Çetrefil dergisi 5. sayı

28
5 EDEBİYAT VE SANAT DERGİSİ CİHAN AKTAŞ İLE kadın ve edebiyat üzerine SÖYLEŞİ MUHAMMET ÇELİK ÇAĞDAŞ MÜSLÜMAN KADININ İÇ DÜNYASI: CİHAN AKTAŞ HİKÂYELERİ AYŞENUR BULUT KARDEŞLİK BİR MİT Mİ Kİ?

Upload: nebiye-ari

Post on 30-Mar-2016

235 views

Category:

Documents


5 download

DESCRIPTION

Çetrefil Edebiyat ve Sanat dergisi 5. sayısı

TRANSCRIPT

Page 1: Çetrefil dergisi 5. sayı

5 EDEBİYAT VE SANAT DERGİSİ

CİHAN AKTAŞ İLE kadın ve edebiyat üzerine SÖYLEŞİ

MUHAMMET ÇELİKÇAĞDAŞ MÜSLÜMAN KADININ İÇ DÜNYASI:

CİHAN AKTAŞ HİKÂYELERİ

AYŞENUR BULUTKARDEŞLİK BİR MİT Mİ Kİ?

Page 2: Çetrefil dergisi 5. sayı

çet- re- fil

b e ş i n c i s a y ı

ş u b a t

2 0 1 3

m a r t

E d e b i y a t

v e

S a n a t

D e r g i s i

Yayın Ekibi:

Deneme editörü: Seher Ortaöner

Şiir editörleri:F. Nazlı UlusoyNebiye Arı

Kitap D. Editörü:Hümeyra Özdemir

Fotoğraf Editörü:Şeyma Samur

tasarım: N.A.

kapak fotoğrafı:Büşra Yarar

E D İ T Ö R D E N

s.2

Dergimizin 5. Sayısında tüm okurlarımızı saygıyla selamlıyoruz. Dünyadaki acıyı her sayıda selamlamaktan öteye geçemediğimiz gerçeğinin yanında cennete olan inancımız bizi umutvâr kılıyor. Büşra Yarar'a ait olan kapak fotoğrafımız bizi bir eski ve boş bir çocuk parkına götürüyor. Belki kalbi hüzne bağlı olanlar için terk edilmiş bir park olacak gördükleri, neşeli bir günde olanlar için ise baharı müjdeleyen bir haberci olarak görünecektir yeşillikler arasındaki salıncaklar. Belki cennetten bir parça düşmüştür yeryüzüne, her halükarda dünyadaki zulüm ve keder ayaklarımızı ve başlarımızı sallamamıza aldırmadan sürdürecek varlığını. Öyle ya bu konudan bir çıkış kapısı da yok. Bu sayıda Cihan Aktaş'ı özel olarak ağırlıyoruz, onu ve kelimelerini. Bazen bir cümle ya da bir tını önünüze serer ya tüm düşüncelerinizi, bir araştırma ya da düşünme mesabesi olmadan. İşte Cihan Aktaş cümleleri bana bunu yaşatıyor. Her ne kadar tüm kitaplarını okumak nasip olmasa da gerek köşe yazıları ve gerekse dosya konumuzda olması, eserlerini araştırma ve yaptığımız röportaj, kendini seven biri olarak bana çok iyi geldi. Bir röportajında içe dönük bir çocuk olduğunu ve yalnız kalma korkusunun kendinde hakim olduğunu söylüyor. Ve bunu da o dönemlerde kitapların dünyasına kapılmağa bağlıyor. Belki o süreçte bu yaşanmış olabilir ama, o yalnız kalma korkusu yıllar sonrasında biz okuyucuya eserleriyle muhteşem sirayeti gözler önünde. Küçük bir çocukken bile oyuncağı kitap ve kalem olanın, elbette dünyası normal insanlardan daha ince olacaktır. Bu inceliği Cihan Aktaş'ı okuduğumuzda hissetmemek elde değil. Ve aşk! Tam olarak bir vecd. Varoluşun hissettirdiği coşkuyla kendini varlığa açma ve varlığı dönüştürme, keşfetme, bu yolla süren büyük keşfin ya da hareketin içinde yer alma. Kişiyi kesinlikle saf tutan, saflaşmaya çağıran bir durum bu, sayın Aktaş'ın ifadesiyle. Bazen insan tıkanır da kelimelere dökemez ya anlatmak istediklerini, işte bu aşk tanımı ifade edemediğim tüm kelimelerin özeti durumunda. Sorgulamayan insan olur mu? Varsa mükemmel insan da yoktur. Sorgulama yoksa, bir tarafımız tamamlanırken, başka bir yerden eksiklikler zuhur eder. Bundan mıdır bilemiyorum, mahremiyetin tükenişi kitabında kendimi çok sorguladım. Eksikliklerimi görmem bir yanımı yaralar gibi görünse de aslında tamamlanıyordum, farkındayım. Farkındalık hali bambaşka bir olay. Gerek bir kitap, gerekse bir cümle, bir kelime ya da bir sükut hali. Tefekküre götürüyorsa seni bu durum, ahirin güzellikler inşallah diyor ve yeni sayılarımızda sizlerle olmak için Yaratan'a dua ediyorum.

Deneme Editörü ; Seher Ortaöner

Selam, bekleyenlerin üzerine olsun..

Page 3: Çetrefil dergisi 5. sayı

DERGİ

İÇERİĞİ

s.3

şiirler:Serdar kutnu ; KONUŞMALAR S.6

cİHAT BARIŞ ; aH rACHEL S.27

nEBİYE ARI; CENNET ERKEKLERİN AYAKLARI ALTINDADIR S.28

bÜŞRA YARAR FOTOĞRAFLARI S.7

dENEME;

hAZAL SEZGİN; «KURDUĞUM CÜMLELERİN ANLAMI BENİ ÜRKÜTÜYOR»S.4

CİHAN AKTAŞ İLE

KADIN VE EDEBİYAT ÜZERİNE SÖYLEŞİ S.10

dOSYA KONUSU: cİHAN AKTAŞ S.17

mUHAMMET ÇELİK;

Leyla'yla

ÇAĞDAŞ MÜSLÜMAN KADININ İÇ DÜNYASI: CİHAN AKTAŞ HİKÂYELERİ

aYŞENUR BULUT;kARDEŞLİK BİR MİT Mİ Kİ?

nEBİYE aRI;kUSURSUZ pİKNİĞİN KADINLARI

SEHER ORTAÖNER;

TOPLUM VE MAHREMİYET

Page 4: Çetrefil dergisi 5. sayı

s.4

“Kurduğum cümlelerin anlamı ürkütüyor beni..”“Nûn. Kaleme ve satır satır yazdıklarına and olsun! [Kalem,1]”

Böyle yemin ediyor Âlemlerin Rabbi Kur'an-ı Kerim'inde.. Demek bir hikmet gizli kalemin yazdıklarında. Demek yemin ediliyorsa üzerine yazılanların, yazmaya başladığı an kalem, kendini elinde tutan kula bir vebâl de yüklüyor olmalı. Eğer öyleyse, bu büyük bir yük. O halde, burada bir duralım.

Öyle olmasa, “sözlerimin anlamı ürkütüyor beni..” der miydi şair.? “sözlerin anlamı” neden ürkütür ki kişiyi.? Bir vebâli yüklenmese sırtına, neden ürksün ki sözü söyleyen kişi? Ama ürkü/tü/yor işte. Ürk/üt/meli demek ki. Öyle olmasa, yani ürkmesi gerekmese, böyle bir ihtimâli dillendirir miydi?

Ki başlı başına taşıdığı beden, taşıdığı can, bir “emanet”ken kula; ve ki her bir âzâsıyla işlediği, “kendi elleriyle yapıp ettikleri”, onca şey, vebâl olarak yetecekken, kalemi eline alıp, diline söyletmesi kişinin.. Hele ki bir de inanmadan söylüyorsa.. Allah'ım ne büyük cesaret. Ve ki hayret! Bu sözleri söyleyen bu kadar cesaretli mi.? Peki, buna cesaret denebilir mi?

Dağların yüklenmediği “emanet”i yüklenen insan; “inanmayarak” ne de çok söylüyor! Oysa bilmiyor mu ki; yazmayacak olsun, şu dil'den düşen her bir kelimeyi Kirâmen Kâtibîn, mümkün mü? Değil elbet. Öyleyse “inanarak” söylediklerinde bile hakkıyla amel edemezse, onca vebâli yüklenecekken kul sırtına; bir de “inanmadan” söyleme cesaretini kendinde nasıl bulabiliyor ki? Hayret ki ne hayret!

“Söylemesek ölürdük! İnanmadan söyledik, yine öldük!” denmişse, burada bir durmalı. Demek ki “inanarak” veya “inanmayarak” söylenen sözler ölüme sebep değil ama mâni de değil. Ki bizatihi “söylemek” de ölümün ne sebebi ne mânisi.. Ama öyle şeyler var ki “söylenmese” ölümden beter eder kişiyi. Öyle ki “haksızlık karşısında” susmak böyle bir hâl. “zalimin zulmüne susarak ortak olmak” da öyle. Uzatmak mümkün.

5

«KURDUĞUM CÜMLELERİN ANLAMI BENİ ÜRKÜTÜYOR»

Page 5: Çetrefil dergisi 5. sayı

Hâl böyleyken; “kalemin yazdıkları” kadar, “söylemek” kadar, yeri geldiğinde “söylememek” de, “zulme susmak” da bir vebâl yüklüyor

sırtımıza. Hem de öyle bir vebâl ki!

Demek ki “Behey Yunus sana söyleme derler/Ya ben öleyim mi söylemeyince” demesi gibi Bizim Yûnus'un, söylenmeyince ölünecek hâller

de var. “Zulme susmak” ki Ey Rabbim! Kulun kendi elleriyle kendine verdiği ne büyük zarar!

“inanmayarak söyleyen”ler, kalemini putlaştırmıştır, diyebilir miyiz? Daha fazlasını bile söyleyebiliriz. Öyle ki bu durumda artık kalem

araç değil amaç olmuş, kişi kalemini putu bellemiş, ona kul köle olmuştur. Ve görmez ki kırması gerektir o putu.. Görebilse, bilirdi ki;

düştüğü şirk, Yûsuf'un(aleyhisselam) düştüğü kuyudan da derin, dipsiz bir kuyu.

Öyleyse en başta, ey bu satırları söyleyen, yani ben.! Farkında değilsen bir vebâlin kıyısında olduğunun, “ha itti, ha itecek” bir uçuruma

belki bile isteye baş koyduğunun. Var mıdır senden daha aldanmışı? O halde “kurduğum cümlelerin anlamı ürkütüyor beni..” diyorsan ve

diyorsan ki “inanmadan” söylersem yoktur benden daha aldanmışı; düşürme şu duayı dilinden:

“Allah'ım! Eğer ki vazgeçemeyecekse kalemim yazmaktan; bana/kalemime râzı olacağın kelimeleri söylet ki; kalemim putum olmasın! Ola

ki râzı olmadığın kelâm düşerse kalemimden, bana kalemimi kıracak gücü, imânı ver ki hesap gününde kalemim de kelâmım da yakama

yapışmasın!”

“Nûn.

Kaleme ve satır satır yazdıklarına.

And olsun.”

5

s.5

h a z a l s e z g i n

Page 6: Çetrefil dergisi 5. sayı

Leyla'yı kıskanmak

şimdi ben dakikaları ve saniyeleri hunharca katlediyorum leylakafamda gezen binbir tilki var benimgüzelliğin ve tilkilerve leyla oluşunve seni seviyor oluşumbütün tilkileri ifşa ediyor.

benden uzak durmanı anlıyorum leylaben de benden uzak duruyorumama annemin sırtıma attığı yeleği sayesinde pek ağrısını çekmiyorumyalnızlığın.

süperkahramanların pelerini değil deanne yeleklerine ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum leylaçünkü daha fazla suniliğetahammülüm kalmadıorganik domates getirdim sanakaptan amerika'dan daha dürüst bu domateslerkoklayabilirsin.

senden haber alamadığım günhaber alamıyorum kendimdennerede unutuyorsam aklımıkalbimi oradan buluyorumseni bulamıyorum leyla.

kıskançlığımın seni incitmesi normal leylaçünkü beni öldürüyor!

5

Leyla'yla Konuşmalar

s.6

S E R D A R K U T N U

Page 7: Çetrefil dergisi 5. sayı

B.Y.

5

s.7

Page 8: Çetrefil dergisi 5. sayı

şra y

ar

ar

s.8s.8

5

foto

ğr

afl

ar

ı

Page 9: Çetrefil dergisi 5. sayı

s.9

5

Page 10: Çetrefil dergisi 5. sayı

.

5

s.10

CİHAN AKTAŞ İLE

KADIN VE EDEBİYAT

ÜZERİNE SÖYLEŞTİK

CİHAN AKTAŞ İLE

KADIN VE EDEBİYAT

ÜZERİNE SÖYLEŞTİK

CİHAN AKTAŞ;1960 Erzincan-Refahiye›nin Pınaryolu köyünde doğdu. Beşikdüzü Öğretmen Lisesini,İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Yüksek Okulunu(1982) bitirdi. Bir süre mimar olarak çalıştı. Azerbaycan›da bulundu. Deneme, araştırma ve hikayeleriYeni Devir, Yeni Şafak, Milli Gazete,Taraf, Mavera, Nehir, Dergah gibi dergi ve gazetelerde çıktı. Mimar, Basın danışmanı ve gazeteci olarak çalıştı. Evli ve iki çocuk annesidir.

Page 11: Çetrefil dergisi 5. sayı

s.11

5

Çetrefil Dergisi :*Türkiyede müslüman kadının edebiyat sahasında yer edinme süreci ne zaman ve hangi saiklerle başlamıştır?

Cihan Aktaş :Doğrusu aklıma gelen ilk isim Fatma Aliye Hanım. Çünkü o hem kamuya mal olan polemiklerde edebi kimliğiyle de duyarlığını yansıtır, hem de romanlarında Müslüman kadının kamusal ve edebi konumu üzerine eleştirilerde bulunur, polemiklere girer, muhakeme yürütür... Halide Edip de bu açıdan ilginç imgeler sunar, Rabia ve Kaya kişilikleri üzerinden. O kadar da çok şair adı sayabiliriz ki Fatma Makbule Leman Hanım gibi... Ya da işte, Çankırı'nın Atkaracalar köyünde yaşamış, sayısız şiir yazmış ama bir divan oluşturacak sayıdaki şiirlerini yakmış olan Cevriye Banu Hanım... (1863- 1916) Duygularını belli etmek istemediği, belki metinlerini sunma zemini bulamadığı için geri çekilen ne çok Müslüman kadın yazar ve şair vardır, kimbilir..

Çünkü bir zemin ve iklim değişimi var ve bu değişim en fazla kadının görüntüsü, kimliği üzerinden gerçekleşiyor. Bu şartlar altında Müslüman kadın yazar yeraltına çekilip cümlelerini içine gömmese de dualarına, zikirlerine katmış olmalı. Cumhuriyet'in ilk elli yılı Müslüman kadınlar açısından imanını korumaya dönük bir içe kapanma dönemi gibidir. Müslüman kadın bir metni kaleme almak bir yana dursun, doğru dürüst imge bile sunamaz gibi bir algı vardır. Öyle ki Sait Faik'in bir öyküsünde namaz kılan başörtülü yaşlı kadının şefkatli bir dille anılması Müslümanlar açısından çok kıymetli bir örnek olmaya devam ediyor. Geçiş dönemi koşullarında öne çıkan Samiha Ayverdi , Münevver Ayaşlı duyarlığı, İslam'a bağlılığı, hürmeti yansıtmakla birlikte, Tahrip edilen tarihin kusursuz anlarına takılıp kalmış gibi gelir okuyucusuna.

1960'lardan itibaren, değerlerine sahip çıkarak, bu değerleri etkinleştirmek üzere var olma iradesiyle kemalist kamusallığın sınırlarını zorlamaya başladı Müslüman kadınlar. Böyle bir varlık mücadelesinin biriktirdiği deneyimlerin edebiyata yansımaması ve edebi duyarlığı da beslememesi imkansız. 1970'lerin Huzur Sokağı örneğinde dile gelen muhafazakar sağ tepkilerle harmanlanmış bir İslami duyarlık süreç içinde kırk yıl süren agorafobik hayatların tortularını üzerinden atarak 1980'lere ulaştı. Diriliş, Edebiyat Dergisi, Aylık Dergi, Mavera ve giderek Dergâh gibi dergilerin sunduğu yeni dil ve ifade alanı özellikle “eril” değildi. Bu dergiler içinde kadın yazarlar, şairler giderek daha ağırlıklı yer tutmaya başladı. Bunun tabii sonucu 1980'lerde tezahür etmeye başlayan kadın öykü yazarları ve şairler oldu. Mesela 1990'larda bir tesettürlü kadın öykücü, 2000'lerde tesettürlü kadın şair olgusu var.

Ç.D. Edebiyatta ve müslümanlar arasında özellikle erkeklerin 'kadın'ı konumlandırmak ya da ona rol biçmek amacı ile sürekli yazılarına dahil etmelerini ve kendilerini mutlak otorite olarak görüp bu konuda kadınlarla bile tartışmadıklarını gözlemliyorum. Sizin bu konuda görüşleriniz nedir?

-Ahmet Mithat Efendi örneğinde zirveye ulaşmış bir “ağabey yazar” olgusu var. Bu olguyu dönemi içinde anlamak olası. Edebi kamuda çok az sayıda kadın tereddütlü adımlar atıyordu henüz, bazen müstear ad kullanıyor, bir varlık gösterenler seçkin bir çevreye mensup olmanın avantajlarına, Fatma Aliye gibi, Halide Edip gibi özel destek ve himayelere sahipti.

Bu şekilde bir konumlanmanın, edebiyat ilişkileri geleneğinin süreğinde az çok etkili olduğunu düşünüyorum. Tabii ki ağabeylik var, bir de üvey ağabeylik var. Esra Gedik Cumhuriyet'ten sonra devletin “İslami” sayılan ataerkil karakterinin yerini Batılı ataerkillik aldığında, baba otoritesinin de yerini ağabey otoritesine terk ettiğine dair bir tespitte bulunuyor. Edebi kamu dengeleri Cumhuriyet'ten sonra ideolojik kıstaslarla daralan, ağırlaşan bir ağabey vesayeti mizacı yansıtıyor. Bu konuda Birikim'e bir yazı yazmıştım: “Bir Bildiği Olması Gereken Kişi/Ağabeyli Olmak” başlığıyla. Ağabeye o gizemli/hikmetli bilgiyi biraz da olsa kızkardeşler yükler. Orada meçhul olan bilgi, aslında umulan yitik maldır. Yabancı kalınan, yabancı kılınmış edebi kamu alanında daha bir bilen kişi olan ağabeyin rolünün niteliği bazen sahici bir destek, bazen de ulufe sunarken ayırt ediliyor. Unutmamak gerekiyor ki söz konusu olan mütedeyyin kadınlarsa hele, bir de imanını korumak için çekilen köşelerde sesleri bastırmaya zorlayan bir agorafobi dehşeti yaşanıyor. Duygular, eylemler, adımlar, cümleler kırpılıyor, budanıyor. Tesettürlü kadınlara dönük olarak ileri sürülen “kapalı” sıfatı, ses ve ifade açısından bireysel, özgün, bir tür bağımsızlığı olan bir metne değil sadece, kendi halinde hayatın akışına katılmaya da izin vermek istemiyor. Kamusal alanla bir uzlaşma yaşamak zorunda kalan, bu uzlaşmayı da yapabilecek şartlara sahip ağabey, bir temsil üstleniyor ya da çoğu kez bir temsil konumunu mecburen yükleniyor da… Vesayet ilişkilerinin, temsilin kolaylıkları yanında zayıflatan sorunlu yönleri var. Ayrıca yazı ya da başka alanlarda kendi sesinizle var olmanız konusunda kimse tam olarak sizin iradenizi temsil etmez, edemez.

Page 12: Çetrefil dergisi 5. sayı

s.12

Ağabey, baba himayesi, bir dolayımlılık ve vesayet ilişkileri derken, aklıma eşi Puran Hanım'ın Ali Şeriati üzerine anlattığı bir anekdot geldi: Şeriati, İslam'da kadın haklarının tartışıldığı bir toplantıda, kadınların ev hayatıyla sınırlandırılmasını savunan bir konuşmacının görüşlerine niye itiraz etmediğini soran eşine, orada asıl itiraz etmesi gereken kişinin, hayatı sınırlandırılmak istenen kişi olarak kadının kendisi olduğu, şeklinde bir cevap veriyor.

Bütün bunlar doğru. Kadınlar ve erkekler farklı düzlemlerde birbirlerine destek ve yardımcı da olurlar. Birilerine ağabey, abla dersiniz, daha gençler sizi abla gibi görmek isterler. Her insan kendine biçilen rolü meşrebine göre taşıyor. Olumlu bir “kamusal” ağabey örneği olarak, bağlantı ve tutumlarını modern kamusal alanın kodlarına göre belirlemekten uzak duran Mustafa Kutlu'yu verebilirim. Dergâh'ta yayımlanan kadın öykücü ve şairlerin metinleri, başka türlü bir kamusallığa işaret eden bir akrabalığın yapıcı sonuçlarına tanıklık ediyor. Kutlu bu cümlelerimi okusa, “bunlar arızî adlandırmalar, biz aynı dili geliştiriyoruz Cihan” derdi ve haklı olurdu.

Şartlara ve baskın söylemlerin kurallarına teslim olmak ne edebiyata yakışır ne de yazıyı ciddiye alan yazara. Başka türlü bir kamusallık dediğimde aklıma gelen kelimeler şöylece uzayıp gidiyor: İçtenlik, hakkaniyet, açık sözlülük, liyakat, özveri, vefa, ihtimam...

Ç.D. :'Kadın Edebiyatçı' ya da 'Kadın Yazar' diye bir sınıflandırmanın bulunmasını nasıl görüyorsunuz? Böyle bir sınıflandırmanın içinde adınızın bulunması sizi rahatsız eder mi?

Bu konuda tonlama ve bağlam önemli geliyor bana. İsminden apaçık ki kadın olduğu belli olan bir yazardan “kadın yazar” diye söz edilmesinin farklı açıklamaları olabilir. Erkeklere ait, daha çok erkek yazarların diliyle kurulmuş bir alanda özel bir başlığı, sonradan oluşanı, arızi bir durumu, bir kanonun sınırlarını, daha esrik ve duygusal bir dili ima veya işaret edebilir “kadın yazar” başlığı. “Hakikatler cinsiyetlidir” der ya Badiou… Bir erkek yazar ifadesiyle yazıyor olmak istemezdim, o yaygın dilin içselleştirildiğini gösteren taklitle, tekrarla ilgili bir açıklama olurdu. Akıl mantık gerektiren makalelerimde bile konusu alanında oturmuş erkek dili yerine daha esnek, sıcak, hareketli, hayatın seslerini, saçma sapan bulunabilecek duygusal bir seçimin süreçlerini yansıtan bir dilim olsun isterim doğrusu.

Ancak bir kotaya özgü anlayışı, horgörü barındıran müsamahayı ve özellikle de sınıflandırıcının kategori oluşturma üstünlüğünü vurguladığı oranda rahatsız edici geliyor bana “kadın yazar” vurgusu. Gerçek şu ki kendinizi içinde bulduğunuz dil ve anlatım zemininde sahici bir değişiklik yapmadan yazmaya razı oldukça, işaret edilen o kadın yazar olmayı da sürdürürsünüz. Öte taraftan, bunu isteseniz de aslında tam olarak neyi ve ne kadar değiştireceksiniz? Kendinizi içinde bulduğunuz dil ve edebiyat zemininin sağladığı araçlar ve koskoca bir deneyim mirası sayesinde de oluşmuyor mu üslubunuz, eleştirileriniz, imgeleriniz, ufkunuz…

Ben bu tarihsel birikim karmaşası karşısında samimi bir dil kurmayı önemsiyorum. Sahteliğe kaçmadan, ille de mükemmeli ya da arızalı olanı dillendirme zorunluluğu duymadan, kendiliğinden geleni…

Bir de biliyorsunuz “Başörtülü” hatta “türbanlı kadın yazar” deniliyor. Türbanlı yazar onu yazsın, onu niye yazmıyor, şu şekilde niye yazdı…Tanımlar, tasnifler olabilir, ama ben kendimi nerede görüyorum acaba? Şu mealde bir cümle kurmuştum bir yazımda: “Her türlü tanımlama çabası sahih bir tanımadan yola çıkmıyorsa eğer, aynı zamanda bir sınırlama ve belirleme tehditi taşıyor olabilir.” Başörtülü yazar olarak “o, evi aileyi ve işte bu şekilde yazsın” diye düşünenlerin gösterdiği yerde olmak istemediğim için de yazmayı sürdürmüyor muyum… Benim gündemim, sorularım, yaralarım, umutlarım, hayallerim, sevinçlerim… “Başörtülü yazar sadece yanındaki erkeğin söylediğini yazar” şeklindeki yargı açısından bakıldığında da acaba yazdığımı hangi ölçüde kendime ait kıldığım sorusu ne kadar hesaba katılıyor…

5

Page 13: Çetrefil dergisi 5. sayı

s.13

5

Ç.D. :Edebiyatçı kadınların azlığına rağmen kadın okurların çokluğu bir çelişki doğuruyor mu sizce? Ve bütün o tepkilere rağmen hemen her dönemde adından söz ettiren kadın edebiyatçıların varlığını nasıl yorumluyorsunuz?

Sadık veya tutkulu roman okurları bir kitabın sayfalarını çevirirken bence aynı zamanda işte öyle romanlar yazmayı da hayal ediyorlar. Çocukken ve ilk gencliğimde okuduğum romanların bana yaşattığı güzel duyguyu okurlarıma iletmek için de roman yazma fikri zihnimi hep meşgul etmiştir. Klasiklere vefa borcumu nasıl ödeyebilirim? İncelirken güçlenen duygular, ötekinin gözüyle de görmeden yapamama… Aileme, kasabama, mahalleme, akşap evime ve bahçedeki elma ağaçlarına olduğu kadar sevdiğim romanlara da sevgiyle hatırladığım bir çocukluk borçluyum.

Galiba roman okuma yeteneğine sahip zihin ve muhayyele, zamanını ve gönlünü bir şekilde bunun için açıyor, boşaltıyor. Darian Leader, “Kadınlar neden yazdıkları her mektubu göndermezler” isimli kitabında Mary Shelley'ın Frankestein'a, anlatıcının bir

arkadaşa duyduğu ihtiyaca değinerek başladığını hatırlatıyor. Çok candan dostlukların, katkısız sevgilerin denemeleri ve hayal kırıklığı… Oluşan boşluk sürekli tanımlanmak zorunda, o boşluğun anlamı defalarca yorumlanmalı… Tabii bu sadece bir açıklama denemesi…. Bence bir kadın saf dostlukların, sahici söyleşilerin içinde olsa bile yazmanın yerinin farklı olduğunu duyabilir. Misal, aşk bir bakıma başka bir benlikte kaybolarak kendinizi bulma sürecinin de adı. Ama hiçbir benlikte sonsuzca eriyip gidemez, bir yerde kendinize dönersiniz, kendi deneyiminizin açıklamasına ya da sonuçlarına…

Bence gün geçtikçe daha fazla kadın bu işi ciddiye alarak edebiyat alanına adım atıyor. İnternetin bu konuda büyük katkısı oldu. Bir metni onaylama yetkisine sahip kurum ve kurullar karşısında kendini güçsüz ya da hevessiz hisseden kadın ve erkek yazarlar bloglarda üslubunu geliştiriyor. Blog yazarlığının zorluklarını da biliyorum, ama en azından bilgisayarın evlere girmesinden sonra başlayan, internetin sunduğu imkânlarla genişleyen bir roman veya öykü yazma iştiyakından söz etmek gerek.

Kısıtlamalara, engellere, maddi bir karşılıktan yoksunluğu hatırlatan örneklere karşılık yazma çabası, yazma ihtiyacının geçici bir hevesten öte geçen yapısal bir yönü olduğunu gösteriyor sanırım. Chomsky kurcalıyor ya; simgesel kullanıma açıklığı, beşerin insanlaşma sürecinin kaynaklarından biri.

Ç.D. :Kadının doğurganlığının onu edebiyattan uzak tutacağı düşüncesi çok yaygın bir halde. Hatta gençliğinde edebiyatla

ilgilenen amatör yazılar kaleme alan kadınların bir çoğu evlendikten sonra bıçakla kesilmiş gibi bir anda kalemi ellerinden bırakıp akıp giden zaman içerisinde sadece 'ev hanımı' olarak hayatlarına devam ediyorlar. Ümit Aktaş'la yaptığımız bir röportajda da 'kadınlar yaratıcılık/üreticiliklerini doğurganlıkları ile gideriyorlar, erkekler ise bunu yapamadıkları için üretmek/yaratmak arzusu ile daha iyi eserler veriyorlar.' demişti. Kadının doğurganlığı onu edebiyat alanında daha iyi eserler verememe konusunda tatmin edici bir gerekçe midir sizce? Yoksa kadınlar da erkeklere nazaran aynı kalitede eserler verebiliyor mu dersiniz?

-Ümit Aktaş'ın tespiti elbette bir gerçekliğe karşılık geliyor. Kalite açısından bakılırsa, Halide Edip romanlarının mesela Yakup Kadri romanlarına göre, Doris Lessing romanlarının da Paul Auster'inkinden daha zayıf ve okunaksız olduğunu kimse söyleyemez. Hamilelik ve doğumla gelen bir yoğunlaşma eksikliğinin etkisine inanıyorum, aklınız ve yüreğiniz canınızdan kopan canda, sorumluluğu üzerinize düşen bebeğinizde oluyor, en az birkaç yıl, onun sesinde nefesinde takılı kalıyor fikriniz. Ancak doğum ve lohusalık da bir dönem sürüyor, tekrarlar halinde ilerlese de ömrün bir çağını kapsıyor. Yorucu, zevkli, geliştiren, çoğaltan, öğrenciliğe zorlayan bir süreç, annelik. Bambaşka duyarlık ve tecrübelerle donatıyor zihni ve muhayyeleyi. İnsan dinlemeyi, beklemeyi ve örgütlemeyi öğreniyor. Anneliğin zorluklarını yaşadım tabii. Yalnız bir anneydim bir kere. Büyük kızım bebekken, öğle uykusu sırasında en uzak odaya yatırır ve daktilomu bir battaniyenin üzerine yerleştirerek çalışmaya başlardım. Tam metne yoğunlaşırken çoğu anne yazarın yaşadığı sahne gerçekleşir, kızım kapıda belirirdi. Onun bir bakıma hayatın sesleri içinde kalmaya dönük uyanıklığından etkilenirdim. Hazırlardım, parka giderdik.

Page 14: Çetrefil dergisi 5. sayı

s.14

5Ç.D. Seçilen' isimli hikayenizi de anarak şöyle bir soru sormak istiyorum : Hikayede ana karakter olan Müslüman kadının mücadeleci

tavırlar sergilediği için satır arası diyebileceğimiz arkadaşlarıyla bir konuşmasında feminist etiketiyle anıldığından söz ediliyor. Müslüman kadın yazarların da, farklı sebeplerden ama genel olarak kadınlık üzerindeki söz ve yazılarına binaen 'feminist' olarak etiketlenmesini nasıl görüyorsunuz?

- Bir metni ya da tutumu oluşturan arka planı anlamada yararı olmayan, tersine, sorunların ciddiyetle tartışılmasının önünü alan yaygın bir susturma yöntemidir , etiketleme. Popülist feminist söylemlere ben de hiç yakınlık duymadım, hani, kahve basma operasyonları gibi. Ama daha küçük bir çocukken, herhangi bir feminist yazarı da tanımamışken kadınların içinde bulunduğum toplumda din ya da din seviyesinde önemsenen adet-ananeler öne sürülerek bir kısıtlamaya maruz bırakıldığını farkediyordum. Misal, kayınpederinin yanında çocuğunu değil kucağına almak, adıyla bile seslenemeyen ve bazen de ağızlarını kapatarak konuşmaktan uzak duran, ailelerini görme konusunda bile mantıksız nedenlerle kısıtlanan gelinler… Gerçi yine aynı yaşlardan itibaren böylesi adet ve alışkanlıkların İslam'la ilgili olamayacağını da düşünmeye başlamıştım. Bunun sebebi sanırım kadın meseleleri konusunda bir hayli duyarlı olan mütedeyyin aile çevresinde aynı zamanda İslam'a gösterilen büyük saygı. Sonuçta adet ananelerin iki yüzü oluyor.

Kadınların ezilmişliğine ilişkin duyarlığı ille de feminizm başlığıyla ifade etmek şart değil. Feminizm de sonuçta içinde çok farklı yaklaşımları barındıran koca bir çuval gibi.

Ç.D. Bu konuyu biraz daha açabilir misiniz? Müslümanların feminizme yaklaşımı nasıl olmalı, siz ne düşünüyorsunuz?

“Kendimi feminist olarak tanımlayıp sınırlayamam” demiştim bir söyleşi içinde, yine de öyle düşünüyorum. Kur'an'ı durduğu zaman ve mekanda okuyup insanların iyiliği için, doğruyu bildirip yanlıştan sakındırma adına hayata geçirme çabası içinde bir Müslüman, feministler, çevreciler neler söylüyor, ne yapmak istiyor, diye sorabilmeli. Asr-ı Saadet kadınlarını inceliyor, tanıyabildiğim kadarıyla da cesaretlerine, vakarlarına, sorularına, özgüvenlerine hayran oluyorum. Bir medeniyeti, hayat tarzını ve özellikle de dini dünya görüşünü miras gibi devralıp, hiç emek vermeden tekrarlama ya da taklit etme gibi bir lüksümüz olmamalı. Bir taraftan kaynakları tarama ve ilkeleri örneklerle, olgu ve olaylarla anlama, diğer taraftan da kendi zamanımızın çocuğu olmak zorundayız.

Batı'da feminizm yükselirken, aynı dönemlerde yükselen İslami hareketlerin gündeminde de kadın önemli bir başlık olarak öne çıkıyor. Bunun başlıca sebebi Müslüman toplumların modernizmin baskıları karşısında gündeme gelen çeşitli problemleri çözümlemek üzere tartışırken, kadınların hiçbir sorunu yokmuş, olmamalıymış gibi bir tutum izlemiş olmaları. Modern dünyada her şey değişirken, kadınların değişmeden kalması, özel alanda bir değişmezliğin korunduğu hissi bir güven veriyor olmalıydı. Oysa eğitim, üretim, hatta evlilik gibi konularda bir kadın bulunduğu zamanın dışında bir muameleye tabi tutuluyorsa, bu zulüm değil midir… Ezme ve ezilme sorunları üzerine düşünmek son derece insani ve tabii. Peygamberimiz (sav) böylesi sorunlar etrafında düşünmemiş olsaydı, Veda Hutbesi'nin kimi bölümleri eksik kalırdı, ya da bir kadının güvenlik içinde yolculuk yapacağı gelecek günlerden söz etmezdi.

Müslüman bir kadının “Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileri, yardımcılarıdır. Onlar iyilikleri teşvik edip kötülükleri men ederler” şeklindeki Tevbe Suresi ayetlerini ya da Buhari'de yer alan “(İster erkek ister kadın olsun) Müminin mümine karşı tutum ve davranışı (kullanılan malzemesi kendi içinde) birbirini tutan, birbirine kuvvet veren yapılara benzer” şeklindeki hadisleri nasıl anlamak gerekir… İyilikle anlatmayı sürdürmek ve ayrıca, özel kadın gruplaşmaları yanı sıra birlikte, bir dayanışma içinde cevaplar aramak tavsiye ediliyor diye düşünüyorum. Tabiatıyla katolik geleneğinin acılarını içselleştirdiğini de dile getiren Luce İrigaray'ın dilinden, tespitlerinden yararlansanız da, kendi dilinizi oluşturmanız önemli. Bu da bir süreç istiyor tabii, Müslüman kadınların akademik çalışmalarda derinleşmesiyle ilerleyecek bir süreç.

Kendi alanında önemli sorular soran ve açmaya çalışan feminist yazarları izlemek, “İlim Çin'de de olsa gidip alınız” meâlindeki hadisi kavramakla ilgili görünüyor bana. Postyapısalcı Foucault'u okuma gerekçesi, post feminist İrigaray için de geçerli.

Page 15: Çetrefil dergisi 5. sayı

s.15

5

Ç.D. Sizin hikayelerinizde de gördüğüm bir şey var ki gerçek hayatta da çokça karşılığını bulduğumuz, müslüman erkeklerin kendileri için mübah gördükleri birçok şeyi ailesindeki kadınlara yasaklamaları. Bu tavrın müslüman kadınların sanat ve edebiyat alanında üreticiliklerini sergilemelerinde negatif bir etkisi olduğundan söz edebilir miyiz?

-Kuşkusuz öyle. Çünkü bir sanat alanında derinleşmek, ince bağlarla bile olsa kesintisiz akan bir çalışma, bir yoğunlaşma gerektiriyor. Roman yazarlığını ele alalım, geniş kurgu hem zaman istiyor hem de sürekli bir zihni etkinlik. Zihni özellikle roman yazacak şekilde çalışan, muhayyilesi de bu yönde işleyen bir kadının yazı faaliyetinin eşi tarafından bazen onun ve ailenin iyiliği adına engellendiğini duyarız. Hoş duymakla kalmadım, buna bizzat tanık da oldum. Oysa ailenin selameti adına yazmayı unutmaya çalışan o kadın artık bir şekilde sakatlanmıştır ve iyiliği, ölçüsüzce ısmarlanmış bir giysi gibi sarkar üzerinden. Kişisel yeteneklerin gelişimi konusunda eşlerin kadın olsun erkek olsun birbirlerine engel olması eş-dost değil, tahakküm ilişkisinin eseri olabilir.

Hikaye kahramanım kadınlar bir tahakküm üzerine düşündükleri için bazen mutsuz kadınları yazdığım söylenir. Oysa açık ki ben kendi mutluluk tarifine sahip, bu nedenle de huzursuz bir tutum içinde düşünen veya bir o yana bir bu yana koşuşturan kadınları yazmayi tercih ediyorum. Mutluluk mitlerini gözükapalı yüceltmektense, bir tür huzursuzluk pahasına kendinden razı olmaya çalışan insanları görmeyi ve anlamayı önemsiyorum.

Ç.D. Kadın ve Edebiyat üzerine konuşurken yabancı ve yerli hangi kadınların eserlerini/yazılarını takip ediyorsunuz/seviyorsunuz?

Yukarıda değindim biraz. Aklıma Türkiye'den yine Halide Edip Adıvar, Emine Işınsu, Füruzan gibi yazarlar geliyor. Kendi kuşağımdan ve daha genç yazarları, şairleri de takip etmeye çalışıyorum.

Daha gerilere gideceksek, Küçük Kadınlar'ın yazarına mutlaka birşeyler borçlu olmalıyım, insanlar ortaokul ve lise yıllarında beni hep “Jo”ya benzetirlerdi. Doris Lessing, Camilla Paglia, Emily Bronte, Ursula K. LeGuin, liste uzayıp gider. Başucu yazarlarım arasında daha ziyade erkek yazarlar var galiba.

Page 16: Çetrefil dergisi 5. sayı

s.16

Ç.D. Suzan Nur Başarslan'ın, Derin Düşünce'de yaptığı söyleşide de okuma listenizde erkek yazarların ağırlıklı olduğunu anlatıyordunuz.

Kim için öyle değil ki… Önce Kemalettin Tuğcu ve Jules Verne vardı. Reşat Nuri, Yakup Kadri, Sabahattin Ali, Necip Fazıl ile

devam etti okurluğum. Derken Halide Edip, Emine Işınsu, ardından Pearl Buck ile tanıştım. Bir bakıma bu kadın yazarlar da erkek diliyle örülmüş bir edebiyat anlayışıyla yazarak öğrenme tecrübesini yansıtıyorlar ve bu böylece ilerliyor. Arada Maksim Gorki, Çehov, Steinbeck. Yalıtılımış uzaylar olduğunu düşünmüyorum ancak. Bir de mahallenin, evin içinden, kocakarıların sesiyle yazan bir Hüseyin Rahmi örneği var. Sadece edebiyat bağlamında ad veriyorum tabii.

Başucu kitaplarımın yazarları çoğunlukla erkek, ama aralarında kadınlar da var. Tercih ettiğimiz erkek yazar, başlıca tercih sebebimizin ötesinde bir de uzun bir yazı geleneğinin genetik imtiyazlarına sahip olarak yazıyor. Din ve felsefe alanında olduğu gibi sanat alanında da böyle olmuyor mu?

Kadın yazarları okuyoruz, onlardan öğreniyoruz, ama kendi dilimizi kurmak için bir yandan da erkek yazarları okuyarak yazının sırrına, sevdiğimiz kadın yazarlar tarafından da ulaşılmış olan sırlara vakıf olmaya çalışıyoruz. Kristeva'nın Samuraylar'ı bana Simone de Beauvoire'in Mandarinler'ine bir telmih olarak da görünür. Kadın yazarın kadın dili adına geliştirdiği ve kadın merkezli anlatıları çekici ve farklı gelse bile kendimize tuttuğumuz ayna gibi, ancak kurgu ve felsefe alanında erkek yazarlardan öğrenmeyi öncelediğimiz açık. İstisnalar elbette var ve giderek de artıyor sayıları. Bazen kadın duyarlığı felsefeyle bir araya geldiğinde olağan üstü etkileyici bir dil oluşturuyor, Zeynep Direk'te olduğu gibi.

Ç.D Bir yazar değerlendirilirken okuyucular ve diğer yazarlar nazarında cinsiyeti de göz önünde bulunduruluyor mu sizce?

Genel olarak bu yapılıyor, böylelikle metnin görülmesi gereken farkı veya öne sürdüğü bambaşka şey ihmal edilebiliyor. Yine de metnin güzelliği ve sağlamlığıyla oluşturduğu ses her yargıyla başedebilir. Kimi kadın yazarlar yıllarca erkek adıyla yazdı, o yazarların gerçekte kadın olduğunu düşünen olmamış pek. Üniversiteyi bitirdikten sonra, çok erken yaşta Yeni Devir gazetesinde bir köşede yazmaya başlamıştım. Fotoğraf yoktu köşemde. Bazenokurlardan erkek olduğumu düşündüklerini anlatan mektuplar alırdım. Kaldı ki aynı zamanda edebi anlamda bir kadın diline sahip olduğumu dile getirenler de olurdu. Bence esrik cümleler kadına yakıştırılıyor ki bana da yakın gelir. Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın dilini düşünün, sandık odası kokuyor.

Hangi edebiyat okuru Sinekli Bakkal'ı, yazarının cinsiyetini hesaba katarak ayrıca değerlendirebilir ki... Iris Murdoch gibi cins bir kafayı bir kenara bıraksak bile, işte, Ursula K. LeGuin diliyle kurgusuyla kadın yazar kontenjanından değerlendirilebilir mi... Ancak kadınsılıkla tarif edilen bir tür dil de var, Marguerite Duras veya Marguerite Yourcenar değil kast ettiğim. Gizemli veya kaprisli kadının sesi, bazen de kuru gürültünün, boş lakırdının “vıdıvıdvıdvıdı” şeklinde özetlenebilecek yankısı... Böyle bir dil de esrikliği içinde yeteri kadar sağlamsa, niye olmasın, olur pekâlâ. Ayrıca, “kadınım, aklıma estiği gibi yazışım, daldan dala konmalarım bu yüzden” demeye getiren emeksiz, cinsel göndermelerle tutunmaya çalışan bir kontenjan dili de var.

Sağlam metin, okuyucusunun veya eleştirmenin özelleştirerek daraltma eğilimine direnir, yıllar akıp giderken bu eğilimi tashih de eder. Bir metin zaman içinde yazarına bile bambaşka gözükecek bir varlık kazanıyor, kişisel tecrübelerime dayanarak bunu söyleyebilirim. Sanat ve edebiyatta gelecek daima uzun sürer. Bir eserle kurulan üsluba inanmayın. Onun arkasında kimbilir nasıl bir birikim ve uykusuz gecelere mal olan bir hazırlık vardır...

Ç . D . - B i z e v a k t i n i z i a y ı r ı p s o r u l a r ı m ı z ı c e v a p l a d ı ğ ı n ı z i ç i n t e ş e k k ü r e d e r i z . Cihan Aktaş: Ben de teşekkür eder ve çalışmalarınızda kolaylıklar dilerim.

5

Page 17: Çetrefil dergisi 5. sayı

s.17s.17

ihan Aktaş hikâyeleri kendi çağının yansıması olarak, gerçekçi bir aktarım, ne fazla ne eksik tam bir fotoğraf karesi, bir anın dondurulmuşu olarak çıkar karşımıza. Kahramanları, Müslümanlığı bir kimlik olarak benimsemiş ya da CMüslümanlığın önemsendiği, merkeze alındığı bir çevrede yaşamış kadınlardır. Erkek yazarların genellikle erkek

kahramanları olduğu gibi kadın yazarların da kadın kahramanları olması, elbette en doğal, gerçekçiliğe en yakın, en inandırıcı olgudur. Ama çağının tanığı olmaya aday bir Müslüman hikâye okuru, meseleye sadece bu yönüyle bakmakla yetinmemeli bence. Nasıl erkek yazarların hikâye ve romanlarını okuyan kadınlar, satır aralarında kendi paylarını alır, bir özeleştiriye ulaştırırlar kendi benliklerini; öyle de Cihan Aktaş hikâyelerini okuyan Müslüman bir erkek, kendi payına düşen özeleştiriyi yapmak için yeterli malzemeyi bulacaktır. Ayrıca bu hikâyeler iç dünyaları yansıtmaktadır daha çok. Her hikâyede birikmiş bir öfkenin patlamasını görmek mümkündür. Belki de kimseye patlayamayan kadınlar bu sayfalarda okurların vicdanına patlıyordur.

Çağdaş Müslüman kadın, çağdaş müslüman erkekten daha fazla görünmeye başlıyor meydanlarda. Eli sadece ev işlerinde değil, eli her yerde. Sosyal hayattaki bu girişimciliği onun evdeki işlerini aksatmasına mazeret de sayılmıyor üstelik. Hem ev hanımı hem de yazar, hikâyeci, muhabir, araştırmacı, akademisyen.. Yorulmuşluğu görebiliyoruz satırlarda. “Şu başıma gelenler, dönemime tanıklık ve müdahale etme gücünden iyiden iyiye yoksunlaştırıyor.” (Vip, Suya Düşen Dantel) Ama kendilerini anlatabilmeleri çok zor Müslüman kadınların, geleneksel algı kadını her yerde görmeye alışık değil. Başarıyı kadına atfetme geleneğimiz yok bizim. Bu yüzden biraz inatçı gibi görünebilir gözümüze, çağdaş müslüman kadın. “Bir ev kadını için kitaplar neden bu kadar vazgeçilmez olsun ki?!.” (Vip, Suya Düşen Dantel)

Cihan Aktaş'ın Üç İhtilal Çocuğu adlı hikâye kitabını okuduğumda kendimi tanıdık bir çevrede, tanıdık acılar içinde, tanıdık bunalımlarda buldum diyebilirim. Kendimden ve çevremde olup bitenlerden sahneler vardı kitapta. Nasıl yabancılık çekerim ki, filmin hem iyi adamları hem de kötü adamları var çevremde.. Kendimi aynada gördüm diyemem belki ama kendimi “onların” yerine koymayı denedim diyebilirim. Zaten hikâye yazarının amacı biraz da bu değil midir? Okuyucuyu kişilerin dünyasına çekmek.. Her gün yaşadığım gelgitleri buluyordum satır aralarında.. Kitap amacına ulaştı kanısındayım bu yüzden.. Eserin kahramanları kadındı ama ben bu eserin erkekler tarafından okunmasını daha çok istedim.

Yazıldığı dönem, Müslümanların İslâmi bir toplum, İslâmi bir devlet, İslâmi bir aile oluşturmaya yönelik umutlarının var olduğu, hatta yitirilmeye başlandığı bir dönem.. Bu umutlar yitirildiğinden beridir öyle dönemler atlatıldı ki, var güçleriyle dünyanın kapitalizmine daldı Müslümanlar da diğer insanlar gibi. Bu yüzden Üç İhtilal Çocuğu'nda ortaya çıkan hikâye konuları bana öyle geliyor ki, Müslüman kadının ve erkeğin temel meselesini oluşturuyordu. Ondan sonra yazılmış olan hikâyeleri okuduğumuzda, sonraki dönemlerin yoğunlaşan konuları çıkıyor karşımıza. Ama temel meseleden o kadar uzaklaşmışız ki, bir türlü asıl konuya dönemiyormuşuz gibi, sürekli bir dolaylı anlatımdır sonraki hikâyeler. Sürekli bir dolaylı yaşamlardır, Müslümanların yaşamları da. İlk hikâyelerden (Üç İhtilal Çocuğu) son hikâyelere (Kusursuz Piknik vb.) doğru gidildikçe amaçları araç haline getirmişlik sarar yaşamlarımızı. Hikâyeler de bir derdi anlatan hikâyeler olmaktan çok hikâyeciliği dert edinmiş bir yazarın başarısına götürür bizi. Devir değişmiştir. Ama değişmeyen şeylerden biri, ezilen kadın gerçeğidir. Oysa asıl değişmesi gereken bu değil miydi ve asıl değişmeden kalması gereken hedeflerimiz neden silinip yok oldular acaba?

m u h a m m e t ç e l i k

ÇAĞDAŞ MÜSLÜMAN KADININ İÇ DÜNYASI : CİHAN AKTAŞ HİKÂYELERİ

5

Page 18: Çetrefil dergisi 5. sayı

s.18

Eserin edebi yönü üzerinde çok fazla durmayı gerekli görmüyorum şu durumda. Yazar hikâyeciliğini ispatlamış, kendi tarzında bir çizgiyi sürdürüp okur kitlesi edinmiş, yoluna devam etmektedir. İşin aslını söylemem gerekirse yazar, hikâyelerini çok beğenip ama zamanında romanını okurken sıkıldığım biriydi, ama bu beni bağlardı tabi. Kadınların dünyasında biz erkekler için sıkıcı olan çok fazla ayrıntı vardır belki de. Ağız dolusu konuşmalar, dedikodular.. Benim Üç İhtilal Çocuğu'nu okumam zihnimde daha farklı bir uyanışa sebep oldu. Nasıl yazdığından çok ne yazdığıyla ilgilendim bu yüzden. Müslüman bir yazara bakış açımız onu sadece bir yazar olarak görmekten uzaktır bizim. Öyle olmalıdır diye düşünüyorum. Derdi olmayan insanlar değiliz biz. Daha doğrusu: Derdi olmayan insanlar değildik biz. Bunun yanında kitabın son hikâyesi Fesleğen Sokağının Ölümü, kurgusu ve sembolik anlatımıyla da diğerlerine nazaran ayrıca zihnimizde yeni yollar açıyor.

Hikâyelerin tarihlerine ve yazarın kitabın girişinde yazmış olduğu “Yirminci Yılında Üç İhtilal Çocuğu” adlı önsöze bakmasaydım, bu yaşantıların 28 Şubat darbesinden sonraya ait olduğunu zannedecektim. Şimdi ise o günden bu güne kadar değişen ve gelişen bir şeyler olmadığını aksine derinleşen ve genişleyen bir yaramızın olduğunu görmeme neden oldu. Bu hikâyelerin anlattığı şeyin ve bizim içimizde olup biten şeyin aynı olduğunu gördüm: hayal kırıklığı, yenilgi.. Ancak şu var ki, hayal kırıklığını ve yenilgiyi kadınlar erkeklere göre iki kat daha fazla yaşıyor.. Hem Müslüman hem de kadın olmak, üstelik hem de Türkiye'de yaşamak, içinden çıkılması zor bir imtihan. Kalemini ezilenlerden yana oynatmış biri Cihan Aktaş. Öyle bir süreçten geçti ki Müslüman kadın, bir yandan batılılaşmış modern dünyanın aktörleri ezdi onu, diğer yandan ise bulunduğu yeri ilk terk eden olma özelliğine sahip Müslüman erkekler.. Bunları hep yaşadık ve hep yaşıyoruz. “Dinden taviz verilemez” cümlesiyle özetlenebilecek İslami mücadelede ilk taviz verenler nedense hep erkekler olmuş ve aynı tutum kadınlar için had safhada yadırganmış. Sistem Müslüman erkeği ezdikçe acısını Müslüman kadın daha çok hissetmiş. Çünkü ihtilaller sürecinde sus pus olan Müslüman erkek, “ben sessizliğe bürünmüşsem sen de sessiz olacaksın, ben kendimi saklıyorsam sen de çok fazla ortalıkta dolaşmamalısın”, anlayışındaydı.

Gerek önceki ihtilaller döneminde gerekse şimdilerde, yani her gün her gece yaşadığımız çözülmeler döneminde, kazançlarımız olduğu kadar kayıplarımız da oluyor ve Cihan Aktaş kazançlarımızı ironik bir dille sayıp dökerken, kaybettiklerimizi daha derinden gelen bir ses halinde yanık bir türkü gibi satırlara döküyor. Üç İhtilal Çocuğu'ndaki sönmüş küllenmiş ateşten geriye ne kaldı diye bakıldığında sonraki kitaplarından Suya Düşen Dantel'deki şu cümle bir hayıflanma bir sorgulama olarak çıkıyor karşımıza: “Oysa benim yüreğim de tıpkı bedenim gibi ağırlaşmıştı, artık düşlerimde bile kanatlarımı açamıyordum. Ve bilemiyordum artık, yitirilen nedir, peşinden koştuğum ışık onun alnında mıydı, yoksa benim nasır tutan yüreğimde mi?..” (Alnındaki Işığın)

Yeniden Üç İhtilal Çocuğu'na dönersek.. Kahramanlar gerçekten de kahraman.. Tutunamayanlardan oluşları kendi içlerindeki bir fırtınadan ziyade dışlarında meydana gelen çalkantıların sonucu.. Arayışlarına pişman olmamış, idealist düşüncelerini terk etmemiş ama zorunlu olarak bağlı bulunduğu çevrelerdeki dünyevileşme ve ahlaki çöküntü sebebiyle umudunu yitirmeye başlamış Müslüman kadınların öyküleri.. Bu kadınlar toplumdan dışlanmış değillerse de zihin dünyaları toplumun kabulüne çok kolay kapatılmış gözüküyor. Aynı çileyi çeken erkekler de, az da olsa kenarında köşesinde gözüküyor hikâyelerin.. Bu dünyanın insanları umutlarını kaybediyormuş gibi görünseler de asla pes etmiş sayılmazlar. Erkekler umutlarını yitirince direnmeyi bıraktıkları için bu cesaretsizliklerini kabulleniyorlar, kadınlar da zorunlu bir yaşam savaşının kurbanı olduklarını içlerine sindiriyorlar. Ancak hikâye kahramanı olan kadınlar, işi, ailesi, çocukları ve idealleri arasında sıkışmasına rağmen içten içe bir mücadeleyi, bir direnişi de sürdürüyorlar ve sürdürecekler gibi gözüküyor.

5

Page 19: Çetrefil dergisi 5. sayı

s.19

Bu kitap bir anlamıyla da Müslümanlara ağabeylik yapan, akıl veren, daima Müslümanları peşlerinden gitmeye ikna edenlerin bir karikatürüdür. Evet, aslında gülünçtür durumları. Sakalıyla, kravatıyla, serveti ve konumuyla göz kamaştıran ağabeylerin bütün basitliklerini, adeta yüzlerine çarpıyor. Ucuz kahramanlıklarının nasıl balon gibi patladığını görüyoruz bu satırlarda. Ne var ki, bu infilâk sadece kendilerine zarar vermekle kalmıyor, aynı zamanda aynı mahallenin samimi yüreklerini de incitiyor. Bu hayal kırıklıklarını yaşayanlar, serüvenlerini ta baştan itibaren sorguluyor, bazen şaşkınlık yaşıyor, bazen yeniden başlanabilir mi diye umutlanıyorlar.

Onları gerçekten anlamak istiyor muyuz? Bunu gerçekten isteyip istemediğimiz belli değil.. Anlamak tümüyle yaşamakla özdeştir belki de bu yüzdendir zorlanıyoruz kulak kabartmaktan yüreğimizi ürpertmekten aciziz. İslâm'ın mazlum yürüyüşü devam ediyor bir ülkede.. Teşekkürü Hakettiniz Bay Yargıç adlı hikâyeyi okurken, aslında kitaptaki düşüncelerin bir yönünü de özetleyen şu cümleye rastladım: “Nasıl susturulmuşsun ya sen böyle kolayca, aklına gelir miydi hiç?” Bu cümle Cahit Zarifoğlu'nun şu cümlelerini çağrıştırdı hemen: “Sana vursalar, vururdun. Eğseler eğilmezdin. Sürseler, sürülmezdin. Soysalar, soyulmazdın. Çevirseler, çevrilmezdin. Öyleydin ki assalar, ölmezdin.” Yazısının adı Tepki, baş tarafından bir cümle daha aktarmak istiyorum: “Fakat vurana vurmak imkanınız varken vurmuyor, üstelik kaçıp gitmiyor, üstelik de başınızı eğip darbeleri sinenize çekiyorsanız, size ne demeli?!” Maişet derdi yüzünden bulunduğu siperi çoktan terk etmiş, dünyevileşmiş, aldatılmaya razı olmuş Müslümanlar, kendilerini bu kahramanların yerine koyabilir mi acaba, diye düşünüyorum.. Bu cümleleri anlayabilir mi hakkıyla? Güç sahipleri aldatılmaya razı olmayı huy haline getirmişlerse, kendi denetimleri altındakileri aldatmayı da pekâlâ deneyebilirler. İşte Müslüman erkeklerin kadınlarına yaptıkları da buydu..

Kimlik arayışı ve duruş tarayışı da denebilir hikâyelerde dolaşan yoklayışlara.. Bizden bahsediliyor elbette ve biz de bir kıyısından tutuyoruz yaşananların.. Kendi kimliğimizi tam olarak inşa edebilmiş ve kendimizi tam olarak ifade edebilmiş kimseler değiliz. Asr-ı Saadet özlemiyle yaşayan bir nesil yok belki ama bu özlemi içinde küllenmiş bir ateş olarak taşıyanlar, yenilse de kavgayı terk etmeyi düşünmeyenler hala var. Ve en çok da onların aklını karıştıranlar, onları tereddüde düşürenler var.. Ve en çok da onları yakasından tutup kendi yaşantılarına çeken, onları kendilerine mecbur kılanlar var.. Böyle bir ortamda, üzgün, asık suratlı, düşünceli, dalgın olanlar bu hikâyelerde kendilerine sığınacak yer bulabilirler..

Mutlu sonla biten Amerikan filmlerine benzemiyor bu hikâyeler, saadet veren bir direniş ülküsüyle başlayıp başarısızlıkla devam eden, içinde umut barındırmakla beraber acı ve hayal kırıklıkları da bulunduran, “karamsar” olarak da nitelendirilebilir türden hikâyeler var bu kitapta.. İçinde volkanlar kaynayan kişilerin öyküleridir anlatılan.. Gelenekle modern olanın arasında Asr-ı Saadet iklimini ararken başa gelen sıkıntılar yetmezmiş gibi, ideolojik devlet sisteminin yıkadığı beyinler tarafından da hücuma uğramak, sonra beraber yürünen yollarda yalnız kalmak.. Yazarın zaman zaman başvurduğu şiirsel anlatım, dramatik duruma da uyumludur. İşte bir paragraf: “Düğün günlerim dışında hiç ruj sürmedim dudaklarıma. Vitrin önlerinde saatlerce oyalanmadım. Maaş alayım diye aybaşını beklemedim bir ay olsun. A ipliğinden masa örtüsü, perde örmedim. Ne de patronla etek elbise diktim kendime ne de penguen fotoğrafları çekmeye gittim kuzey kutbuna. Botanik üzerine konferanslar da vermedim orada burada. Kimseye evlenme teklifi etmedim. Nişanlımla el ele sokaklarda gezip tozmadım, İlahi sesleri odalarda çınlarken, utana sıkıla evlendim. Westernleri kaçırmayan biriyle evlendiğimi anlayınca şaşırdım kaldım.”

5

Page 20: Çetrefil dergisi 5. sayı

s.20

Müslüman mahallesinde sadece salyangoz satmak değil, yeni fikirlerle, açılımlarla ortaya çıkmak da tehlikeli oluyor.. Paylaşmayı esas alan bir söylem geliştirildiğinde “sosyalist” veya “komünist” damgası yemeye hazır olmalısınız, erkekler gibi kadınların da birey olarak kendilerini temsil edebilme, haklarını savunabilme yönünde çalışmalara giriştiğinizde, kadının bir başına var olabilme mücadelesini desteklediğinizde “feminist” olmayı göze almalısınız. Bu dönemin Müslüman kadını kendi içinde, zihin dünyasında kendini tamamlamış, var olabilmiş ama dış dünyaya çıktığında buna fırsat verilmemiş olarak görür kendini. “/Hani KENDİ sesim, neredeyim ben? /Sesim yoksa… var'ım diyebilir miyim? / Hem bakalım… olmam gereken yerde miyim?/”

Otuz yaşına gelmiş biri geçmişe bakıp muhasebe yapar.. (Şu an kendimden biliyorum.) Üç İhtilal Çocuğu da otuz yaşına basmış, geçmişinin muhasebesini yapan biridir. Direniş ve diriliş idealleri içinde son nefesini vermemiş, verecekmiş gibi de gözükmüyor. Kendisi gibi düşünenler var mı yok mu onu da bilmiyor, çevresinde kalmamış çünkü.. Ama kim bilir bir yerlerde hala vardır, son umutçular.. Çil yavrusu gibi dağılmışız.. Bir düşünüyorum da yazarın dediği gibi: “Biliyorum, onlardan hapislerde çürüyenler, arada yitenler, kim vurduya gidenler, kayıplara karışanlar, pişman olanlar.. Onların köşe başlarında kilitlenen dilleri, elleri, bütün hayatları.. Korkuları, özlemleri, yanılgıları, ihanetleri, aldatılmışlıkları her ne varsa.. bir yerlerde kayıtlı. Hiçbir şey arada yitip gitmez hiçbir bulut aydınlığı lekeleyemez, biliyorum. Biliyorum, temkinliliğe aldırış etmeden ve para kazanamama yüzünden, kahramanlıkları ödüllendirilmedi diye geçmişine küsmeyen insanlar hep var. Onların bir geçmiş sıcaklığı, bir esenlik serinliği getiren; dinlemeyi bilen ve dinleten, dinlendiren yakınlıklarını duyuyorum.”

Bir çaresizlik durumu seziyorsunuz cümlelerde, bir ezilmişlik, hor görülmüşlük ifadesi var bütün o insanların yüzlerinde.. İlk hikâyedeki “Bay Yargıç” kim olduğu net olarak belli olmayan bir yargılama mercii.. Onun vereceği kararlara mahkumsunuz ve suçunuzun ne olduğunu siz değil o biliyor, nasıl uslanacağınızı da belirleyen yine o.. Süleymaniye'den Sonra Bir Toplantı'da da aynı mahkum oluş, karşı duruş cümleleriyle sezdiriliyor: “Ne çok karşı çıktılar ve ne çok karışma hakkı gördüler kendilerinde.. Sözleriyle ve bakışlarıyla ne çok küçük düşürmek istediler. Ne çok teşhir ettiler, ihbar ettiler, yollarına çıktılar.. Ne çok kapıyı kapadılar yüzlerine ve ne kadar az dinlemek istediler.. Hor gördüler, geri çevirdiler, döndürdüler yüzlerini..”

Ne yeni dünya düzeninin ne de geleneklerin belirlemediği bir Müslüman kadın kimliği var karşımızda. Ne kocasına, kayınvalidesine kayıtsız şartsız hizmet etmek zorunda hissediyor kendini, ne de açılıp saçılarak reklam objesi olmak, modern dünyanın isteklerine boyun eğmek zorunda hissediyor.. Hiçbiri değil.. Örneğin İslam coğrafyasında her gün bombalanan köyler kasabalar, ölen kadınlar çocuklar, tecavüze uğrayan kadınlar, her yıl işgal edilen ülkeler, sadece Müslüman erkeğin sorunu değil, Müslüman kadın bunlarla da dertleniyor.. Elinin hamuruyla dünyanın dört bir yanındaki sorunlara el atıyor.. Nasıl el atmasın ki; çocuklarını yetiştirmekle kendini sorumlu hisseden anneler ve anne adayları, dünya düzeninin, çocuklar üzerindeki (-bütün insanlar annelerin çocuklarıdır-) anneden daha fazla etkili olma gerçeğini görmüyor mu sanki.. Dünyevileşen Müslüman erkek ve kadınların, Kur'ân'dan ve fıkıhtan dayanak bularak yozlaşmaları bugün hızla artarken, Cihan Aktaş o günden yazmış bu konuları.. “/Bütün sorun, kilosuz oluşunda, mavi gözlü olmayışında nasıl olur? Bütün sorun evlenmek için şık birkaç şeyle görünüşünü donatmakta mı? Mutlu bir yuva kurmak için.. Mutlu bir yuva, nasıl bir yuva?”

5

Page 21: Çetrefil dergisi 5. sayı

s.21

5

Fesleğen Sokağı hakkında çok şey söylemek istemiyorum, şu kadarını söyleyeyim ki sokak son hikâyede ölüyor.. Bizim mahalle diye bir şey yokmuş demek ki.. Demek ki çoktan karışmışız kalabalıklara.. Korumasız kalmış kadınımız, koruyuculuğunu yitirmiş erkeğimiz. İdeallerimiz dönüşmüş..

Diğer hikâye kitaplarını okuduğumda, kişiler dünyasının daha da genişlediğini gördüm. Azize'nin Son Günü'nde Azerbaycan, Rusya, Çeçenistan, Ermenistan, İran da giriyor işin içine. Bırakıp gitmiş ve geri dönüp dönmeyeceği meçhul erkekler.. Terk edilmiş kadınlar.. İdeallerine kendini adamış ve yuva kuramamış kadınlar.. Kaybolmuş haber alınamayan mücahitler.. Faili meçhul cinayetlere kurban gitmiş olma ihtimalleri.. İkinci üçüncü dördüncü kadınla evlenme cevazına dayanarak ilk eşini ağlatan, dünyasını yıkan Müslüman erkekler.. Ev hanımlığını değil yazarlığı, aktivistliği seçmiş, meydanların tozunu yutmuş kadınlar… O bize Azerbaycan'ı gösteriyorsa biz neden Endonezya'yı Balkanlar'ı Sudan'ı görmeyelim? Dolayısıyla annesi ölünce dağılmış çil yavruları gibi, sahipsiz bir Ümmet-i Muhammed manzarası çıkarmak bu hikâyelerden, zor değil. Bu evrensellik, yaşadığımız acılarda, kaybettiklerimizde de aynı. Ama bunlar da unutulmuş, sanki hiç bedel ödenmemiş gibi.. Modernlik kapitalistlik kendimizi kaybetmişlik, hedeften sapmışlık ve dünya hayatını anlamsız hale getirmişliğimiz.. “Hayat her geçen gün daha meşakkatli hale gelirken insan gündelik kaygılardan kurtulup da Allah'la ilişkilerini nasıl yeniden düzenleyebilirdi ki..” (Erivan Rengi Bir Çardak)

Suya Düşen Dantel, tadı en fazla damakta kalabilenlerden.. İçine bolca aşk ve biraz da bizim alıştığımız cinsten acı, yani arabesk katılmış çünkü.. Durup geriye bir bakış, biraz nostalji, neyi kaybettiğini hatırlama denemeleri.. Evrenimizin çekirdeğinden enerjisini alan hikâyeler, çok fazla uzaklaşmadan hatırlamak asıl meseleyi de aşkla ve duygular daima yenik düşürür bedenlerimizi.. Çoğu zaman şöyle derim, “eleştiri varsa hayat var demektir, ölmemişiz henüz.” Böyle baktığımda şu cümleyi çizdim aldım buraya: “Yaşamak şimdi daha çok bir tatil köyünün tanıtım broşürüne sığacak ölçülerle anlaşılıyor.” (Dağın Öteki Yüzü) Yaşamanın tanımı değişiyor ve bu öykülere yansıyor usta bir kalem aracılığıyla. Müslümanların çıkmazları oluyor, zorda kaldıkları, bocaladıkları evreler. Bocalıyorsak kapılıp gitmemişiz daha, bu da iyi.. Aynı hikâyeden başka bir alıntı, buyurun: “Hayatın anlamı üzerine düşünmeyi erteleyerek, her halükârda akıbetimiz belli, o halde neden zevk içinde yaşamayalım, diyenlere mi katılmalıydı.. Aşkı hafifsemeli, iki yıllık bir yaşantı gibi mi algılamalıydı.. Hasır seccadesini rulo yapıp kadınlar plajına mı gitmeliydi…”

Zaman elbette değiştiriyor bizi ve bu değişim hikâyelerde hemen yer buluyor. Bence Cihan Aktaş bunu başarıyor. Nereden mi anlıyorum? Bir örnek verecek olursam, son dönemlerde gerek medyadan gerekse arkadaşlarımdan gördüğüm kadarıyla eskiye bir özlem var ve bu özlem, diriliş, direniş idealistliğinin yerini almış durumda. Bu özlem medya tarafından iş imkânı olarak kullanılsa da bir Osmanlı hayranlığı moda oldu, hem akademisyenler çevresinde hem de halkın değişik kesimlerinde. Geleneksel kültür, İslâm medeniyeti söylemi, konformizmin İslâm estetiğiyle yoğrularak yeniden karşımıza çıkması vs. Kusursuz Piknik'ten edindiğim izlenimlerden biri de buydu. “İhtiyat, tedbir, temkin, teyakkuz… şeklinde uzayıp giden, genç kuşağın yabancı olduğu kelimelerle konuşmayı, o kelimelerle açıklanabilecek bir hayat sürdürmeyi seviyor kuzenim. Ahmet Haşim okumayı seviyor, Itri dinlemeyi de.” (Ağırlığı Kaldırmak) Değişim ve dönüşüm iyi ve kötü yönleriyle veya bunların iyiliğini kötülüğünü okurun tercihine bırakarak sezdiriliyor hikâyelerde. Mesela çevre sorunlarıyla ilgilenen tipler son hikâyelerde daha fazla. Futbol takımı tutan başörtülü kızlar mesela.. Ama ilk hikâyelerdeki kadınlar da yeni nesli eleştiren bir söylemle konuk oluyor son hikâyelere.. “Senin yaşındayken siyasal partilerin temsil yeteneğine inanmaz, futbolun ise emperyalizmin bir silahı olduğunu düşünürdüm.” (Sedef'e Benzemek)

İslâmi diriliş umudunu çoktan yitirmiş olanlar ve onlara muhalif olarak hala bu umudu taşıyıp adı marjinale çıkmış olanlar ve hala geleneksel yanılgıların peşinden giden başka bir marjinallikte varlığını kanıtlayanlar.. Mustafa Kutlu'nun hikâyelerini okuduğumda ilk hikâyelerinden “Yoksulluk İçimizde”yi kalkış noktası olarak görmüştüm, nedense varış noktasına hala varamadığımız bir bocalamanın öyküleriydi diğerleri, diye devam etmiştim düşünmeye.. Cihan Aktaş'ın hikâyelerindeki kalkış noktası da Üç İhtilal Çocuğu'ydu, kendimce varış yerine hala varamamışlığın hikâyeleri olarak gördüm diğer kitapları. Ama küllenmiş ateşlerin içinde hala kor olarak bulunan, rüzgârını bekleyen enerji duruyor gibi bir yandan da.. Üç İhtilal Çocuğu'ndaki “Fatıma” modeli, [Ha, bu arada Ali Şeriati'nin Fatıma Fatıma'dır adlı kitabını okumak lazım..], yıllar ilerledikçe kaybetmemiş kendini, yoğunluğu azalmış sadece. Azize'nin Son Günü'nde “Şamil ile Patimat” bunun devamı, Kusursuz Piknik'te yer alan Sedef'e Benzemek'teki şu ifade de bunun devamı: “…Hazreti Fatıma anamızın kanaatkâr kişiliğine özendiği için.”

Page 22: Çetrefil dergisi 5. sayı

5K A R D E Ş L İ K B İ R m i t M İ K İ ?

Doğduğum mahalle İstanbul'un varoş mahallelerinden biriydi, çocukluğum da aynı mahallede geçti. Çocukluğumun mahalle anıları yoksul ve genellikle Karadeniz ailelerinin çocuklarıyla oynadığımız oyunlarla dolu. Çok geniş bir bahçesi vardı evimizin, bu yüzden de oyunlarımızı bu bahçede oynardık. Evimizin bahçesinde oynamak “dışarıda” olmamak demekti ve bir şekilde biz hem oynamanın tadına varıyorduk hem de dışarıdan korunmuş oluyorduk. Çünkü varoş mahallemiz, bizim güvenli oyun bahçemiz gibi değildi; tehlikelerle doluydu. En büyük tehlike de kendilerini hala memleketlerinde sanan ancak çocuklarının yeni bir şehirde olduklarını fark ettikleri ve bu yüzden tutunamayan gençlerdi. Onlar Kürt gençlerdi, evimizin bahçesine hiç girmemişlerdi.

Ailem dindar bir aile değildi, imam hatipe başlamam ile İslamcı mahalleye girmiş oldum diyebilirim. Okul süreci boyunca bize anlatılan düşman tipler elbette devletin tanımladığı ve milletimizin kolayca kabullendiği tiplerdi. Kimin şehit, kimin hain, kimin dost, kimin kardeş olduğu ilkokulda her gün aldığımız resmi tarih kapsülleriyle iyice beynimize işlenmişti zaten. Liseye geldiğimde bu algılara biraz dini içerikli destekler eklendi desem yalan olmaz. Okuduklarım ve dinlediklerim ile mahallemin dışına çıkıyordum yavaş yavaş, önce Filistin, İsrail, İran, Amerika, İngiltere. Derken Rusya ve Türki Cumhuriyetler bir bir. Bosna Savaşı'nı romanlardan öğreniyorum. Afrika'nın ismi garip ülkeleri beni şaşırtıyor bir panelde.

Kimseye zararı olmayan, muhtaç olana yardımcı, sofrasında cömert, konuşurken yüzü gülen insanlardık ama içimizde büyüyen “ötekilere” hep temkinli yaklaştık. Bir başka varoş mahalleye taşındık yıllar sonra yine de bu temkinli halimiz hiç değişmedi. Her gün okul yolunda, bu yeni varoş mahallemizin tek ötekisi olan Kürt çocuklarının başlarını okşayarak gittim. Onlar da her fırın yakmalarında bize tandır ekmeği getirdiler. Kendi mahallesinden sadece kitaplar yoluyla çıkabilen liseli bir öğrenci olarak ben, İslam coğrafyasını keşfederken, elimde harita duyduğum her yeni ülkenin ismini orada ararken bilmezdim Siirt nereye düşer haritada. Doğu'da bir yer olduğu kesin, bunu anlayabiliyorum. Ama tam olarak neresi, komşuları hangi şehirler, ne yetişir, nesiyle meşhur bilmem. Yaşadıkları tüm acılarıyla Filistinliler benim kardeşim iken, onlara yardım edememenin derin muhasebesini yaşarken, Müslümanların kardeş olduğuna inanırken, dünyayı değiştirmenin hayallerini kurarken, görememişim mahallemdeki kardeşlerimin acısını. Mahallemizdeki kardeşlerim Kürtler, Ermeniler, Çingeneler… vs.

Başörtüsü yasağı başladığında kardeşliğe dair büyük ideallerim ağır darbe almıştı. Müslüman kardeşlerimiz önce tepkililerdi yasağa, bazıları çoktan pes etse de bazıları direniyordu hala. Öğretmen, müdür, polis, müfettiş, bakan onlar hep memurdu insan ya da Müslüman değil memur yani ayrı bir varlık türü, anlıyordum. Zihnim büyük bir yarılmaya uğradı ve ben bana bu zamana kadar yutturulan resmi ideoloji kapsüllerini- ki içinde imam hatipte alınmış dini formlar da dahil- bir bir kusmaya başladım. Artık kardeşlik, düşmanlık, hainlik tanımlarım değişmişti. Ve ben yolcusu olduğum dünya Müslüman coğrafyasından evime, mahalleme dönmüştüm. İslam, bu değildir. “Onların” beni başörtümden dolayı ötekileştirdiği gerçeği bir yana bizim Müslüman mahallesinin kimlere aynı zulmü reva gördüğü sorusu cevaplar bekliyordu. Bizzat zulmün uygulayıcısı olarak ya da sessiz kalarak acaba hangi kardeşlik ahdini bozmuştum. Bütün Müslümanlar kardeştir, Allah Kuran'da böyle buyuruyor. Peki, ya bu dağılmak bilmeyen kara bulutlar?

s.22

Page 23: Çetrefil dergisi 5. sayı

5

Yıllar sonra Cihan Aktaş'ın “Kardeşliğin Dili” isimli kitabını okurken tüm bu anılar canlandı zihnimde. Kardeşlik… Hemen herkes tarafından yüceltilen bir değer, devletin de milletin de sıkça göndermede bulunduğu yüce bir ilke. Cihan Hanım, benden daha farklı bir çocukluk geçirmiş, Kürt'ün zaten “biz” olduğu gerçeği ile yetişmiş. Bu yüzden ben ve benim gibi diğer gençlerin henüz yeni öğrendiği bazı doğruları o zaten önceden biliyor. Benim dergi ve haritalardan öğrendiğim İslam dünyasının bir kısmını o görmüş ve bu yüzden İslam dünyasına dair bildikleri benden daha canlı. Ve o da diğer tüm barış gönüllüleri gibi kardeşlik değerini ortak bir dil olarak görmek istiyor. Benim aksime o, kardeşliğin bir tek örneğini bile göremediğim anılarla dolu kitabının ismini “kardeşliğin dili” koymuş. Somut kardeşlik örnekleri yok bu kitapta, kardeşliği baltalayan Türkiye ve Dünya gerçekleri var. Gazze'den, Lübnan'dan bahsederken onların yaşadıklarına tüm Arap aleminin sessizliği var, kardeşlik yok. Kardeşlik hissi belki de Doğu Konferansı ile bu ülkelere yola çıkan insanların ve Buluşan Kadınlar ismi ile kadınların ruhlarında var, o kadar. Ama hem Türkiye hem İslam dünyası kan ve gözyaşı örnekleriyle dolu, ne kardeşlik var ne de onun konuşan bir dili. Yani sessiz…

Kabil kardeşi Habil'i öldürmesine rağmen hala canlı bir kardeşlik vurgusu mümkün. Biz insan olarak en çok kardeşlerimize kıyıyoruz aslında. Alıp veremediklerimiz, paylaşamadıklarımız, kıskançlıklarımız, taht kavgalarımız.. vs. Filistin'deki Müslümanlar da kardeşimiz, Hakkari'deki kardeşlerimiz de, böyle diyor Cihan Hanım ve böyle derken öyle haklı ki.. Yine de kitabında anlattıklarını kardeşlik dilini kurmanın temennisi ile okuyorum, kitap bitince ise elimde bir hayal kırıklığı kaldı. Kardeşlik için örnek oluşturabilecek türden hikayeler anlatmak ise de gerçek olan kardeşliğin kocaman bir ütopyadan ibaret olduğu. Çünkü Cihan Hanım gibi temiz vicdanlı insanlar bu dili kurmaya çalıştıkça ve yaşananları anlattıkça eskisiden daha duyarlı bir ülke görüyorum ama mahalleme döndüğümde bütün Müslümanların kardeş olduğu gerçeğini unutmamıza şaşırıyorum. Bazen diyorum acaba kardeşlik “miti”nden başka bir dil mi bulsak veya kardeşliğin bir “mit” haline dönüştürülmesinin önüne mi geçsek?

Cihan Aktaş'ın kardeşliğin dilini okurken hem gözlemleri hem değerlendirmeleri okuyoruz. Tüm bunlara elbette iyi niyetli beklentiler ve umutlar da karışıyor. Yeniden “biz” olmaya çalışırken ağır darbeler aldık diyor Cihan Hanım, çok doğrudur. Ancak kafama takılıyor, barışa en büyük darbelerden biri İslamcı mahallenin kime kardeş, dost, düşman, hain dediğine kendisinin karar vermeyip ithal tanımlarla doldurması olmamış mıdır?

Yoksa ben neden madem “tüm Müslümanlar kardeş” ve kardeşlik bu kadar yüce de neden Kabil Habil'i öldürdü ve neden en büyük katliamlar kardeşler arasında oluyor sorusu karşısında sessiz kalayım… “Onlar” bizim kardeşimiz söyleminin sahip olduğu üst dili Müslüman kardeşime anlatamayım…

Yine de biliyorum ki dünya, kardeşliği gerçekten yaşabilenlerin yüzü suyu hürmetine ayakta…

A Y Ş E N U R B U L U T

s.23

Page 24: Çetrefil dergisi 5. sayı

s.24

Cihan Aktaş hikâyelerini okurken müslüman mahallesinden biriyle dertleşiyormuşçasına bir duyguya kapılıyorum. Yazar küçük hikâyelerin büyük ayrıntılarını ele alıyor. Kusursuz Piknik hikâyesini okurken ayrıntıların sıkıcılığıyla sarılmış bir kitaba başladığını hissediyor okur ama zamanla ayrıntıların büyük bazı dertlere değindiği anlaşılıyor. Farklı hayatların küçük parçalarından teşekkül eden hikâyelere tanıdığımız insanların hayatlarını görerek devam edebiliyoruz gerçek hayatta. Bu hikâyelerin çoğu müslüman mahallesinden belki, diğerleri ise çok da uzak ve kurgusal gelmiyor okura. Çünkü dertler ve karakterler oldukça gerçeğe yakın, Müslümanların içerisinden usta bir kalemin dokunduğu 'biz' eleştirisi de oldukça anlamlı.

Cihan Aktaş hikâyelerinde ana karakterin cinsiyeti çoğunlukla kadın olarak yer alıyor. Hikâyecilerin kendi cinsini merkeze alan hikâyeler yazması da zaten alışageldiğimiz bir gelenek gibi.

Kitabın kapağına taşınan Kusursuz Piknik hikâyesinde başkâtip olan beyefendi kitapta ana karakter olan tek erkek figürü. Karakter çevresinde dilin inceliklerine önem veren nazik bir beyefendi olarak tanınırken, karısını pikniğe getirmeyi unuttuğu çirozlar sebebiyle herkesin yanında azarlıyor. Sonra pişmanlık duyuyor fakat bu azarlamaya başka bir hanımefendinin şahit olmasından dolayı sadece. Biraz da bazı müslüman erkeklerin, eşleriyle ilişkilerine keskin sınırlar koyup kaba ve sert davranırken, iş arkadaşları arkadaşlarının eşleri vs kadınlara karşı oldukça nazik ve kibar davranmalarının çelişkileri göz önüne serilmek isteniyor.

Karakterlerin bazıları, toplumda küçümsenen doğaya karşı sorumluluk bilincine sahipler, önemsenmeyen basit görünen fakat Allah'ın verdiği güzellikleri korumayı amaçlayan çevre bilinci birkaç hikâyede karşımıza çıkıyor. Karakterlerin topluma karşı yaptığı çevre kirliliğine dikkat edilmesi uyarısı da aynı gerçek hayattaki gibi pek yankı bulan bir durum olmuyor.

Sedef'e benzemek adlı hikâyede, sedef karakteri kitap okuyan, resim yapan klasik toplum sohbetlerine, oturmalarına katılmaktan imtina eden farklı bir kız olarak anlatılıyor. Ana karakter kendisinin gençliğini sedef'e benzetiyor fakat zamanla değiştiğinden söz etse de aynı düşüncelerden ve rahatsızlıklardan kopabilmiş değil sadece tahammül eder hale gelmiş görünüyor. Özellikle kızının sedef'e yani aslında kendisine benzemesini ve toplumda yalnızlık çekmesini istemediği için popüler kültürden hoşlanmayan kızına nasihatlerde bulunuyor, sevmediği ortamlarda olmaya zorluyor. “Kızım bana benzemesin, Sedef'e benzemesin. Düşüncelerini ya da hayallerini, iç dünyanı kendi ellerinle döşediğin mekânlarını bir mesai eseriymiş gibi sunamazsın insanlara, bunu kolaylıkla kabullenemezler. Onların neşesine katılmadığında, fıkralarını paylaşmadığında, yalnızlık olur cezan.”

KUSURSUZ PİKNİĞİN KADINLARI

5

Page 25: Çetrefil dergisi 5. sayı

s.25

5

Müslümanların tartışılması zor olan özel sorunlarından birine daha değiniyor Kusursuz Piknik kitabında yazar, ikinci

evlilikler konusuna yani. 2. Eş durumuna binaen kadınların neler yaşadığıyla ilgili belki de hikâyeler genelde. Gel-Al 84

adlı hikâyesinde yan karakterlerden öğrenciyken bir öğrenciyle evlenen Rana, eşi evde bir gazete için yazılar hazırlarken

kendisi bir lokantanın kasasında çalışarak evin geçimini sağlamak zorunda kalıyor. Adam yazdıklarından sebep polis

baskınıyla evinden alınıyor ve örgüt mensubiyeti sebebiyle hapishanede 3-4 yıl kalıyor. Hapishanede kendisine mektuplar

yazan bekâr bir kızla gizlice nikâhlanıyor. Hapishaneden çıktıktan sonra bunu öğrenen Rana eşine boşanma davası açarak 3

çocuğuyla birlikte ayrılıyor

.

Yine Her Şeyi Yoluna Koyan Hatice hikâyesi de aynı dertten muzdarip bir karakter yer alıyor. Genç kızlarla, öğrencilerle

ilgilenen ve her türlü dertlerine derman olmaya çalışan Hatice. Kocası Hatice'nin ilgilendiği, evinde ağırlayıp sofrasında

misafir ettiği, öyle ki kıyafetlerini ödünç verdiği bir kızla imam nikâhı yaptırmış. Her şeyi yoluna koyan Hatice, bu haberle

sarsılmış ve çocuklarını bir akrabasına teslim ettikten sonra kendisini yazlık evinde üzüntüyle baş başa bir dağınıklıkta

bırakmıştı.

“Herhangi bir kız da değil bu ihaneti paylaşan, evinin kapısını açtığı, kardeşi yerine koyduğu, giysilerini ve yemeğini

paylaştığı kimsesiz biri. Bir yetim.

Kimsesiz. Yetim. Korunmaya muhtaç.

Bir bakıma ona hâlâ acıyor. Kocasını tanıyor çünkü. Kız onun gözünde sadece genç bir beden, belki daha şimdiden solmaya

yüz tutmuş bir beden.”

Belki de bu kadınları bunca üzen şey, her şey gizlice olup bittikten sonra haber almaları, bunca dağılmaları, birden

çökmeleri de bu yüzden.

Belki de hikâyeleri okuyanlar bu mutsuz kadınları anlamaya bir adım daha yaklaşıyor. Bu fedakâr/cefakâr kadınlar,

kendilerinde eksik olan/eksik gösterilen mükemmelliğin acılarıyla kıvranan kadınlar biraz da. Karakter sahibi bu

kadınların çoğu hayatta kendi başına bir şeyler başarabilen güçlü insanlar aslında, fakat bu başarının bazı ağırlıklarıyla

imtihan oluyor ve bu ağırlıkla eziliyorlar çoğu zaman. Cihan Aktaş'ın hikâyelerinde mesaj yüzünüze ve dilinize çarparak

ulaşmıyor, başınızı okşayarak açıyor zihninizi.

NEB İ YE AR I ÇEL İK

Page 26: Çetrefil dergisi 5. sayı

5mahremiyet

ve

'' Kutsallıktan arındırılırken büyüsü çözülen bir dünyada günlük hayatımızın en özel ve kişisel özellikleri değiştirilme ve inkar edilme tehlikesine açılmıştır. Bireyin bütün mahremiyetinin, mensubu bulunduğu topluma bütün açıklığı ile gösterilmesi, toplum ve mahremiyet arasındaki dengenin bozulmasına neden olmuştur. '' Günümüzdeki yaşam örnekleri de bunun açık bir göstergesi. Her ne kadar mahremiyeti özgürlük ile bağdaştıramayanlar olsa da, neyin doğru neyin yanlış olduğu ayan beyan ortada. Aslında mahremiyet ihtiyacı gizli ve açık olarak da değerlendirilebilir. Meyvelerden örnek verilirse onların bile bir dış kıyafeti yani kabuğu var, bu da bir nevi mahremiyetin öznelsel bir boyutu. Kaldı ki bunun yeryüzündeki halife konumunda olanın bu sınırdan berî olması söz konusu bile olamaz. Kelimeler kadar, anlamlar da bunu asla kabul etmez. Modernlik, kapitalizm, sekülerleşme, dünyevilik vs. Bunların mahremiyetin tükenişindeki rollerini saymaya gerek yok. Lakin bu tükeniş ister istemez insanlarda gizem özlemini doğuruyor. Anlam kaybı ise birçok kelimelerin artık ayrılmaz parçası. Mahremiyet insanın ' kendi ' oluşu. Kendini bilmesi ve bildirmesi. İnsanın özkimlik arayışı ise tevhidi öğretide yapıcı bir anlam kazandırıyor. Mahremiyetin yitimi, dinin ve ahlakın hakikatin gölgesinden sürgün edilmesiyle başlayarak süren anlam yitiminin nedenlerinden biridir. Yaşadığımız yüzyıl, aile, mahremiyet ve aşk değerlerinin birbirlerine görünmez iplerle bağlı olduğunu gösteriyor. Her ne kadar doğrular bilinse de, insin kendince doğrularını aşması, zaman isteyen bir süreç. Bu süreci en iyi çözümleyen ve anlamlandıran konum ise, insan olmanın verdiği şuurun bilincinde olmaktır. Bu bilincin sorumluluk getiren getirileri de düşünülürse, iki cihan saadeti de inşallah bu konumdaki insanoğlu için en güzel hayat semeresidir. Neticede mahremiyet, insani bir ihtiyaç olduğuna göre, mahremiyeti tüketirken yeniden üretemeyen modernlik, bu kısırlığın sıkınıtılarını yaşıyor. Gelin en yüce kelam ile yazımızı sonlandıralım; '' Ey insanoğulları! Ayıp yerlerinizi örtecek giyimlikle sizi süsleyecek elbiseler gönderdik. Takva örtüsü ise bunlardan daha hayırlıdır. Allah'ın bu ayetleri öğüt almanız içindir. '' ( A'raf: 26 )Kaynak Mahremiyetin Tükenişi – Cihan Aktaş

toplum

seher ortaöner

s.26

Page 27: Çetrefil dergisi 5. sayı

s.27

5

Gönlümün iklimlerinde ne güneşler doğuyor sana dair

Kentine bir adım daha yakınım

Beraberimde yağmurları getirdim

Esmer yüzlü çocukların suretindeki telaşlı bekleyişleri

Barışa susamış, umutlu sessizlikleri…

Hanin Tafiş'in yaşam orucunu bozan ölüm bombası ile geldim

Fikrimde otuz dört haneye nâr düşüren Roboski'nin yetimleri

/

Cemresini bekleyen toprak gibiyim

Düş ki içime can bulsun filiz çekirdekleri

Düş ki yanayım, uçuşsun hürriyet kelebekleri

Ey Rachel!

Ey mazlumiyetin kadını;

Qamişlo'nun, Gazze'nin, Kerkük'ün; Diyarbekir'in…

And olsun İbrahim'in Rabb'ine

Kudüs'ün dudaklarının kıvrımına hürriyet denen tebessüm düşmedikçe;

Ah Rachel!

cİHAT BARIŞ

Page 28: Çetrefil dergisi 5. sayı

5

Cennet Erkeklerin Ayakları Altındadır

Rüyasında kendisini azarlayan karalayanArda kalan son simit de sertleşmiştiAyakları gibi buz kesen ve elleri sıradanTutturulamamış bir annelik sıfatıydı onu dışlayan

Kilitli bir buzdolabı poşeti lütfenHayır bayım visa yok elimizde para da çok yoknezaketimiz bol kalbimiz temiz yetersiziz yüzlerimiz bir yoncanın solmuş halinden de kötülütfen bayım beni görmüş gibi davranmayınız.

hanımefendi size verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü üzülmüyoruz siz ezseniz de başını çimenler hep çoğalır bellisevgimizin şiddetiydi bu iyi gelirdi fakat cinsimiz sıradanellerimiz toprak kokusu, yağmura bulaşmıştohuma hürmeten geçmeliyiz sizi bayan.

Vücudumuzu mora boyama inceliğiniz şımartangöz yaşartıcı, bir patlama gibi savrulan ellerinizsizi severiz bayım, sizi bekleriz durmadanbiz en çok kadın programlarında ovarız dizlerimiziVe yorgunluk azığımız, sükut mağaramızdır.

Ağzınızdan düşürmediğiniz gören ve gözeten Olunuz diyor ve odunuz diyorsunuz ya ısrarla hayır dilimiz değil sorun sevgili müstekbirliğiniz ve sözleriniz inatla vurdukça ayaklarını dans bilipcennete asla giremeyeceksiniz hacı amcam.

nebiye arı çelik