muaf sayı 1

24

Upload: muaf-beyoglu

Post on 12-Mar-2016

236 views

Category:

Documents


0 download

DESCRIPTION

dergiden küçük, fanzinden büyük

TRANSCRIPT

Page 1: Muaf Sayı 1
Page 2: Muaf Sayı 1

2

MU

AF

Larsus

Page 3: Muaf Sayı 1

3

Demir balkonlu, pembe çiçekli marka mekânlar, belediyenin isteğine uygun açık hava düzenlemeleri. Demircan’ın hevesle ifade ettiği gibi ‘Beyoğlu’nu ucuza sattırmayacak’

müesseseler. Saç ekiminden dönen, ellerinde alışveriş torbaları, kafası bantlı turistlerin 5 avroya kahve içeceği, 10 avroya bir şeyler atıştıracağı restoranlar.

Steroidle şişirilip güya aslına uydurulmuş Demirörenler, otel zincirlerine satılan hanlar, spor arabalarıyla fink atan zabıtalar. İstiklal caddesi denen açık hava AVM’sinin dinlence köşelerini oluşturacak arka sokaklar. Piyasa ve tüketim toplumunun müteahhitleri, tüccarları, belediye

başkanları seri üretim ferforje çitleriyle buluştuğumuz, lafladığımız, eğlendiğimiz, siyaset konuştuğumuz, toplantı yaptığımız mekânların etrafını hızla çeviriyor. Emekler,

İnciler kazınıyor ortaya çıkan yıkıntının üzerinde sanat etkinlikleri düzenleniyor. Benzer bir banallik kitle turizminden payını almaya çalışan birçok dünya kentinde neoklasik bina önü

sertifikalı müzisyen/sanatçı mizanseniyle tekrarlanıyor.

Toplumsal muhalefetin canlı özneleri kadınlar, öğrenciler, gençler, lgbt bireyler, emekçiler, solcular on yıllardır Beyoğlu’nda paylaşıyor kamusallığı. Beyoğlu’nun dışına doğru

itilmeye devam eden, olan bitenle derdi olan insanların bir araya geldiği mekânlar artık iki elin parmaklarını geçmez. Taksim’i altüst eden kepçeler bir yandan, Tarlabaşı’nı hijyenik bir

burjuva kamusal alanına çevirecek kentsel bölüşüm projesi diğer yandan bizi sıkıştırmaya devam edecek. Müşterek mekanlarımızı, amaçlarımızı, deneyimlerimizi ve direnişimizi

korumak gerek. İletişimin fiyat etiketleriyle sağlandığı burjuva kamusallığını lağvedip yerine dayanışmanın, yoldaşlığın ve antikapitalist pratiklerin paylaşıldığı mekanları kurmalıyız. Müşterek siyaset toplanma mekânları gerektirir. Cinsiyetçi şiddetten, homofobiden, sınıf

ayrımından, gözleri kararmış ticari ve tüketim temelli ilişkilerden muaf eğlence, muhabbet ve toplantı mekânları. Beyoğlu Muaf böyle bir mekân işte.

Çok güzel insanların işlettiği, sahici muhabbetlerin döndüğü mis gibi bir mekân.

ÇİTLEMEDEN MUAF

MUAF

Umut K. Dalgıç

Sayı 1

KAPAK Elif Yıldız

ARKA KAPAK

Şehit Muhtar Mah. Kurabiye Sok. No:4 Beyoğlu

0212 243 24 [email protected]

Derin Meditasyon

Mehmet Zeki Bozkurt

MUAF

Page 4: Muaf Sayı 1

4

İNSAN-SIZM

UA

F

Pıhtı, Barış Acar, Sıcak Nal Yayınları, 2012

Page 5: Muaf Sayı 1

5MUAF

Filistin’e geleli tam iki hafta bir saat oldu ve dağarcığımdaki kelimeler gördüklerimi anlatmaya hâlâ yetmiyor. Bilmiyorum ki, acaba buradaki çocuklar arasında, tankların evlerinin duvarlarında açtığı mermi oyuklarından habersiz bi an yaşamış olan var mı? Bence bu çocukların en küçüğü bile hayatın her yerde böyle olmadığını anlayabili-yor. Beni kısıtlı Arapçamla konuşturmaya bayılıyorlar. Bugün “Bush y*rrak kafalının tekidir” demeyi öğrenmeye çalıştım, ama sanırım tam olarak çeviremedim. Neyse de… Burada, sekiz yaşında olup da küresel gücün -en azından İsrail’e dair olanın- nasıl işlediğini benim birkaç yıl öncesine kadar bildiğimden daha iyi bilen çocuklar var.

Buradaki durumun gerçekliğine beni hiçbir şey hazırlayamazdı. Görmedikçe hayal edilebilir gibi değil. Ve görseniz bile, tecrübe ettikleriniz tam anlamıyla gerçeğin ta kendisi değil. Bir Birleşik Devletler vatandaşını öldürürse İsrail ordusunun yüzleşecekleri; ordu kuyuları imha ettiğinde benim suyu satın alacak paramın olması ve pek

tabii, burayı terk edebilme seçeneğim gibi başka gerçekler de var. Bana okyanusu görme izni veriyorlar.

Şimdi ben bu çocukların içinde var olukları dünyaya girerken bu kadar büyük bir öfke hissediyorsam, onlar benim dünyama girselerdi ne hissederlerdi acaba diyorum? Okyanusu bir kez olsun görmüşsen; susuz kalmanın lafının bile edilmediği ve içtiğin suyun bir gecede buldozerler tarafından çalınmadığı sessiz bir yerde bir kez yaşamışsan; evinin duvarları bir anda üstüne yıkılacak mı diye kaygılanmadan; kulelerle, tanklarla ve şimdiki gibi bir de dev bir metal duvarla çevrelenmeden bir gece geçirmişsen; merak ediyorum, bunca yıl birilerinin durmak bilmeden seni evinden silip atmaya çalışmasına karşı direnişle var olduğun -sadece var olduğun- bir dünyayı affedebilir misin? Bu çocuklar hakkında merak ettiğim bir şey bu. Merak ediyorum gerçekten bilselerdi ne olurdu...

Rachel Corrie7 Şubat 2003

ÇOCUKLARA DOĞRUYU SÖYLEYİN; ŞİMDİ, HEMEN!*

*Babylon System, Bob Marley, 1979

Han

zala

, G

arki

st

Page 6: Muaf Sayı 1

Bir elma vardı. Hayatımda o elma hep vardı yani.

O elma gibiler. Yavan, yüzüne bakılmaz.

Anne baba “meyve ye kızım” dediğinde bi koruma kalkanı oluşturulur,

“Yemiycem” denir. “Yok ben yemiyim. Sonra.”

Haklıymışım lan.Yani yok, bu elma yenmez.

Kalın kabuğunu dişlemenin çilesini en azından iç tatlılığı

hafifletmeyecekse, gereği yok.Ki, o kalın kabuk da

kabul edilmemeli.Neticede elmayla kabuğu bir bütün,

ben onu soymak zorunda hissetmemeliyim.

Elma nasıl olur?Içi dışına taşar, kokar, güldürür, şaşırtır, deli eder, hatırlatır, çağrıştırır, yanakları titretir.

O yediklerim elma değildi. Bize yedirtilenler anamın babamın

suçu değildi.Sevimsiz canavarIarın suçuydu

ve onlar içimdelerdi, ben o elma olmayan elmayı yerken

içimdelerdi.

Orada, meydana yakın bir yerlerde kanalizasyon borusu patladı

Ardından doğalgaz borusu patladı ben gerçek elmayı dişlediğimde.

İnsanlar aceleyle sokağın o köşesinden kaçıyorlardı

Kurabiye Sokak’ta.Gaz kokusu, sssss sesi,

canını kurtarmak içi kaçan, canını kurtarma vesilesiyle bir araya gelmiş

gibi görünen kalabalık. Canı tatlıların uzlaşmacı koşuşu.

Kafe Nörolenna’nın müstakbel kullanıcıları.

Bi sıkılsa köpürse de canlar, uzlaşmadan koşuverse.

O zaman belki elmamızı var ederdik.

Benim, senin içinde dolanıp duran o kösele kabuklarını bize yapanlar,

Gerçek elmayı bir kere yediysem, bi daha onun peşini bırakmayacağımı biliyorlar mı?

6

SÖSİ NE PAZ ÜN ELMA FİLAN*

* ‘Ceci n’est pas une elma (fr)’ - Bu bir elma değildir.

Ekin Bozkurt

MU

AF

Page 7: Muaf Sayı 1

7MUAFYasak, Duygu Hala

Page 8: Muaf Sayı 1

8

Al: Altından girip üstünden çıkıp ressam olmuşsun. Nasıl başladın, nasıl devam ettin?

Leyla: Benim resim olayım ortaokulda başladı. İlk resim öğretmenimiz (müdür oldu sonra, müdire hanım) çok destekliyordu. İlk kişisel sergimi açtı ortaokuldayken. Lisede de devam etti. Lisede de resim hocam çok iyiydi yine. Rusya’da eğitim görmüş Azeri bir ressam. Onun atölyesinde biraz çizim dersleri aldım, teknik çizim vs. Tabii haya-limde Mimar Sinan’a girmek vardı, Güzel Sanatlara… Fakat ailem resim okuyup n’apıcaksın muhabbeti yapınca tabii direkt… O süreçte zaten benim için biraz politik bir süreçti, bazı şeyleri sorgulamaya başladığım… Ondan dolayı sosyal bilimler okumaya karar verdim. Yine dedim yani inatla para kazandıracak iktisat, işletme -o dönemlerde çok popülerdi o bölümler. Babaannemle yaşıyordum o dönemlerde. Onun hayali ben hani işletme okuyayım, iktisat okuyayım, cici bir kız olayım… (gülüyor) para kazandıran bir iş yapayım yani sürünmeyeyim şeklinde hayalleri vardı benimle ilgili. Fakat ben inatla sosyoloji veya antropoloji, işte insan bilimle-riyle ilgili bir şey yapacağım. İstanbul Üniversitesi Sosyal Antropoloji bölümünü kazandım. Ama o süreçte tabii devam ettim resim yapmaya. Karma sergilere katıldım. İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci kulübümüz vardı, resim kulübü, ona katıldım. Onlarla kültür merkezinde karma sergi açıyorduk. Boğaziçi Üniversitesi’nde sergi açıyorduk. Dünya Kadınlar Günü’nden açmıştık bir sergi. O sürecin sonunda belki 20,

30 tane tuval resmi oluşmuştu. Güzel Sanatlara girerken yapman gereken klasik teknik resimler zaten hocamla çalıştığımız dönemden vardı. Öyle hepsiyle, bizimkilere haber vermeden İngiltere’ye başvurdum ve kabul edildim.

Tabii antropolojiyi bitirdikten sonra, 2000 krizinde n’apıcam, n’olucam, n’edicem bilmeden; ailevi problemlerin de etki-siyle biraz uzaklaşma, kaçma hissi vardı. Bir de Türkiye’nin o 2000 krizi çok sıkıntılı bir dönemdi. İşte ne yapayım, yurt dışına kaçayım gibi hayaller vardı. Bir ara bebek bakıcılığı yapmayı düşündüm, au pair olarak gitmeyi düşündüm. Tabii kendi kafama göre başvurdum, kabul edildim ama

“Hiçbir şeyi dışından değiştiremezsin. Uzakta durmakla, olanları tepeden seyretmekle, genel hatlarını almakla sadece deseni görürsün.

Yanlış olanı, eksik olanı. Tamir etmek istersin. Ama yamayamazsın. İçinde olman gerek, onu dokuman. Dokumanın bir parçası olman gerek.”*

MU

AF

LEYLA ERSEN’LE SÖYLEŞİ

İnsa

n-ı

Face

book

Page 9: Muaf Sayı 1

9

finans kısmında problemler olacaktı ama biraz üvey babamın desteğiyle burs ayarlayıp gittim.

Al: Kraliçe’nin diyarında, Londra’da işler nasıl yürüdü?

Leyla: Kraliçe’nin diyarında zenciler mahallesinde, zencilerle beraber…

Al: Zenci denmez, ayıp!

Leyla: Ne diyeyim? Irkçıyım çok. Zenci mahallesinden çıktım ama ırkçıyım. Zenci kardeşlerimle beraber çeşitli işlerde çalıştık… Ayakkabıcı dükkanında tezgahtarlık yaptım vs. Orada bütün ezilen halklarla biraradaydık zaten. Hintliler, zenciler (siyahiler mi diyeyim, ne diyeyim?) Afrikalılar! Ne diyeceğimi bilemedim ama hepimiz kardeşiz şeklinde takılıyorduk…

Al: Sanat eğitiminden bahsedelim. Ana dalın neydi?

Leyla: İllüstrasyon okudum. O da yine güzel sanatlar okursan ne yapacaksın kaygısıyla, yine aile baskısıyla… Biraz güzel sanatlar,

biraz grafik tasarımcı olabileceğim bir yöne beni sürükleyebilirdi diye illüstrasyonu seçtim. Gayet özgürlükçü bir eğitimdi. Yani aslında öğrenciyi çok yönlendirmeyen, öğretmeyen bir eğitim diyeyim. Hocamız hatta orada çok deneyimli bir illüstratör, Janet Woolley, “Biz size ne öğreteceğiz, biz neyiz ki?” falan diyordu. Halbuki İngiltere’de en bilinen illüstratörlerden biri, Times’ın Mandela kapağını yapmış biri, dünyaca da tanınıyor ama öyle mütevazı bir hal… Eğitmek, yönlendirmek, seni bir yola sokmaya zorlamak değil de; senin bir şeyleri keşfetmene yönelik bir eğitim… Her projeden önce mutlaka sergiler gezilir, sokağa çıkılır fotoğraf çekilir, kütüphaneye gidilir sanatçıların kitaplarına bakılır. Ufkunu açacak şekilde yönlendiriyorlardı. Hiç bir şekilde şunu yap, bunu yap diyerek seni bir kalıba sokmazlar. İllüstrasyon bölümündesin mesela ama kendini istersen heykelle ifade et, istersen bilgisayarda fotoşop yap, istersen fotoğraf çek, istersen klasik illüstrasyon yap… Sınırlamamız yoktu, o da senin kişisel tarzını geliştirmene vesile oluyor… Bir yandan tabii aşırı bireyci. Kötü yönü de… Sadece piyasaya özgün sanatçı yaratmak ya da piyasaya özgün tasarımcı yaratmak gibi bir du-rum da ortaya çıkıyor aynı zamanda. Toplumsal kaygı olmadan, çevrende ne oluyor, ne bitiyor değil de, biraz daha hani özgün sanatçı üretimi yapan bir fabrika gibi o üniversite. (University of the Arts London’dan bahsediyor.)

Al: Peki sen konularını orada belirlemeye başlamış mıydın yavaş yavaş?

Leyla: Hayır, orada belirli konular verilir sana, o projeleri yapmak zorundasındır. Sadece bitirme projen serbest oluyor. Bitirme projesinde ben Şahmeran’ı İngilizce’ye çevirip, il-lüstrasyon kitabı olarak hazırlamıştım. Bir de Londra’daki insan çeşitliliğiyle ilgili bir portre fotoğraf projesi yapmıştım. Hintliler, Afrikalılar, Türkler vb. hepsinin sokaktaki hallerini, spontane fotoğraflar şeklinde, insanları durdurarak karelemiştim. İki tür fotoğraf anlayışı vardır: Kurgu ve doğal fotoğraf. Ben ikisinin ortasında bir şey yapmaya çalıştım. Tabii daha çok Türkiye’ye döndükten sonra, asistanken veya iş hayatında yaşadığım şeylerle ilgili çalışmaya başladım. Bürokrasi olsun… Zira asistanken bir sürü bürokratik ıvır zıvırla uğraşmak zorundasın…

Al: Akademi dünyasına girmeye ne teşvik etti?

Leyla: Aslında döndükten sonra ilk önce bir reklam ajansına girmiştim. Fakat oradan koşarak uzaklaştım çünkü bütün gün bir reklam düşünmenin hiç bir yaratıcılığı yok. Sanatın s’siyle alakası yok. Sadece tüketime yönelik çöp üretiyorsun orada, bir süre sonra yok olacak bir şey üretiyorsun. Dolayısıyla yapamadım, kaçtım oradan, yapmak isteme-

MUAF

Yara

Page 10: Muaf Sayı 1

10

dim. Tabii onun dışında bu dünyayı şaşaşalı gören insanlar yığını var, yani çoğunluk öyle görüyor. Yüceltilmiş bir dünya aslında. Orada çalışan insanlara da lüks bir yaşam vaadi veren… Mekanik kurulmuş robotlar gibi hepsi. Bir şekilde her sabah aynı şeye başlayıp kurulmuş oyuncak gibi aynı minval üzerinden devam ediyorlar. Çok da bilinçli yaptıklarını da düşünmüyorum. O lüks hayat onları cezp ediyor. Mesela yılbaşı partilerinde kuş sütü eksik bir tek. O şaşaa benim midemi bulandırmıştı…

Al: Ve kaçışı akademide buldun…

Leyla: Evet, çünkü bir yandan kendimi geliştirebileceğim, yüksek lisansımı, doktoramı yapacağım… Akademik titrlere çok inanmıyorum ama bir bilgi açlığım vardır mese-la. Araştırmak, okumak hoşuma gidiyor. Bir noktada durmak istemem. Yeni şeyler keşfetmek hoşuma gidiyor. Bir yandan birikimimi insanlarla paylaşabileceğim, öğrencilerle dene-yimlerimi paylaşabileceğim bir ortam. Öğrendiği şeyi sadece kendine saklamak değil de, orada etkileşim içine (onu da tabii almak isteyen öğrencilerle, o da zaten sınırlı oluyor) girmek hoşuma gidiyor. Fakat tabii o reklam dünyasında yaşananların farklı boyutlarının akademi dünyasında da yaşandığını keşfettim. Çünkü orada da, özel üniversite olduğu için bir halkla ilişkiler şirketi mantığı işliyor. Hocalar orası bir halkla ilişkiler şirketiymiş gibi davranıyorlardı. Dış

görünüşün çok önemli. Donanımından çok, kendini nasıl sattığın, nasıl “prezante” ettiğin çok daha önemli. Reklamcılığın bir devamı gibi… Mesela derslere ceketle gireceksiniz, makyaj yapacaksınız,

şık giyineceksiniz baskısı… Bunu daha uç noktalara taşıdılar zamanla…

Al: Hangi üniversitede oluyor bunlar?

Leyla: Kültür Üniversitesi’ndeydim. Hatta erkek dekan bize açıkça “cazibeli olacaksınız” dedi. Benim için çok şok edici bir şeydi, kulaklarıma inanamamıştım. Ama o sırada burslu yüksek lisans yapıyordum. İki senenin sonundaydım, bu kadar emeği yakmayayım diyerek ve kişilik mücadelesi vererek devam ettim.

Al: Bu sergideki hangi çalışmalar o döneme ait?

Leyla: Kuklalar mesela… Akademide asistanların çoğu eyvallahçıdır, pasiftir. Öyle olmamız isteniyordu. Ama ben görünüşümün aksine agresif ve devamlı kişilik savaşı veren bir insan haline geldim. Daha komik bir örnek olarak, bizim erkek dekanımızın kadınların ön ayak parmaklarını görmek istememesi ve yazın kapalı ayakkabı giyme zorunluluğu getirmesine karşın ben şıpıdık terliklerle gidiyordum okula. (gülüyor) O tip, küçük ama rahatsız edici şeyler yaparak mücadele ettim…Çoğunluk aynı olduğu için sen dımdızlak ortada kalıyorsun. Yurtdışından hocalar gelmişti -gerçi hoca

demiyorum onlara, sözde bilimciler- bir konferans için. Düzenlenen yemekte eski kadın dekan, yalaka asistanlarıyla masamıza “Kalkın adamlarla ilgilenin, dans edin…” falan diye haber yollamıştı. Ben de fakir ama gururlu bir şekilde, bunu kabul etmiyorum, işten atacaklarsa da atsınlar diyerek orayı terk etmiştim. Sonra da istifa ettim zaten. Sonra bir sene işsizlik dönemim oldu. O dönemde yaptığım resimler var. Evde çeviri yaparak harçlığımı çıkarmaya çalışıyordum. Toplum Çöplüğü’nde mesela, işsiz insanlar çöpe atılıyor. Para kazanmıyorsan, belli bir sistemin içinde değilsen, sabah kalkıp işine gitmiyorsan yararsızsındır gibi görülüyor. Ailen tarafından, çevren tarafından, toplum tarafından öyle kategorilendiriliyorsun. O tabloda ben çöpün içindeyim ve radyoaktif atık olarak sızıyorum topluma. Organizma Şehir’de şehir bir organizma ve herkes onun içine tıkılmış biçimde fakat biz sabah sekizde kalkıp dokuzdaki işimize gitmediğimiz için o sistemin dışına atılıyoruz. Köşede tek başına duran da benim zaten… Gözü Kapalı Bürokrasi’yi asistanlık sonrası yaptım. Gözü kapalı devamlı mühür basan birisi. Yüzlerce gereksiz dilekçe yazılıyordu. O noktada önemli olan öğrencilerin gelişimi falan değil, sadece bir şeylerin tıkır tıkır yürümesi gerekiyor. Dosyalar gitsin, gelsin…

MU

AF

Evli

lik

Çem

beri

Page 11: Muaf Sayı 1

Sonra biraz feminizm ve cinsiyet konularına baktım. Yüksek lisansta kültürel kimlik ve güncel sanat çalışmıştım. Sonra biraz kadın sanatçıları incelemeye başladım. O dönemden de tabii kişisel hayatımın etkisiyle yaptığım şeyler var. Belli bir yaştan sonra çevre baskısı oluşmaya başlıyor. Evlenmeli-sin, çocuk yapmalısın vb. -malısın’lardan oluşan bir dizi şey var. İdeal Gelin, İdeal Damat, Sevgi Çemberi o dönem-

den. İdeal gelin sadece bedenden ve tuvalet fırçasından oluşuyor. Kadının cinsel amaçlı ve evde bir hizmetçi olarak kullanılmasını eleştiriyorum.

Al: Ama erkek tarafından da bakıyorsun…

Leyla: Evet. İdeal Damat’ta da erkek, bir şişme bebek. Yani seks ihtiyacınızı giderdiğiniz, sizi aynı zamanda maddi olarak tatmin eden; işte evi var, arabası var, dolarlar uçuşuyor bir yandan… Bu evlilik programlarında dayatılan bir şey zaten. Evin, araban, sigortan var mı? Erkeği, baba evinden çıkıp koca evine gidişin garantisi olarak görme hali. O sülük yaşamın sürdürülmesi yani…

Al: Bunların yanısıra bir de Insan-ı Facebook var. Onu da ekleyerek, tüm bunların ortasında kendini nasıl konumlandırıyorsun?

Leyla: Bir yalnızlık durumu var. Bu resmi ilişkileri reddetmem ve kendi hayatımı oluşturmaya çalışmamın, yıllarca yalnız yaşamamın vs. getirdiği bir zorluk vardı tabii. İnsanların çok fazla yalnız olup devamlı internetin başına oturmaları sonuçta insani bir şey çünkü ne kadar izole olsalar da iletişim kurmaya ihtiyaçları var. Sanal da olsa birileriyle iletişim kurmak istiyorlar. Fakat elleri kolları bağlı aslında, kablolarla çevrililer. Bir süre sonra o sanal iletişimden dolayı mu- tasyona uğruyorlar. İnsanlıktan çıkıp böyle acayip bir yaratığa dönüşüyorlar. Benim de yalnız bir insan olarak, internet üzerinden iletişim kurmaya çalışarak yalnızlığı gidermeye çalışmak kuyusuna düştüğüm oldu tabii. Biraz kendimi de eleştirmiştim orada.

Al: Sergi’yi Muaf’ta açma fikri nasıl gelişti? Ve sonrasında, çevreye ve kendine yönelttiğin eleştirilerin ayyuka çıkışı, bunları insanlarla paylaşmak seni ayna karşısında rahatlattı mı?

Leyla: Bir sene kadar önce Kamusal Sanat Laboratuarı’yla

bağlantıya geçip, toplantılarına katılmaya başladım. Mu-

halif dil anlamında bir ortaklığımız var. Muaf’ta her ay bir

sanatçının çalışmalarını sergilemek fikri ortaya atıldıktan

sonra “seninkilerle başlayalım” dediler ve açtık… İlk anda

kendimi herkesin ortasında çırılçıplakmışım gibi hisset-

tim. Uzun zamandır insanlarla paylaşmıyordum. Öğretmen

kimliğimdeydim. Kutuya kapanmış bir hayvan gibi, kendi

içimde üretiyordum. Ortaya çıkmak beni korkutuyordu

ama bir yandan paylaşmak da istiyordum. Resim yapmak

çok yalnız bir şey çünkü. Buhranlarınla vs. her şeyinle 11MUAF

Doğ

urga

nlık

Bas

kısı

İdea

l G

elin

Page 12: Muaf Sayı 1

başbaşasın. Ama yine de insanlarla bunu paylaşmak istiyor-

sun, kendini anlatmak istiyorsun insanlara. Bütün resimleri

duvarlarda görünce, kafeye devamlı çeşit çeşit insanın

gelip gitmesiyle de bağlantılı olarak huzursuzluk hissi vardı

başta ama sonra alıştım. Hoşuma da gitti insanlarla birlikte

hayatın içinde olması. Aslında klasik dört duvar -beyaz küp

diyorlar ya işte- galeri ortamları bana steril ve yabancılaşmış

geliyor. Satış yapmak için seni etiketlemeleri, kategorilere

sokmaları gerekiyor. Ben de o şekilde çalışmayı sevmiyorum.

Fiyat belirleyip, kategorilere sokup kendimi özgürce ifade

ettiğim tek şeyden de vazgeçmek istemiyorum. Para kazan-

mak için yapmıyorum. Eğitmenlikle geçindiriyorum kendimi.

Al: Bu özgürlük hissi, tekniğine de yansıyor mu?

Leyla: Biraz da okulun; her türlü malze-

meyi deneyin, tuvalse tuval olmasın,

heykelse heykel olmasın, klasik anlamlarla

yapışmayın yönlendirmesinin etkisi var. Tu-

vali böyle dümdüz tek boyutlu, iki boyutlu

sevmiyorum. Biraz heykel gibi kullanmayı

seviyorum yani. Tuvalden dışarı taşan bir

şeyler olsun, farklı malzemeler kullanayım

istiyorum, öyle klasik dümdüz bir tuval

hoşuma gitmiyor benim. Ama tabii daha

keşif yönünde çalıştığımı düşünüyorum.

İşte tuval üzerine fotoğraf baskı

uyguladım, farklı malzemeler kullandım,

heykelimsi, kilden yaptığım üç boyutlu

şeyler yapıştırdım. Keşif aşamasındayım.

En son yine tuval

üzerine dikişle çalışmaya başladım. Sonra

bu sergide yer almayan son çalışmalarımda

biraz daha üç boyuta kaymaya başladım.

Tuvalin oluşturduğu altyapıyı bırakıp

daha ne yapabilirim diye düşünürken

Eminönü’nde kadınların boyadığı tepsi vb.

tahtalardan aldım, onu boyadım, üzerine,

çektiğim bir fotoğrafı kumaşa basıp üstüne

koydum, üstlerini de ipliklerle işlemeye

başladım. Kadın zanaatını farklı

şekilde yorumlayarak kullanmak

feminist sanatta da vardır. Andrea

Dezso, Miriam Scha-

piro gibi sanatçılardan etkilenmiştim. Hani kadın oturup

kocasına kazak örmüyor da, kendi tuvalini örüyor. Onlardan

yola çıkarak biraz da işleme yönüne gittim. Bir şeyleri ince

ince işlemek beni rahatlatıyor. Aslında bir yandan sabırsız bir

yapım var, onu zorluyorum. Biraz da bir şeyleri dokuyor gibi,

anlatıyor gibi hissediyorum kendimi. Ama tabii geleneksel

dokuma yöntemlerini bilmiyorum. Kendi tarzında kendi

söküğünü diken birisi olarak denemeler yapıyorum.

*Bağışlanmanın Dört Yolu, Ursula K. Le Guin, Metis Yay., Çev. Çiğdem Erkal İpek.

12

MU

AF

İdeal Damat

Page 13: Muaf Sayı 1

MUAF En A

z Ü

ç Ço

cuk

Page 14: Muaf Sayı 1

Patronun kızı büyük masaya konuk olmuş. Masa zengin mi zengin. Ellerde rakılar, tabaklarda mis gibi biftekler, köfteler, salatalar, mezeler (tatlılar sona)… Yedikçe yeni-yor, içtikçe içiliyor, oturdukça oturuluyor masada. Masa genleşiyor, enleşiyor, bütün odayı kaplıyor, odada masadan başka yer kalmıyor. Ve arada bir, bir kadın bağırıyor: “Patronun kızıı, patronun kızııııı!” Kahkahalar kopuyor, bakışlar çevrili-yor ak mı ak patronun kızına. Patronun kızının dili tutulmuş, elleri boşalmış, ayakları erimiş, dizleri çözülmüş, gözleri donmuş, kaşları düşmüş, ağzı yamulmuş, kulakları bozulmuş, ruhu daralmış… Patronun kızı çakılmış kalmış masaya. Ak mı ak patronun kızı, sarhoşların ağızlarındaki suları akıtıyor.

Patronun kızı damlalara bakıyor; şıp şıp şıp damlalara... Yer çekimi ne güzel, betonda bile işe yarıyor… Patronun

kızı sarhoşları unutuyor, ağızları unutuyor, kendini görünmez sanıyor ve “hiç yoktan bir çutram olaydı” diyor, “damlaların peşine düşeydim. Bir araya ge-tireydim damlaları. Çoğaltaydım gözümün aldığını, ellerimin taşıdığını. Önüme kataydım suları. Sulara

dalaydım. Suların dibine varaydım. Kim var orada? Şu suların dibinde ne var, bir dokunaydım… Suların dibine dokunmadan varmayaydım karaya…

Karada kıyı, kıyıda onca kalabalık… Dizi dizi, küme küme, halka halka, oturmuşlar, ayaktalar, gözleri kapalı, bakıyorlar, kim onlar? Vahşiler mi? İlkeller mi? Yerliler mi? Beni yerler mi? Maymuna kızarlar. Kaplan mı onlar? Boğa

mı, gergedan mı? Hep kızarlar mı? Fil mi yoksa? Hatırlıyorlar mı? Uygar mı onlar? Kıyıda toplanmışlar; neye?

Çıkamıyorum kıyıya, bir ahtapot dolanıyor bacağıma, boğuk ve sıcak bir müzik çalıyor vücu-duma, ahtapot pembe, esnek ve sıcak… Kıyıda

onca gürültü. Soğuk mekanik gıcırtılar. Gece boyu gıcırdayan dişlerin arasından dökülen kahkahalar, sohbetler, sohbetler… Masal anlatıyorlar sanki zaman geçirmek için. Her şey za-man geçirmek için. Zamana karışmak ne olacak? Var mıydı? Olacak mı? Bir gün biri ölmeden zamana karışacak mı?

Eklemler; takur tukur eklemler… Sürüngenler neredeler? Kıyıda kocaman bir gölge, dalga dalga yayılıyor uzamda… Genişliyor ucundan, kenarından; merkezler yaratıyor son-

TOPLANTIPupil La Barbaryan

14

MU

AF

Page 15: Muaf Sayı 1

ra kendine sağından solundan… Toparlanıyor… Ayrılıyor, birleşiyor; kopuyor, kopuyor, kopuyor… Bağlamlar bulunuyor sonra kaybediliyor. Tıkanıyor hareketler, hiç kimse koşmuyor. At değil ki onlar…

Kuş değil ki onlar, uçmuyorlar… Ötüşüyorlar ama… Kalçalarından ses tellerine varan bir ivmeyle hem de… Duruyorlar sonra. Boşluğa bakarak duruyorlar. Kendilerine gelirken hıçkırıyorlar. Ağlarken değil, hayır, ağlamıyorlar. Medeni mi onlar? Medeniler “Nasılsın?” diye sorar mı? “Var mı sende bi zencilik?”

Sende yok mu? Sen yok musun! Hınzır mısın, ırkçı mı? Zenci deyince olunuyor mu ırkçı?

Seslerinde bir hırıltı var. Bir cızırtı; şu bankalarda fatura kesen küçük cihazlardan çıkan sese benzeyen bir keskinlik. Veya testerelerin ağaçları keserken çıkardığı…

Ağaç demiyorlar artık, kestiler seslerini.

Çıkarsam kıyıya, duramam kıyıda. Dağlara tırmanırım. Bir ağaç kovuğu bulur, otururum. Oturur, dinlenirim. Ne kadar, bilmem…

Yanıt veremem. Faturamı kesecekler, üzerime otel dike-cekler, aşağıma kafe açacaklar. Satacaklar. Daha çok kahve satacaklar. Daha çok şeker gerekecek. Yine. Yetmeyecek. Hiçbir zaman yetmez. Zaman yetmez. Zaman büyütmez. Mısırları hep süt kalacak artık. Şeker gibi… Her şey pastörize. Bombalar düşerken gökyüzünden. Yine. Fareler çıldırmış olmalı… Fareler ceset yer. Kemirgen mi onlar? Tünelleri var. Köstebekler mi? Tüneller kazıyorlar. Tüneller yıkılıyor.

Karıncalar altında kalıyor. Hiçbir şey yerinde kalmıyor. Kaçıyor, kaçıyorlar… Kaçak var, yakalayıııııııın!

Yakalandım. “Her şeyi götünüzden anlıyorsunuz lan”, derken yakalandım. Taşa tuttular bedenimi. Cadı mıydım? Sırtımı döndüm, kapandım, top oldum. Zıpladım, yerlerde yuvarladım. Yuvarlandım, yuvarlandım, çığ oldum. Beyazdım. Uçurumun kenarından bakarken boz ayılar gördüm aşağıda. Çığlık atıyorlardı, aksıra tıksıra. Düşmedim. Rüzgâra tutundum. “Susun” dedim, “Somonları korkutacaksınız. Somonlar korkunca yön değiştirirler. Akıntıya karşı yüzmezse somonlar, dünya da bildiğin gibi dönmez sonra...”

Biliyorlar mı? Dünya mı? Dönüyor muymuş? Cahiller mi? Öküz mü? Dünyayı mı taşıyormuş? Kim? Dünyayı bir öküz mü taşıyormuş? Ne zaman? Cahiller mi? Öküz yalnız mı? Gücü yeter mi, besili mi yeterince? Bi başına dünyanın altından kalkar mı? Boynuzları altından mı? “Vurun kellesine! O boynuzları masamda istiyorum. Hemen. Şimdi!” Kim o? Kral mı? Kutsallar mı? Kadim mi? Zamansız, tarihsiz ve bol şiirli mi?

Okurlar mı, yazarlar mı? Çalarlar mı, söylerler mi? Çizer-ler mi, bakarlar mı? Çekerler mi, izlerler mi? İncelerler mi? Mercekleri var mı? Gelişmişler mi? Belgelerler mi? Destanlar-la… Bilgisayarlarda mı? Bilmeyi severler de, mi? Düşünürler mi bolca? Balık değil ki onlar. Hep sorarlar mı?

...Çünkü unutacaklar, mı? Yine. Karga değil ki onlar.

Araf

ta M

uaf

Page 16: Muaf Sayı 1

16

MU

AF

Page 17: Muaf Sayı 1

“Sen nesin?“ -sorar karga antene.“Senin sayende insanlar televizyondan uzakları izler; yine de dar görüşlüler. Hep seyrederler, ama görmezlikten gelirler gerektiğinde.”Anten ancak tıkırdar.

“Sen nesin?” -takırdar karga beton duvarına.“Senin duvar aralarında neden o kadar münzevi kalpler var? Neden kapılar sesli çarpılır ve o kadar insan sıkılarak zamanı öldürür?”Beton duvar ancak susar.

“Sen nesin?” -sorar karga dozerin kepçesine. “Sen nasıl, tonlarca toprağı kaldırır, tırnaklarını yere geçirirken, yine de hiçbir şey kavrayamıyorsun. Sen gerçekten o kadar burnu kalkık mısın?”Kepçe ancak biraz gıcırdar.

“Sen nesin?” -pıt pıt eder karga baz istasyonu direğine.“Sen insanların daima konuştuğuna ve şimdi bile tuvalette toplantıları iptal etmelerine sebep olursun. Ama söyle bana yine de birbirlerine anlatacak şeyleri yok mudur?”Direk ancak oraya buraya yaylanır.

“Sen nesin?” -gagalar karga arabanın ön camını. Seninle insanlar her yöne varabileceklerini sanırlar ama asla bir hedefe ulaşamıyorlar. Seninle insanlar daha fazla alışveriş yapıyorlarama biliyorlar mı alırken ve alırken üzerlerine neler yükleniyorlar?Ön cam tek laf etmez.

SEN NESİN?Gunther

Çeviri: Fatma Gültaş

17MUAF

Page 18: Muaf Sayı 1

Psikanalist Jacques Lacan Seminer’inin IV No’lu kitabında “aşkın yüce anından” bahsetmişti. Bu yüce an “aşkın iade edildiği” andır... Sevgi her zaman karşılığını aynıyla bekleyen bir duygu olarak görünür burada... Bir

karşılıklılık beklentisi -ve çok basitleştirirsek-, birini seviyorsam karşılığında onun da beni sevmesini isterim... Ve sevgi iade edildiğinde “dünyalar benim olur”...

Oysa psikanalizin en ilerlemiş kavrayışı bile böyle bir “karşılıklılık” momentinde duruveriyor. Başka bir deyişle aşka dair binlerce yıllık sohbetin ötesine pek geçemiyor: aşk sevilenle bir bütünleşme arzusudur diyordu Platon diyalogları... Tek gerçek sevginin tensel değil tinsel, dünyevi değil tanrısal olabileceğini söylüyordu Aziz Agustinos... Ve bu temalara, günde-lik hayatımızdaki -ne kadar kaldıysa geriye- idealler açısından halen tanışığız yeterince...

Spinoza bu karşılıklılık ilkesini yine duygular ve tutkular üstüne tartışmasının merkezine alıyor gibi... Ama bambaşka bir biçimde ve duyguları (üstelik en tehlikeli görünen aşk duygusunu bile) tanımlamaktan asla çekinme-yerek... E3: Önerme. 40, Sonuç 1’de ortaya ilk başta herkese pek tuhaf gelecek bir önerme atıyor: “Sevdiği birinin kendisinden nefret ediyor olduğunu kavrayan bir kimse nefret ile sevgi arasında beynamaz kalır. Çünkü bir nefretin hedefi olduğunu düşündükçe,

karşılığında düşmanından nefret etmeye yönlendirilmiştir; ancak varsayımımız icabı, onu yine de seviyordur. Dolayısıyla bu kişi sevgiyle nefret arasında gidip gelecektir... Göstermek istediğimiz de zaten buydu...”

Spinoza’nın Etika’sına herhangi bir noktasından başlamak mümkün -çünkü her önerme defalarca öteki öner-

Ulus Baker

SPİNOZA VE AŞKIN DİYALEKTİĞİ

18

MU

AF

www.korotonomedya.net’ten kısaltılarak alınmıştır

Back

, Le

yla

Erse

n

Page 19: Muaf Sayı 1

19

melere, varsayımlara ve tanımlara gönderip duruyor... Ama yukarıda andığımız ruhsal dalgalanmanın (fluctuatio animi) yarattığı bir belirsizlik var -ve bu işin içinden kolay kolay çıkılamaz gibi görünüyor... Ancak varsayalım ki Spinoza’nın eserinin içinde “melodramatik” bir vaziyetin de tahlili var -ve bu tahlil bize hem aşkın doğasının önemli bir yönünü, hem de malodramın doğasını açıklayabilir...

Biraz daha dikkatli okuduğumuzda, Spinoza’nın daha da ilginç bir önermesiyle karşılaşıyoruz aynı bölümde: “Eğer biri başka biri tarafından sevildiğini düşünürse ve böyle bir sevgi için ona hiçbir neden sunmuş olduğuna inanmıyorsa, onu zorunlu olarak sevecektir...” (E3, Önerme 41) Bu gerçekten tuhaf bir önermedir ve sevgiyi tanımlamadığınızda bundan hiçbir şey anlayamazsınız. Bu önermeyi bir öncekiyle birlikte okumak gerekir önce: “Eğer biri, başka birinin kendisinden nefret ettiğini düşünüyorsa ve ona bunun için herhangi bir neden sunmamış olduğuna inanıyorsa, karşılığında ondan zorunlu olarak nefret edecektir...” (E3, Önerme 40). Bu nok-tada günlük yaşantımızdan bir şeyleri yeniden hissetmemiz -sevgi ve nefret duygularımızla yaşadıklarımızdan bir şeyleri belli belirsiz de olsa hatırlamamız gerekiyor: Birinin benden nefret ettiğini kavrıyorum; oysa ona bu nefrete neden olacak herhangi bir şey yaptığıma inanmıyorum -ona hiçbir kötülük etmedim, zarar vermedim, nefretinin nedeni olacak hiçbir şey yapmadım ona (böyle düşünüyorum)... Peki bu düşünceden ondan “zorunlu olarak” (ne demek bu?) nefret etmeme nasıl geçiyoruz? İlk soru bu...

Ya da, birinin beni sevdiğini düşünüyorum, ama bunun için ona herhangi bir neden sunmuş olduğuma inanmıyorum... Ve karşılığında onu “zorunlu olarak” seviyo-rum... Bu da ne demek?

Spinoza asla birisi benden nefret ediyor, o halde ben de ondan nefret etmeye başlıyorum, biri beni seviyor, o halde ben de onu sevmeye başlıyorum demiyor. Bütün söylediği, birinin benden nefret ettiğine inandığımda bende zaten uyanmış olan kederin nedenini kendimde bulamazsam benden nefret ettiğini sandığım kişide bulacağımdır... Aynı şekilde, beni sevdiğine inandığım birinin bende uyandırdığı hazzın nedenini kendimde bulamazsam (zengin değilim, ona bir iyiliğim dokunmadı, güzel, yakışıklı filan bile değilim, vesaire...) onda bulacağım demektir bu...

Böylece yavaş yavaş Spinoza’nın daha önceden yaptığı ama şimdi artık dinamizm kazanan Sevgi ve Nefret tanımlarını kavramaya yaklaşıyoruz: Spinoza’ya göre bütün

duygular üç temel duyguya indirgenebilirler ve onların kombinasyonlarından ibarettirler... Varolma ve eyleme gücüm (arzu), bu gücün artışı (sevinç) ve azalışı (keder). Bu son derecede bedensel bir durumdur çünkü Spinoza duygulanışların hem bedeni hem de ruhu ifade ettiklerine inanıyordu. Ve bütün diğer duygular bu temel duygulardan türetilebilirler: böylece sevgi “dış bir nedenin fikri eşliğinde yaşanan sevinç”, nefret ise “dış bir nedenin fikri eşliğinde yaşanan keder” oluyor. Bu, yukarıdaki tuhaf önermelerin anlamını kavramamızı sağlamaktadır: eğer birinin beni sevdiğine inanırsam ve kendimde bunun için bir neden bulamıyorsam, onun sevgisine inanmamın bende uyandırdığı sevincin nedenini kendimde değil başka bir yerde, yani onda bulabileceğim anlamına gelir bu. Sevgisinin nedenini ken-dimde bulduğumda ise (gencim, güzelim, ona çok iyilikler yaptım), karşılığında onu “zoraki” sevmem, sevsem sevsem dolaylı olarak severim: ya onun sevgisini de ekleyerek kendime duyduğum öz-sevgiyi arttırırım (onun sevgisiyle kendimi severim) ya da, yaklaşık aynı anlama gelmek üzere, onu severim, ama ancak kendimi sevmeme destek olduğu ölçüde...

Bu durum nefret duygusunda daha rahat anlaşılır -burada durum çok daha karmaşık ve belirsiz olsa da: benden nefret ediyor, bu bende keder uyandırır, ama bu kederimin nedenini kendimde bulmaya genellikle pek yatkın değilim, yoksa hemen kendimden nefret etmeye başlamam gerekir... Ama bu çok büyük bir kederdir ve varlığımızı sürdürme güdümüze, yani diğer temel duygu olan arzumuza terstir. Dolayısıyla biz sevgiyi iade etmekten çok nefreti iade etmeye çok daha yatkınızdır. Birileri bizden nefret ediyor diye kolay kolay kendimizden nefret etmeye girişmeyiz...

Sevgi bir inançtır. İnanç dış bir nesnenin fikrini ger-ektirir ve içerir. Başka bir deyişle, en ilkel duygular olan sevinç ile kederi dış bir nesnenin etkisiyle yaşarım, ama bu nesneye dair bir fikrim olmadığında yine de yaşayabilirim. Ama insanlık durumu bunu illa ki bir dış nesneye atfetmeye yatkındır. Gücümün arttığını, sağlıklı ve güçlü olduğumu hissettiğimde çoğu zaman derim ki “bunun nedeni ben olamam, mutlaka ilahi bir kudret...” Bu, hatırlarsanız Nietzsche’nin de 19. yüzyılda dinin kökenine dair temel açıklamasıdır...

Peki aşkı cinsellik banyosuna soktuğumuzda, yani bedensel tutkular nezdinde ele aldığımızda ne olur? Spinoza bu konuda çok açıktır: der ki “sevgi

MUAF

Page 20: Muaf Sayı 1

aşırı olabilir”. Bu ne demek? Basitçe şu: her sevgi önce-likle bir bedenler karışımı, etki-tepki vaziyetidir. Ama bu etki-tepki ve karışım bireyin vücudunun bütününü de

etkileyebilir, yalnızca bir kısmını da... Mesela keder de bedenseldir... Ama bedenin tümünü etkilediğinde Spinoza buna “ölüm” der; zihnin bütününü etkilerse de “melankoli”... ki bu da

ölüme yaklaşma tarzlarından biridir... Ama tutkular çoğu zaman vücudun belli bir parçasını etkilerler... Gözü, kulağı, cinsel organları vesaire... Tad duyularımızı ihtiva eden parçaları etkilediklerinde bu tutkulara “lezzet” diyoruz; cinsel organlarımızı etkilediklerinde ise “fiziki aşk” ya da “erotizm”... Bunlar vücudun tümüne yayılmayan, kısmi etkilerdir... Organizmamızın belli bir yeriyle sınırlı kalırlar 20

MU

AF

Leyl

a Er

sen

Page 21: Muaf Sayı 1

21MUAF

ve gücümüzün büyük bir kısmı oraya yatırılır... Bu durum pekala başka başka etkilenmelere yatırılacak güçlerimizin tek bir yerde odaklanmış olmaktan dolayı engellendiği anlamına gelebilir. Spinoza için bir tutkunun, bir duygunun -sevgi gibi olumlu da olsa- “aşırı” olabileceği manasına gelir bu...

Spinoza Amor’dan, yani sevgiden bahsediyordu -cinsellikten bağımsız olarak; tıpkı sevinç ile kahkahanın aynı şey olmadıkları gibi, sevgi de cinsellikten ayrı düşünülebileceği bir boyuta yerleştirilmek zorunda... Bu bir Platonizmi asla gerektirmi-yor, çünkü Platonik Aşk denen şey bir “bütünleşme” mantığına dayanıyordu ve Spinoza’nın açıkça söylediği gibi, sevginin yalnızca bir sonucuydu, nedeni değil...

Spinoza sevginin kişilerarası doğasının oldukça farkındaydı... Zaten onu tanımlamaya girişmek cüretini de bu yüzden göstermişti. Başka bir deyişle sevginizi hiç değilse sevdiğiniz, ama esasında kendiniz için “tanımlamak” zorundasınız... Çünkü bu tek kişilik bir duygu değil, “dış bir nedenin imajı eşliğinde” yaşanan bir duygudur ve bütün insan toplumsallığının kaynağında yer alır. Bu yüzden sevgiyi aynı zamanda bir keder tipinin belirişinden ayırdetmek gerekiyor ‘kıskançlık’ ya da ‘sevginin karşılığının verilmemiş olmasından doğan keder (fluctuatio animi)’ Spinoza bu tür duyguların engellenemez olduğunun farkında olduğunu en baştan belli eder: duygularımız ve tutkularımız üzerinde asla irade sahibi değiliz. Yani isteyerek sevip, isteyerek nefret edemeyiz. Ama mesela bilebiliriz ki nefret bizim bir acımızdır; ve bu nefretin nedenini kavrarsak nefret duygusu otomatik olarak kaybolur. Ama unutmayalım ki nefret bizim bir kederimizdir. Sevgi ise dış bir ne-den dolayısıyla yaşadığımız sevinçtir. O halde nefreti bağladığımız imajları pekala varoluş gücümüzü yükselten sevgiye bağlama şansımız vardır (zordur ama vardır)... Böylece sevgi bir ‘emek’ ve ‘özen’ olarak karşımıza çıkar.

Neden bir emek peki?

İlk bakışta aşk diye olağan bir klişe vardır ve Walter Benja-min bunun karşısına “son bakışta aşk” mefhumuyla çıkmıştı. Yani bir aşık olma emeğinin işlediği bir alanın tanımlanabileceğini düşünüyordu. İlk bakışta aşk Spinoza’ya, benim yorumlayabildiğim kadarıyla, bir “çağrışım” olarak görünüyor. Beni kederlendiren bir durumdan beni kurtaranı severim. Ya da sevdiğim kişiyi hep yanımda, orada tutmak, varetmek isterim. Ya da, yine ve esas olarak, sevdiğim bir varlıkla birarada gördüğüm her şeyi sevmeye meyle-derim. Nefret ettiğim biriyle bağdaştırdığım her şeyden de nefret etmeye meyilliyim. Her şey, bütün bu duyguların düzlendiği, dolayısıyla ‘çağrışımların’ kurulabileceği hayali bir plana, düzleme işaret etmektedir: Spinoza buna “yüksüz duygular” diye tercüme

edebileceğimiz “gerçek anlamıyla duygu olmayan durumlar” diyor -bunlardan birisi “hayranlık” (admiratio), zıddı ise “horgörme” (contemptus)... Bunlar “emeksiz” beliren duygular ve bütün diğer duygulara bir zemin hazırlıyorlar. İlk bakışta aşk diye algıladığımız şey, aslında sevgi değil bir meraktır -sonradan sevgiye dönüşebilir ama anlaşılabileceği gibi epeyce kırılgandır. Biz genellikle hafiften sarsak, sanki başka bir dünyadan inmiş gibi görünen, şöyle ya da böyle bir beceriksizlikle hareket ettiğine şahit olduğumuz, ama henüz bir ‘acıma’ duygusuyla bakamadığımız varlıklara dikkat ederiz. Hayranlık bir tapınma değil, daha çok bir ‘dikkat celbidir’. Hissederiz ki karada yürüyemeyen o yengeç, kıyıda çırpınan bir balık kendi dünyasında, suda müthiş bir zerafetle yüzmekteydi. Her aşkın başlangıcı böyle bir ‘başka dünyanın zerafeti’ algısıdır... Bunu en iyi kadınlar anlıyorlar ve bir tür ‘şefkat’ duygusu geliştiriyorlar. Şefkat bir duygu ya da tutku değildir, bir ilgi, bir admiratio’dur. Olmadığında bu duruma horgörü, ya da basitce ve nötr bir dille “ilgisizlik” diyoruz...

Anlamamız gerek şey, bu “nötr” düzlemin bir duygu ya da tutku içermemekle birlikte, algısal temas oluşturduğu ölçüde son derecede güçlü bir tutkular potansiyeli taşıdığıdır. En basitinden “imajların” oluştuğu algısal düzlemdir bu. Ve galiba sinema aşkı bu durumla karıştırma gafletine pek erkenden düşmüş bir sanattır. Erken dönem ‘hareket-imaj’ filmlerinde hep bir bakışta aşık olunur ve aşkın bu olduğu zannedilir... Ya da aynı düzlem üze-rinde kıskançlığın, üçlü ilişkilerin temelleri atılıverir. Aşkı artık pek ciddiye almayan, onu hemen bir ailevi düzene, ‘özgür aşk’ sanılan bir savurganlığa, giderek bir ideolojiye dönüştürmeye çok elverişli bir çağda yaşıyoruz. Spinoza, üçyüz yıldan daha uzun bir süre önce, cinsel aşkı hangi anlamda ciddiye alabileceğimizi bence Freud’dan bile daha kesin bir şekilde ortaya koymuştu oysa: vücudun ve zihnin başka etkileşimlerine ket vurmayan, aşırıya varmayan bir şefkat ilişkisi... Şefkati analığa, burjuva aile değerlerine yükleyip yokeden bir dönem Spinoza felsefesini unutturdu. Şimdi yeniden aramaya bu yüzden başlıyoruz...

Page 22: Muaf Sayı 1

22

Geldi.

Elinde aynalı kitapla sarayın önünde durdu.

Konya’nın bozkırlarından, haçlının kininden, Horasan’ın bereketinden artık çok uzaktaydı. Sarayın kuzeye bakan bil-lur cam kubbelerinden yansıyan sureti semazenlerin üzerine yansıyordu.

Erkeklerin önünde çömelmedi.

İnsanlar yerine havada uçuşan ve tüm gökyüzünü ağdalı bir griliğe dönüştüren yanık kâğıt parçaları selamladı onu önce.

Evrenin tüm rüzgarları eteklerine dolanmış katmerli hüzniye adım attı isimsiz şehre.

Bekleyenlerin çoğunun yüzü saraya dönük, kimisinin gölgeli bir grilikti.

Herkesin göz oyuklarına kor bir ölüm oturmuştu usuldan. Devrim zamanında bir ihtimaldi düşüncesini mırıldanıyordu en sevdiği yazarın kitabından. Gönlüne kazınmıştı kelimelerin kabukları. Kazıyınca alttan açılan dehlizlere giren gün ışığı parşömen bir zemin olmuştu isimsiz şehrin gerçekliğine.

Aynalı kitabın boş sayfalarını gökyüzüne doğru açtı. Organsız bir beden gibi sayfaları nefes almaya başlayan kitapta, saça düşen yağmur taneleri gibi beliren harfler şehrin adını işaret ediyordu.

Ağzından tek bir kelime döküldü.

Ve uyandı, sırtı ter içinde kalmıştı, hemen bir sigara yaktı, dışarıdan geçen bozacının sesiyle bölündü gece, pencereden

yansımasına baktı. Gözlerinin altı bayağı mora çalıyordu. Rüyasının gerisini hatırlamaya çalıştı. Her zaman aynı şey olurdu. Bir rüya ne kadar hatırlanmaya çalışılırsa o kadar kolay unutulurdu.

Suya yazmak gibiydi bir rüyanın geri kalanını hatırlamak.

Baş ucunda Ursula Le Guin’in Rüyanın Öte Yakası ile George Bataille’in Lanetli Pay’ı duruyordu; kitapları karıştırdı. Lanetli Pay’da altını fosforlu kalemle çizdiği yerlere göz gezdirdi yeniden. Okuduğu kitaplar ruh durumun aynası gibiydi. O gün içtiği kahveden, üç şekerli bergamutlu çaya, tarçınlı çikolata şerbetli kurabi-yeye kadar her şey minik lekeler şeklinde mühürlemişti kitapları…

Ve kendi kendine tekrarladı: Hakikat mi kelimeleri, ke-limeler mi hakikatleri belirler?

Defterini aldı ve 3 aydır editörünün kafasını ütülediği, biraz daha gecikmesi halinde yayınevinin yayınlanacak kitaplar listesinden çıkaracağı roman dosyasının adını hiç olmadığı kadar emin bir şekilde harflere döktü:

Yanık Saray Manifestoları

Adsız şehir, hikâyesinin yazılmasını bekliyordu,Stereskop Klübesinin kadınlara yasak olduğu

Büyük Piçhane yangınından çok sonra Zamanın, katmerli bir merhem gibi

gönüllerde tortu kurmasıyla…

Esen Kunt

MU

AF

2. sayıda devam edecek

“Herşey rüya

görür. Şekl

in varlığın

ayrımları

maddenin rüy

a görmesidir

. Kayalar ke

ndi

rüyalarını g

örür ve yery

üzü değişir.

Ama zihin

bilinçli hal

e geldiğinde

evrim ivme

kazandığında

işte o zaman

dikkatli ol

manız gereki

r.

Dünyaya karş

ı özenli olm

anız gerekir

. Yolu

yordamı öğre

nmelisiniz.”

“Bilinçli bi

r zihnin bil

erek bütünün

parçası

olması gibi.

“Sistemli ol

arak rüyala

rdan yoksun

bırakılmak

halinde beyn

iniz size ço

k tuhaf oyun

lar oynamaya

başlar. Sizi

asabileştir

ir. Sürekli

aç hissetmen

ize neden ol

ur.”

Page 23: Muaf Sayı 1

Cadılar

*İsa’yı ele verdiği için Yehuda’ya takılan isim, katil anlamına gelir.

Dişleri gıcırdıyor el olmuşların İp üstünde yürüyor, yol boyu koşuyorlar

Sepete eklenen yumurtalar... Toprak kana doyunca

gökyüzünün buza kestiği yere gel Maral şimdi olgun.

Dişlerimizi söküyoruz yattığımız yerden Kurulduk rahata, elden ayaktan düşüyoruz.

Konuşarak bulandırıyoruz havayı Ama

Gözlerimizi ellerimizle yumuyoruz.

Helikopterlerden vuruyorları kurtları aklın alıyor mu?

Şu koca dünyada en vahşi olanlar kaybolan en çabuk.

Ancak bu sefer yanan Cadılar olmayacak!

Dişlerimizi söküyoruz yattığımız yerden

Kurulduk rahata elden ayaktan düşüyoruz.

Konuşarak bulandırıyoruz havayı Ama

Gözlerimizi ellerimizle yumuyoruz.

Helikopterlerden vuruyorları kurtları aklın alıyor mu?

Şu koca dünyada en vahşi olanlar kaybolan en çabuk.

Ancak bu sefer yanan Cadılar olmayacak!

Ormanın dışında, organ zindanında geçen saatler

Tabutun içine doğru ilerleyen yıllar... Kanunlarla kirlenip sinmeyeceğim.

Ne cadılara hainlik yaptım ne kurtlara ihanet ettim. İşkariyot*, bu sen misin?

23MUAF

Bir sürünün bembeyaz yünlerine sarındı dünya...

Sinik sunaklar ve ana katilleri doğanın Kayalar da çığlık çığlığa...

Onlara insan diyebilirdim fakat değiller. Giyinmişler jilet gibi

Ne yazar, yüzleri kanlı paçavralara benzer. Etrafımız savaş arabalarıyla çevrildi.

Page 24: Muaf Sayı 1