biraz çekingen, biraz da heyecanlı bir buralara gittikçe. Çok iyi

yolculuk beni bekliyor. Yolculuk Almanya'ya… bakıyorlardı burada bana,

Bismillah her hayrın başıdır diyerek çıktık yola. ilk günlerdeki endişemden eser yoktu. Tatilin

Gecenin ikisinde uçak indi, sıcak bir karşılama ve keyfini çıkarmaya bakıyordum. Bir de zaman bu

hasret giderme ile içimdeki buzlar erimeye kadar hızlı geçmese. Dönüş haftasına gelmişiz.

başladı. Yerde kar vardı. Sabahleyin ondan da Yerde kar var yine, ama biz yollardayız. Bu sefer

eser kalmamıştı. yolculuk bir başka büyük şehre, Hamburg'a…

Dolambaçlı bir yoldan sonra vardık Hamburg'a.

İlk işim çevreyi gözlemek oldu. Tahmin ettiğim, Liman kenti, büyük şehir, aklımda yine İstanbul…

çekindiğim, ürktüğüm şeylerle karşılaşmadım ilk Suyun üstü demir yığınlarıyla dolu, her yere

günlerde. Anlam veremediğim bir endişe vardı köprü yapmışlar. Çirkin bir görüntü vardı biraz.

hala içimde. İlk günlerde akraba ziyaretleri ile Deniz kenarında yürüdük ama fazla sürmedi,

içimdeki soğukluk tamamen gitmişti. Dikkat hava buz gibiydi. Deniz kokusunu özlemişim,

çekici bir farklılık sezemedim. Tek ilgimi çeken Hamburg'u çok sevdim. Belki de İstanbul'a çok

şey, düzen, disiplin ve sokakların boş olmasıydı. benzettiğimden. Fazla kalamadık ama orada.

Sabahın yedisinde sekizinde dışarıyı gözlemek Tekrar yolculuk Hannover'e…

için ara sıra dışarı çıkıyordum. Dışarıda çocuk

görmek istiyordum ama onun yerine bir anne Hannover'de kalıyordum, biraz da oradan

şefkati ile beslenen, gezdirilen köpekler vardı. bahsedeyim. Koca bir göl var şehrin ortasında

Sonradan öğrendim itaatkâr hayvanlarmış. ama yapay. İlk duyduğumda garipsedim. Hitler

Çocuk yaramazlık yaparmış ama bu öyle değil, yaptırmış, işsizlere iş olsun diye. Almanya'da

sen ne dersen onu… Bu soğuk havalarda bir belediye binaları olarak hep şehrin en güzel

hayvana bu kadar ilgi, şaşırtıcı geldi açıkçası. mimarisine sahip binaları kullanılıyor. Buradaki

belediye binası ayrı etkiledi beni, eski bir eser

Hafta sonu yolculuk Berlin'e, daha büyük bir ama mimarisi çok orijinal ve çok güzeldi. Şehir

şehir olan başkenteydi. Bu sefer içimde endişe merkezi ise alışveriş merkezleri ile dolu. Şehir içi

yerine yeni yerler görmenin heyecanı vardı. Emir ulaşım bizim oraya göre çok pahalı. Burada

büyük yerdendi, karamsarlık yasaktı. Güzel benim için çok şey yaptılar. Hayatım boyunca

görmeyi denedim, öyle de gördüm. Büyükşehir unutamayacağım çok güzel günler geçirdim.

havasına fazlasıyla alışık olmanın rahatlığıyla

dolu bir gezi… Özellikle bazı kiliselerin mimarisi, Zaman gerçekten çok hızlı geçmişti, ayrılık vakti

farklılıktan ve diğer yapılara göre özgün gelmiş, içimi yine bir hüzün kaplamıştı.

olmasından olsa gerek çok beğendim. Bir Buradaki lere a l ışmışt ım, güzel günler

ormandaki farklı çeşitteki ağaçlar gibi farklı farklı geçirmiştim. Nereden olursa olsun ayrılık hep zor

yapılar vardı. Her şey bir düzen içinde yine. Dikkat oluyor zaten. Üzüleceğimi hiç tahmin etmezdim

çekici bir olay da insanlar din kuralları gibi trafik buradan ayrılırken. Daha çok buradakilerden

kurallarına uyuyorlardı… ayrılmak üzmüştü beni. En yakın zamanda tekrar

görüşmek ümidiyle ayrılıyordum buradan.

Burada Pazar günleri hayat duruyordu adeta. Her Zamana küskün, buradakilere minnettar, kaderin

yer kapalı, marketler bile. İnsanlar Pazar günü ayrılık cilvesine boyun eğmiş bir şekilde

tatil yapmak için çalışıyorlar sanki. Sokakta ayrılıyordum buradan. Besmele ile çıktık yola

ufacık sese bile tahammülleri yok. Sanki sokağa hamdele ile döndüm, çok şükür İstanbul'daydım

çıkma yasağı varmış gibi bomboş sokaklar… artık…

hızlı bir almanya turu

.:: ibrahim harun tarhan ::.

Page 7: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.6

küçük bir kalp

.:: selma hacıismailoğlu ::.

Noktasın bu dünyada küçücük bir nokta. Dünya olmak için uğraşan, küçük bir nokta. Her canlı doğar, büyür, ölür ya. Bu kadar basit değil elbet. En sancılı olanı da büyümek. Geçirdiğin her evrenin sende bıraktığı izlerle "büyümemiş" olarak büyümek. Bazen küçücük bir çocukken kocaman adam/kadın olmakmış büyümek. Bazen herkese ihtiyacın varken yanlızlığı göze alabilmekmiş büyümek. Bazen de yanlız olmak isterken et raf ındak i tüm ka laba l ığa tahammül

hissettirdiler sana. Günün birinde baktın ki ne edebilmekmiş. Bezen sorduğun soruların cevabını kadar çocukça kalmış duyguların. Gördün ki kalbin hep kendin bulmakmış, düşe kalka ellerine taşlar birçok şeye yetişkinler gibi tepki veremiyormuş. batarak, yanıla yıkıla. Doğru olanın ne olduğunu Sendeliyormuş sürekli . Daha büyümesi bulmak için çarpa çarpa duvarlarına kendi gerekiyormuş.dünyanın... Büyümek sorumluk almak demekmiş,

daha sen hayata dair ne istediğini bile bilmezken, Büyüyecek elbet ya da sadece temenni bu. neyi elde etmek istediğine karar veremezken sana Duygularını da büyütürsün sen istersen. Kah sunulan hayatın, sana sunulan "senin" ağlarsın, kah daralırsın, kah sızlarsın ama sorumluluğunu almakmış. öğrenirsin. O kalbinde kimin barınması gerektiğini; kime en çok kızman gerektiğini, kimi Daha kendi sorumluluğunu alamazken bir de en çok kimi biraz çok sevmen gerektiğini, kimlere başkalarının sorumluluğunu alman gerekirmiş." dost sıcaklığı hissedebileceğini, kimden nefret Büyük" olman gerekirmiş. Çabucacık büyümen etmen gerektiğini ya da etmemen gerektiğini gerekirmiş. Büyümen gerekirmiş çünkü; yetişmen öğretirsin ona. Acır biraz, ağlarsın biraz, arafta gereken bir hayat varmış önünde. Daha sen kalırsın biraz ama duygularında senin zihinsel büyümeden mücadele etmen gerekirmiş seni dünyana paralel belki bir o kadar etkileyici bir ezen tüm hayatın yüküyle. şekilde büyür.

Büyüdün. Kocamansın sen şimdi. Kiminin gözünde kocaman. Kiminin gözünde ise hala küçük bir çocuk. Biliyorum ki hep çocuk kalacaksın sen, hiç büyüyemiyeceksin. Çünkü sen "büyümem gerek benim" diyerek zihnini, bedenini, dünya görüşünü, bilgi dağarcığını ne kadar geliştirmeye çalıştıysan, bunlarla büyüyeceğini zannettiysen de unuttuğun , ihmal ettiğin bir şey vardı ki o hep gerilerde kaldı. Kalbin.. Çocuktu ruhun, sen onu büyükmek için uğraşmadın hiç. Hep duygularını görmezden geldin, sandın ki büyümek için onlara ihtiyacın yok. Sandın ki duygularını ne kadar görmezden gelirsen o kadar çabuk büyüyeceksin, o kadar hızlı gelişiceksin. Öyle olmadı. Senin itelediğin, kalbin, görmezden geldiğin tüm duyguların, büyürken onlarında gelişmesi gerektiğini günün birinde

Vücûd cûd-i ilâhi hayat bahş-ı kerîm

Nefes atıyye-i rahmet kelâm fazl-ı kadîm

Beden binâ-yı Hudâ rûh nefha-i tekrîm

Kuvâ vedîa-i kudret havâs vaz'-ı hakîm

Bu kârhânede bilsem neyim benim nem var

nâbî

Page 8: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.7

Başıma her yandan ağrı okları saplanıyor. İlk ve son isteğim sorsaydı cevabım hazırdı. Seni Gözlerim yuvalarından fırlayacak gibi. Kalbim görmeyi isterdim. Öyle doyası da değil bir an aralıksız atmada sanki evrendeki tüm havayı ben görsem ve ölsem. yutmuşum gibi dolu içim. Bir nefes daha alamayacakmışım gibi… son nefesimde tüm Tarıyorum tüm insanlığı… Hangi yüz celladım havayı çekmiş gibiyim. Ölmekten başka hangi his olabilir ki? Tüm şehir sokakta. Hayata daha minicik tekabül eder ki buna. Her gün ölürken ben bu da adımlarla başlayan çocuklar. Bütün hislerini ney in nes i o luyor ş imdi . Ö lecekt im… şefkate ve tüm şefkatlerini de çocuklarını hissediyordum bugün kesin ölecektim. Ama peki korumaya çevirmiş anneler. Elinde torunlarının nasıl? Hangi ölüm benim ölüm'üm olurdu? hareketliliğini dizginlemeye çalışan tonton

dedeler. Hepsi duracak bugün bir ben öleceğim. Şehirlerarası bir otobüsün arkaya yakın Çünkü bu şehre bir ben fazlayım yüreğimle.koltuklarının birinde trafik kazası mı? Kalp krizi mi? Yoksa o çok sevdiğim denizle hakkalyakin Ahh! Dedesinin elinden kaçan çocuk çarptı bana. derecesinde vuslat anı mı? Hangi vesile yakışır ki? Ahh nede çok benziyor bana. Yapma çocuk Peki ya tebessümü unutan surette ölüm nasıl büyüme sakın… Büyüyünce dertlerde büyüyor. durur? Sevdiğine kavuşmuş gelinin gelinliği gibi Bak bana koca dünyayı taşır oldum omuzlarımda. durur ölüm; aşkla kavrulmuş bedenimde… Bu düşüncelerle sağa sola fırlıyorum azrailimi O da ne… Bu adımlar…Bu yürüyüş bu eller… aramaya koyuluyorum. Bir ömür beklemekten Olamaz Rabbim.. Bu rüzgarda savrulan saçlar, her yorulan ruhum kabz için arıyor celladını… her bir kıpırdayışını hafızama kaydettiğim bu ağız.. geçen surete bakıyorum. Nasıl olur ki Azrail? Sahi evet…evet bu sensin bana doğru yaklaşmakta bana ne suretinde görünür ki? Beyazlar içerisinde olan.Melek gibi görünecek hali yok. O halde en çok −Gözlerin; içinde boğulduğum dipsiz ela kuyu, korktuğum şey gibi… peki ama neydi en çok hala aynı karanlığında.korktuğum.. Gözlerin yüreğime değdi.

Senin aşkındı benim korkum, en büyük korkum. Ve ben bir kez daha benden yani senden gittim.Ben cesareti de ondan aldım korkuyu da −Eşhedü…..gözlerinden kalbine akan zifiri karanlığı görünce.. Peki ya aşkım neye benzerdi?

Aşkım… Yeni filizlenmiş kırmızı güle mi? Solmak üzere olan mor laleye mi? Yarısını yitirmiş Ay'a mı? Karanlık gökyüzüne mi neye… neye b e n z e r d i a z r a i l i m o yetişmeden düşünceler kemirecekti beynimi? Gelseydi idam edilecek mahkum gibi sorar mıydı son isteğimi?

ölüme beş kala

.:: tûbâ yozgat ::.

Mübtelâsı olduğum dilber bilir bilmezlenirSergüzeşt-i mihrini ezber bilir bilmezlenir

nâbî

Page 9: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.8

Kaçış…İnsanlık tarihinde karşımıza çıkan son fırsat. Omurgam çatlak ve kan sızıyor paltomun Ellerim semaya açık dilim sende kilitli kalmış altından…harflerin suskun haykırışında. Kalem kendini Rahip sus dedi hayata. Avamın işi konuşmak, intihara sürüklüyor. Ölüm parmaklarımın ucunda. susmak en vahim haz… kirli bir oyuncak gibi Darağacında kanlı elbisem. Resmim kırık bir cam üzerimde temizliyorum seni. Bütün elbisem paslı gibi avuçlarımda. Arzım yokluğun tarihi urganlara bezendi. Ellerim bağlı. Ayaklarım efsununda. Nerede kaldım bilmiyorum. Hangi titriyor. Dizlerim sızım oldu… deliriyorum şehrin göklerinde, kalansız parçalarımı toplasam, deliriyorum delirdim…ellerim ağzıma sığmıyor bir türlü.

En kısa günün ardından bir veda…Oysa konuşmuyorum nicedir… Üzüldüğüm de oluyor, bazen üzdüğüm de. Her Avazım çıktığı kadar bir suskunluk içimde. Ebedi hayat bir soru olup karşıma çıkıyor. Şıklar veriyor bir yaz yağmuru gibisin sanki. Gelip geçici. bana. Hiç biri doğru olamaz bu cevapların oysa. Savurgan asi kış gibi yerleri göklerle buluşturup İnanmak istemiyorum. Hangi yana baksam her buruşturuyorsun hayatımı. Saklı kirpiklerimde ne cevap soruya tam denk geliyor hangi yana baksam zamandır kaldı bilmiyorum birkaç damla göz yaşı. cevaplar yalan söylüyor… Sanki hiç dirilmemiş gibi

bakıyorsun gözlerime. Ellerim soğuk ve kanım akmıyor damarlarımdan… Donmuşum…

Isıt bir yaz güneşi gibi bedenimi dersem…Cehennemin ücra köşeleri yok değildi. Bir köşe hazırlamışlardır bile. Rezerve bir ölümün tadını çıkarmak üzere geliyorum. Semada son bir afet ve ellerinde menekşe tarlaları. Biçiyorum kendimi tarafsız bir ölçütle. Gördüğüm son gözlerde olsa gözlerin içinde bir mezar yeri ayırt ikimize. Biliyorsun sana kıyamam göz çukurunda uyurum ben senin…

Eksildim duyuyor musun…Paramparça rüyalar görüyor her rüyada bir parçamı bırakıyorum. Kadifemsi bir yumuşaklık var dilinde. Dîl-inle uyandır beni. Şelaleler patlar gök yüzüne zemzem kuyularından. Serseri bir çığlık atarım kaderime. Kaderimin suçu neydi ki oysa… bütün günahları işlerken alnımda biriktirdiğim çizikler çoğaldı her gülüşüme bir İbrahim kurban edildi her katilin cesedi ben oldum her cesedin başında katil benim… yalan söyledim kendime… sustum… yalan olduğunu bile bile sustum, kahroldum…

Şehir beni çağırıyor kendine sen çağırıyorsun son yolculuk hakkı doğuyor semada son bir davet şiir gibi… Nakış nakış dans semavi duygular…

semaya son yolculuk

.:: hasip çifci ::.

Page 10: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.9

I.

ÜmmüKays Sevgilim.Gözlerin Harun, bakışların Musa.Bir karanlık yel ağıyorsun saçlarıma, bir derin. İçimden ölü toprağını atarken başka bir kıyıyaDoğuruyorsun yalnızlığımı, yalnızlığımda kanayan ayrılığa.

ÜmmüKays, Sevgilim, beni unutma.

Gözlerin Harun, bakışların Musa. Nefes alıp vermektense yaraşan Meryem Ana'ya. Bakışların tesellimin ilk adresi.Cennetimsin, Cehennemim, Hira.İnsan olmaktan çok beni suskunlaştıran mağara.

Cesetlerin kalkıyorken yanımdan, beni de yanına aldırma.Çünkü en çok, şiirler Sana yazılmıştır. Hani bir zamanlar Meryem Ana'ya anlatılırken oğlu İsaBütün sevmeler O'na aitti. O zamandan bu yana ÜmmüKays'ım, Sevgilim. Cennet Sana, yüzün bana emanettir.

Gözlerinden fırlıyor aşk; nefsime çekilen badana. Sevmen Harun gibi, sevgin Yahya.

Seni çok sevmeme rağmen Hangi tenin ıslak karanfilisin, bilmem. Ama en çok da Seninle olmaya sevinirim.Seninle bir güzel.

II.

ÜmmüKays, Sevgilim. Sözlerine hazırdır Cennet Ehli!..

Bir şiir en çok bir peygamberdir şimdi. Çünkü en fazla Senin adın anılır bir şiirle. Direnmek mümkün olmaz fakat ellerin yorulur. Bir satır bir hüküm olur bazân.ÜmmüKays, beni unutursanBütün akşamüstleri gözlerine yorulur.

Ki gözlerin Harun'dur, bakışların Musa. Sevmek bir mahşer gibi kabarırken her yanındaİsmail'e arzu edilen bıçağın kınısındır. Beni unutma..

ÜmmüKays, Sevgilim. Bakışların Hira. Gözlerin Musa.se

viyo

rum

se

ni ü

mm

üka

ys

.::

nih

at i

lhan

::.

Page 11: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.10

senin serabın söyler

koyu gölgene esir olan bedevileri

ki susar

çığlıkla soğuk rüzgarları melteme çevireni

ve anlatır seni bana

ağzımızda ise

iki yolcunun dudak uçuklatan şikayet gazeli

ilkin söz vardı

dili lal kılan

nedensiz ve niçin

soğuk gözyaşı

ve vuslat manzumesi

bazen bir yorgunluk kattı yaşanmışlığa

bazen de adamaklığı hayatın

nasıl geçti bilinmez

an'lık ve ah'lık ırmağı

ve sebepler bir kader konuğu gibi

susuyor sessizce

- durdurun kelime yığıntılarını

artık söz heceye sığmıyor -

kim bilebilir ki

hangi limana yaklaştı

bu dünyadan görevi biten bu asil kelimenin

suspus hengamesini

kim bilebilir ki

asra yemin olsun ki ziyanda insan

ikilem denizinde boğulup

hep aşka susayan

bunca hayat kalabalığına rağmen

söz ettim

ve uyudum yine

yağmur arefesinde

elemsizce

söz vardı

.:: seher ortaöner ::.

Ma'lûm iken encâm-ı cihân ömr-i azîziTazyî-i heveskârî-i câh etmeğe değmez

nâbî

Page 12: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.11

birinci köprünün altından geçti, ikinci köprünün de altından geçti, yapılmış olsaydı üçüncünün de altından geçecekti elbette, kuzeye, oldukça kuzeye gitmek istiyordu, gaza iyi basıyordu doğrusu, kuru yapraklar bu tutkuyu kutlarcasına dökülüyordu yolun iki yanına, yağmur bunu bereketlendirmek istercesine çarpışıyordu camlarla, direksiyon başında uykusu geliyordu, konforu emmiş bedeni rehavetten haz alan eşekler gibiydi, boğazın bu kıyısında sabahın bu kör vaktinde dondurucu soğuktan ve güzelim yağmurdan başkası yoktu, simit ve çayın pahalı ama vazgeçilmez olduğu bir deniz kenarı çok kere düşte görülmüştür, inmekten başka çare yok…

bu sabah bu yere gelmesi ilham edilmişti ona, dönüp dolaşıp gelmesi gereken yer imiş

yeşil bir silah tutuyordu elinde, uyanmakta olan burası, insanlık canı sıkıldıkça buraya gelir şehre doğru gidiyordu, sonra polis arabaları ıslak denizi seyredermiş, anneleri haklı çıkaran, duvarlara mavi kırmızı ışıklar çakarak ve sirenlerini yangınları kuvvetlendiren, güvelenmiş kitaplarda öttürüp geldiler, ustaca senaryolar yazdılar bir adı çokça geçen bildik bir yer… rüyasında ve anda, bu adam donmuş bir zaman içinde kendi hayallerinde her gün gelirdi buraya, kanlar içinde öldürülüşünü izlemenin azabını yaşadı dediler, uzanırdı denize, uzanırdı ama mutmain olmak adam ağrısız sızısız bir intiharı tercih etmiş, kendi istedi, kapıyı açıp pat diye içeri dalmak gibi bir his katilini kiralamış dediler, komiser ise adamın duymuştu bu sabah içinde, kendini suçüstü gözleriyle kırmızı bir ışığı su içer gibi içtiğini tahmin yakalardı hep aynalarda, aynaları kırdığı çokça etti, çok uzaklardan düz bir çizgiyle gelen ve ucu görülmüştür, onarmaktan başka da çaresi yok…bir nokta halini alan kırmızı bir ışık… aşk gibi şehvet gibi bir noktaydı içtiği, o nokta kalbine adamlar, kadınlar hep böyledir işte, hep indiğinde artık çok geç olmuştu, ağlıyordu, soğuk şarkılardaki, haberlerdeki gibi… nehri geçerken mermi birden ısınıp bakir mi bakir bir havayı zebralar, antiloplar da böyledir işte, böyle makasla keserek yola çıktı, dönerek geliyordu, bellerinden yakalanırlar timsahlara, çekilirler yaklaştı, kırmızı noktayı bulup oradan içeri girdi, suların hiç de şefkatli olmayan içerilerine… sular demir sivri ucuyla kanların yolunu açtı, adam seller gibi araba kullanırlar, uyuklar gibi basarlar şimdi bir daha kalkabilirse yattığı yerden, söz gaza, vurguna gider vurgundan gelirler, yaşamak veriyordu ki, bir incir yaprağına, bir zeytin da böyledir işte, yanlış bir trendeki doğru bir yolcu yaprağına hayretle bakacaktı… yakışıklı zarif bir da böyle… aferin hayat, işte böyle!polis itiraz etti komisere, bu adam bir çocuğun uçurduğu kâğıttan bir uçakla ölmüş olamaz mı, tam şurada vurulmuş, kof bir ağaç gibi devrilmişti uzaklardan bir mektup, bir uçak, bir kuş?yere… katil, bulvarın diğer kenarında kocaman

opereseşete

.:: muhammet çelik ::.

Yokdur eğerçi hırka vü tesbîh ü tâcımızAmmâ ki itibâra yok ihtiyâcımız

nâbî

Page 13: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.12

çok şanslıydık ve aynı zamanda çok ucuz… geceleri meydanlarda ateş yakıp heyecanımızı sıcak tutardık, rahmetli büyük devrim rüyaları görürdü, yumuşak yatağımda ölmeyi pek kahramanca bulmuyorum demişti bir defasında, geriye kanlı bir gömlek, birkaç devrimci söz, içli fotoğraflar bırakmak istiyordu. zaman zaman kurguladığı bir düşmanı vardı. devrim düşmanı onu mutlaka uzaktan vuracaktı. uzaktan vurulmayı yeğliyordu. çünkü diyordu, katilimi tanımak istemiyorum, onu iş üstündeyken yakaladığımı yüreğime anlatamam, yüzünü görmek istemem, cenazeme gelebilir, benimle aynı kabristana da buyursun gelsin ama yüzünü görmek bana ağır gelir, ben isterim ki katilim keskin bir nişancı olsun, nokta atışıyla tam hedefe gömsün hediyesini, sağ olsun! ha bir de, utandırmak istemem onu da, ondan… ağlıyordu. hayır demiştim kendisine, sen ölümün yavaş gelişinden korkuyorsun, gerilimi arttırarak koynundan içeri giren bir yılan gibi seni

özlemin içimi donduruyorsokmasından, ölümün soğuk bir şaka gibi kanını emmesinden… uyurken ölenler gibi acı çekmeden göçüp gitmek istiyorsun bu dünyadan. katilini pat .:: mine tahiroğlu ::.diye karşında gördüğünde onunla yüzleşmekten, belki de kendi gerçeklerinle yüzleşmekten kaçıyorsun, demiştim. bunları dememiş olsaydım. Özlemin içimi donduruyor

Bir güvercin parçalanıyor yüreğimdearabasını park ettiği yerde bulamadı, araba Kırmızı bir gölge görünüyoryağmura kapılıp gözden uzaklaşmıştı. arabalar Soğuk bedenimdeböyledir, yağmura kapılıp gitmeyi severler. yürümekten başka çare yok. adam gibi yürümek Gökyüzü mavi bir ölümü çağırıyorlazım şimdi ve adam gibi ağlamak… yürüdü, Yıldızların parlamadığı yerlerdeyürüdü… elini marangoz tezgahındaki talaşların Oysa hep kalabalıklar içindeiçine daldırır gibi yokladı yağmuru. yağmur Yalnızlığıyla övünüyorsıcacıktı ve yanık kereste kokuyordu. uykudaki Hep ıslak kalan ellerimdeinsanın tertemizliğini hissetti.

Güllerim yapraksız kalıyor yaşamak yanlış bir temel üzerine kurulmuş ama Dikenlerse yalnızsözde doğru bir düzlemde ilerliyordu. tıpkı yanlış Yüreğim sensiz ağlıyorbir trendeki doğru bir yolcu gibi… hepimiz Bahçelerde yapraksızyanılıyor, ona övgüler yağdırıyorduk… aferin Özlemin ah özlemin içimi donduruyorhayat! işte böyle! devam et!

Cevher-i zâtî-i aslîdir hakîkatten murâdSanma insândan fakat şekl ü şemâildir garaz

nâbî

Page 14: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.13

ağlayan zamane

.:: mustafa kadir medsus ::.

Bir kadın durmadan bekliyordu

Sokaklarda yükselen feryatlar kendi çocuklarını katleden inkılâbın darağaçlarında duruyordu

Alınları çatlıyordu çocukların babasızlıktan

Dönüyordu dünya, ayaklar başa dönüyordu

Yükseliyordu sıkı sıkıya bağlanmış yağlı ilmiklerde istiklal

Herkes terkinde bir tabut gezdiriyordu

Yine de susmuyordu Gülnaz bacı ve yine de susmuyordu ihanet

Tahta beşiklerde yedi çocuk ve yedi torun büyüten analar elleri böğründe dolaşıyordu

Bas bas bağırıyordu postacılar

Dönüyordu devran, dünya tersine dönüyordu

Bir kadın durmadan ölüyordu.

Konaklarda tango ve vays öğrenirken zadeler

Minarelerden tanrının ne kadar da ulu olduğu söyleniyordu

Kanıyordu kıyımdan koca koca şehirler

İnsanlar durmadan kıyam ediyordu

Gerçi zindângîr-i teng-i meclis-i tendir gönülŞehnişîn-i arş ile revzen-be-revzendir gönül

nâbî

Page 15: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.14

mağdurun edebiyatı

.:: nebiye arı ::.

Algılarınız yıktı ve yargıladıSoğuk sularla beynimi dağladı'Dava' uğruna feda edilmek denilenYumuşak koltukların koca yalanıydı.Yılmak ve yıkılmak arasında hayatBaşımı döndürüyor ıslak ve bayat.Artık köprüyü geçmek edebiyatı yokYok artık ayı ile dayı arasındaki koca farkGlobalizm işli tespihler çok estetikAğızlara takılan dişler hep sentetik.Geçim derdi ve yükselmekle değişenAkıl verip, öğüt paketleri deviren'Dava' uğruna feda etmek denilenSağlam koltukların yüksek uçuşlarının adıydı.Üzerinden edebiyat yapılan biz;Başörtüsü mağduru KadınSistem kadar sığ ve çürümüşZalim ve yırtık ağızlarınızdan bıktık.

Gördüm ki; güneş batıdan doğuyorYıldızlar hiç gündüzleri parlamıyor.Örtüm siyah ve geniş ve açık alınlıYadırganan, ötelenen ve gericilikle itham edilenKemalist kafanın iğfal ettiği Müslüman zihninde yer alan bu! Modern ve güzel ve sempatikKırmızı şal, mor ve sarıBelki de biraz güdük kalmalıGeri kalmamak için ilerlemeli ve ilerlemeliVe çağdaşlaşmak uğruna Mağduru tekrar mağdur etmeli! Sevgi yok, saygı yok, tahammül sınırı yok.Madem ki sinir had safhada sabır değilmiş gereksizİman ettim ki Allah merhametliTutuyor sinirimden lanetlememem için her daim dilimi.

Sevgilim! Düşüncelerle ateşleniyor başımUzat omzunu da yaslanayım.

Yağmur, abdest ve ferahlamak enfes Durulur Allah ile ıslanan her nefes.

Eğer manâ olursa böyle olsun lülü-i şehvârEğer elfâz olursa böyle emvâc-i zülâl olsun

nâbî

Page 16: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.15

arsa, on sekiz tane odası var, tabi burada sadece

medrese kısmından bahsediyoruz külliyenin, ve

her hücrede iki öğrenci kalıyor, toplam otuz altı

Osmanlı'da şiir-musikî ilişkisi konusu etrafında kişi kalıyor demek ki… Kocaman bir arsa, şu anki

araştırmalarınız oldu. Bu konuya değinmek isteriz. insanın bakış açısına göre heder edilmiştir, ziyan

Nasıl başlasak… edilmiştir. Oysa orda bir dünya görüşü, bir hayat

görüşü söz konusudur. O küçük hücrede

Her şeyden önce burada söylediklerimin benim konsantre oluyorsun, mum ışığı var, şömine

şahsi tecrübelerimden doğan tespit ler ateşinde ders çalışıyorsun, kubbeler yüksek,

olmadığını, gören'lerden dinleyip inandığım sonra dışarı çıkıyorsun orda şadırvan var, ferah bir

şeyler olduğunu belirtmem gerekiyor. Tuhaf, tezat ortam var yeşillikler içinde, orda ders çalışan kişi

vb. şeyler söylersem iyi bilin ki iyi dinleyememişim yorulmuyor. Bugünkü anlayışa tekrar dönüp

ya da hatırlayamamışımdır. bakalım… Taşla toprakla güneşle ayla barışık

Musikî denildiği zaman, boş zamanların uğraşısı değiliz, menfaate dayalı bir anlayış… Sen kendi

gibi bir şey akla geliyor. Veya şiir dediğin zaman üzerine düşen vazifeleri cezadan kurtulabilecek

ciddi manada şiirle meşguliyet akla gelmiyor. Hobi kadar yap ıyorsun, k ı rmız ı ı ş ıkta ceza

şeklinde bir şey anlaşılıyor. Musiki alanında yemeyeceksen geçersin, namaz kılmayana ceza

mesela bir tambur kursuna gidersin, neden, kesilmese kılmayız, ceza kesilmeyecek kadar

çünkü boş vaktin vardır. Bu algılayış da biraz kılıyoruz, yırtıyoruz. Olayı henüz estetik boyuta,

şundan ileri geliyor: Medeniyet kemale ererken, tezyin boyutuna getirebilmiş değiliz. Namazla

öncelikle somut sanatlarla başlıyor iş veya ana veya günlük yaşantılarla ilgili bize zevk verebilecek

ihtiyaçlarla başlıyor diyelim. Öncelikle karnın bir atmosfere girebildik mi toplumsal olarak?

doyacak… Mesela XV. yüzyılda XVI. yüzyılda Giremiyoruz. Bu da bütün bir medeniyet

Mimar Sinan var, toprağa taşa şekil veriyor, onlara anlayışının bozulmuş olmasından ileri geliyor.

belli anlamlar yüklüyor. Hatta Yahya Kemal'in

Süleymaniye'de Bayram Sabahı'nda “Bir zaman Peki, hocam sanatın somut arayışlarına gelebildik

hendeseden abide zannettimdi” diyor ya, sadece mi toplumsal olarak?

taştan şekillerden ibaret değilmiş, onu anlıyor

zamanla. Yani mimarlık sanatı sadece taşları tak Oraya bile gelemedik. Mesela mimari yapılar

tak yerine koydun, oldubitti değildir. Onların bir bugün insana huzur veren, nefes aldıran yapılar

oluş süreci, bir anlamı var. Yan kubbeler, ana değil. Köye kasabaya alışmış birini buraya getirin,

kubbe, mihrap, minber vb. her parçanın bir boğuluyor burada. Neden? Güneşi görmüyor,

anlamı ve bir ona göre bir yapılış tarzı var. Ama hava alamıyor… Müteahhit bodrum kata daire

sanat soyuta doğru yol aldıkça, oluşması daha geç yapıyor, oraya da dört yüz lira kira istiyor. Hayata

oluyor. Mesela musikî, XVII. yüzyılın sonu ile XVIII. böyle bakan bir adamla nasıl bir düşünce duygu

yüzyılda zirvesini yaşamış. Itrî 1720'lerde vefat ortamına girebilirsin? Hz. İbrahim şimdi yaşasa o

ediyor mesela… Dolayısıyla soyut sanatlar daha süreci yaşayamayacak. Ne ayı görür ne yıldızı…

geç dönemde gelişiyor. Bir de şimdiki yaşadığımız Şimdikiler dini sadece ibadet ritüellerinden ibaret

döneme bakalım. Daha tam karnımız doymuş zannediyorlar, oysa yaşamak, ister dini yaşamak

değil. Daha taşla toprakla, güneşle ayla barışmış olsun ister ideolojiyi yaşamak olsun bir bütünlük

değiliz. Şu an mümkün olduğunca çok kat çıkmaya arz ediyor hayatta. Gereksiz olsaydı Allah suyu,

çalışıyor insanlar, daha çok para kazanmak için denizi, ağacı yeşili yaratmazdı ki… Mesela

çalışıyorlar. Aslında bir yandan da karnımızdan Peygamberimiz (sav) neden “kıyamet kopacağını

ziyade gözümüz doymuş değil. Şimdi bir de Atik bilseniz fidanı dikin” diyor? Neden burada “fidan”

Valide Medresesine göz atalım… Kocaman bir diyor?

ali cançelik ile «musıkî-şiir-medeniyet» üzerine bir şehrengiz muhabbeti

bugünün mimari yapılarıinsana huzur vermiyor

1

Page 17: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.16

dönermiş ama şimdi Amerika'dan dönüyor. Bunu

eziklik olarak algılamamak lazım… Çünkü bilime,

bilim adamına yatırım yapıyor. Şimdi ülkemizde ve

İnsanın tabiatla ilişkisi ortaya çıkıyor… birçok ülkede de aynı durum görülmeye

başlandıysa da bu daha başlangıç seviyesinde.

Tabi, sanatın beslendiği bir damar da o zaten. Türkiye'de yapılan birçok şey dikkate alınmıyor

Şairlere bakın, birinin denizle ülfeti son derece bile. Örnek vermek istiyorum. Tezle ilgili

iyidir, birinin çölle, dağla, ovayla arası iyidir. Yunus çalışmamda şiirle musiki ilişkisini ele alan tezlere

Emre'nin “Dolap Niçin İnilersin” şiirini bir su baktım. Elliyle yüz arasında tez inceledim.

dolabı görsek daha iyi anlarız. İz Yayıncılıktan Konservatuarda yapılmış tezlerde çok ciddi

çıkmış “Niçin Müslüman Oluyorlar” diye bir kitap edebiyat yanlışları var. Örnek olarak, aruz veznini

var. Aynı kitabı İSAM da basmış. Ali Köse'nin bilmiyor, şiirle alakası yok tezi yapanların

hazırladığı bir kitap… İngiltere'de yapılmış bir Danışmanlar da yönlendirme yapmamış. Bir tarafı

doktora tezi bu. Oradaki bir tespit şudur: İnsanlar kırık dökük bir tez oluyor. Edebiyattan bu ilişkiyi

doğadan uzaklaştıkça bütün insani özelliklerinden çalışanların tezinde ise çok musiki yanlışları var.

uzaklaşıyorlar. Doğayla irtibat koptukça Çünkü bir bilirkişiye gitmemişler. Jüri üyeleri tezi

merhamet, şefkat gibi evrensel güzelliklerden de okumamış mesela. Tezi okusaydı bir ilköğretim

kopuyor insan. İşte Müslüman olanların arasında talebesinin yazacağı ifadelere rastlardı elbette.

bu kopuşlar sonucunda arayış içine girenler de Mesela birinde diyordu ki “Şeyhülislam Yahya

var. Bizi de şu an dini bağlarımız biraz tutuyor, biz Efendi, aslında mutasavvıf değildi, tasavvufa

de aslında betonlaşmak üzereyiz. İnsanlar girmek adetten olduğu için, o da âdete uymuştu,

boğuluyor. Ebeveynlerin en çok şikâyet ettikleri çünkü mutasavvıf olmayanların şiiri yarım kabul

şey, çocukların dört duvar arasında büyümesi… ediliyordu.” Bu bir doktora tezinin giriş kısmında

Neden? Çünkü şehirleşme diye bir şey yok. Şehrin yer alıyor, düşünebiliyor musunuz?

ortasına kocaman bir kurban satış yeri kuruyorlar

Bulgurlu'da. Araba geçiyor, öküz tepişiyor, dana Mesela ders kitaplarındaki Bâkî'yle ilgili

tepişiyor. İnsanlar trafikte kuyruk olmuş öküzün değerlendirmelerde onun Tasavvufî hiçbir şiirinin

tepişmesini bekliyor. Öküz yolu tıkamış çünkü. Bir olmadığı, şiirlerinin hep dünyevi zevklerle dolu

şehir anlayışı yok. Neticede tepetaklak, olduğu iddiası vardır. Bu da hatalı bir bakış açısı

Picasso'nun resmi gibi yaşıyoruz. Kafa ile alt taraf değil mi?

yer değiştirmiş, karman çorman… Bu somut

yapılanmalar bile daha yerli yerine oturmadığı için Bir adamın bütün şiirlerinde baştan sona

biz şu an müziğe geyik gözüyle bakıyoruz. tasavvufî bakış açısı olmayabilir. Tasavvufî

umdeler yer almayabilir. Bu ayrı bir şey… Ama

buna tamamen dünyevi şiir demek yanlış olur.

Hatta o dönemde yaşayan insanların şiirine

tamamen dünyevi şiir demek yanlış olur. Walter G.

Hocam Osmanlı'nın yapmış olduğu küçük Andrews'in Şiirin Sesi Toplumun Şarkısı diye bir

camilere, kütüphanelere baktığımda gözüm kitabı var. Gazel üzerinden divan edebiyatını

yorulmuyor mesela, sanki doğanın bir parçası ortaya koymuş. Orada tasavvufun Osmanlı şiiri

gibi, sanki insan yapmış değil de Allah yaratmış için olmazsa olmaz bir unsur

gibi… olduğunu, bir arka plan

olduğunu söylüyor. Onu

İnsan da öyle zaten… Eğer doğayla ve Allah'la çektiğin zaman bütün o

barışık bir hayat yaşıyorsa, sırıtan bir izlenim imgeler, s imgeler,

vermiyor etrafına. Kılığıyla kıyafetiyle oturup mazmunlar ortada

kalkmasıyla sırıtmıyor. O eserler de öyle, doğaya kalır. Bâkî şeyhülis-

muvafık… Bizim ilmi seviyemize gelelim şimdi… O lamlığa çıkacak

da yeni yeni başlıyor. Çok ciddi bir inkıtaya k a d a r i l i m d e

uğramış malum. Batıyı da yeni anlamaya başlıyor yükselmiş b ir

insanlar. Eskiden yanlış hesap Bağdat'tan şairdir.

picassonun resmi gibitepetaklak yaşıyoruz

2

o dönemin şiirine tamamendünyevi şiir demek yanlış olur

3

Page 18: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.17

ortaya çıkarır. Şu an neden bir Mimar Sinan, bir Itrî

bir Dede Efendi çıkmıyor? Çıkmaz. Çünkü şu an

insanların istediği şey ciddi adam, ciddi şiir, ciddi

O dönem için dünyevi olan veya dini olan diye iki şehir değil; sadece para… Daha iyi para, daha iyi

ayrı hayat yoktu, bir suculuk (sâkîlik) bir hayat… Aslında daha iyi bir dünya görüşü daha iyi

süpürgecilik bile besmelesiz, tasavvufsuz var bir parayı da getirir ama o uzun yoldur. Torunların

olamıyordu. Bunu anlayamıyoruz galiba… i ç i n ça l ı ş m a n ı ge re k t i r i r. A d a m , b e n

görmeyeceğim bir nesil için niye yatırım yapayım

Osmanlının hayatı sanatlarla süslenmiş değerlerle ki, diyor.

iç içe. Mesela şiir hat olarak geliyor çeşmeleri Şu an hiç kaçamağı olmayan bir yönetici söz

süslüyor. Hüseyin Kutlu hoca bir sohbette bir konusu mudur? Bence değil. Çünkü toplum onu

kelimeyi Latin harfleriyle yazsak ne hissederiz hat barındırmaz. Herkes kendi durumundan razı

sanatıyla yazsak ne hissederiz meselesini zaten… Herkes attığı kaçak katın derdinde.

düşündürdü. Mesela “hiç” kelimesini sormuştuk.

Hattın şekilleri, kıvrımları insanın duygusuna

hitap ediyor. O kıvrımlar boşuna oluşmuş değil. O

bir süreç… O bir takım değerlerin yazıya yansımış

biçimi. Ama sen Latin harfleriyle “hiç” yazarsın

“hiç” olur. Latin harfleriyle yazdığın aklın ürünü

olur ama hat sanatıyla yazdığın hem aklın hem

kalbin ürünü olur. Her mesleğin kendini bağlı

kabul ettiği bir din büyüğü var Osmanlı'da. Mesela

Ahiler kendilerini böyle ifade ediyorlar. Mesela

hattatlar kendilerini Hz. Ali'ye mensup kabul

ediyorlar. Berberler Selman-ı Farisi… “Her sabah

besmeleyle açılır dükkânımız, Selmân-ı Farisi'dir

pirimiz üstadımız” diye bir beyit vardır meşhur.

Esnaf teşkilatlarının temelinde menfaat değil

ahlak var. Osmanlı her şeye bir anlam atfediyor.

Bir kapı kulpuna, bir eşiğe anlam yüklüyor. Şu an yazılan şeyler şiir mi değil mi onu Değersiz bir şey yok. Abuk subuk bir şey yok. Bu da bilmiyorum ama en azından esas olanın bu bir inancın yansıması… Çünkü Cenâb-ı Hak abesle olmadığını bilmek lazım. Fuzûlî, ilimsiz şiiri iştigal etmez diyoruz. Demek ki yaratılmışlar abes temelsiz duvara benzetiyor. Yıllar boyunca ilim değil. Bunun gibi bu inanca sahip kişilerce ortaya talep etmiş ondan sonra “aşk imiş her ne var konmuş küçük eşyalar da abes değil. Kapının, âlemde İlim bir kıyl ü kâl imiş ancak” demiş. eşiğin tasavvufi anlamları var. Demek ki Osmanlı

hayatında bütün bir değerler sistemi var. Adam Sezai Karakoç bu dediğiniz şeye dikkat çekiyor bir yatmasından kalkmasına kadar her şeye o yazısında. Şöyle demiş: “Neden Mevlânâ, bir değerler bütününden bakıyor. Tamamen eşya Fuzûlî, bir Şeyh Gâlib, bir Nef'î, bir Bâkî çapında olarak bakılmıyor. Yani adam makası sadece olmasa bile onun eteklerine ulaşmış bir şair, bir makas olarak kullanmıyor. Koltuk sadece koltuk r u h e ğ i t i c i s i t ü r k ü l k e s i n d e b o y değil. Her şeyin bir anlamı var. Bazı gelenekler var göstermemektedir?”mesela, onların anlamını kaybettiğimiz için bu gün

bize saçma geliyor. Ya bu kadar da olur mu, Bir akarsu düşünün, debisi yüksek bir suyun diyorsun; oysa olurçağıldamasını düşünün, çok yükseklerden bir Belkıs İbrahimhakkıoğlu'ndan dinlemiştim. şelalenin akışını düşünün, onun sesini, insanda Komşusu seccadeyi tek başına bir leğende yıkıyor, uyandırdığı hissiyatı düşünün; bir de çok küçük bir onun suyunu da bir ağacın dibine döküyor. Belli bir şelalecik düşünün onunkine çağıldama bile edebin ortaya koyduğu bir harekettir bu. İşte denmez onu düşünün… Biz şu an suyun durduğu bütün bunlar bir araya geliyor ve bir hissiyat bir yerdeyiz. Ya da yavaş yavaş tekrar akmaya sanat ortaya çıkıyor. Nitekim dâhileri de toplum başladığı yerdeyiz.

latin harfleriyle «hiç» yazarsan hiç olur

4

esas olan şiir,bugün yazılanlar değil

5

Page 19: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.18

geldiğinde yeni ihtiyaçlar doğuyor toplumda. Şiir

Ya d a p a r k l a r d a k i y a p m a ş e l a l e l e r l e ve musikî alanında belli fertlerde bu olgunluk

avunduğumuz bir dönemdeyiz… gözükse bile toplumda yaygın bir ihtiyaç olarak

kabul görmüş değil bu sanatlar. Şu an mesela

Aynen. Böyle bir ortamdan Fuzûlî gibi bir insanın bizim profesörlerimizin, bilim adamlarımızın o

çıkma imkânı var mı? Yok. Medeniyeti toplumlar zevkleri olması lazım. İki Kültür diye bir kitap var.

kurar diye duyduğumda tam bir anlam C. P. Snow yazmış. Uzmanlığın körlüğünden

verememişt im. Büyük kral lar ın, Büyük bahsediyor burada. Uzmanlık meselesinde en çok

İskenderlerin yakıp yıkmasıyla olacak bir şey değil. takıntı haline gelmiş ülke de İngiltere'dir. Bu adam

Toplum bir medeniyeti nasıl talep eder? Toplum hem bilim adamı hem şair… Şu an bizim bilim

iyi bir insanı talep ettiği zaman o insan gelir ve adamlarımızın da sanatlarla, şiirle uğraşması

toplumu idare eder. Toplum talebi doğrultusunda lazımdı. Bu ihtisas sahibi olmasını gerektirmiyor.

idare ediliyor. Şu an yapılan iyi ya da kötü şeyler de Ama kendi değerlerine hitap eden bir şairin şiirini

toplumun talebi doğrultusunda yapılıyor. Toplum okuyabi lmel i . B i r bestekâr ın müz iğ in i

ibadet, ahlak, eğitim vs. gibi şeylerle müzeyyen anlayabilmeli. Burnunun direği sızlayabilmeli,

olduğu oranda iyi insan yetiştirebiliyor. Mesela gözü yaşarabilmeli. İhsasları harekete geçebilmeli

Dede Efendi, Uncuzade Mehmed Efendi'nin yani. Bu gerçekleşmediği zaman herkes kendi

ortaya çıkarttığı bir bestekâr. Uncuzade'nin adını uzmanlık alanında kör olarak teknolojisiyle

bilen yok. Ama o zamanki toplum şiirle musikîyle uğraşıyor. Esasa dair şeyleri bilmeden bir ihtisas

iç içe. Bütün o değerlerle iç içe. İşte o Şiirin Sesi alanında uzmanlaşmak, profesör olmak bir şeyler

Toplumun Şarkısı kitabının ortaya koyduğu şey bu. doğurmuyor demek ki. Osmanlı'nın ortaya

İnanç-sanat-yaşam üçlüsü tamamen birbiriyle koyduğu külliye, külliye gibi insanlar var. Onlara

örtüşüyor. Bu gün içimizden ne kadar büyük şair bakmak lazım biraz… Bu günün modellerine de

çıkarsa çıksın içimizden, yaban kalır, sırıtır. Biz eleştirel yaklaşmalıyız. İyi elemeliyiz. Bir

ondan ayrıyız o bizden ayrı. Şimdi hep tüketmek medeniyetin bu topraklarda yaşatıcısı olarak

kavramı etrafında dönüyor bizim günlük Osmanlı'ya bakıyorsun, Şeyhülislam Esat

ilişkilerimiz. “Çayını tükettin mi, ekmeğini tükettin Efendi'nin hem bestekâr hem de şair olduğunu

mi? Bir şeyi tüketmek ve üretmek… Çok üretken görüyorsun. Şeyhülislam Yahya Efendi, şair…

bir yazar…” gibi. Böyle bir hayatta da her şey Bestekâr olmayanlar da çok ciddi bir şekilde

oldubittiye geliyor. Adam, Ahmet Haşim'in iki musikiyle meşgul olmuş kişilerdi. Aynı kişiler

kitabı var zaten, iki haftada okudum bitti, diyor. ilimde de çok ilerdeler. O zaman böyle fen ilmi din

Yahya Kemal'in Rüzgârıyla Duyuşlar ve ilmi diye bir ayrım yok. Çünkü aslında böyle bir

Düşünceler, Sadettin Ökten'in kitabıdır. Yıllardır ayrım yok. Allah da iki ayrı dünya yaratıp burası

Yahya Kemal'in okumalarını yaparak, onun izini fen dünyası burası din dünyası dememiş ki. Bizim

sürerek ortaya çıkarttığı bir eser. Bu adam fen dediğimiz şey, aldığımız nefes, içtiğimiz su vb.

okumaya Ahmet Haşim hakkında konuşan kişi gibi Matematiğin Aydınlık Dünyası, Sinan Sertöz'e ait

baksaydı şimdiye kadar yüz elli tane kitap basardı. bir kitaptır, onu okuyunca dikkat ettim ki aslında

Ertuğrul Düzdağ yüzlerce defa okumuştur matematik veya fizik dediğimiz şey, yaşadığımız

Safahat'ı ama bazı yerleri yıllar sonra ancak hayattır. Biz havuz problemlerinde havuza

hakkıyla anlayabildiğini ifade ediyor. O zaman boğulduk kaldık. Ciddi bir matematik de

ağlamış işte… Ciddi süreç insana ciddi adımlar da görmüyoruz Türkiye'de. Bazen şehirler de böyle

attırıyor. Ondan sonra ihtiyaçlar ortaya çıkıyor. Biz kuruluyor. Bizans'ın İstanbul'u bu şekilde

henüz model insanla muhatap olamadık, kurulmuş. Güneşle ayın hareketinden ortaya

olduysak da çok az. Hep popüler insanlar ortada. çıkmış bir yoldur divan yolu. Dikilitaş güneşle ayın

Çünkü ciddi eser meydana çıkmaya da edep hareketlerinin kesiştiği yerdir. Adam matematikle

ediyor. Okur-yazar buluşmaları yazarların şehir imar ediyor. Bizimki daha farklı tabi… Ama

şaklaban gibi kullanıldığı bir ortama dönüşüyor. İyi matematik yaşadığımız hayat yani. O halde demek

yanları da var ama bir de tilkilik var bu işin altında. ki bizim için şu an model insan çok nadir. O nadir

Adam daha çok kitap nasıl satarım diye örnekleri alıp incelemek lazım. Onlar nasıl bir

düşünüyor. Aklı başında ağır adamlar da serüven takip etmişler, dünyaya bütün bakabilen

girmiyorlar o işlere. Belli bir dolgunluğa bir insan nasıl olabilmişler…

şu an model insan çok nadir6

Page 20: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.19

hissediyorsun içerde. Çınarı var, şadırvanı var.

Yahya Kemal sık sık neden geliyormuş Atik

Valide'ye? Çok gayretli çok velüt dedikleri

Bu insanlar farklı alanlara dair eserler yazmışlar. günümüz adamına bakıyorsun, üç yüz bin tane taş

Fahreddin er-Râzî diye bir ilim adamı var mesela, taşımış ama ortada bir şey yok. Bizim şu an

bütün bir insan işte. Bizim ihtiyaçlarımızı fark övündüğümüz şey taş taşımak. Taş ustası yok

ettirecek şey, bütün insan modelleridir. Bir bütün ama.

olarak ilme ihtiyacın ortaya çıkması

gerekiyor. Sonra da zevk-i selim denen bir Yahya Kemal bu günün aydın

şey ortaya çıkması lazım. Nedir o? İyi şiir tiplerine nazaran daha fazla

okuyacağım, iyi müzik dinleyeceğim. İyi önemsemişti Atik Valide'yi mesela.

müzik popüler diğer türlerinden farkı Bu günün aydın ya da sanatçı

olmadığı halde içine Allah peygamber geçinen kişilerinden bazıları bu

katılmış müzik değildir elbette. Elektronik eserlerin farkında bile değildir belki

enstrümantal seslerle ortaya konulmuş de…

müzik değil. Bu arayışlarda da insanın

elinden tutan biri olması gerekiyor, elinden Evet, Yahya Kemal Batı'ya gitti, orayı

tutan biri olmayınca o yolu yürümen çok anladı ve kendisinin de o olmadığını

güç. Çünkü Osmanlı musikisi çalışmak bir anladı. Adam gavurun şapkasını

tıp ilmi çalışmak gibi olacak. Perdeleri, takıp gitti. Orada Jön Türklerle

makamları, besteleri, usulleri var… Yani beraber takıldı. Ama bir şeyin eksikliğini hissetti.

anlamadığın bir dünyaya giriyorsun. Tatmin olmadı. Orada Albert Sorel'in siyasi tarih

derslerine katılmış. O hoca öğrencilerine bir

Sıfırdan bir medeniyet oluşturmak yüzyıllar tavsiyede bulunmuş. Demiş ki, “Fransız dilini

sürecek bir yolculuk. Bunun yanında bizim yakın öğrenmek için XVIII. yy saray dilini öğrenin.” Yahya

geçmişimizde bir medeniyet vardı. Osmanlı'ydı bu Kemal buradan kendisine hisse çıkarmış. Yetiştiği

medeniyet. En azından onunla aramızda yıkılmış toplumun tarihini bilmesi gerektiğini anlamış.

köprüleri yeniden onarmak, onun birikiminden “Benim kulaklarımda annemin okuduğu

faydalanmak gerekiyor sanırım bu süreçte. Ahmediyeler Muhammediyeler çınlardı” diyor.

Yahya Kemal'in annesi Zeynep Hanım oğluna

Bizim bir hoca “bu nesil eşşek gibi Osmanlıca “Dünyada iki kişiyi sev. İlki Paygamber Efendimiz'i,

öğrenecek” demişti. Bir adamla anlaşacaksan diğeri de Sultan Murat'ı (Hüdavendigâr)” diyor.

eğer, onun dilini bilmek zorundasın. Eğer bir Yahya Kemal o atmosferi biliyor, Üsküp'te doğmuş

topluluğa gireceksen onların dilini bilmek büyümüş. Ama bir arayış içinde yurt dışına gidiyor

zorundasın. O günün şartlarında o eserlerin nasıl ve geri döndükten sonra inanılmaz derecede tarih

ortaya çıktığını inceleyeceğiz. Popüler tarih okuyor Yahya Kemal. Peyami Safa onunla bir

kitaplarının ortaya koyduğu yanlış metot burada gezisini anlatıyor. Taş taş köşe köşe, kümbetler

işte. Adam olayları alıp aynısını bu güne koymaya harabeler dahil her yeri anlatıyormuş, yani

çalışıyor. O günün şartlarıyla bu günün şartları çok biliyormuş. O birikime rağmen ortaya çıkan şiiri

farklı. Şehir planı başka, ulaşım başka, kısaca ayrı bir Kendi Gök Kubbemiz bir de Eski Şiirin

bir dünya. O günün insanını bu güne getirseniz ve Rüzgârıyla ve bir de bitmemiş şiirleri var.

gözlerini açsa, ne yapar, tekrar kapatmak ister Bazılarında bir kelime, bazılarında bir cümle eksik

herhalde. Just Visiting filminde olduğu gibi kalmış. Şunu bitireyim de çıkacak dergiye yetişsin

şaşkınlık yaşar belki de. Tekrar konumuza diye düşünmemiş. Kar Musikileri tam bir kimlik

dönersek, model ihtiyacını gidermek için elinden şiiridir mesela. “Bir erganun ahengi yayılmakta

tutacak biri şart, aksi taktirde sadece taş taşırız. Şu derinden. Duydumsa da zevk almadım İslav

an yapılan şey taş taşımaktan ibarettir. Diyelim ki kederinden” diyor. Yani senin derdin, kederin sana

bir Atik Valide Külliyesi… Yüz bin tane taştan oldu. zevk verir. Yahya Kemal tarihi öyle bir anlatırmış ki,

Ama o yüz bin taş ortaya öyle bir eser çıkarttı ki, sen sanki o zamana gidersin onu dinleyince. O

sen orada dininin toplumunun geleneğinin hem musiki bilgisine hem şiir bilgisine sahip ve

kodlarını görebiliyorsun. Sekineti, huzuru kendisini bizden kabul eden bir insan.

Osmanlı musıkîsi çalışmakbir tıp ilmi çalışmak gibi

7

Page 21: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.20

tarzda ortaya koymuş olabilir ama yine de o

toplumun, o medeniyetin malıdır. Sanat, evrensel

tarafı olsa da çıktığı medeniyeti yansıtır

Dolayısıyla şiir musiki ilişkisini anlamak önemli. Bu muhakkak. Yahya Kemal'den okumuştum, diyor ki

da ciddi bir serüveni takip etmeyi gerektiriyor. “hangi Türk (Anadolulu) vardır ki zurna sesi

Mesele çok kitap okuma meselesi de değil. Kitap duyduğu zaman burnunun direği sızlamaz?” Ben

okurken bahsi geçen konuları, kavramları küçüklüğümde Antep'te uzun havalarda hep

öğrenmek lazım. Bir yandan da gerçek matematik zurna dinledim. Şen şakrak, oynak havalarda,

ve gerçek fizikle ilgilenmek lazım. Yani sınav çiftetellilerde hep zurna dinledim. Ölüyü de

matematiği değil. Halil İnalcık gibi Mehmet Genç zurnayla defnettiler gelini de zurnayla giydirdiler

gibi isimleri iyi anlamak, çalışmalarını örnek alıp bizimkiler. İşte ancak senin geleneğine ait bir ses

öyle çalışmak lazım. Onlar köşe taşı olabilecek seni kıpırdatıyor. Yukarıda geçen şiirde “erganun”

seviyededirler, ciddi taşlar taşımak lazım yani. Eski org demektir. Org bizim çalgımız değil,

şiirimize eski edebiyatımıza baktığımızda matematiksel bir saz, sesler bellidir, iki düğme

kesinlikle musikisiz gitmeyecek bir edebiyatla ve arasında bir ses çıkaramazsın ama tamburda

şiirle karşı karşıyayız. Çünkü söz üzerine daha iyi istediğin yerden ses çıkarabilirsin. Tambur bizim

bir elbise giydiriyorsun. Söz zaten güzel bir temel sazımız. Org aklın matematiksel bir ürünü.

elbiseyken onun üzerine daha güzel bir elbise Bir ses, bir söz çıktığı toplumun kendisini

giydiriyorsun. Bir üst zemine çıkarıyorsun onu. yansıtıyor. Toplumun bütün serüveni bir

Sözle muvafık usullerle beste yapılıyor ve ortaya nağmede kodlanabiliyor. Onu çözmek de bütün o

çok ciddi bir eser çıkıyor. Mesela Yahya Nazim hem serüvene sahip olmakla ilgili bir şey.

bestekar hem de şair bir sufidir. Onun “dîdem

yüzüne nâzır, nâzır yüzüne dîdem / Kıblem olalı Bize öğretilen tarihte Osmanlı'nın o yüzyılı

kaşın, kaşın olalı kıblem” beytinin geçtiği bir şiiri gerileme yüzyılı sayılıyor. Müzikte ise gelişme,

var. Bestesi de güftesi de kendine ait. Bu şiir akis zirveye tırmanma gözüküyor. Nasıl bir şey?

sanatıyla yazılmış. Bestesi ve usulü de akis

sanatıyladır. Porte üzerine öyle bir yerleştirmiş ki Bize öretilen tarih sadece siyasi tarih. Bir insan

notaları, ifadeler portede anlamı resmediyor. bebekl iğinde gösterdiği büyüme hız ını

Mesela sevgilinin attığı okun ciğeri delmesi porte büyüdüğünde de gösterse ne olur, dev olur, yere

üzerinde bile bir şekille ortaya çıkıyor, bestede ve göğe sığmaz. Büyüme, gelişme sadece askeri

sözde zaten var o hüzün. Burada şiirle musikiyi başarılarla ölçülemez. Pazu ile ölçülemez. İnsan

ayıramazsın. Eski şiirle musikiyi ayırmak da öyle, küçükken fiziki gelişme hızlı oluyor

imkânsızdır. Şiir okunduğu zaman canlanan bir büyüyünce de zihinsel gelişim kemale eriyor.

şey. Sadece satırlarda olan şey değildir şiir. Sanat elbette ki bir güç istiyor, Osmanlı'nın siyasi

Okunduğu zaman ete kemiğe bürünüyor. Hatta iyi otoritesi sanatı desteklemese o eserler ne kadar

okuyan bir adamdan dinlediğin zaman onu ortaya çıkabilirdi? Ama siyasi çalkantılarla, askeri

layıkıyla anlıyorsun. Musiki terimleriyle ilgili bir başarılarla da doğrudan ilgili değil. XVIII. yy

bölüm vardı tezimde, aslında bu terimlerin her Üçüncü Selim'in olduğu bir dönem. Sürekli

biri bir hayatı veya bir tasavvufi hali ortaya çalkantıların ve bazı toprak kayıplarının olduğu bir

koyuyor. Ayrıca şunu belirtelim ki her ne kadar dönem aynı zamanda. Bu dönemde şiir yine

sanat evrensel de olsa, çıktığı toplumu yansıtır. A. olgunluğunu kaybetmiyor. XIX. yy.'da da klasik şiir

A. Jdanov'a göre asıl şiir toplumun ortaya devam ediyor aslında. Askeri olarak tamamen

koyduğudur. Ona göre dâhi, serada yetişen başarısız olduğumuz bir dönem ama aynı

limondur. Bu sosyalist bir bakış açısı tabi. zamanda bir Zekâî Dede, bir Yenişehirli

Başka bir yazar da şiirin toplumsal Avnî var XIX. yy.'da. Osmanlı'da bir şiir

katmanları, sınıfları yansıttığını söylüyor. cemaati vardı adeta. İki yüzyıl önce

Oysa bizde böyle bir şey yoktur. Bizde bir yazılmış bir şiiri iki yüz yıl sonra gelen bir

dâhi, içinden çıkmış olduğu toplumun adam anlardı. O toplumda ciddi bir

değerlerini yansıtır. Onun ortaya koymuş dinamizm söz konusu çünkü. O şiirdeki

olduğu sanat toplumun kendisidir. mazmunların anlam dünyası toplumda

Toplumun genelinin anlayamayacağı bir kaybolmamış.

eski şiirle musıkîyi ayırmakimkânsız

8

Page 22: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.21

Günümüze gelirsek, sanat-medeniyet ilişkisi

açısından düşünürsek, bir medeniyet var mı

XX. yy.'da klasik şiir bitti, çünkü toplumda bir ortada? Bizim yaşadığımız şey bir medeniyet

karşılığı kalmadı, zemin kaydı. Klasik müzik de midir? Ortaya konan sanat ürünleri bu açıdan

aynı şekilde. Ayrıca müzikte toplumun anlam hangi konumda?

kodlarına dayalı bir bütünlük var. Bu gün bizim

ayırdığımız gibi tasavvuf müziği, halk müziği gibi

ayrımlar yok. Dini ve lâdini müzik diye bir ayrım

yok, olamaz da zaten. Ama delinin biri kuyuya bir

taş atınca kırk akıllı nasıl çıkaramıyorsa, biri de kırk

yıl önce dini lâdini diye bir ayrım yapmışsa onu Bilenlerden duyduğum kadarıyla bir medeniyeti

değiştirmek zor oluyor şimdi. Klasik Türk müziği yaşamıyoruz biz şu anda. Ortaya konan sanat

bu gün bile hala şapka çıkartıcı etkisini devam ürünleri de taklitten ibaret. Bir hat veya bir

ettirebiliyor bazen. Tanbûrî Necdet Yaşar minyatür yapılıyorsa o eskilerden bir taklit. Bu

belgeseli var. Orda Batılı bir bilim adamının günün hayatını yansıtmıyor. Ben mesela bir şair

müziğimize nasıl hayran kaldığını anlatıyor. olsam, bir bestekâr olsam, benim için ana temalar

Demek ki Klasik Türk musikisi bu gün bile erbabı kaçak katlar, merdiven altı ve saire olur. Hatta

tarafından dinlenildiği zaman şapka çıkartılıyor. kitabımın adı herhalde Merdiven Altı Şiirleri olur.

Yani bu günün insanının kaygı çektiği ne varsa

Adını hatırlayamadığım Batılı bir adam Türk onları ben yazarım. Esas olan bu değildir elbette

musikisinin bu medeniyeti tekrar diriltmeye tek ama bu günün sanatı da budur. Çoğunluk kaliteye

başına bile yetebileceğini iddia etmişti. talip değil. Şu an “dik otur” medeniyeti var hâkim

bir şekilde. Yüksek binaları dikip dikip onlara

Güzel demiş. Nasıl bir doktora tezi, yazarının uzun oturuyoruz. O yüzden bu günün insanı hayata

çalışmalarının, bütün serüveninin bir özeti karşı hep dik olmaktan bahseder. Gördüğü ve

mahiyetindeyse, bir medeniyetin kendisini musiki bildiği şey adamın dikip üstüne oturduğu binalar.

yoluyla ifade edebiliyor olması zaten arka Hayat kim sen kimsin? Bunlara eğilecek kadar

planında duran değerler bütününü de gösterir. kafasını çıkarmaz. Teoman Duralı'dan dinlemiştim

Mustafa Kara'dan dinlemiştim. Bir medeniyetin bir TV programında, demişti ki, “çimle hiç ülfeti

üç sac ayağı olur demişti. İlim, musiki (veya olmayan bir insanın merhametli olması

sanat) ve din. Musikiden, şiirden zevk almayan bir imkânsızdır.” Kızılderililer ağacı ihtiyacınca

insan düşünün… Dinin nasihatin ötesinde aşkın kesiyorlardı, Batılı oraya gidince ağladılar. Çünkü

tarafını, siz ahkamla, fıkıhla açıklayamazsınız. toprak ananın karnını deşiyordu Batılı. Şu an bizim

Orada devreye şiir girer musiki girer. Ahmet Yesevi için esas olan, bir medeniyetin yaşanmadığını

hazretlerinin yazdığı Hikmet Şiirleri bu kabilden bilmektir. Geçmişe dönüp bakmak lazım ama

şiirlerdir. Ali Köse'nin Niçin Müslüman Oluyorlar oraya tamamen dönemeyiz, aynı renklerle sanat

adlı kitabında ilgimi çeken bir yer vardı. Hidayete yapamayız. Bu gün ortaya konan bir eser insana

ermeden önce esrar çeken, çok alkol tüketen nasıl bir sekinet verecek ona bakmak lazım.

insanlar Müslüman olduktan sonra da tasavvufa Saadettin Ökten'i bir konferansa çağırmışlardı

giriyorlar ya da tasavvuf yoluyla Müslüman Ümraniye Cahit Zarifoğlu Kültür Merkezi'ne. Konu

oluyorlar. Çünkü o adamların tabiatı eşyanın da İstanbul'du. “Burada İstanbul konuşulmaz”

ötesine geçmeye çalışıyor. Esrar çeken adam daha dedi. Basık bir tavan, koca koca kirişler, insan

sonra zikir çekiyor. Tekrar musikiye dönelim. daralıyor orada. İş mekândan başlıyor. Batılı bir

Musiki medeniyetin en üst ifade biçimlerinden yazar “yazma eserler kandil ışığında okunur”

birisidir. Medeniyetler sanatla tevarüs eder demiş. Çünkü o eserler kandil ışığında

diyorlar. Köy odalarında hala Yunus yazıldı. Onun zevki o ışıkta çıkar. O

Emre'nin Karacaoğlan'ın şiirleriyle şartlarda o eserler ortaya

yıllarını geçirmiş insanlar yaşıyor. konuldu, bu şartlarda nasıl

Bunlar sayesinde de dinlerini, yollarını, eserler ortaya çıkabilir, siz

zihinlerini taze tutmuşlar o insanlar. düşünün.

klasik türk müziğine erbabı tarafındanbugün bile şapka çıkarılıyor9

bir şair bir bestekâr olsam benim için ana temalar kaçak katlar ve

merdiven altları olurdu10

Page 23: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.22

yaşatıyormuş gibi kendini tanıtanlar,

“ben Türk şiirini kurtarmaya geldim”

diyenler var. 90'lı yılların şiirini övenler

var. ve bu kişiler model kişiler... Neden

böyle bir yanlışa düşüyorlar?

Ke n d i m e d e n i yet l e r i n e a i t o

bütünlüğü hissedemiyorlar bence.

Etraflarında duydukları laflar onlar.

«Büyük şair olmak, Türk şiirini

kurtarmak, iddiada bulunmak…» Şair

ka p r i s i , s a n a t kâ r ka p r i s i v s .

Küfretmeleri de doğal, çünkü o

bugünün şiiri işte. Aslında eski şiirde

de insanı şaşırtan bazı mısralar var

ama belli bir üslubu var, setresiz değil.

Mazmunlar neden oluşmuş? Belli Bilim-Sanat'ta Mehmet Genç'i dinlemiştik.

şeyleri örtüyor. Simge haline getirmiş. Bu günkü Osmanlının son dönem eserlerinde Batı ile İslam

gibi böyle çırılçıplak değil. Bu gün bence o sanatlarının bir sentezi vardı onlar bile Kocatepe

serüveni yaşayamıyorlar. Etraflarında gördükleri Camiinden daha güzel demişti. Günümüzde

insanlar ciddi insanlar değil. Pohpohlayan, Osmanlının taklidi bile çok kötü demişti.

pohpohlanan insanlar onlar. “Şiir çalışması” Ankara'daki Kocatepe'yi yıkmak lazım dedi hatta.

dense anlarım. Hoşuma da gider. Ama çok iddialı

laflar şirin gelmiyor bana. Osmanlı'daki bir şair Batıdan bir şeyi aldığında bile onu kendi

veya bir bestekâr nice eğitimlerden geçiyor, nice değerlerine göre yorumluyorsun. Ya da başka

meclislerden geçiyor, yetişiyor. Geçen gün bir dillerden aldığın kelimeleri kendi anlam dünyanda

seyyar satıcının konuşmasına denk geldim. Diyor zenginleştirip yeniliyorsun. Şu anda yapılan

ki “geçen gün bir araba (seyyar satıcı arabası) camilerin bir esprisi yok mesela. Söğütlüçeşme

gördüm, Mercedes gibiydi ya…” Şu an bizim Camisi'nin altında dükkânlar var. Bu dükkânların

şairler seyyar satıcının düştüğü durumdalar. telaşından namaza nasıl huzur içinde geçilebilir

Seyyar satıcının kendi arabasını Mercedes ki? Bir de Atik Valide'ye bak. Önce dış kapıdan

görmesi neyse yeni şairlerin de kendi şiirlerini giriyorsun, dış dünyayla bağlantın kesiliyor,

öyle görmeler i aynı şey bence. Fethi kabirler var onlara bir selam veriyorsun, bir hal

Gemuhluoğlu'nun “Dostluk Üzerine” diye bir hatır soruyorsun, sonra bir iç kapı daha var, bir

kitabı var. Orada “Müslüman bunalmaz, çünkü daha giriyorsun, yani katman katman huzura

Allah var” diyor. Şimdi bakıyorsun herkes doğru ilerliyorsun, huzura girişe hazırlıyor seni, dış

bunalım takılıyor. Senin annen baban var, cemaat yeri var oraya da bir kapıdan giriyorsun, en

telefonda sana yavrum kuzum diyen bir ailen var; son camiye kendi kapısından giriyorsun. Oraya

gâvurun öyle değil ki, ortada kalmışlar. “Allah'ımız girerken kabirle selamlaşıyorsun, çınarların

var ne gamımız var.” demişler. Neticede selvilerin gölgesinden geçiyorsun, şadırvandan su

sığınacağın bir kapın var. Albert Camus veya Kafka sesi geliyor ve saire. Bu gözlemlerimiz bir mimar

kendi hayatlarını yaşadılar. Yeni yetmeler ve eski olarak değil sade bir vatandaş olarak bizi hayran

yetememişler, onların dünyalarına özeniyorlar, bırakıyor.

ellerinde sigaralar, fotoğraflara poz vermeler,

ondan sonra bunalım takılıp şiir yazıyorlar. Bu

yanlış model bence bize ait insan tipini

yansıtmıyor. “Pervam yok verdiğin elemden/ Her

mihnet kabulüm, yeter ki/ Gün eksilmesin Günümüzde de şiir yazanlar veya beste yapanlar

penceremden!” Cahit Sıtkı'nındı sanırım. Onlar da var. Hatta gençlere model olarak gösterilen kişiler,

yaşadıkları hayatı yazdılar. Kendi şiirini yazan özellikle genç şairler çok büyük şeyler yaptıkları

insanlar şair olarak devam ediyorlar. iddiasındalar. Türk şi ir inin altın çağını

seyyar satıcının arabası ne kadarmercedesse bu günün şiiri de o kadar şiir11

Page 24: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.23

Köpüklü şiir yazanlar, köpük nasıl kayboluyorsa

onlar da öyle gidiyorlar. Esas olan kendini

tanımak. Şu an sadece bir taklit ortamı var, kimisi

Osmanlıyı kimisi de Batıyı taklit ediyor. Zaten

sanat dergileri, edebiyat dergileri bir şekilde şiir

koymak zorunda. Ona yetiştirmeye çalışıyorlar.

Eskiden edebiyat dergileri bir fikrin etrafında

toplanıyordu. Mesela Nurettin Topçu Hareket

dergisini çıkarmıştı bir fikrin çevresinde. Sizin

Şehrengiz olarak yaptığınız okumalar da bu

ihtiyacın bir yansıması belki de. Şimdi dergilerin

öyle okulları da yok. Doksan sonrası başarıya

gelince, bu olsa olsa ancak futbolda olur. Eski

sanatkârların yetişme serüvenlerine bakalım. Şu

an bakıyorsun bu büyük lafları edenlerin ortaya

koyduğu şeyler kabartma tozu dökülmüş gibi. Bir

çayda bitecek kekler… Velhasıl ciddi bir ilim

yoluna girmemiz lazım. Bizim tarihimiz,

medeniyetimiz şu anda uzaktan gördüğümüz bir

köy gibi, daha gidip de şöyle bağdaş kurup bir

kahve içmiş değiliz. Sıkıntı da şu: O köye girmeye

niyeti yok insanların. Sürekli kitap çıkarıyorlar.

Eskilerden nakiller yaparak yeni kitaplar

çıkarılıyor ama o olaylar hangi şartlarda ortaya

çıkmıştı diye bir araştırmaya gidilmiyor. Halil

İnalcık'ın bir talebesi hocasının kendisine “bir

olayı daima bir tarihi arka plana oturtmak”

metodunu öğrettiğini söylüyor. Bir olay sadece bir

olay değildir. Eğitim de para kazanmaya endeksli

durumda. Şu anda bizi özetleyecek üç kelime

bulsak ya Napolyon gibi para para para diyeceğiz

ya da merdiven altı, kaçak kat ve yüksek binalar…

Yapmamız gerekenleri de konuştuk, bu tespitler

ışığında o çalışmalara girmeye başlarsak bu da

bizim ümidimiz işte. Okumalarımızı da arka

planını genişleterek yapmamız gerekiyor, ayrıca

neden okumamız gerektiğini yani okumanın

amacını doğru tespit etmek gerekiyor. Mesela

Sezai Karakoç'u okumanın amacı okuyucuyu bir

adım öteye götürmek olmalı. Onun arka planına

kapı aralamalı okur. Yoksa herkes okuyor ben de

okuyayım demekle olmaz. Popülariteden

kaynaklanan okumaların da bir faydası yok.

(-Yemeğe geçelim arkadaşlar…

-Geçelim hocam..)

medeniyetimiz şu andauzaktan gördüğümüz bir köy gibidaha gidip de şöyle bağdaş kurupbir kahve içmiş değiliz

12

KAR MÛSIKÎLERİ .:: YAHYA KEMAL BEYATLI ::.

- Varşova 1927 -

Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu;Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu. Bir kuytu manastırda duâlar gibi gamlı,Yüzlerce ağızdan koro hâlinde devamlı, Bir erganun âhengi yayılmakta derinden...Duydumsa da zevk almadım İslâv kederinden. Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta. Birdenbire mes'ûdum işitmek hevesiyle,Gönlüm dolu İstanbul'un en özlü sesiyle. Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık,Uykumda bütün bir gece Körfez'deyim artık!

Page 25: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.24

Herkes aynı yolun yolcusudur… etmeden almıştır telefonu eline. Aramıştır bir takım yerleri ulaşmıştır ulaşılması gereken yere.

Yollar derindir. Yutar insanı gecenin karanlığında. Ve duyulanı kadarıyla “-efendim olmaz ki. –yani

Ara ara yoklar sokak lambaları şok etkisiyle bilmiyorum medeniyet başkenti diyorsunuz hiç karanlığı. Kaybolup beliren bedeni, sarar sarı yakışmıyor. – efendim buna hemen bir çözüm parlak aydınlık. Yol kenarında kimsesizliğin eseri, bulun bunun takipçisi olacağım. –burda haki renkli eskimiş solmuş yırtık yamalı gocuğuna bekliyorum.” der, kapatır telefonu, bekler kenarda sımsıkı sarılmıştı. Havanın soğukluğu hissedilir Elini cebine sokar. Dayanamaz soğuğa, arabasına derecede. Sadece arada bir yanan ışıklarda biner. Bekler. Bir saatin dörtte bir geçmiştir. sıcaklık. Başını yasladığı, derin düşünceleriydi. Oysaki yolcuların gördüğü siyah bir poşet, yoğun Zaman akar, yollar hisseder zamanı. Ne bir emekle toplanmış petlerle dolu. İnsanlar anlatılacaksa anlamıştır, çünkü o yoldan gelmiştir. montları içine gömülmüştü. Sıcak nefeslerinin Merhamet yolcunun azığıdır. Çünkü yolcu rahmet soğuk havaya bıraktığı dumanla. Bacayı olunmuştur. Ne kadarımız kendi azığını yiyoruz ki?andırıyordu, her kafa. Geçiyordu insanlar Sokağa büyük bir kamyon gelmiştir. Lambaları seyrederek karanlığın aydınlığa vurduğu noktayı. kararmıştır sokağın. Adam arabadan iner ve takip Bir ara hareketlendi haki renkteki soluk gocuk. eder görevlileri. Kamyonun kasasında büyük bir Yolunu değiştirdi yolsuzlar. Tedirgin bakışlar pankart, Tertemiz tebessüm yüzlü bir çocuk yokladı her hareketini. Soluna kıvrıldı. Tekrar sert elinde bir kap su ve uzatır kabı ileriye gerisi soğuk betonu aldırmadan uzandı boyunca. görünmez karanlıkta kaldı diye. Ve altında kara

kalın puntolarla yazı “bir kap su ile hayat kurtarın”. Bu şehir evidir cadde başları antre, her sokağı hol, çıkmaz sokakları mahrem yerleridir onun. Devamını görünmüyordu afişin. İnsanlar sarılırken gül gibi eşlerine ısınırlar her Adam görevliye yanaşır.sevişmede. Ve yollar yolcunundur. Onluk -Olacak iş değil kardeşim ne bu iş bilmezlik burada tenekeye attığı odunla ısınıyordu. Her insan bir can ölüyor. Sizin sorumsuzluğunuz yüzünden. yolcudur. Alevler tenekenin hava aldığı Fırçasını atıyordu adam. Yoldan geçenler ilgisiz deliklerden fışkırıyordu. Sırtını aleve dönmüş fakat fırçaya hak verir bir şekilde yolu dağlanıyordu. Yolcu. aydınlatıyorlardı. Oysaki yol kararmıştı.

Hep gidenlerdir yolu üreten, zaman onlar için Araba hareketlenince üzerindeki pankartın diğer kendini feda eder. Sokak lambası altında kıvrılıp kısmı göründü «bir tas su» köpeğe uzatılmıştı.yatarken, ateşini alır soğuk kaldırımlar. “Ben Ve giden araba ile aydınlanan kaldırımda yalnız yolcuyum. Bu yoldur, beni hayatta tutan. her başına haki renkli soluk gocuk sağ tarafına kıvrılışım bir ömürdür”. Sayıklamaları ile dönüp kıvrılıyordu…durur hayat. Hemen yanı başında onu taklit eden yarı tüyleri dökülmüş bir köpek. Kıvrılmıştır ona inat uzatarak ayaklarını. Ve geçişler sıklaşmıştır sokaktan. Seyre konulmuşlardır, yol ehli tarafından. Kimisi “mırın kırın” eder kimi “milenyum cağında bu nedir” söylentisini kimi de “olmaz ki kardeşim...” Herkes söylemiştir bir cümle. Herkesin bir yorumu vardır bu manzaraya.

Ve dayanamaz duyarlı vatandaş. Tüm zahmet ile elini çıkarmıştır cebinden, soğuk havaya aldırış

yollar derindir

.:: cihat karaman ::.

Page 26: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.25

Ey insan! Sen Rabbi 'ne varan yo lda bilmeyenler yapar. zira çocukların albenisi bu oyalanmadasın-ama ne etsen de, çaresiz, O'na yüzdendir. sabredip bekleme zamanı ile harekete varacaksın. geçme vakti arasındaki o hassas dengeyi (İnşikak: 6) ihtimamla kurmalısın. her adımını aheste at. at ve

unutma ki bütün sırlar vakti gelince çözülür. koy aramak. kaçamak bakışlarda derin bir anlam bir kenara kendini. bizi açık yollara erişmekten yakalamak gibi. bir şehrin bize ait olan alıkoyan şey, sadece kendi bağımlılığımızdır. kişi sokaklarından bize ait olmayan insanları avuçlayıp ancak tamamen bağımsız ve azade olduğunda rüzgarına saçlarını vermek gibi. gök kubbe altında b i r ikebi l i r. ener j imiz i en çok tüketen bizi ferahnâk kılacak bir şadırvanı sorar gibi. ruhta meşguliyetimiz de, kendimize önem verişimizdir.karar kılan o kıpırdanışın sıcacık adımlarını duyumsar gibi, onu yakalamak istercesine. ara. suyu buldukça, suya kanAdıkça dudakların kargışımızın çoğalan ellerine kafa tutar gibi. daha da kuruyacaktır. durma yine ara. zira bu sükunete özlem duyan coşkun dalgalar gibi. güzel bir işarettir. görmenin tek yolu gözlerini

kâinata ve etrafındaki yaradılışa açık tutmaktır. yağmurun hangi tene değeceğini ayetler oradadır.şaşırması arayıştan değil de n e d e n d i . m e v s i m l e r i aramak, boşluğu doldurmanın takvimlerin üstünde metruk fakültesidir. içindeki yekpare kılıp da eğleşen saatleri s a r s ı n t ı l a r ı n s a l a h ı d ı r. elinin tersiyle iter gibi değil bulduğunu sandıkça yaraların mi aramak. biraz agâh, artacaktır. yaralarınla birlikte biraz tasalı. devinimin de. daha nazenin

d a h a h a s s a s o l m a y a aramak. sonu gözükmeyen başlayacaksın. belki bir ve aslında başlangıcı hiç meltem bile incitecektir seni. olmayan; garip, kuşatıcı, vakur, lakin üstünde hiç aşk yarası şefkatli bazen, biraz hoyrat bir taşımayan kişi ya delidir ya ölü. e y l e m o l a r a k k a l a k a l m ı ş t ı bunu böyle bil. aşkın da yaran da sana dimağımda. başlayınca sonu gelmeyen ait değildir. aslında o ikisi de senin öksürük krizleri gibi zihnimi kurcalayan o enfüsi çabalamanla olmamıştır. veren yalnız Allah'ın anlamların peşine düşmek. aramak, ki hiç kudret elidir.nihayete ermez, rızaya meftun öylesine.

aramalısın. daha çok. daha da. aradıkça öleceksin. değil mi ki Allah her yerde hazır ve nazırdır. o halde ki yaşamak isteyen ölmelidir. bulmaya çalışmalısın herkes yolda kendine mahsus yerini almalıdır. hürriyetini. kuşlar gibi. kendi kendimizde dönmelidir insan evine, dönmelidir kalbine. ölmedikçe ve adımız başka bir kişiyle ya da şeyle savursa da aman vermez fırtınalar seni, en anıldıkça bize hürriyet yoktur. bu yol başını başka emniyetli yerler savrulduğun yerlerdir. asıl yaşamaklara vermişlerin yolu değildir. mesajlar sükûnet fırtınadadır. yürümelisin. çünkü tüm hep satır aralarında gizlidir. doğrudan soru yolculuklar ilk adımla başlar. yürümekten korkma. sormak bu usulde vusulsüzlüğe sebeptir.bilmemekten korkma. en zarif yürüyüşü yürümeyi

bir iç kanama gibi sessiz ve derin (1)

.:: büşra yeleğen ::.

Bu bezm ki peymâne-i devlet var içindeNe kimseye pâyende ne râhat var içinde

nâbî

Page 27: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.26

ara. bulmaya yakınsın. çünkü gökyüzü hiçbir İman edenlerin Allah'ı zikretmesi ve Hak'tan yerde, kalbini Allah'a açan insanların üstünde ineni okuması için gönüllerinin aşkla ürperme olduğu kadar berrak değildir. ara, bir hayret lazım zamanı daha gelmedi mi?bize! her fiili tamamına erdiren yalnız Allah'tır. bir (Hadid: 16)cümle, bir kelime, bir feraset, bir dost, bir fikir; ara. seni sevgiliye götürecek olan izbelerdir ***bunlar. işaretin ta kendileridir. arayışçı bir pervaneyi yanarak ölmekten başka ne mutmain Üzerime sükûnetimi kuşanıp da karalamaya edebilir? durma. çünkü kapılar vardır. kapılar kalkıştığım bu yazı Muhyiddin Şekûr'un Su Üstüne açılmak içindir. yoksa varlıkları niyedir? çalınan Yazı Yazmak adlı değerli eserinden mülhemdir. Bu her kapı hemen açılsa ümidin sabrın ve isteğin latif kitap nasıl tanımlanabilir ki? Şiir, temaşa ve önemi nice olurdu? ara. evinin penceresini idrakin birbiri üstüne kurduğu velayeti önce büyütmeye bak. zira penceresi kadar düşecektir kalbine sonra parmaklarına sonra da bir kitaba bir eve ayın ışığı. (2) sığdırmıştı derviş Muhyiddin Şekûr. Beni bu

kitapla bir arayış neticesinde buluşturan, kusursuzluk senin lügatte bildiğinden daha başka arayışımı kitabın kaderi kılan ve Üstad İsmail bir şeydir. kusursuzluk, arayışçının içinde olduğu Kara'nın ''kitapların da bir kaderi var!'' (3) sözünü anın oğlu olabilmek için nefisten ve başına hatırlatan Kudret'e duyduğum hayretle birlikte buyrukluktan kaçma disiplinini yakalamak yazara bizi bu kitapla hem dem kıldığı için sonsuz demektir. aramanın rengi neftidir. bu sebeple şükran…dikkatli bakmalısın. arayışçı kardeşim, bil ki hazineyi açan anahtar aşktan başka bir şey ........................................................................değildir! (1) Ayhan Kurtun bir dizesi

(2) Ubeydullah-i Ahrar (k.s.)özetle elinde iki şey var talip. biri şiir, öteki (3) Aramakla Bulunmaz, İsmail Kara, s.95, Dergah zaman… işte şimdi sonu gelmez bir yolculuğa yay, 2006talipsin!

Page 28: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.27

Bilmek çözüm mü; hayır, asla değil. Mesela ben gözlerinde hapsolmaktan. Kitaplarım vardı

biliyorum beni beklediğini, kapının ne tarafında benim; acılarım onların elindeydi, sevinçlerim de;

durduğunu ve kalbinin en çok ne yanının acıdığını; bütün kaybettiğim kelimeler sayfaların arasında,

ama çözüm değil bu bilgi. Neden? Çünkü ona kaybettiğim duyguları saklıyordu sanki.

verebilecek hiçbir cevabım yok. Haykırmak

istesem de, kelimeler bittiğinde, o da ben de Sonra ne oldu bilmeden “eskiden” der, “ne güzel

bileceğiz bu tutulması imkansız bir söz. Eninde anlatırdın, biliyor musun? Hiç susmayacaksın

sonunda, gideceğim ve dönüş olmayacak. sanırdım; ne meraklıydın. Meğer o sorularmışsın

sen, bilseydim daha çok sormanı sağlardım.” Bu

Odama her girdiğinde, etrafta hazır bir bavul nafile çabası içimi acıtır; ama nafile işte, benim

aramaktan yorulmuyor gözleri ve kitaplarım en kelimelerim tükeneli o kadar zaman oldu ki nasıl

büyük düşmanı biliyorum. İmkanı olsa yıkacak bu anlatırım ona ve nasıl derim ki; o sorular var ya,

duvarları; zira bu duvarlar ki onunla benim cevapları olmadığından kelimelerim uçtu diye.

aramda aşılması imkansız setler. Bazen odadan Göz göze gelmek en büyük felaketimiz, her çıkışım

seslenir “gel” diye ve hep isteksiz gittiğimi ise tam bir yıkılış. “Gidiyor musun?” Kafamı

bildiğinden “kızma, bak kim var? Şu sevdiğin sallarım. Ne zaman gelirsin diyemez; çünkü

adam, bir şeyler anlatıyor yine kendini gelmem, bekleme dememden korkar. Diyemem

parçalarcasına” der; sonra otururum, dinlemeye zaten, “korkma gelirim” diye. Bu beni

başlarım ve aslında onun için bu vakitler tarifsiz kaybedemeyen şehirde yerim yok, nasıl derim ki

sevinçlerdir. Nicedir göremediği beni inceler ve zaten. Son çıkışa kadar, kapının eşiğinde durur ve

bilirim bu konuşma uzasın diye dua eder. Arkam b e k l e r ; s o n b a k ı ş g i b i , b i r d a h a h i ç

dönüktür ona ve o bundan istifade saçlarıma görmeyecekmişiz gibi. Bazen dönüp el sallamak

bakar. Hissederim, ellerinin hayaleti nefesinden isterim, bu sefer de kendimden korkarım; ya bu

uçan duaları. Dikkatlice inceler aklar düştü mü veda içinse diye; öyle ya griler girdiğinden beri

diye, bulamayınca rahatlar. Sonra boynuma takılır, hayatıma kök salamadım ki ben.

en çok canı o zaman yanar. Ah bu boynum, ne

kadar incedir; bir sıkımlık canı kaldı der, yüreği

parçalarını sarmaya hazırlanırken ve yüreğinden

bir nefes tüm vücudumu sarar. Sonra ben gülerim

mesela, çok hoşuma giden bir şey duymuşumdur.

Onun da duası kabul olmuştur, bir kez daha

görmüştür ya güldüğümü bayramdır. Döner

bakarım bu sefer, kömür gözlerinde elmas

ışıltısıyla aydınlatır yüzümü, o an; keşke derim,

sıradan ve basit olabilseydim, istediği gibi

davranabilseydim, otursaydık mesela. Şimdi

kahve yapsaydım ona, karşıdaki gelini, üst kattaki

komşuyu, köydeki babaanneyi anlatsaydı bana;

ama olmadı, yapamadım ben bütün bunları.

Kaçtım ondan, daha doğrusu onun ışıltılı

her yer gri

.:: fadime türkölmez ::.

Hicrân ana nisbetle safâ-bahş-i derûndurOl meclis-i vuslat ki meşakkat var içinde

nâbî

Page 29: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.28

Kaybolamayınca ve her durak son

duraktan öte gitmeyince, bir

dalganın yarenliğinden, bir martının

kanadında selam yollarım ona; o

yumuşacık yanaklarına bir buse,

gözleri yolda bekleyen yüreğine bir

umut: “duyuyor musun? Bak vapur

sana getirdi beni, duyuyor musun?”

Ve kapının gerisinde, derin bir şükür

duasıyla gülümser bana: hoş geldin!

Çaresiz bakarım, olmadı, yoruldum,

bulamadım der gibi. Gözleri

onarmaya hazır; boş ver, her şey

dışarıda kaldı, geldin ya önemli olan

bu. Bu günde döndün ya. Sahi geldim

değil mi? Peki ne olacak şimdi? Sen

ve ben, bu şehir ve ben; biz ne

y a p a c a ğ ı z ? K e ş fe d i l d i a r t ı k

huzursuzluğum ve o aradığın bavul

gitti çoktan adresine, mümkün mü

her şeyi sil baştan yapmak? Bilirsin,

ben hiç silgi kullanmadım; yanlışın

üstünü çizdim; ya da yırtıp attım. Bir

dua var mı bildiğin? Bir yerde

duymuştum; kalpleri ancak O

birleştirirmiş. Senin ve benim titrek

bakışlarımız, yaklaşmak isteyen; ama

benim kaçışlarımla sönen umutların,

nasıl olacak şimdi? Sen bir dua etsen

mesela, belki kabul olur. Ben ederim;

ama benim duam çoktandı r

kelimelerle ilgili. Neden deme; sen

sadece dua et. Kabul olursa duan ve

kalplerimiz birleşirse gözlerimiz gibi

belki bende emanet aldığım

kelimeleri bırakır, sahici cümleler

kurarım sana; yani yüreğimden

basılmış, tap taze, sıcak dumanı

üstünde, yeni bir kitap gibi. Belki o

zaman koklarsın bu sayfaları. Sonra

nefesin başka bir dua olur ve yol

bulur semaya, belki o gün bende dua

ederim ve avuçlarımız beraber açılır,

alınlarımız beraber secdeye varır. Ne

dersin; grilerde o gün gider mi; gider

mi gerçekten?

İstanbul,

her yokuş başında bekler sevdayı

Çamlıca kement atar şehrin gürültüsüne

Keman çınlayışlarıyla inler Kadıköy

Üsküdar vapurunu kaldırır, sevdalısı martıların

Buram buram galata kokar sahaflarda….

Hayalleri süslenir çocukların

İstanbul sokaklarında

Gönlümde hüzün yeşerir

İstanbul sonbaharında

Başkentidir sevdanın, yorgun yokuşlarıyla

Köprüler inciden gerdanlığıdır boğazın(ın)

Bir çocuk kadar güzeldir şehir

/güzel ve süslü/

Eskimişliğini yakarak ısınır tinerciler

Adı İstanbul olan bir ölümdür yaşayışım

Şehrin dışında, şehirsiz bir adamım

İstanbul kalbine gömer hicranın en büyüğünü

Bütün insanlardan daha canlıdır Haliç

Şarkılar dizilir Sadabada

Kayık ve liman –ki hâlâ suda

Bir tramvay alır beni Bahariyeden

Karışırım şehrin insanlarına

Bir söz söylerim en incesinden

Şehrin en sevdiğim sokaklarına

Zarif bir el tutar gibi severim İstanbul'u

O denli bağlıyım haritasını göğsüme çizdiğim şehre

damarlarım İstanbul şeklini almıştır vücudumda

Kelimeler dizip , mısralar dökerim ardından

Fikrimi umuda gömdüğüm yere

İstanbul çınar altı bir kahvede demlenir

Rüzgar kâküllerini dağıtır, güzel gözlerin

Şehrin damarlarından seslerim gelir

Beni sana meftun kılar sözlerin…

Hasan Dede

Gelir şevke kesel neyl-i visâl-i yârdan sonraOlur ârız girânlık sâime iftârdan sonra

nâbî

Page 30: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.29

-Kıymet abla. -Aynı bana yaptığı gibi. Aynı bana yaptığı gibi.Köprü altındaki yalnız adamın dilinden düşürmediği bir isimdi bu. Sürekli bu ismi Yüreğim burkulmuştu. Çevredeki insanlar kadını sayıklıyordu. Her tepkisini, her hareketini yerden kaldırıp ilgilenmelerine rağmen, ona hiçbir neredeyse bu isim üzerine kuruyordu. şekilde yardım etmiyorlardı. Birden bunun

kendisinin, onları gözündeki statüsünden ötürü Geceleri üst mahalleden geçen, viyadüğün olduğunu zannettim. Dışlandığını düşündüm. dibinde yatar. Gündüzleri çarşıya iner ve Psikolojik bir destek vermek için yanına yaklaştım insanlardan yiyecek, ihtiyacı olursa giyecek ama yaklaşmaz olaydım.isterdi. Kesinlikle para almazdı. Hatta eline para sıkıştıran bir adamın yüzüne şiddetli bir yumruk -Abi iyimisin? Bir şeyin yok ya?atmış ve çıkan arbedeyi çevredeki esnaflar -Yürü lan Ayı! Kıymet ablaya söylersem seni de önlemişti. Kimsenin verdiğini kabul etmez ancak mahveder seni de....kendisi isterdi. Bir şey vermeye yanaşmayanları ise Kıymet abla ile tehdit ediyordu. Beni öyle bir itmişti ki, sokak lambasına

yapışıvermiştim. Sağdan soldan insanlar bana -''Vermezsen seni Kıymet abla'ya şikayet ederim'' doğru bakıyordu. Millete afişe olmanın utancıyla -''Kıymet abla'ya söylersem seni mahveder'' kıpkırmızı oluvermiştim. Kafam sokak lambasına

sert vurduğundan acımaya başlamıştı. Bir elimle Bunun gibi tuhaf, bir yandan komik ama diğer başımı tutarken, o hızla fırına doğru ilerliyordu. yandan düşündürücü bir şekilde tehdit ediyordu Anlamıştım insanların neden ona yardımcı insanları. olmadıklarını. Birden arkamda ufak ufak gülmeye

çalışan, elinde askısı ile esnafa çay dağıtan çaycıyı Bir gün çok tuhaf bir şey oldu. Her zamanki gibi görmüştüm. Eğer kendini tutmasa kahkaha çarşıya indim. O yine bir kaldırım kenarında atacaktı belki...oturuyor ve etrafı seyrediyordu.. Bende onu seyretmeye başladım nedense. Ayağa kalktı. -Komik olan ne?Muhtemelen az ilerdeki ekmek fırınına gidecek ve ekmek isteyecekti. O tarafa doğru yöneldi. Ağır Çaycı birden koluma girdi.aksak ilerlerken yanından geçmekte olan kadın -Kusura bakma kardeş, gel bizim kahvede bir otur feryadı kopardı. da, bir soluklan kendine gel.

-İmdat koşun, yetişin çantamı çalıyorlar. Çaycı ile kol kola kahvehaneye girdik. Boş olan bir masaya oturup başımın ağrısının geçmesini

Bu kadının çantasını alıp hızla uzaklaşan bir bekliyordum. Arada çaycı bir bardak çay getirdi. kapkaççıydı. Çantayı çekerken kadını,bizim garibin İçine düştüğüm duruma gülmesinden belliydi ki, üzerine itmiş ve ikisi de yere yuvarlanmıştı. Yerden onu tanıyordu. Hakkında bilgi almak için iyi bir kalktı ve yüksek sesle kapkaççının arkasından fırsattı.bağırmaya başladı.

-O adam kim ? Neyin nesidir?-Ulan şerefsiz! Seni Kıymet Abla'ya söylersem ağzına s.... senin! Anladın mı lan! Ağzına s... -O adam eskiden belediyede müdürdü. İyi bir senin.. maaşı, bir oğlu ve karısı ile mutlu bir ailesi vardı.B

ir gün piyango bileti alıyor. Hani derler ya ''ya Sonrada kendisinden beklenmedik bir hareketle tutarsa'' diye. O hesaptan giriveriyor. Büyük yanındaki sokak lambasını yumruklamaya başladı. ikramiye çıkıyor buna, hemen bir mercedes Ağlarken ağzından şu cümleler dökülüyordu: çekiyor altına.

kıymet abla

.:: yusuf ziya mutlu ::.

Page 31: sehrengiz7

mart-nisan 2011 - s.30

Yeni bir ev derken hemen değişiveriyorlar. Sonra mevzusuydu. Çaycının lâfını yarıda kesip sordum.müdürlükten istifa edip bir deterjan fabrikası kuruyorlar. Para bu, insanın içini değiştirir de, -Peki bu Kıymet abla kim? Hanımı falan mı?dışını bırakır mı? Adama bir haller oluyor. Parayı bulunca ne akrabasını tanıyor, ne arkadaşını. -Kıymet abla, bunun piyango biletini aldığı Yanındaki işçilere bin bir türlü dümenle bayiinin adı. Anlattıklarına göre, iflas edince bir maaşlarını geç yatırır, parayı bir gün repoya yatırır, gün o bayiinin önünden geçerken bağırıvermiş oradan da voleyi vurur o derecede gözünü para içeri doğru ''Kıymet abla sen beni yaktın! Allah da bürüyor. Bir gün buna borsadan bir tiyo gelmiş. seni yaksın'' diye. Orada delirivermiş. O günden büyük bir miktar para yatırmış ve hemen o gün sonra Kıymet Abla aşağı, Kıymet Abla yukarı. parası batmış. Ne yap ne et derken bunlar Herkesi onunla tehdit eder. İnsanlara bağırır, fabrikayı yakıp, sigortadan para almayı çağırırken hep o ismi sayıklar. Millet alıştı artık. denemişler. Bir ekip kurmuş adamlarından Bak, gördün yere düştü de kimse kaldırmadı bile, geceleyin fabrikayı ateşe verecek. Tabi ekibin sen kaldırdın da kafan yarılıyordu az daha ama içinden biri olayı ses kaydına alıyor, fabrika yine de bir şey istedi mi verirler, esirgemezler, yanınca sigorta şirketine gidiyor, anlatıyor vermezlerse zaten kıymet abla ile tehdit eder. böyleyken böyle diye. Sigorta şirketi dava açıyor para ödememek için. Bunlar da havalarını -Len Hüseyin gevezelik etme de, çayları tazele len!alıyorlar.

Arka masada okey oynayan orta yaşlı adamların -Yaaa! Peki o adamın derdi neymiş ki? neden masasından gelen sesle hava dağılmıştı. Çaycı böyle bir şey yapıyor. Ses kaydı ile patronunu ocağa doğru giderken;şikâyet ediyor. -Abi hayat bu. Ne oldum demicen ne olucam

diyecen.-Çok sevdiği bir arkadaşı iş kazası geçirmiş ve sakat kalmış, bunlar da bakmamışlar hatta hastane Çay parasını çıkarıp,çay tabağının kenarına parasını bile adamcağıza ödetmiş. Karısı ve iki bıraktım. Şans oyunlarından gelen bir paranın çocuğu ile kalakalmış. Sözde arkadaşının intikamı insanı ne kadar kötü bir hale getirdiğine uzaktan için böyle bir şey yapmış. Zaten fabrika yansa yine da olsa şahit olmuştum. Dalgın, üzgün ve tuhaf insanlar işten atılacaklar. Adam da böylece hislerle dışarı çıkacakken, tam kapının ağzında kendince ders veriyor. Neyse o olaydan bir hafta karşıma diki l iverdi. Şok olmuş ve çok sonra bunun oğlunu bir gece kulübünde korkmuştum. Beynimden ayaklarıma bir elektrik bıçaklıyorlar, hemen o gece ölüyor çocuk. Bir dalgası inivermişti sanki.hafta sonrada karısı genel müdürü ile kaçıyor. -Destur bismillah!

-Ne diyon ya. Aynı Türk sinemalarındaki gibi. Gözlerini faltaşı gibi açarak bana doğru baktı. Yanımdan geçerek içeri girdi. İşaret parmağını

-Hee ya. Hem de adamın tüm serveti karısının kahvedekilere yönelterek yüksek sesle haykırdı. üzerinde , bu da sap gibi ortada kalıyor. Sanki yanıbaşlarında duran bir tehlikeye karşı

uyarıyordu insanları.-Ondan sonra mı böyle oluyor.

-Kıymet abla beni yaktı.. Sizi de yakacak ulaaaan...-Evet. Parayı bulup, çok insanı kendisine düşman edince kapılar bir bir suratına kapanıyor. O an resmedilmeye değer bir andı. Adam işaret Çevresindeki yalakalar tek tek toz oluyorlar. O da parmağı ile kahvedekilere dönüp öylece kafayı sıyırıyor. duruyordu. Çaycısı, ocakçısı, masalarda okey

oynayanlar, gazete okuyanlar, yancılar hepsi ona Şaşırmış kalmıştım. Ne diyeceğimi bilemiyordum. bakıyordu. Okey oynayanlardan biri taşı tam Üzülsem mi,üzülmesem mi o da muallakta kalan atacakken öyle kalmıştı. Şaşkınlık içinde taşı ayrı bir mevzu idi. Şaşkınlıktan acılarım bile masaya bıraktı ve sessizliği okey taşının o ince sesi dinmişti. Çaycı devam ediyordu anlatmaya. En çok bozuverdi...merak ettiğim mevzu da ''Kıymet abla''

Page 32: sehrengiz7