yuŞka - 1.sayı

16
yuşkafanzin yUŞKA ÖYKÜ.ŞİİR.FİKİR Leyla Kahraman│ Veysi Erdoğan│Anıl Alacaoğlu│Hikmet Zekai│ Mehmet Şarman│Ezgi Taşkın│Fırat Gül Söz sağnağı altındayız. Bitmek bilmeyen bir laf kalabalığı çınlıyor kulaklarımızda. Yine de bu tufan arasında söz söylemekten vazgeçmemek ve bir hakikat iddiasını, tartışmasını yürütmek adına... Epos ve Mitos ile! kasım-aralık. ikibinonüç. izmir Yıl: 1 Sayı:1

Upload: firat-guel

Post on 10-Mar-2016

260 views

Category:

Documents


2 download

DESCRIPTION

öykü-şiir-fikir fanzini!

TRANSCRIPT

•yuşkafanzin•

yUŞKA ÖYKÜ.ŞİİR.FİKİR

Leyla Kahraman│ Veysi Erdoğan│Anıl Alacaoğlu│Hikmet Zekai│ Mehmet Şarman│Ezgi Taşkın│Fırat Gül

Söz sağnağı altındayız. Bitmek bilmeyen bir laf kalabalığı çınlıyor kulaklarımızda. Yine de bu tufan arasında söz söylemekten vazgeçmemek ve

bir hakikat iddiasını, tartışmasını yürütmek adına... Epos ve Mitos ile!

kasım-aralık. ikibinonüç. izmir

Yıl: 1 Sayı:1

•yuşkafanzin•

İLK NEFESİ ALIRKEN... Herkese selamlar! Gezi parkı isyanı öncesinde atıl bir haliyet-i ruhiye içerisindeyken Nisan ayı civarında çıktı fanzin fikri. Hayatın olduğu gibi kabullenmenin ona yapılabilecek en büyük haksızlıklardan biri olduğunu düşündük. Biz de yeniden kendimize gelmenin, söz söylemenin aracı olarak fanzin filizinin arkasından gittik. Öykü, şiir ürünlerinin yer aldığı fanzinde başta edebiyat olmak üzere sanatla ilgili denemelere, fikirlere de yer vermeyi amaçlamaktayız. Edebiyatı da tartışma konusu yapmak, herkesin dolaysız bir şekilde içselleştirdiği ön kabullerini silkelemek gerekir. Tüm bu içerikle ilgili yazdıklarımızın haricinde sayılar geçtikçe fanzine eklenen bölümler olabilir. Biraz yolda görmek istiyoruz kendimizi. İzmir yerelinde çıkan fanzin ayrıca internet üzerinden de yayınlanacak, basılı halde İstanbul, Ankara, Diyarbakır’da da bağzı kitapçılara bırakılacaktır. Özellikle Bayburt kentine de sesimizi ulaştıracağız. Fanzine katkı sunmak, kolektifin ortağı olmak isteyen herkes görüşlerini, ürünlerini [email protected] adresine gönderebi lir. Emeği geçen herkese ve elbette fanzinin isim annesi olan Gözde’ye sonsuz teşekkürler. İlk sayımız Sibel Sürücü’nün anısına...

Öykü NÖBET - Hanife Pehlivan

Öykü KEKÊ R - Mehmet Şarman Öykü DÜŞÜŞ, YARA, KABUK, KAÇ IŞ - Anıl Alacaoğlu

Öykü AKLI DİLİNDE - Veysi Erdoğan Şiir İŞARET – Fırat Gül

Şiir LİZBONveİZMİR - Ezgi Taşkın Şiir PANOPTİCON - Hikmet Zekai

Fikir GEZİNTİ NOTLAR (I) - Fırat Gül Fotoğraflar - İsmail Alacaoğlu

Kapaktaki Fotoğraf – Josef Koudelk a

•yuşkafanzin•

NÖBET | Leyla KAHRAMAN

Çok uyudum. Uyanmak istemiyorum hiç. Hem uyansam ne olacak ki. Bugün günlerden ne, ayın kaçı bilmiyorum. Bilmem de gerekmiyor zaten. Pencereden sızan ışıktan gündüz olduğunu anlıyorum sadece. Arada bir gözlerimi araladığımda küçücük odadaki kapının girişinde yan yana duran ayakkabılara ilişiyor gözüm. Onları deterjanlamam gerekiyor. Ama çok yorgunum. Dün bana yardımcı olmaya çalışan ama bir türlü yardım edemeyen kadının yanından dönerken galiba bir pisliğe bastım. Birinin bokuna. Bok demek bile bir tiksinti uyandırıyor bende. Bastım mı basmadım mı emin değilim aslında. Görmedim bastığımı. Görmeden basmış olabilirim. Birçok şeyi yapıp yapmadığımı hatırlamıyorum çünkü. Artık her şeyi hatırlamak için özel çaba harcıyorum. Ayrıca hatırlamış olsam bile başka insanlar gibi gözümden kaçmış olabilir. Bastıysam eğer ve ben onu yıkamadan elim ayakkabıya değerse ya da değdiyse ve ben fark etmeden koltuklara, yiyeceklere, giysilere değerse ya da değdiyse. Hayır hayır. Tanrım bulaşmanın bu kadar hızlı olmasına dayanamıyorum. Acaba yanlışlıkla değmiş olabilir miyim? Ellerime bakıyorum. Ellerim sanki kirli ve kokuyor gibi. Hâlbuki ayakkabıyı çıkarırken ellerimi kullanmamıştım. Kullanmış mıydım? yoksa. Her zaman ayakkabımı diğer ayakkabının burnuyla, ötekinin topuğuna basarak çıkarmaya özen gösteririm. Ama bu sefer bir anlık dalgınlıkla değdirmiş olabilir miyim? Kardeşime soruyorum “ellerim kirli mi?” diye. Kendi dünyasından kurtulup bana yanıt vermesi çok uzun sürüyor. Sanki yıl geçiyor. O bana yanıt verene kadar ayakkabıya bulaşan pislik ellerimden evin her yerine dağılıyor. Bir komşu bir şey sormak için eve geliyor. Bu kadının eve gelmesinden hoşlanmıyorum. Dedikodu malzemesi bulmak için uğradığı kesin. Ayrıca çok dikkatsiz bir kadın. Şimdi kirlenmiş koltuğa hiç bakmadan bir yağ tulumuna benzeyen bedenini atacak. Dokunsam ellerim vıcık vıcık olacak. Pislikler yağ tulumunu hızla saracak. Keşke gelme diyebilsem ona. Bu benim için çok zor. Bana bir şeyler soruyor. Sorduğu şeyi duymuyorum. Duyamıyorum. Kadın kendi kendine konuşmaya devam ediyor. Bense kadının üzerine hızla yayılan pislikleri izliyorum. Kadın konuştuklarının karşılığı gelmeyince; biraz anlamaya çalışarak, biraz tedirgin, birazda topladığı dedikodu malzemesini diğerlerine bir an önce anlatmanın telaşıyla bize bakıyor ve yuvarlanarak evine geri dönüyor. Evinin her tarafına pislikler bulaşıyor. Oradan da bütün mahalleye, sonra bütün dünyaya. Bir yağ tulumu bütün dünyayı dolaşıyor. Ve dünya kirleniyor. Ve dünya kirleniyor. Kirlenmiş bir dünyada yaşayamam. Kalkıp bütün dünyayı deterjanlamak istiyorum. En sonunda da kendimi. Tekrar soruyorum kardeşime “ellerim kirli mi?” diye. Bir düşten uyanır gibi bana dönüyor bakışı. Kim olduğumu anlamaya çalışıyor sanki. Son zamanlarda o da bana benzemeye başladı. Usulca ve geçiştiren bir tonla “hayır” diyor ve tekrar düşüne dönüyor. Onun bu halinden, beni geçiştirmesinden nefret ediyorum. Beni anlamıyor. Az sonra her tarafın bir pislik denizine döneceğini ve ölebileceğimizi anlamıyor. Tekrar soruyorum ve ellerime iyi bakmasını istiyorum. Ben de bakıyorum sürekli deterjanlanmaktan yaralar açılmış ellerime. Sert bir tonla bu sefer bakmadan “hayır” diyor. Bana mı yoksa düşündekine mi söyledi ayırt edemiyorum. Korkuyorum. Tekrar soramıyorum. Acaba kadın geldi mi? Yağ tulumuna dönüşmüş kadın. Sormak istiyorum. Kardeşime bakıyorum. Gülüyor. Kadınla mı konuşuyor. Hayır. Kadın gelmedi galiba. Tekrar bakıyorum eve. Sadece eşyalar var. “Kadın….” diyorum mırıldanarak. Cümlenin devamı çıkmıyor ağzımdan. Korkuyorum. Çok korkuyorum. Sormazsam yaşayamam. Yaşayamayız. Kirlenmiş bir dünyada asla yaşayamayız. Yeniden gücümü toplayarak onun omzuna dürtüp “komşu kadın geldi mi?” diyorum. “saçmalama, ne komşu kadını” diyor. Hiçbir soruma doğru düzgün yanıt alamıyorum. Şüphelerim ve yanıtsız sorular beni yiyip bitiriyor. Yataktan çıkmak istemiyorum hiç. Hala yattığıma göre, aklımdan geçenler dün olmuş olmalı. Evet dün olmuş olmalı. Bugün evden çıkıp, bana yardımcı olamayan kadınla konuşup eve dönmüş olamam. İçimden bir ses ayakkabıyı ve ayakkabının değme ihtimali olan yerleri deterjanlamam gerektiğini söylüyor. Evde su yok. Lanet babam ve ablalarım vanadan suyu sürekli olarak kapatıyorlar. Parktaki çeşmeden doldurup getirmeye gücüm yok. Açım. Kardeşime bakıyorum, “açım ben” diyorum. Yine duymuyor. Acaba ben ona söylemedim de sadece aklımdan mı geçirdim. Tekrar yüksek sesle söylüyorum. Hiç bana bakmadan “bende, ama evde yiyecek bir şey yok” diyor. Aslında yemesem de olur. Ölmek istiyorum. Daha önce

•yuşkafanzin•

de ölmek istedim ama ‘hayatta daha tuhaf ne olabilir’ merakı yüzünden yapamadım. Şimdi çok bitkinim. Hayata dair bir merakım da yok ve sadece ölmek istiyorum ama ölmeye gücüm yok. Lütfen birisi benim kendimi öldürmeme yardım etsin. Lütfen.

İŞARET | Hikmet ZEKAİ

(I)

Bak! Bu, zaman. elleri yok ve de uzun ayakları

kendinden başka adı yok sarar sarmalar gökyüzünü

şu yeşil tepeleri, sonsuz denizi dile her gelişinde hükmü

katlanan bir ikindidir zaman

Bak! Bu, zaman. içinden geçeriz, sonsuz nefesinden

ele avuca gelmez bir efsun ya da oltadaki balığın bakışı

büyütür kanatır toprağı köhne bir evin çatlak duvarında

gizliden yanan bir mumdur zaman.

(II)

Üstüne üstüne devrilse de ölümün yoldaşı olsa da zaman...

...sen yine de akşamüstleri aç pencereni.

Temmuz-Ağustos 2011

Fotoğraf: İsmail Alacaoğlu

•yuşkafanzin•

KEKÊ R. | Mehmet ŞARMAN

Daxwaziya kak R. a herî kûr ew bû ku di dawiya emirê xwe de bi dînbûneke dijwar û bi gulebarenekê bihata kuştin.

Ji bo dîtina cihekî ku mirovên har û bicinaketî bi gulebaranê dikujin xeriteya dinyayê ji diwar kir, li ser maseya xwe a xebatê danî. Wê demê bi leqandina xeriteyê re dinya hejiya. Li navenda erdhejê –ciyê ku lê rûdinişt- hêvî kir ku ziyana mal û can çê bibe. Lê nebû, bi ber xwe ket. Got, “berxwedan jiyan e”, keniya, li xeriteya ber xwe nihêrt. Bi tiliya eşedê a sinnetkirî hêdîka li ser xerîtê geriya. Gava hate ser Gola Wanê ku ziyekî mezin tê de dijiya, tilî bir tirs rakir, xwe avête rojhilatê noqî nav Gola Nazukê bû. Gava destê xwe bilind kir çend dilop av niqutîn ser masê. Nedixwest xwîna wî bidilope. Weke avzêyekê biteqe, diwêr, der û dorê tevî bixemilîne. Ya baştir ev bû.

Ji bo pêkhatina van tiştan dawiya çiroka xwe meraq kir.

Dest bi nivisê kir.

Ger û mêzandina xwe domand. Nikulê penguenekî mist da li Entertîqayê, cemidî, bayekî sivik li laşê wî geriya. Ji wir bazda Efrîqayê, ji tirsa pêvedana dûpişkekî reş î dijwar, bi lez derbas bû. (Digotin di dojehê de dûpişk nola baranê bi ser gunehkaran de dibarin) Di dilê xwe de got: “Efrîqa netê ye.” Tiliya wî ku li Fransayê zimanê giyotînekê alast bi xwîn bû. Hinek xwîna gevez dilopî rojhilatê xerîteyê. Xwîn herikî bû gol. Aciz bû ji vê gerê, rabû, pencere vekir li derva nihêrî, baran nedibarî. Tarî, şevereş, bayekî sar li nav odê geriya. Ricifî, “ricifandin jiyan e”, nekeniya. Xwe di pencerê re daleqand li jêrê nihêrî, zirçika kesk weke nobedarên şevê di cî de rawestiyabûn. Niha ez xwe ji vir bavêjim gelo ez ê bimir im? Divê yek min dehf bide. Kes tune bû. Li pişt xwe fitilî, li tara stuyê xwe, li xozika pişt xwe nihêrî. Pirça tara situyê wî dirêj, xûzika pişt werimî bû. Dilê wî li hev ket ji xûzika wî ya ku ji şerma birêvaçûnên pozbilind emanet mabû. Xwest du şeqaman bi pelgoşeka xwe ve dayne, şep şep. Piştre derî ji vê fikra xwe ya avêtinê re vekir, got ya herî baş ez van qirîzê xwe yên avêtinê ji xwe dûr bixim ji bo daxwaziya xwe ya dawî û piroz hewl bidim.

Vegeriya ser maseya xwe, “vegerandin jiyan e”.

Kêliyekê bêlabat rawestiya –rawestin jiyan e- Xerite di nîvî de qat kir, li ekvatorê pilingekî can da, piştre bu çar qat, vê yekê tenê bandor li Kurdan nekir, lê her der nola gomlekekî bê utîkirî bi ser hev de qirmiçî, qateke din, zorava, apartmanên qaçax, tev hilweşiyan, car din, komxaniyên karmendan, yên ku ji bona dayina her teqsîdekê guyê xwe hişk dikirin, pere komdikirin, di beriyê de jî, jin û zarokan ji lazimiya dawî – erebeyekê- re çavên xwe fireh kiribûn û pelişîbûn, cardin qat kir, willayên ew kesên ku mezinaya febriqayên xwe ji xwe re dikirin balgîf, mewduatê di banqa de bi niyetê lihêfê dikşandin ser xwe di nav xore xorekê de dinivîsîn eçiqîn, dengê xirecirê qut bû, domand, êdî qat nedibû, xerîteya nola qutiya niftikekê ber bi dîwêr ve avêt, got: wiha be ez di aramgehekê de bibim mêvanê mirinê. Lê ev yek nedixwest. Xwest, dilsoziya ku bi deriyên aramgehan ve zeliqiye bipelêşe bavêje, nêrîn û ax û waxên kêmwijdaniyan ku di şibaka wan de deng daye bi destmalekê paqij bike. Fikreke baş e.

Deynê wî hebû ji banqeya ku qirêdî dida zarokên van kal û pîrên ku ji qenepeyekî jihevketî bêkestir bûn. - deyn jiyan e- Ji van segbavan bihata wê tara stuyê dê û bavên xwe jî biçandana û wê kartol û pembû lê bireşanda. Xwest ji donê goştên nifşên nû yên ku bi cipsên kartolan werimîne û zikê wan bûye nola kûpê şerabê bombeyekê çê bike, wan jî, van aramgehan jî biteqîne û bi hewa bixe. Lê p iştî kêliyekê ev xwestek jî nola pifkekê temirî. Dîsa

•yuşkafanzin•

daxwaziya kuştina bi gulebareneke dijwar di dest de ma. Lempeyek pêxist li ser xwesteka xwe ve bidarvekir, ji xwe ceryana min qaçax e, got ji ber çavên min winda nebe.

Kekê R. ji vexwarina çay hezdikir. Gava ku bihata gulebarankirin dixwest îskaneke çayê jî di dest de be. Yek ji guleyan li îskane biketa cam ji hev belavbûya bi xwîna wî re bipijiqiya. Gola xwîna xwe meraq kir. Gelo çima heya niha fêrî nebûbû? Wextê ku bimre wê qet jê re xwîn pêwist nebûy a. Got ez qala çi dikim? Ji xwîna erzan re ç i lazim e neqla qizilayê.

Gelo bivirê herî tûj çi ye? Bivirê herî tûj ne yê di dest jinên ku bi cina diketin û mêrê xwe bi bivirekî qetqetildikirin? Gelo muzeyeke ji van amûran vebe wê çi sûdê bide diroka mirovahiyê a beynelminel. Ne wisaye Xwedêyo?! Erê ne wisaye Freud?! Li hember jiyana ku ji ser devê van biviran re derbas dibe ne eybe mirov qala qûna ku ji stiriyan aciz dibe bike. “Qûn Jiyan e.”

Çay çê kir, çend heb zeytûn, hinek penêr di tepsikekê de li ber xwe rastkir, xwar. Dîsa wê êş bikeve mîda min. Mîde şewitî. Çiqas nexweşî li mîda wî peyda dibûn. Çima? Fitiqa mîdê, reflû, ulser, xofa mîdê, pişavtina mîdê, gastirît, xurifandina mîdê. Mîdeya xwe nabexşînim tu kesî. Bawerim gava vekin wê tê de tijî gule bibînin. Mîda xwe şibande sergoyê bajêr. Çiqas bêhneke pis jê dihat. Gava dihulqupî pirazervatîfên qelişî, kurdanên tirş, hevokên qetkirî, sitrana Em ketin dest neyaran lo dilo, pêlavên cizlawêt, bêhna pînên bi xwîn a ku ji ber jinan difûriya, li her derî belav dibû. Cihê ku pir hevdigan, hev xwîn dikirin, hewqas ji bi pisporî vedişartin bû sergoyê mideya wî. Bajar... Got rojekê ev sergo wê biteqe . Li ser gazinên we çima hewqas em bi ser hev de dan, hewqas temisandin, veşartin biteqe, xwediyê xwe bi xwe re bibe û here. “Tolhildana Sergoyekî Belangaz” nola navê filmeke fantastik û ji destketî.

Çima di jiyana min de zibil tune? Neynûkên min yên şikestî, têlên porên min yên weşiyayî, peçeteyên erzan yên genî, gorên diriyayî, fotografên berê, diyariyên erzan ê erebesk, şeşkevirên leyistokê, şûna derbên gazinên kêreke kalanî, Namirin, natefin tev li vir in. Bîranînên min weke serûmekê damarên min ên beradayî av didin. Çima tu tişt nayê û naçe? Her tişt singê xwe li laşê min çik dike, ez wekî heywanekî li dora kapê xwe diçêrim. Çima zibil tune di jiyana min de Xwedêêê! Çima?

Divê teqez beriya ev çîrok biqede ez bimir im. Yan tu yê min bikujî, yan ez ê te bikujim, an jî ez ê xwe bikujim Rebbî. Tu li wê derê yî, dengê min tê te, Cebrail çi dike, qet di xuriçikê wî de wehiyeke ku bi para min bikeve nemaye, hema tenê ayetek jî?

Kekê R. dixwest navê wî bi tîpên piçûk dest pê bike. Bêdeng wisa rawestiyabû. Çiqas xweş e ku mirov xwe weke qalçikê sivik hîs bike. Lê aniha dixwest bibe kakilê pereke kelemekî li cixareyekê peçayî. Lê niha nola di nav eyarê roviyekî rê windakirî ku qurbanê devê tivanga nêçrivanekî ye li qibla diwarê mala gundekî xwe dardekirî didît. Her tim wiha dîtibû ji xwe. Xwelîdank kişande ber xwe, piştre binokên cixareyê tevî xweliyê rijande ser mehfira ku ji qirêjiyê reng guhartibû. Xwelîdank di destê xwe de zîvirand bi neynûkê xwe yê xilo xaro li ser pişta wê hitebata ciwanan ku Ataturk nivisî. Li erdê da şikand, parî parî kir, qetên wê avête devê xwe cût, xwar. Ji doh ve tiştek nexwaribû. Xwarin bû girêk û di mîda wî de rûnişt. Ew jî rabû çû ku li ser mîda xwe rûnêy. Li derî da, dîsa dîsa, dengê zengil serê wî êşand. Kêliyek bi şûn de derî vebû. “ Bay Damarlardakî Asîl kan” nola dergavanekî li ber derî rawestiya bû. Got nasname, nasnameya xwe nîşan da, lê nihêrî got derbas be. Derbasî hundir bû, der dor bela-wela bû, çavê xwe li gêremola genî gerand. Got eywax ez bê vexwendin hatim ez ê bê minder bimînim. Tirsiya, lê ku ez cihekî rûniştinê ji xwe re nebînim ez ê çi guyî bixwim. Hê dengê zengil di nava ser wî de olan dida. Dest avête berîka xwe cixareyek derxist danî ser lêva xwe yekî ji dûr ve bang kir got, “stop”, çavên xwe li xwediyê deng gerand, zilamekî navsere, porê wî ji paş ve bi şayik şekirî ber bi wî ve dihat. Her ku dihat kenên miriyê goran li ruyê wî belav dibû. Gava gihîşte ber R. tiliyên neynûk dirêj û boyaxkirî tabeleyek nişanê R. da. R. li tabelayê nihêrî li ser “Li vê derê kêşandina cixareyê qedexe ye” dinivîsî. Bi hêrs cixare di destê xwe de guvaşt avête erdê di binê piyê xwe de pelçiqand serê xwe bilind kir li zilam nihêrî got ez te nas dikim. Zilam qet dirûva xwe sek na xwe xera nekir. Nas dikî, ez kî me? Min te di fi lma

•yuşkafanzin•

“Otobana Winda” de dîtibû, wê çaxê jî kêfa min ji te re nehatibû. Zilam vê carê bi dengekî bilind keniya. R. pişta xwe dayê çû, hat li ber deriyê xwe sekinî. Li zengilê derî da ji xwe zengil qet nesekinî bû kesî derî venekir pehînek lê da derî vebû li dîwar ket dîsa bi ser de hat. Derbasî hundir bû got m in kengê ew lewha xwarib û gelo? Derî zirze kir ber bi destşokê ve çû.

Fikirî ku hemû derî ji nalên bin piyê hespan e. Erê derî tev ji nalên çirokeke westiyayî bûn ku di şevedirêjê zivistanekê de derketibûn. Kêfa wî ji vê tasvirê re hat. Pîşeyê nalbendiyê di ber sikrata de bû, vê yekê ew aciz kir. Hilke hilke nalbendekî kevin hilda xiste nav şûşeyeke lembê, qetek pirtik ji sindoqa pîra xwe derxist li şûna fitîl, bi benzîn kir, xiste nav şûşeyê, çeqmaq ji berîka xwe derxist agir berda şûşeyê, şewqekeke sêwî li nav odê belav bû. Baş bû dengê zengilê jî sekinî bû. Çend tûran li nav odê geriya, li ber dîwêr rawestiya çavên xwe kutan şewqa lempê, sî lebitî. Sî carê dikete şiklekî, pîrebokên ku şevên zarokitaya wî xeniqandibûn niha li hember wî diçirisî, dileyist.

Piştre xweşka xwe dît, xweşka xwe ya mezin ku rojekê bi pîqabeke dîzel xatir jê xwestibû bi girî û sitranên diya xwe çûbû pişt çiyayekî bilind. Got li min bibore, min bibexşîne tu tişt ji destê min nedihat. Xweşka wî dengê xwe nekir, bi sivikî dest bi sitranekê kir: “Lê lê dayê çiya bilind e ez te nabînim,” dengê wê hê jî xweş bû. Kak R giriya, keniya got: liqumê ku me ji dikana H. Seyitxan dikirî çiqas xweşbûn ne wisa. Arên wan liquman bi hewa ket heya li hêviya Kak R barî. Keniya bi dengê bilind. Piştre li dîwêr alava lempê da lotikan, govend girt leyist. Kak R. vê yekê bi leystikvaniya xweşka xwe ya zîrek ve girêda. Got te çi qas xweş dileyîst sergovenidiyê.

Dev ji diwêr berda xwest here tiwaletê riya xwe ne dît, çend caran li erdê ket, kuxiya rabû ser xwe çû kete tiwaletê. Tif kir, alast, tif kir alast divê ez xwe di çavên kerekî de veşêrim ku tu amurên x-ray min nebînin. Baş bû ez neçûme hecê, baş bû min rojiya xwe jî xwar ne wisa bavo?

Ji xwe û axaftina xwe aciz bû, şalê xwe şeqitand mîz kir. Destê xwe ber bi serê xwe ve bir qalfakê serê xwe rakir, hinek peçete, sabûn yek ji darikên serpembû yê guhan xiste hundir. Mejiyê xwe derxist, di nava destê xwede guvaşt nîvê wê vekir, nola simitekê derbasî serê kîrê xwe kir, got wiha here ez ê saleke din teqez bibim serokwezîr. Kuxiya, çavên wî şewîtin derî vekir ber bi pacê ve reviya, pace vekir got divê ez heya dawiya vê çirokê bimirim. Min soz dabû xwe. Li jêrê nihêrî, ji tariyê pêştir tu tişt nedixuya. Piyên wî dişewitîn, heya navtenga wî şewateke dijwar hildikişiya. Dîsa li jêr nihêrî, bi tirkî kir gazî:

Diqaatt!

Nişan al!

Atêşşş.

Xwe berda ser zirçik a kesk î nû avdayî.

(Xwe kuştin jiyan e.)

•yuşkafanzin•

DÜŞÜŞ, YARA, KABUK, KAÇIŞ | Anıl ALACAOĞLU

Az sonra yapacakları şeye bakmaya çekindiği için arkasını dönmüş gibi duruyordu. Oysa en azından bulundukları yer itibariyle pek bir seçenekleri yoktu ve bu işi, alelade bir şeymiş gibi öylece ayakta yapmak istiyorlarsa tam da bu şekilde durmalıydılar. Niyeyse o bu durumu, basit bir gerekliliğin sonucu olarak değil, bir utancın, bir korkunun tepkimesi olarak görüyor, arkası dönük, düzensiz nefes alış verişleriyle bir aşağı, bir yukarı bakınıyordu. Arada bir karnını kasıp sertleşmesini sağlıyor, sonra bunun ne işe yaracağını bilemeyip bilakis işi zorlaştıracağını bildiğinden tüm kaslarını salıveriyordu. Kıpırdayıp duran ayak parmaklarını, bazen tüm gücüyle yere bastırıyor, topukları yerden biraz yükselip sonra gerisingeri yere yapışıyordu. Bu bir gerginlik belirtisi miydi, yoksa sırf heyecandan mı yerinde duramıyordu bu parmaklar, düşünmeye gerek yoktu. İkisinden de biraz vardı işte, hatta belki birkaç karmaşık duygu daha. Yüz yirmi derecelik bir açıyla içe doğru bükülmüş bedeni, yaklaşan şeyi hissedip titremeye başladı sonra. Bu kadarı da fazlaydı hani. Sanki ilk kez yapıyordu bu işi. En tanıdık fiziksel acısı bu değil miydi sanki. Başını bir kez daha yeri eğip nefesini hızlıca verdiğinde, buruşmuş, kararmış, bir tuhaf olmuş dizlerini görünce hatırladı ki, hayır, en tanıdık fiziksel acısı bu değildi. On iki yaşını doldurana, üzerine aniden çöküveren uysallığı huyunu suyunu değiştirene dek hiç kapanmayan, kabuk bağlasa bile tekrar dökülüp tekrar kanayan, geçmez diz yaralarıydı en aşinası. Sürekli düşüp duran sersem bir çocuktu, ama hiç sağa sola düşmüyor, hep dizlerinin üzerine düşüp ikisini birden aynı yerden yaralıyordu. Önceki düşüştün kalma kabuk, o anda merdivenin köşesine, kaldırım taşının sivri yerine, topraktaki ufalanmış küçük taşların üzerine ya da her gün biçilmekten diken diken duran çimlerin ortasında gezinmekte olan bir salyangoza yapışıyor, kalkmaya çalıştığında orada kalıyor, ona açık bir yara bırakıyordu, dudakları kadar pembe, kalbi kadar hassas. Annesi kendini yenileyip duran aynı yarayı görüp bağırıyordu oğluna, ne beceriksiz çocuktu bu. Yürümeye ne zaman başladı diye soran meraklı diğer anneleri, herkes gibi başladı ama henüz çok iyi öğrenebilmiş değil diye cevaplıyordu kadın, yılgın. Ona göreyse, bu aynı yerde, aynı şekilde beliren yara, elbette ki aynı yara değildi. Biri, onu ısırmaya azmetmiş bir köpekten kaçmaya çalışmanın, kaçamamanın yarasıydı, diğeri, heyecanla arkasından koşulan o en sevilen çocukluk arkadaşının başka bir şehre taşınırken kamyonun arkasından el sallayışına, aynı şekilde değil, deliler gibi bağırıp peşinden koşturarak cevap verişin yarasıydı, bir diğeri, mahallenin en dul ve en huysuz adamının balkonuna takılmış dünyanın en renkli ama en tutsak uçan balonunu patlatarak kurtarmak için atılmış taşın, adamın penceresine isabet edişinden duyulan korkunun paniğe dönüşmesinin yarasıydı. Her biri başkaydı işte, hele bir tanesi, diz kapağında daha sonra kabuk bağlayıp iyileşecek küçük bir yaradan daha fazlasını yapıp şu an dizlerinin titremesine sebepti ki, o da, onu ensesinden kedi yavrusunu annesinin şefkatinden yoksun tutar gibi tutup yere doğru bastıran adamın gücüyle ters orantılı çaresizliğinin yarasıydı. Karnını sertleştirmenin nasıl bir işe yarayabileceğini ilk kez deneyimlemesine yol açan bu durum, aynı zamanda karnının içine doğru uzanan bir boşluğu olduğunu anlamasına da yol açmıştı. Dizlerinin üzerine zorla çöktürülmüş, ensesi kıpkırmızı, karnı sert, içi boş bir çocuk olarak, ilk kez kendi sakarlığı ya da şapşallığı dolayısıyla değil, eline koluna hakim olma konusunda uzmanmış gibi görünen bir yetişkinin kötülüğü yüzünden yaralanıyordu. Hem sadece kendi eline koluna değil, ellerini bel kemiğinin orada bir yerde birleştirdiği ve tek eliyle zapt etmeyi başarabildiği çocuğun ellerine, kollarına hatta kendisine de hakimdi. Sonra düşününce, hatırlayınca, hayır aslında tam olarak aklından çıkmayınca fark etmişti ki çocuk, bu onun için çok zevkliydi. Hangisiydi ama bunca zevkli olan. Bir çocuğun kıpkırmızı, buruşuk diz kapaklarında kimsenin fark bile etmeyeceği bir yara açmak mı, onu böyle, övgüyle azarı aynı anda gerçekleştirmek mümkünmüş gibi bir eliyle kontrol ederken diğeriyle okşamak mı, yoksa içinin boş olduğunu fark ettiği yalnız ve yaralı bir çocuğun içini doldurarak mutlu etmek mi onu mutlu ediyordu. Ah, ne saftı. Gerçekten ihtimaller onun için bu kadardı bir zamanlar. Şimdiyse biliyordu gerçeği. İşin

•yuşkafanzin•

tuhafı, şimdi, o zaman zorla olması istenen şey olmaya gönüllü oluşuydu. Evet, kızarıyordu bunu düşündüğünde, korkuyordu da, istiyordu da. Başını bir kez daha yukarı kaldırdı, dizlerine bakmak iyi gelmemişti ona. Duvara dayayıp güç aldığı ellerine çevirdi gözlerini. Parmaklarının ortasında da görmek mümkündü diz kapaklarındakine benzer buruşuk, yaralı, iğrenç deri parçalarını ama onları düşerek yaralamamıştı hiç, daha çok ısırışıydı buna neden olan. Neden bilmez, tıka basa olacağından korktuğu bir otobüsü beklerken, huzurdan bahsetmeyen bir kitabı okurken, ağlayan kadınları gösteren bir film i izlerken ya da şişman bir adamın gövdesine bakarken hep ısırırdı buralarını. Bunların tümü rahatsız edici gelirdi ona. Tıklım tıklım dolu otobüslerde hemen arkanda hep biri olur, öylece durur. Bir kitap, okuyana huzur vermeyecekse niye okunur. Filmlerde kadınlar ağlıyorsa başına bir şey gelmiştir ve bir adam çok şişmansa… şişmandır… ya da sadece ona benziyordur. Parmaklarını ısırdığı, parmak ısırmanın tadına ilk kez vardığı o adama benziyordur. Onun için bir şaşkınlık belirtisi değil, bir rahatsızlık belirtisidir bu. Şimdi de aynısını yapmak istiyor ama bu, onun, arkasındaki şu güzelim herife gergin olduğunu belli edecek, bunu yapmamalı. Sadece daha önce elli, belki yüz kez yaptığı şeyi yapmalı, istediği bu. İçinin boş olduğunu keşfettiğinden beri dolu tutmaya çalışıyor. Kaç saniye geçti, yeterince yumuşatamadı mı karnını ya da ya da yeterince sertleştiremedi mi adam. Bu kadar uzun sürmemeli, olmalı ve bitmeli ki sadece zevkini alıp ötesini düşünmeye fırsatı olmasın. Gel gör ki uzadıkça uzuyor bazen böyle, titredikçe rahatsızlanıyor, her şey çok zorlaşıyor sonra. Of, çok sıkılıyor.

Dizlerine bakıyor tekrar, az öncekinden daha düzgün görünüyor gözüne, ne de olsa yıllardır düşmüyor, bu karanlık köşeye geldiklerinde adam kemerini çözmeden önce onu dizlerinin üzerine eğilmeye ikna etmeye çalıştı. Öperek reddetti onu, olduğu yerde arkasını dönüp bu açıda büktü vücudunu, fazlasını istememeli. İnsanın en çirkin yerleri, insanın dizleri diye geçiyor içinden, benimkiler çok düştüm diye böyle diyelim, başkalarının ki çok mu güzel. Dirsekler de öyle, bir hayvana aitmiş gibi duruyor, mesela bir…

Başka şeyler düşünüp rahatlamaya çalıştığı tam bu anda, adam içindeki boşluğu doldurmaya talip, hayli de istekli, harekete geçiyor. Neden sadece kendisi hazır olduğunda harekete geçer ki insan, karşı tarafın en boş anında üstelik. Böyle düşünerek unutkanlık ediyor oysa, kendisi de o adamdan bu taktikle kurtulmuş, yaralı dizleriyle en uzun süre düşmeden koşma rekorunu kırmamış mıydı? Harekete geçmeye tam olarak hazırdı ve adam kesinlikle boş bir anındaydı. Ellerinden birini, onun elinden sıyırıp kendine çekti, ısırdı, adam bağırdı, geri çekildi, fırsatla vücudunu biraz öne çekip kopardı bağlantıyı, önce dizinin birini büktü, koşmaya hazırlandı, diğeri peşinden gelecekti, umuyordu ki bunu yapacak gücü vardı. Ensesindeki nefes sıcak sıcak geliyordu şimdi, belli ki öfkeliydi ona. Uslu bir çocuk olması istenmişti ama olamıyordu işte. Dizleri perişan, pantolonu kalçasının bittiği yere kadar sıyrık, kolları kendinden geçmiş gibi savruk, bir deliye aitmiş gibi parlayan gözleriyle koştu gitti karanlıkta, yolda pantolonunu çekmeye fırsat bulabildi mi, merak ediyor adam, yoksa bu denli umursamaz mı sırf bu sefer kaçacağım telaşıyla. Hangi geceydi bu? Bir çocukken, hem dizi hem siki kabuklu olduğu o gece mi, yoksa şimdi hem alnı hem götü açık koşturup durduğu bu gece mi? Hangisinde başaramadı kaçıp kurtulmayı? Hoş, bir önemi yok. Belki de haklı annesi, bu çocuk aynı yarayı kanatıp duruyor.

•yuşkafanzin•

AKLI DİLİNDE | Veysi ERDOĞAN

Uçakta hep ön sıralarda seyahat ederim. Birinci ile üçüncü koltuklar arasında mekik dokurum daima. Nedeni uçağın daha az sarsılmasıdır. Bir ara uçağın kanat kısmında oturmuştum. Aman Allahım ne feci bir şeydi. Sanki rüzgâr, uçağın kanatlarından süzülerek ruhuma tokat atıyordu. Öldüm öldüm dirildim. Yemin ettim, bir daha arkalarda oturmayacağım diye. O gün bugündür önlerde otururum. Mesela şimdi, iki numaralı

koltuğun koridor kısmındayım. Yerim oldukça güzel. Rahatım. Uçağa binmeden önce havaalanındaki kitapçıdan kitap ve dergi aldım. Uçaktayken okumanın keyfi bambaşkadır. Alnımdaki basıncı unutturuyor bana. Bu, migrenimle baş edebilmemin yollarından biri. İyi geliyor. Ayrıca bulmaca çözmek de öyle. Harfleri bir tespih tanesi gibi kâğıda dökmek müthiş keyiflidir.

Tayyare nedir? Soldan sa ğa dört haneli…

Uçakta zamanını iyi değerlendirmek yarışına girenler, beni hiçbir zaman geçemeyecekleri kesin. Bu duygu bile insana ferahlık veriyor. Ruhum şenleniyor. Gülümsüyorum. Ayrıca bunları yaparken de kahvemi eksik etmiyorum. Bir daha, bir daha içiyorum. Hosteslerin hepsi beni tanıyor. Adımı bile biliyorlar. “Kerim Bey hoş geldiniz, iyi yolculuklar” diyorlar. İndiğimde ise “iyi günler Kerim Bey.” Ve hep gülüyorlar. Anlamıyorum bunu. İnsan hep gülebilir mi yahu? Bu bence imkânsız. O gün sevgilinle kavga etmişsindir. Memleketten kötü bir haber duymuşsundur. Maaşına zam gelmemiştir henüz. Bekliyorsundur. Birbirine sarılarak uyuyan bir çiftin görüntüsü aklına mıhlanmıştır belki. Hayıflanmışsındır kendi talihsizliğine. Vesaire vesaire…

Ben, talihsizlik sözcüğünün anlam hanesine yazılmış biriyim bugün. Ama başka türlü bir talihsizlik. Solumda iki kadın oturuyor. Biri anne. Diğeri kızı. Uçağa bindiğim andan beridir onların her cümlesi kulağımın sokaklarında cirit atıyor. Dünyaya susmamak için gelmiş bir anne ve bu nedenle aklı sancılı bir kız. Benim son birkaç dakikadır çektiğimi bir ömür çekiyor gibi bir duruşu var kızın. Kız, benden midir, yoksa annesi onu benim karşımda utandırdığından mıdır bilemem; ama durmadan “bak anne, arka koltuktaki adam uyudu ve horluyor, lütfen anne sen de uyu” diyerek konuşmasına engel olmak istiyor. Kız, her halinden belli benimle ilgileniyor ve konuşmaya çalışıyor; ama annesi gümrük memuru gibi kızın ağzında durduruyor cümlelerini. Anne, biçimsiz konuşan bir karma kişilik! Rahatsız! Anlaşılmaz biri! Kalabalık! Ne söylediğini anlamak için onun evladı olmak gerek galiba. Ki kızı onun aklı gibi, kurduğu her cümleyi anlıyor. Ben annenin söylediklerini kızın yanıtlarından anlayabiliyorum ancak. Yoksa başka türlü olmuyor. Mesela “koltuklarınızı dik tutup, emniyet kemerlerinizi bağlayınız” cümlesini – annenin adına Hasibe Teyze diyelim - “kltklrnzı dik tutp, emnyet kmrinizi bağlynız” diye anlıyor. Çeyrek akıllı yani! İnsanın bu tür kişilere üzülmesi gerekirken ben onun için üzülmediğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Rahatsızlık veriyor çünkü. Mesela şimdi “Düşkaçıran” adında bir kitabın en güzel öyküsünde beni okuduğum metinden uzaklaştırmada profesyoneli oynuyor. Buna proseför de diyebiliriz; dilidurmazgillerden.

Geçende Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde önemli bir yazarın bir konuşmasını dinliyordum. Dinleyicilerden birinin yazara yönelttiği “nasıl yazıyorsunuz?” sorusuna yazarın verdiği yanıtın Hasibe Teyze’ye tıpa tıp uyduğunu fark ettim. Yazar, yazınsal ile yaşamsal serüvenini anne ve babası üzerinden şöyle aktarıyordu: “Ben yaşamda babama benzerim. Babam üç heceli bir sözcükten ibarettir. Konuşmayı pek sevmez. Ama bu üç heceli tek cümlesini birkaç değişik anlama gelecek şekilde o kadar güzel kurar ki şaşırırsınız. Annem ise büyük bir hastalıktan ötürü konuşmadan nefes alamayan bir kişilik. Börtü böceğe, ağaca, suya, taşa, toprağa, gökyüzünden yeri ayrılmış bir kar tanesine durmadan konuşur. Çünkü sustuğunda nefes alamaz hale gelir ve fenalaşır. Bir tek uykusundayken konuşmaz, her insan gibi. Bundan dolayı galiba ben yaşarken babam, yazarken de annem gibiyim.”

•yuşkafanzin•

Yazarın yanıtındaki annenin diğer ötekisi Hasibe Teyze, bir kol kadar uzağımda oturuyordu. Acaba o da konuşmadan nefes alamayanlardan mıydı? Merak içindeydim. Kızına –özür belirterek- annesinin bu kadar çok konuşmasının nedenini sorduğumda “geveze” yanıtını aldım, çok güldüm. Kız da benimle gülmeye başladı. - Kızın adı Keziban olsun - “Evde de öyle” diyordu Keziban. Bazen ne söylediğini bilmeden cümle kuruyormuş. Hiçbir şey adınaymış söyledikleri. Aklının yelkenine ne değerse onu üfürüyormuş boşluğa. Boşlukta yaşıyormuş. Çünkü âmâymış, gözü kapalı yaşayanlar familyasından. Ayrıca tekerlekli sandalyeye bağlıymış. Yani kötürüm. Kazadan sonra olmuş. Ayağı tutmaz, gözü görmez bir kimse oluvermiş. Öldürsen iki cümle kurmaz bir kadınmış eskiden. Yazarın babası gibi pek konuşmayan biriymiş. Kaza ertesi, dili de açılmış birden. Susmak nedir bilmeyenlerin safına geçmiş. Önüne ne gelirse söyleyenlerden olmuş. Aklı dilinin arkasındaymış sanki. Dili, Hasibe Teyze’nin her şeyi olmuş. Pek konuşmadığı zamanlarının hıncını şimdi çıkarıyor gibiymiş. Keziban, kazanın olduğu gün Hasibe Teyze’nin karnındaymış. Kaza sırasında dünyaya gelmiş. Anne kız birbirinin ikizi gibi olmuşlar zamanla. Keziban, sağa hafif dönerek bana anlatmaya başlıyor:

“Kaza geçirdiğimizde sanırım bir kış günüymüş. Yollar aşırı buzluymuş. Bir baş dönmesi sonrası karanlık bir zaman. Gözler hastanede açılmış. Alçılar, sargı bezleri, serumlar... Annem ayaklarından ve gözlerinden olmuş. Bilincinde de hafif kaymalar tespit edilmiş. Ben o sıra annemin ağırlığıyım. Kardeşimle birlikte. – Kardeşinin adı Muhsin olsun - Hacimsel bir büyümenin ispatıyız ikimiz. Gelmişiz dünyaya o sıralar. Ben altıparmaklı, kardeşim kambur. Bundandır; kaza sonrası çocuğuyuz biz. Ama siz üzülmeyin Kerim Bey - o da ismimi biliyor – anneme de kızdığıma bakmayın. Biz aslında göründüğü gibi değiliz. Dünyayla şakalaşıp yürüyoruz işte. Herkes gibi değil; kendimiz gibi. Ha, şu konuda hemfikiriz; annem o kadar gereksiz cümleler sarf ediyor ki insanı bunaltıyor. Bir kayayı dinlemek, annemi dinlemekten daha anlamlı geliyor bazen. Ama ne yapacaksın anne işte, atamazsın. İnancınız olsun Kerim Bey, bu cümlelerin hangi kaynaktan geldiğini bilsem, o kaynağı kökünden kurutmak için elimden geleni yaparım. Ama henüz o kaynağa erişemedim. Bazen kendisine soruyorum: ‘Anne’ diyorum ‘lütfen söyle bunca cümlenin memleketi neresi?’ Annem sayıklarcasına yanıt vermeye başlıyor: ‘Onları Kaf Dağı’ndan getirdim’ diyor ‘Simurg bana verdi.’ ‘Simurg kimdir’ diyorum. ‘Simurg benim en son gelen kuşumdur’ diyor. Şaşırıyorum. ‘En son gelen kuş ne demek anne?’ ‘O hani var ya, en son gelen işte O’ diyor. Devamını getirmiyor işte. Ben tutup bu isimden böyle bir kuş var mı diye araştırıyorum. Bir daha şaşırıyorum. Annem Feridüddin Attar’ın Simurg’unu işaret ediyormuş meğer, o kitaba göndermede bulunuyormuş. Nasıl bilebilirim ki bunu? Annemin aklı bunlara erer miydi? Annem çoğunlukla bu tuhaf düşünceleriyle kafamı karıştırıyor. Neyse Kerim Bey geçende gene ağzında bir şeyler geveliyor. ‘Bana boş levhayı getir’ diyor ‘resim yapacağım.’ Bir anlam veremiyorum. ‘Anlamadım anne, ne istediğini bir daha söyler misin lütfen.’ ‘Kızım resim için boş bir levha, kendimi çizeceğim.’ ‘Kendini mi?’ ‘Kendimi karşıma alıp, konuşmak istiyorum.’ ‘İyi de anne bunu nasıl yapacaksın?’ ‘Çok basit, levhaya bakacağım.’ Gidip bir tablonun içindeki resmi çıkartıp, ona boş bir şekilde bir çerçeve sunuyorum. ‘Peki anne, al bu boş bir levha’ deyip çıkıyorum odadan. Mutfakta bir çay içimi zaman geçiriyorum. Annemi merak ediyorum sonra. Odaya girdiğimde ‘Bak kızım’ diyor ‘insan dünyaya boş bir kâğıt üzerinde gelir, yaptıklarıyla bu kâğıda resmini çizer. Bunun adı, ömürdür kızım.’ Ve ekliyor ‘Bak bu bir gömlektir. Bu da gömleğin düğmeleri. İnsanın yaşı ilerledikçe düğmeler alttan üste doğru kapanır. En son düğme zamanımızın azlığına işarettir. Gidiciyiz demektir bu. Öte tarafa. Anladın mı kızım?’ ‘Hiçbir şey anlamadım anne, yaptın yapacağını, beni ilginç düşüncelerinin arkasından koşturacaksın gene.’ Gidip onu da araştırıyorum çabucak. Meğer annem John Locke adında bir İngiliz filozofun “Tabula Rasa” kavramlaştırmasını hayat felsefesine dönüştürmüş. Gömlekler, düğmelerin havada uçuşu da güzel bir muamma. Gayet yerinde, şık çıkarsamalar falan. Böyle işte, annemin vaziyeti. Nasıl hareket edeceğimi bilemiyorum bazen. Saçmalayıp saçmalamadığını da kestiremiyorum artık. Yarı Hasibe yarı bilge gibi biri. Mesela Kerim Bey, bir zaman önce annem büyük bir hafıza sorunu yaşarken kendisine Mehlika denilmesini istedi ve uzun bir süre “Mehlika sultana yedi âşık genç” dedi durdu. İlk başlarda anlamadık. Babam - adı Abdülhamit olsun - çok kıskandı. Anneme çok kızdı. Bir ara üstüne yürüdü kadının. ‘Baba’ dedim ‘ne istiyorsun yarım bir kadından? Görmüyor musun aklının kendine yetmediğini?’ Babam iki hecelik bir cümleden ibaret bir adam. Hemen sustu, bir şey

•yuşkafanzin• diyemedi. Annem Hasibe diğer adıyla Mehlika, yeni ismini pek bir güzel bulduğundan tutup ölmüş babasına telgraf uzunluğunda bir mektup yazdı: ‘Pek muhterem babacığım, sizden olma kulunuz ben Hasibe, bundan sonra adım Mehlika’dır. Aynalara bakmayı kendime yasaklıyorum. Köydeyken evimizdeki kuyu vardı ya ona bakmaya gidiyorum. Baba bana kızma, ne olur! Baba ben Mehlika’yım. Bu da kızım Sultan.’ Benim adım birden Sultan oluverdi Kerim Bey. Bir zamana kadar annem Mehlika, ben Sultan dolaştık birbirimizde. Babam da gerileme dönemini yaşayan padişahlar gibi sarığı koynunda karşımızda pinekledi. Tablo hazırdı artık. Padişah Abdülhamit, valide Mehlika, zavallı Sultan. Aklını kaybetmiş bir zamanın bekçileriydik sanki. Nerede dursak orada yamalıydık. Sonra sonra okuyacaktım bir yerlerde Yahya Kemal’in bir şiirinden fırladığımızı. Annemin müstear ismi o şiirden ilhamını alacaktı. Böyle işte Kerim Bey. Çok uzattım galiba. Benim de annemden az kalır yanım yok, değil mi?”

Estağfurullah Keziban Hanım anlattıklarınız karşısında afalladım ve annenize çok şaşırdım. Onunla ilgili anlattıklarınız onu benim gözümde bir deli bilge yaptı. Simurglar, Tabula Rasalar, Mehlika Sultanlar falan... İnanın çok etkilendim. Bu kadarını beklemiyordum. - Hasibe Teyze hâlâ bir şeyler mırıldanıyor - Havsalam kabul etmedi ilk başlarda, hatta annenizin durumunu yadırgadım. Bence kadirşinas bir kadın. Değeri ölçülemez biri. Kıymetli... - Bu arada Keziban’ın altıncı parmağını arıyor gözlerim. Bulamayınca merak ediyorum – “Keziban Hanım özür dileyerek altıncı parmağınızın nerde olduğunu sorabilir miyim?” “Altıncı parmağım mı? Annem onu saklıyor.” “Nasıl yani?” “Anlatayım Kerim Bey, kaza sonrasında annemin bilincinin açık olduğu zamanlar, bizi koynuna alıp sevdiğinde benim altıncı parmağım kardeşimin de kamburundan dolayı devamlı ağlardı. Bütün bunların sebebini kazada arardı. Kazayı bilincinden tamamen çıkartmak için benim altıncı parmağımı basit bir operasyonla aldılar. Annem tutup onu kazanın olduğu yerdeki bir ağacın altına gömdü. Nedenini de hiçbir zaman söylemedi. Kardeşimin kamburu öyle kaldı. Bu nedenle annemin azabıdır Muhsin. Onu her gördüğünde kafasını yastıklara yorganlara gömdü. Muhsin de evi terk etti. O günden sonra iyice nefessiz kaldı annem. Herkesle, her şeyle muhabbet etti, ilişki kurdu. Karşılığını beklemeden, onları dinlemeden. Babam ise içine gömüldü, tamamen sustu. Annem acısı dinsin diye konuştukça konuştu.”

Keziban anlatmayı kesince Hasibe Teyze’ye döndüm. Bir şeyler sayıklıyordu sanki: “Muhsin… Oğlum… Kamburum…”

Muhsin’i merak etmeye başlamıştım epeydir. Sonrasını öğrenmek istiyordum. Keziban’a döndüm, birden sordum: “ Muhsin nerede pek i?”

“Muhsin mi? O çok önemli bir yazar oldu. Yeni bir kitabı çıktı. Geçende Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde bir söyleşisi vardı.”

“Öyle mi?”

•yuşkafanzin•

LİZBON VE İZMİR İÇİN | Ezgi TAŞKIN Ne vakit öpmeye kalksam, çevirirsin başını, saklarsın göğsündeki yanık izini; Kale’min, insanımın çığlığını, ortak olurum sana; yetmez bu başkaldırışlar acını ağartmaya, Bir kere daha tanık olmuşum, senden ayrı, bir şehrin koynunda uyanmışım; bu kez, gerdanında bu kızın yara izi; depremin şiddeti sükun etmiş ruhuna, öpemiyorum, kaçırıyor benden mezar izini... Sevişmeden, sarsam ellerimle belinizi; duysam, Acıkan karnınızın sesini; günün ilk ışıkları, sabah ezanı, zangoç'un çanı; hatırlatsa bana köylümün toprağa giden ayak sesini, ışıldayan demirini; Anadolu’su, Evora’sı..... Şart koşmuşlar size evliliği, beşik kertmesi niyetleri, Birinize Bordeux, birinize uydurma Avrupa başkenti, Ben ise hiç anlamam bu beyefendileri, biri şarabıyla kandırır, kibar Fransız Diğerinin uzun boyu, görkemi, bizden biri; ama bir AĞAOĞLU marifeti, Şimdi anarım eskileri; beni kandırmak için bin dereden su getirdiğiniz günleri; birinizin Sintrası, aşkının en uç noktası, diğerinin Şirince şarabı, genzimi yakan hatırası

Fotoğraflar: İsmail Alacaoğlu (Lisbon Metro İstasyonu)

•yuşkafanzin•

GEZİNTİ NOTLAR (I) | Fırat GÜL

-Dostoyevski romanlarının ayırıcı özelliklerinden birisi karakterlerin durmaksızın konuşmasıdır. Kişiler ister romanın kahramanı isterse de metnin bir bölümünde görünen birisi olsun, hiç fark etmez, kendilerini diğerleri karşısında ifade ederler, sözlerini söylerler. Her karakter gerilimleri, çıkmazları, öfkeleri, tutkuları ya da düşkünlükleriyle konuşur. Mihail Bahtin ‘Dostoyevski Poetikasnın Sorunları’ kitabında karakterin özbilincinin diyalojikleştiğini ifade etmektedir. Ona göre Dostoyevski kişileri ‘Her veçhesiyle dışa dönüktür, yoğun bir şekilde kendi kendisine, bir başkasına, bir üçüncü kişiye hitap eder.’ Bu dışadönüklük, bireyin kendini açığa vurmasını, gerçekliğini ortaya koyabilmesini beraberinde getirir. Eşit bir edebi uzamda Mişkin de konuşur, Budala kitabının başında yer alan tren sahnesindeki memur da. Ve diyalog ancak karşılaşma yoluyla mümkün olur.

-Spinoza’da karşılaşmalar önemlidir. Her varlığın var kalma çabası (conatus)

sırasında yaşadığı karşılaşmalarda, bazen onu güçlendiren bazen de direncini azaltan etkilerle çıkması söz konusudur. Gezi direnişinde zamanın tanıklarını etkileyen şeylerden biri de karşılaşmanın yarattığı etkidir. Bir arada, aynı karede durmalarının akla hayale gelmediği farklı varlık tarzları yan yana gelmiş, birlikte sözünü söylemiş, birbirini dinlemiştir. Her toplumsal grup, farklı ideolojik yapılar, tek tek bireyler, daha öncesinden bir şekilde tarif ettiği diğerine kendinde yer açmıştır. Bu durum onların kendi sınırının değişmesine yol açmış, gelişmesine ise kapı aralamıştır.

-Mihail Bahtin “Dostoyevski’nin yapıtları, bir söze hitap eden başka bir söz

hakkındaki sözdür. Temsil edilen söz temsil eden sözle bir düzeyde ve eşit koşullarda birleşir” dedikten sonra devam eder ve bu sözlerin birbiriyle karşılaşmasının sonucundan sözün yeni boyutlarının, işlevlerinin açığa çıktığını belirtir. Gezi deneyimi insanlarda yepyeni çağrışımlar yarattı. Algılar sarsıldı, imkânsız görünenin öyle olmadığı anlaşıldı, sadece ismi var olan perde aradan kalktı. Bütün var olma tarzlarının iyi ya da kötü denilmeden birlikte kudretlerini arttırdığı bir toplumsal, siyasal ortamın derinleşmesi arzusuyla.

•yuşkafanzin•

PANOPTİCON∗ | Hikmet ZEKAİ

∗ The Panopticon is a type of prison building designed by English philosopher Jeremy Bentham in 1785. (http://en.wikipedia.org/wiki/Panopticon)

•yuşkafanzin•

“Temmuz ya da ağustos ayında Yuşka omuzlarına ekmek heybesini takıyor ve şehrimizden ayrılıyordu. Yol boyunca otların, ormanların hoş kokusunu soluyor, gökyüzünden doğan, aydınlık, sıcak havada yüzdükten sonra ölen beyaz bulutlara bakıyor, taşlık sığ yerlerde mırıldanan nehirlere kulak veriyordu. Böylece hasta göğsü dinleniyordu Yuşka’nın; hastalığını, veremini hissetmiyordu artık. Toprağa eğiliyor, nefesinden bozulmasınlar diye üzerlerine solumamaya çalışarak çiçekleri öpüyor, ağaçların kabuklarını okşuyor, patikaya baygın halde düşen kelebekleri, böcekleri kaldırıyor ve onlarsız yetim kalacağını hissederek uzun uzun yüzlerini seyrediyordu.”*

* Andrey Platonov, Dönüş. (Metis)