eg 139. sayı

40

Upload: ekim-gencligi

Post on 07-Mar-2016

247 views

Category:

Documents


11 download

DESCRIPTION

Ekim Gençliği 139. sayı / Eylül 2012

TRANSCRIPT

Üniversitelerde “yeni” bir dönem başlıyor. Sermayeninüniversitelere dönük saldırıları açısından geçmiş dönemin devamısayılabilecek bu “yeni” dönemde, saldırıların kapsamı şimdidenbiliniyor. Yaz döneminde cezaya dönüşen soruşturmalar, dinci-gericipartinin harçları kaldırma hamlesinin ardındakiler ve yeni YÖKDisiplin Yönetmeliği, yeni dönemde üniversitelere dönük saldırılarındaha kapsamlı bir biçimde hayata geçirileceğinin sinyaliniveriyor.

Elbette bu kapsamlı saldırı paketinden çıkacak olanlaryalnızca bunlarla sınırlı kalmayacak. Dinci gericiliğin toplumungeneline yönelik gerici saldırıları üniversite gençliğinin dekarşısına çıkarılacak. Emperyalizmin Ortadoğu’ya yönelik kirliemelleri, Türk sermaye devletinin bu süreçteki uğursuz rolü veKürt halkına yönelik kirli savaş konusunda gençliğin bilincinindumura uğratılmaya çalışılması da bu saldırı paketinin bir parçasıolacak. Ve nihayet, gençliğe yönelik faşist baskı ve zorbalık,saldırıları bütünleyici/tamamlayıcı bir yer tutacak.

Şimdilik yalnızca başlıklarına değinilen bu saldırılar yenidönemin temel mücadele gündemleri olacak kuşkusuz. Gençlikhareketi, tüm bunlar karşısında ortaya koyacağı mücadelekapasitesi ve saldırıları püskürtebilme yeteneği ile güçlenipgelişebilecek. Aksi takdirde hareket bugünkünden daha kötü birtablo ve geri bir düzey ile karşı karşıya kalma akıbetindenkurtulamayacak.

Harçların kaldırılması ve ticarileştirme saldırıları

Harç ödemelerinin başlamasının hemen öncesinde dinci-gerici partinin şefi Tayyip Erdoğan’ın harçların kaldırılacağınadair yaptığı açıklama ile başlayan tartışma, esasında paralıeğitimin tablosunu da ortaya sermiş oldu. Zira “müjde” olaraksunulan haberlerin ardından yapılan incelemeler, harçların, birüniversite öğrencisinin eğitime yaptığı toplam masrafın içindeçok da belirgin bir yer tutmadığını gösterdi.

Bu tartışmaların sonunda sermaye devleti gençliğe “müjde”vererek harçları kaldırdığını açıkladı. Örgün ve açıköğretimde harçlarkaldırılırken, ikinci öğretimler bu düzenlemeden muaf tutuldu. İkinciöğretim harçlarının kaldırılmamasını “yasal engellerle” açıklayan AKPşefleri, farkında olmadan eğitimin ticarileştiğini de itiraf etmiş oldular.Harçların örgün ve açıköğretim için “katkı payı” statüsünde olduğunu,ikinci öğretimler için ise “eğitim bedeli” olarak tariflendiğinibelirttiler.

Sermaye hükümetinin bu adımı, parasız eğitim yönündezerrece bir umut yaratmamalıdır/yaratmamıştır da. Yalnız solçevreler değil, burjuva cenah bile, harçların kaldırılmasınınparasız eğitim anlamına gelmeyeceğini, eğitimin neredeyse tümaşamalarının paralı hale getirildiğini, üstelik harçlarınkadırılması ile kesilen kaynağın üniversite öğrencilerindenbaşka biçimlerde kesinlikle çıkarılacağını söylemek durumundakaldı.

Bunun yanında, ikinci öğretim harçlarının kaldırılmamasıgençlik kesimleri tarafından tepkiyle karşılandı. Bir diziüniversitede gençlik, ikinci öğretim harçlarının da kaldırılmasıtalebiyle alanlara çıktı. Tepkiler genel olarak bu talebe sıkışmışolsa bile eylemlerde parasız eğitime dair yapılan vurgular daanlamlı bir yer tuttu.

Öte yandan, harçların kaldırılması, esasta Bologna süreci

çerçevesinde atılacak adımların maskelenmesi amacına hizmetetmektedir. Bunun üzerinden yaratılmak istenen havanın ardından yenisaldırılar devreye sokulacaktır.

Sözkonusu saldırıların başında ise devlet üniversitelerininmütevelli heyetlerine devredilmesi gelmektedir. Uzun zamandır

sermayenin gündeminde olan devlet üniversitelerininmütevelli heyetlerine devredilmesi projelerinin somutadımlarının atılacağı anlaşılmaktadır. Yanısıra, hemenakabinde hayata geçirilen banka/öğrenci kartı uygulamalarıda sürecin işleyeceği yöne işaret etmektedir.

Tam da bu yüzden harçların kaldırılması ile rantkapılarından birini kaybedecek olan üniversite yönetimleri

seslerini çıkarmamış, bu kayba razı olmuşlardır. Sermayebaronları ise zaten egemenlikleri altında olanüniversitelerin doğrudan yağma ve talanlarınaaçılacağı nedeni ile bu adımı olumlukarşılamışlardır.

Bu saldırı ve yerel ya damerkezi tüm somutuygulamaları, gençlik

“Yeni” dönemde gençliği kapsamlı saldırılar bekliyor...

Gençliğin devrimci hareketinibüyütelim!

3

hareketi cephesinden başlıca mücadele gündemlerinden biri olarak elealınmak durumundadır. Sadece eğitimin ticarileştirilmesi değil, birbütün olarak üniversitelerin sermayenin ihtiyaçları doğrultusundadönüştürülmesine yol açacak bu saldırıyı püskürtebilmek elzem biryerde durmaktadır.

Yeni YÖK Disiplin Yönetmeliği ile

gençlik baskı altına alınacak!

Gündeme harç tartışmalarından önce gelen fakat tamamlanmasısonrasına kalan yeni YÖK Disiplin Yönetmeliği, gençlik hareketineyönelik önemli bir saldırıyı ifade etmekle birlikte geniş gençlikkesimleri için de benzer anlamlara gelmektedir. 12 Eylül cuntasınınbaşladığı işi tamamlayan yeni disiplin yönetmeliği, her türlü yasak vaceza ile üniversiteleri bir anlamda kışlalara çevirmektedir. “İleridemokrasi” demagojileri gündemdeki sıcaklığını korurken çıkarılan buyeni disiplin yönetmeliğinde her türlü hak arama eylemi ya da baştadisiplin cezalarına olmak üzere üniversite yönetimlerinin verdiğikararlara karşı yükseltilen itirazlar suç sayılmakta ve cezalandırılmasıöngörülmektedir.

Yeni yönetmelik, gençlik hareketi için başlı başına bir saldırıyıifade etmektedir aslında. Zira her türlü eylemin engellenmesi, Bolognasüreci işletilirken hayata geçirilecek saldırılara verilmesi muhtemeltepkilerin şimdiden önünü kesmek, böylelikle süreci mümkünolduğunca sorunsuz bir biçimde işletebilmek kaygısındandoğmaktadır. Afiş, bildiri, stand gibi araçların ‘üniversite yönetimininiznine tabi olmak şartıyla’ serbest bırakılması ise baskı ve zorbalıklabastırılmak istenen hareketin ehlileştirilebilmesine kapı aralamakanlamına gelmektedir. Küçük bir kısmı da olsa, devrimci ve ilericiöğrencilerin baskı, soruşturma ve cezalara rağmen meşru haklarındave çalışmalarında ısrar edecekleri öngörüldüğünden böylesi birehlileştirme kapısı aralanmaktadır.

Yeni yönetmelik ile soruşturma-ceza terörünün hız kazanacakolması, buna karşı mücadeleyi de temel bir gündem olarak ele almazorunluluğunu dayatmaktadır. Her şeyden önce üniversitelerdekidevrimci siyasal faaliyeti bitirmeye yönelik soruşturma-cezalarınardından ortaya konan kapı önü direnişi vb. biçimler de yeniyönetmelikte ayrı bir ceza maddesi olarak tanımlanmaktadır. Bu dasoruşturma-ceza terörüne karşı fiili-meşru mücadele bayrağınınyükseltilmesi sorumluluğunu yüklemektedir.

Üniversiteler dinci-gericiliğin hedefinde

Yaz dönemi, dinci-gerici odakların toplum genelinde yaymayaçalıştığı gericiliğin üniversitelerde de hayata geçirileceğini gösterdi.Kampüslerde yapılan camiler ile fakültelerin eşdeğer tutulmasıyönünde açıklamalar yapan dinci parti şefleri, önümüzdeki süreçte buve benzeri uygulamaların yeni adımlarla devreye sokulacağını dabelirtmiş oldular.

Dinci-gericiliğin üniversite gençliğine yönelik hesaplar yapmasışaşılacak bir durum değil elbette. Yarı-aydın kimliği ile toplumsalsorunlar karşısında öyle ya da böyle duyarlılık gösteren bir kesmigericilikle kuşatıp etkisizleştirmek, hem dinsel gericiliğin hem desermaye baronlarının büyük önem verdiği bir sonuç olacaktır.Dolayısıyla üniversitelerdeki tarikat/cemaat örgütlenmelerinin önüaçılacak, sermaye devletinin sadık uşağı faşist çeteler de her dönemolduğu gibi korunup kollanmaya devam edilecektir.

Tüm bunlar karşısında gençiliği gericiliğe teslim etmeme başarısınıgösterebilmek gençlik mücadelesi açısından önemli bir yerdedurmaktadır. Ancak bu, yalnızca AKP’ye ya da onun şahsındasimgelenen gericiliğe sıkıştırılmamalı, her türlü burjuva gericiliğinekarşı sosyalizmin aydınlığının propaganda edilmesi ilebütünleştirilebilmelidir.

Emperyalist savaşa karşı anti-emperyalist mücadele!

Önümüzdeki dönem, emperyalist güçlerin Ortadoğu’ya yöneliksaldırganlığı tırmandırmandırdığı bir dönem olacak. Busaldırganlığı açık bir emperyalist işgalin izlemesi,

emperyalist güçler tarafından Ortadoğu’da yeni bir paylaşım savaşınıngündeme getirilmesi kuvvetle muhtemel. Burjuva düzen güçleritarafından yapılan tartışmalar bile emperyalist işgal ve savaşıngerçekleşip gerçekleşmeyeceği üzerinden değil, hangi tarihlerdegerçekleşeceği üzerinden yürüyor.

Türk sermaye devleti ise tüm bu emperyalist saldırganlık içindeçok özel bir yer tutmaktadır. Düne kadar ülke topraklarını NATOüssüne çevirerek ya da ihtiyaç olduğunda emperyalizme askeribirliklerle destek vererek ileri karakol işlevi gören sermaye devleti,bugün kendisine daha ileri bir rol biçmiş, savaş ve saldırganlıkta başıçekerek emperyalizmin Ortadoğu’daki jandarmalığını yapmayasoyunmuştur. Suriye’ye yönelik saldırganlıkta emperyalist efendilerinidahi gölgede bırakacak türden savaş çığırtkanlığı yapması bu durumunsomut göstergesidir.

Güçlü bir anti-emperyalist mücadele geleneğine sahip olangençliğin emperyalizmin Ortadoğu’daki kirli ve kanlı planlarına karşısessiz kalması beklenemez. Türk sermaye devletinin bu kirli ve kanlıplanlara koçbaşılık yapma görevini üstlenmiş olması da anti-emperyalist mücadeleye daha fazla bir önem yüklemektedir. Bugüngençliğin önünde, geçmişin anti-emperyalist mücadele geleneğinikuşanıp bulunduğu tüm alanları anti-emperyalist mücadele sahnesineçevirme sorumluluğu durmaktadır.

Kirli savaşa karşı halkların kardeşliği!

Siyasal gündemin diğer bir yakıcı sorunu ise Kürt halkına yönelikolarak sürdürülen kirli savaştır. Türk sermaye devleti, on yıllaradayanan geleneksel politikasını sürdürmükte, inkar ve asimilasyonsaldırılarına bomba sesleri eşlik etmektedir.

Yakın zaman önce Antep’te yaşanan patlama ve sonrasında ortayasaçılanlar, bir kez daha devletin Kürt halkına yönelik sürdürdüğü kirlisavaşın boyutlarını göstermektedir. Öyle ki, Kürt hareketinin “Bizimbir ilgimiz yok” açıklamalarına rağmen saldırı hızla Kürt hareketinemal edilmiş, bunun üzerinden Kürt hareketine ve halkına yönelik ırkı-şoven saldırı dalgası hayata geçirilmişti.

Öte yandan, Kürt halkı cephesinden ortaya konan direniş kapasitesidevletin saldırılarını büyük oranda boşa düşürse de karşılıklı olarakyaşanan açmaz halen varlığını sürdürmektedir. Yaz sürecinin sondöneminde Kürt hareketinin sergilediği çıkış, politik planda devletimasaya çekme ufkuyla sınırlı olduğu için sonuç yaratamamakta,tersine var olan açmazı derinleştirmektedir..

Böylesi bir tablo içerisinde “işçilerin birliği, halkların kardeşliği”şiarı bir temenniyi ifade etmekten öte, hayata geçirilmesi zorunlu birdurumu tanımlamaktadır. Gençlik de bu eksende mücadeleyibüyütmeli; başta anadilde eğitim talebi olmak üzere, Kürt halkınıneşitlik ve meşru taleplerini sahiplenmelidir.

Devrim ve sosyalizm kavgasına!

Buraya kadar sayılan tüm sorunların kaynağının kapitalizm olduğuyadsınamaz bir gerçekliktir. Eğitimin metalaştırılması ve bu bağlamdaüniversitelerin ticarethaneye çevirilmesi, emperyalist savaşlar vehalklar arası düşmanlık tohumlarının ekilmesi, emek-sermayeçelişkisinden beslenen kapitalizmin varlığını sürdürebilmesi içinhayata geçirilmektedir.

Buna son vermenin yolu ise bu çelişkiyi ortadan kaldırmaktangeçmektedir. Ancak bu sayede eğitim bilimin ve buradan datoplumların gelişmesine katkı sunacak bir nitelik kazanabilir.Emperyalist savaşların son bulması, ancak kapitalizmin yok edilmesiile mümkün olabilir. Ve nihayet, halkların eşit, özgür, kardeşçe vegönüllü olarak bir arada yaşayabilmesi ancak sosyalist bir dünyadagerçekleşebilir.

Tüm bunlar kapitalizmin yıkılması, yerine tarihin tanik olduğu enileri toplum biçimi sosyalizmin kurulması ile mümkün olmaktadır.Bunun yolu ise toplumsal bir alt-üst oluştan, yani burjuvazinin siyasaliktidarının zora dayalı bir devrim yolu ile yıkılarak yerine işçi sınıfınıniktidarının kurulmasından geçmektedir.

Gençlik, bu bilimsel gerçekliğin dayattığı zorunluluk ile hem kendigeleceğini hem de insanlığın geleceğini kurtarmak için devrim vesosyalizm kavgasını büyütmelidir. 4

Harçların kaldırılması oyununa kanmayacağız...

Özgürlük ve gelecek mücadelemizkararlılıkla sürecek!

AKP iktidarının son hamlesi harçları kaldırmak oldu. BöyleceAKP, iktidara geldiği ilk günden bu yana sürdürdüğü popülistpolitikalarına bir yenisini daha ekleyerek toplum gözündeki imajınıyenilemek ve gerçek toplumsal çelişkileri örtmek için önemli biradım daha attı. Gençliğin yılları bulan ve büyük bedeller ödediğimücadelesini karartmayı amaçlayan dinci parti, “hak verileceksebiz veririz” derken bir yandan da ticari eğitim uygulamalarınınüzerini örtecek bir hamle yapmış oldu. Yani burjuvazinin sadıkhizmetkârı bir kez daha bir taşla iki kuş vurmayı hedefledi.

Bir süredir gündemi meşgul eden harçların kaldırılacağıtartışmaları geçtiğimiz gün açıklanan bir kararla yeni bir aşamayagirdi. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç “üniversite harçlarınınkaldırılması projesi”nin Bakanlar Kurulu’nda onaylandığınıduyurdu ve böylece birinci öğretim ile açık öğretim için harçlarkaldırılmış oldu. İkinci öğretim bölümlerinin ise bu yasadanyararlanamayacağı açıklandı.

Harçların kaldırılması ile birlikte gündemde olan “parasızeğitim” kavramının gerçekleştirildiği yalanı, başta AKPgüdümündeki güçler olmak üzere pek çok kesim tarafından adeta“müjde” verircesine duyuruldu. Oysa ki AKP’nin niyeti ne parasızeğitim sağlamak, ne de harçların kaldırılması ile birlikte eğitimparasız olacaktır. Çünkü bugün eğitimin ticarileştirilmesi vepiyasaya açılması tek başına kayıt sırasında verilen paralardanibaret değildir. Bu, kökeni dünya genelindeki neoliberal dönüşümedayanan bir saldırıdır ve esası itibariyle eğitimin -pek çokkazanılmış hakkın gaspı ile birlikte- sermayenin ihtiyaçlarına göredüzenlenmesi anlamına gelmektedir.

AKP’nin yaptığı bugün için eğitim harcamaları içinde %15 olanharç paralarını kaldırarak ticari eğitim uygulamalarının esasına dairherhangi bir değişiklik yaratmamaktadır. Sadece öğrencilerincebinden çıkan para üzerinden dahi bakılacak olursa, barınma,ulaşım, yemek, kitap masrafları bile eğitimin halen daha paralıolduğunu, üstelik de tüm bu harcamaların halen daha büyükmeblağlar tuttuğunu görmek için yeterlidir.

Ancak esas vurgulanması gereken eğitimde ticarileşmeninhiçbir biçimde ödenen paraya indirgenemeyeceğidir. Ticarileşme,

eğitimin piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda yenidendüzenlenmesidir. Bu ise, bugün en azgın biçimde sürmekte,üniversiteler sermayenin arka bahçesi haline getirilmektedir.Özellikle, gündemde olan Bologna süreci bu uygulamaların açıkgöstergesidir. Böylesi bir dönüşüm sürecinde harçlarınkaldırılması, Ceolar’ın yöneteceği üniversiteler sayesinde büyükkârlar elde etme hayali kuranlar için küçük bir tavizdir yalnızca.

Üstelik harçları kaldıranlar ikinci öğretimleri bu kararın dışındatutarak bir başka ikiyüzlülüğe daha imza atmaktadırlar. Aynıeğitimi ve aynı diplomayı alan öğrencilerin bir kısmı harçödemeyecekken bir kısmı hayli yüksek harçlarını ödemeye devamedecektir. Bu bile AKP’nin parasız eğitim gibi bir derdi olmadığınıgörmek için yeterlidir. AKP basitçe bir kâr-zarar hesabı yapmış vetoplamda kazançlı çıkacağını varsayarak bu adımı atmıştır.

Kuşkusuz ki bu adımın en önemli etkilerinden biri toplumda vegençlik kesimlerinde oluşabilecek yanılsamadır. Zira harçlarbugüne kadar ticari eğitim uygulamalarının adeta sembolüdür.Daha düne kadar parasız eğitim istemek suç sayılırken, bugün buhaktan bahsedilmesi ve harçların kaldırılması AKP’nin bir lütfu vehizmeti olarak sunulmakta; dünün devrimci gençlik mücadelesininbu açıdan boşluğa düştüğü ima edilmektedir.

Oysa bugün parasız eğitimden bahsedenler daha bir hafta öncealdıkları kararlarla disiplin cezalarını arttıranlarla aynı kişilerdir.Üniversitelerde özgür düşüncenin üzerindeki baskılar sürmekte,polis-ÖGB-sivil faşist ablukası gün geçtikçe güçlenmektedir.Görüntüde yapılan tüm değişikliklere rağmen 12 Eylül’ün YÖKdüzeni bugün aynı biçimde devam etmekte, eski düzenin tümuygulamaları yeni ambalajlarla gençliğe sunulmaktadır.

Ancak bilinmesi gerekir ki gençliğin özgürlük ve gelecekmücadelesi böylesi küçük tavizlerle ve popülist politikalarlaengellenemez. Tüm bu yanılsamalara karşı gençlik alanlara çıkarakyanıt verecek, AKP’nin popülist politikalarına geçit vermeyeceğinibir kez daha haykıracaktır. Üniversitelerin özgürleşmesi ise düzengüçlerinin lütuflarıyla değil, AKP ve sözcüsü olduğu sermayesınıfının tarihin çöplüğüne itilmesiyle mümkün olacaktır.

Ekim Gençliği

5

6

Harçların kaldırılması ile birlikte, yıllardıruğruna mücadele edilen parasız eğitim tartışmalarıda gündeme geldi. Parasız eğitimi, sadece harçlarınkaldırılmasından ibaret gören sermaye düzeni,harçların kaldırılması ile parasız eğitimingerçekleştiği yalanını ortaya atıyor. Üniversitegençliğine sadece kazanılmış bölüme kayıtyaptırabilmenin koşulu olarak dayatılan harçlarınkaldırılması tartışmalarında, paralı eğitimuygulamasının bir parçası olarak barınma,beslenme, kırtasiye masraflarının ekonomik açıdanharçlardan daha fazla zorluklar yaşattığı bilinçliolarak hiç gündeme getirilmemekte. Oysa harçlar,giderlerin yaklaşık %15’lik kısmına tekabülederken, eğitim yaşamının doğal bir parçası olanyurt, yemek, ders notu masrafları çok daha büyükbir yük olarak gençliğin omuzlarında durmayadevam ediyor.

Özellikle büyük şehirlerde okumak zorundakalan öğrencilerin eğitim hayatı göz önünealındığında, yaşanan sıkıntılar daha dabelirginleşmektedir. Bugün Türkiye’de yaklaşık 4milyon üniversite öğrencisi okuyorken, devletyurtlarının kapasitesi 250.000 civarıdır. Yurtkapasitesi, öğrenci sayısının 1/8’ine denktir. Enucuz devlet yurdunun dönemlik ücreti, birçokbölümün dönemlik harç parasından fazladır.Öğrenciler için biraz daha makul olan, ucuz devletyurtlarında verilen hizmet, yurdun genel temizliği,yemekler, sıcak suyun yetersizliği öğrencilerin herzaman gündeminde olan sorunlardır. Öğrenci evleride yine ekonomik sorunların yanı sıra özellikletaşra kentlerde mahalle baskısına maruzkalmaktadır.

Üniversite yemekhanelerinde bulunan yemeklerniteliksiz olmasının yanı sıra fahiş fiyatlarla satışasunulmaktadır. Kantin ve cafeteryalarda da aynıdurum yaşanırken, özel olmalarından dolayıfiyatlar konusunda buralarda daha rahat

davranılabilmektedir.Diğer temel ihtiyaçlardan biri de kırtasiye

masraflarıdır. Öğrenciler arasında daha çok dersnotu/kitabı gibi ihtiyaçlar üzerinden şekillenenkırtasiye masrafları, dersleri geçmek için gerekliolduğundan öğrenciler tarafından ciddi paralarınharcandığı yerlerden biri olmaktadır.

“Harçlar kalktı” haberleri sırasında üniversiterektörleri tarafından da ikiyüzlüce açıklamalardabulunuldu. Üniversitelerdeki birçok ekonomiksıkıntının sorumlularından biri olan rektörler, sankiyurtları, yemekleri, ders notlarını, ulaşımı ücretsizveya ucuza sunma yetkileri yokmuşcasına,öğrencilerin içler acısı haline dair röportajlarverdiler. Aynı süreçte Hacettepe ve İstanbulÜniversitesi rektörlerinin “evi soğuk olduğu içinüniversitedeki camide yatmak zorunda kalanöğrenciler”, “ucuz diye öğlen 14.00’de üniversiteyemekhanesinde akşam yemeği niyetine yemekyiyen öğrenci” açıklamaları haberlerde yerini aldı.

Harçlar kalkar, borçlar gelir!

ABD yükseköğretim finansman sisteminin,model olarak benimsendiği yeni sistemde, temelkıstas eğitim masraflarının kredi üzerindenkarşılanmasıdır. Günümüzde de birçok öğrencininkullandığı öğrenim ve harç kredisi, artık tümöğrenciler tarafından zorunlu olarak kullanılacak,böylece mezuniyet sonrası ödemeler yapılacaktır.

ABD modeli olarak Türkiye’ye uyarlanmayaçalışılan sistem, 2011 Mayıs ayında, Swiss Otel’degerçekleşen Uluslararası YükseköğretimKongresi’nde (UYK) tartışılmıştı. TÜBİTAK’ınbaşına geçirilen TOBB Ekonomi ve TeknolojiÜniversitesi eski rektörü Yücel Altunbaşak,harçlara dair hazırladığı sunumda yeni eğitimsistemine dair sermayenin beklentilerine işaretemişti.

Öğrencilerin tek sorunuharçlar mı?

Üniversite gençliğinesadece kazanılmış

bölüme kayıtyaptırabilmenin koşulu

olarak dayatılanharçların kaldırılması

tartışmalarında, paralıeğitim uygulamasının bir

parçası olarak barınma,beslenme, kırtasiye

masraflarının ekonomikaçıdan harçlardan dahafazla zorluklar yaşattığı

bilinçli olarak hiçgündeme

getirilmemekte. Oysaharçlar, giderlerin

yaklaşık %15’lik kısmına

Sunumu tekrar hatırlayacak olursak, temelnokta olarak “eğitimin parayla verileceği”belirtiliyor. Yücel Altunbaşak kongrede yaptığısunum öncesi, çalışmalarının 7 yıldır devletingerekli kademelerinde tartışıldığını ifade etmişti.Sermayenin, her dönem üniversitelere yönelikticarileştirme saldırılarının yanı sıra, yeni eğitimsistemine dair tartışmalar, tam da AKP dönemindesomut tartışmalara konu olmuş.

Sunumunun ikinci aşamasını “Verilen çeklerinkarşılığını uzun vadeli bir kredi sistemi olarakistiyorum. Çekler reel faizsiz olarak verilecek.Öğrenci mezun olduktan sonra ve asgari ücretinüzerinde bir iş bulduysa geri ödeme başlayacak.Bir de teşvik uygulaması olarak sınıfında % 20’yegirenden geri ödeme istemiyorum. İlk % 50’yegirene de % 20’lik bir indirim sağlıyoruz. Böyleceöğrenciler çalışmak için motive edilmiş olunuyor”şeklinde izah ediyor.

Şimdiki kredi sisteminin ileri boyutlarda tekrardüzenlenmesi anlamına gelen yeni sistemde,yükseköğrenimin bireysel getirisinin toplumsalgetiriden fazla olduğu kabulünden hareketle, eğitimmasrafları öğrenci tarafından finanse edilmektedir.Devletin, üniversitelere ayırdığı bütçeninyetmeyeceği düşüncesiyle, kredilerin özel sektörtarafından karşılanması da asıl amacın eğitiminşirketlerin ve holdinglerin eline bırakmak olduğunuortaya çıkarıyor. Birçok ailenin girdiği kredi borcutuzağına şimdi de öğrenciler düşürülmekistenmektedir. Örnek model olarak gösterilenABD’de öğrenciler 30 bin dolar kredi borcuylamezun olurken, rakamlara göre, borçlarını 2 seneiçerisinde ödemeye başlayamayan öğrencilerinoranı %9 olurken, özel sektörün kredilerine göredaha uygun olan devlet kredilerini mezuniyetten 15sene sonra bile ödeyemeyen öğrenci oranı%40’lara varmaktadır.

Bugün de yürürlükte olan başarı indirimleri,Altunbaşak’ın sunduğu yeni sistemin tuzaklarındanbiri. Belli yüzdelikler belirlenerek, hak olan eğitim,yarış konusu haline getirilmektedir. Böyleceöğrenci dayanışmasına karşı harç parası içinrekabet eden, yarışa giren öğrenciler olacaktır.Burada sistemin hedefi öğrencilerin başarılıolmasını sağlamak değil, rekabet duygusunuöğrencilere aşılayarak kapitalist sistemin ahlâkınınöğrenciler tarafından uygulanmasını sağlamak.

Türkiye’de de kredi sisteminin önuygulamalarını görmek mümkündür. Birçok bankatarafından farklı vadelerle, yüzdeliklerle eğitimkredileri verilmektedir. Örneğin Akbank tarafındanverilen eğitim kredisi için “her türlü okulmasrafınızı, üniversite, dershane ve özel kursücretlerinizi, bilgisayar ve ekipman alımlarınızıfinanse ederek, hayalinizdeki eğitim imkanlarınasahip olun!” reklamlarıyla kampanyalaryürütülmekte, İş Bankası “Çocuğunuzun eğitimgideri gittikçe artıyor. Eğitim masraflarınıntamamını tek kalemde ödemek aile ekonomisinebüyük yük” diyerek öğrencileri kredi almayaçağırıyor, yeni borç tuzakları yaratıyor.

Mütevelli heyetleri ileşirketleşen üniversiteler!

Kredi sistemine göz kırpan bir diğer kesim derektörlerdir. Anadolu Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Davut Aydın, harçların kalkacağı haberlerininardından yaptığı açıklamalarda yeni bir eğitim

sistemine ihtiyacın olduğunu belirtmişti. Aydınşunları söylemişti: “Daha saydam, esnek dahahesap verilebilir finansman modellerine ihtiyaçvar. Böyle olursa daha fazla kaynak yaratırız. Hemfinansman kaynağı, insan gücünü daha verimlikullanırız. Teknik alt yapıyı, çok iyi kullanırız.İhtiyacımız olan yeni çağdaş finansmanmodelleridir. Bu modeller çerçevesinde işinyapılanması. Önümüzü açın çağdaş finansmanmodellerini yapalım. Kredi, burs, cariharcamalarının finansmanı kısaca yeni anlayışla,rektör seçimleri, yönetim biçimlerinin yenidenyapılandırılması ve buna bağlı olarak finansmanmodellerinin yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor.Bizim döner sermayeyi şirkete dönüştürmekistiyoruz.” Açık ki, üniversitelerin mütevelliheyetleri aracılığıyla sermaye tarafından şirketvariyönetilmesi isteniyor. Özel üniversitelerde var olanmütevelli heyeti uygulaması devletüniversitelerinde de hayata geçirilmekistenmektedir. Mütevelli heyetlerinde çeşitlişirketlerden, holdinglerden patronlar, belediyebaşkanları, vali, emniyet veya asker kurumlarındantemsilciler yer alması hedefleniyor. Böyleceüniversite kamu malı ya da bilimsel üretiminyapıldığı yerler olmaktan çıkacak ve mütevelliheyetlerinde bulunan sermaye sözcülerinin istediğişekilde yönetilecek. Bilimin tarafsızlığı, toplumafaydası söz konusu olmazken, şirketlerin ilk ve tekkuralı olan kârın sözü geçecek. Kârlı olmayanprojeler üretilmeyecek, akademisyenlerve öğrenciler sermayenin ihtiyaçlarıdoğrultusunda projeler, bitirmetezleri hazırlayacaklar. Eğitim sisteminde yeni formüllerarayışına giren sermaye veAKP hükümeti,üniversitelerde ticaridönüşümleri “eğitimde kalite,parasız eğitim” gibialdatmacalarla birlikteyürütmektedir. Öğrencisorunlarını teke indirmekte,görmezden gelmektedir.

İster yeni ister eski,ticari eğitime hayır!

Sermaye, üniversiteleriticarethane olarak görmeye devamedecektir. Burada şaşılacak bir yanyoktur. Önemli olan busaldırılara dur diyebilmek,gerçekten insani bir hak olanparasız eğitimi savunabilmek,öğrenci gençliğin temel taleplerinden biriolduğunu vurgulayabilmektir.

Sermayenin dur durak demeden, toplumuntüm kesimlerine yönelik saldırganlığınıartırdığı böylesi bir dönemde gençlikcephesinden meşru-militan bir duruşsergilemek acil bir ihtiyaçtır. Ekimayında çıkabilecek “YÖK reformu”öncesinde üniversitelerimizdeöğrencilerin dayanışmasını sağlamalı,üniversitemizdeki paralı eğitiminyansımaları konusunda öğrencileribirlikte hareket ettirme zeminleriniyakalamalı, güçlü örgütlenmeleryaratmalıyız. 7

Üniversitelerin açılmasına kısa bir süre kala sermaye hükümetiAKP “büyük” bir şova imza attı.

AKP’nin bir süredir altını doldurmaya çalıştığı “üniversiteharçlarının kaldırılması projesi”nin, Başbakan Yardımcısı BülentArınç’ın Bakanlar Kurulu toplantısı sonrasında yaptığı açıklamaylauygulamaya konulduğu duyuruldu.

Bakanlar Kurulu’nda hazırlanan kararnamenin Resmi Gazete’deyayınlanmasıyla birlikte harçların resmi olarak kaldırılması ‘müjdesi’,sermaye hükümetinin bir süredir üzerinde çalıştığı sinsi planlardanbiriydi. Bu uygulamayla beraber, “parasız eğitime geçiliyor” yanılmasıyaratılmak isteniyordu.

İkinci öğretimde harca devam...

Burjuva medya eliyle şişirilen harçların kaldırılması uygulaması,daha ilk aşamasında eğitimde fırsat eşitsizliğinin, ayrımcılığınsüreceğinin göstergesi oldu. Harçların kaldırılması kapsamına dahiledilmeyen ikinci öğretim ve uzaktan eğitim öğrencilerinden öğrencikatkı payı alınmaya devam edilecek. İkinci öğretim ve uzaktaneğitimde zaten normal harçtan çok daha fazla para veren öğrencilerinkapsam dışında bırakılması bile yaratılan sahte görüntüyü açığaçıkarıyor.

1 milyon 524 bin 380’i birinci öğretim, 1 milyon 951 bin 494’uaçık öğretimde olmak üzere toplam 3.5 milyon öğrenciden harçalınmayacak.

Eğitimde ticarileşmeyi baz alan sermaye hükümetinin harçlarıkaldırmasını “parasız eğitim” olarak yansıtma çabası esasta eğitimdekiticarileşmenin ulaştığı boyutu gösteriyor. Har(a)çlar paralı eğitiminsembolü olsa da gelinen noktada üniversite eğitiminin tümadımlarında ticari bir ilişkişekillenmiş durumda. Bugününiversite kayıtlarında öğrenci katkıpayı olarak adlandırılan harçlar enküçük paya inmişken, harçlarınkaldırılması paralı eğitimpolitikasına etki etmeyecektir.

Eğitimde ticarileşme

sürecek

Harçların kaldırılmasının tozudumanı arasında yeni ticari eğitimuygulamaları devreye sokulacak,eğitim bir adım daha özelleşecektir.

Bugün üniversite öğrencileriiçin paralı eğitim sadece

harçları değil, yurt-barınma masraflarından ulaşım-yemek masraflarınakadar geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Birçok ilde yemekhaneboykotlarından ulaşım eylemlerine konu olan bu sorunlar paralı eğitimkapsamında tanımlanmadıkça ve çözüm alternatifleri sunulmadıkçatüm iddiaların boş ve asılsız olduğu açıktır. İhaleler ve özel şirketleredevirlerle kapsamı genişletilen ve soygun düzeninin hüküm sürdüğübu alanlar var oldukça parasız eğitim hayaldir.

Harçların kaldırılmasılütuf değil!

Keza bir lütuf gibi sunulan harçların kaldırılması uygulamasının,en temel eğitim hakkının doğal bir gereği olduğunun altını çizmekgerekiyor. Bugüne kadar bu hakkın gasp edilmiş olması,uygulamasının sağlanmaması yerine kaldırılması “değişim” olarakyansıtılıyor. Devletin sağlamakla yükümlü olduğu sorumluluklarısermaye için gasp etmesi, uygulamaması ve bunlar arasından en ufakhak kırıntılarını ‘bahşetmesiyle’ düzene itaat eden bir toplum veöğrenci gençlik yaratılmak isteniyor.

Gençliğe geleceksizliği vaat eden sermaye hükümeti diğer yandanüniversiteleri gelir kapısı olarak görmekte ve gençliğin üniversiteleregidişini sürdürmek istemektedir. “Her ile üniversite” projeleri veüniversite harçlarının kaldırılması birbirinden bağımsız değildir. Dahafazla genç diplomalı işsiz, nitelikli ucuz işgücü olmak üzere yükseköğrenime çekilmek isteniyor.

Harçların kaldırılması da bunun için yaratılan bir reklamkampanyasıdır. Geçmiş dönemlerde öğrenim kredisiyle yaratılmakistenen algı bugün harçların kaldırılması üzerinden sürdürülüyor.Kredilerde olduğu gibi kaldırılan harçlarda da üniversite öğrencilerininekonomik sıkıntıları çözülmeyecek sadece farklı biçimlerkazanacaktır.

Sermayenin yeni dönemle birlikte kapsamlı saldırı programlarınıplanladığı bir süreçte gençliğin kontrol altına alınması için bir yandan‘lütuflar’ sunulurken diğer yandan baskı tırmandırılıyor.

Sermaye hükümeti AKP’nin yaratmak istediği yanılsamalar ve hamhayallere karşı gelecek ve parasız eğitim şiarlarını daha gürhaykırmalı, mücadele saflarını sıklaştırmalıyız. Bugün verilen sınırlıhak ve özgürlüklerin de gençliğin mücadelesinden duyulan korkununürünü olduğunu bir an olsun aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor.

Harçlar kalktı,

soygun düzeni sürüyor...

“İkinci öğretim harçları kaldırılsın!”

Sermaye hükümeti AKP’nin örgün ve açık öğretimde harçları kaldırmasına rağmen ikinci öğretim

harçlarını kaldırmamasına üniversiteliler tepki gösteriyor. Çeşitli illerde yapılan eylemlerden sonra

31 Ağustos günü İstanbul’da yapılan eylemle ikinci öğretimlerin harçlarının kaldırılması talebi

yükseltildi.

Sosyal paylaşım siteleri üzerinden örgütlenen eylemde biraraya gelen binlerce üniversiteli

Taksim Tramvay Durağı’ndan Tünel’e kadar yürüdü.

Ailelerin ve çevredekilerin de destek verdiği yürüyüşün ardından Odakule önünde basın

açıklaması yapıldı. Kitle adına açıklamayı okuyan Utku Oğul “Harçlar, pazarlığı olmaksızın

kaldırılmalıdır. Parasız eğitimin gerçekleşmesi için; başta harçlar olmak üzere ulaşım, barınma,

beslenme ve sağlık gibi temel yaşam ihtiyaçları üniversitelilere parasız olarak karşılanmalıdır” dedi.

Açıklama, harçlar tümüyle kaldırılıncaya kadar eylemlerin devam edeceği belirtilerek

sonlandırıldı.8

Yaz döneminin ortalarında dinci-gerici iktidarın şefi Erdoğan’ınharç paralarının kaldırılması ile ilgili direktiflerde bulunduğununkamuoyuna taşınmasından sonra Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ınörgün ve açıköğretimde okuyan öğrenciler için üniversite harç parasıuygulamasının iptal edilerek parasız eğitim hizmeti verdiklerini“müjdelemeleri” ile ülkemizdeki genel gençlik kitlesinin tüm ilgisi bualanda yoğunlaştı.

Ülke gündemini de sarsan bu haberin ardından en genel tartışmakonusu ikinci öğretim öğrencilerinden alınan harç paralarına ilişkinuygulamanın ne olacağıydı. Öyle ki, kitleselleşememiş de olsa, ülkenindört bir tarafında eylemlilikler gerçekleştirilmiş, sosyal paylaşımağlarında onbinlerce öğrencinin üye olduğu gruplar oluşturulmuştu.

Tüm bu eylemlilikler, eğitim sürecindeki harcamaların sadece%15’ini kaldırarak, parasız eğitim konusunda öğrenci gençliğinbilinçlerini karartmaya çalışanlara karşı net bir cevap olmuştu.Öğrenciler, parasız eğitimin bu şekilde sağlanmayacağının farkındaolarak ikinci öğretim öğrencilerinden alınan harç paralarınınkaldırılmasını talep etmiş, hiç değilse bu konunun medyadatartışılmasını sağlamışlardır.

Öğrenci gençliğin temel talebi ortadaydı ve düzen sözcüleri bunugörmek istemiyorlardı. Öğrenci gençlik, barınma, ulaşım, sağlık,beslenme, kırtasiye malzemeleri gibi temel yaşamsal ihtiyaçlarınaparalı bir şekilde ulaşabildiği halde harç paralarının kaldırılmasıylaparasız eğitim hakkına ulaşamayacağını bilmekte fakat harç paralarıkaldırılacaksa eğer bu uygulamanın eşit bir şekilde yaşamsalkılınmasını, ikinci öğretim öğrencileri ile okulu uzayan öğrencilerdende harç paralarının alınmamasını istemektedir.

Bu tür bir meşruluk karşısında aciz kalan dinci-gerici iktidar, ikinciöğretim harç paralarının kaldırılması için yasal düzenlemenin yapılmasıgerektiğine dair bir savunu içerisine girdi fakat bu hamleleri detutmadı. MİT Müsteşarı Hakan Fidan için özel yasa çıkartanların,Torba Yasa dahilinde binlerce ilerici-devrimci-demokrat-yurtsevertutsağın özgür kalmaları için hamle yapmayanların fakat 7 TİP’lidevrimciyi sokak ortasında katleden faşist beslemeyi bir hamledesokağa salıverenlerin yasalara sığınmalarının bir meşruluğu yoktu, işede yaramadı.

Dinci-gerici iktidarın son hamlesi ise Bologna Süreci dahilindekonumlandırılan Ulusal ÖğrenciKonseyi’ni kullanmak oldu. BülentArınç öğrencilerle hatta “ülkedekitüm öğrencilerin temsilcileriyle”kamuoyunun karşısına çıktı veellerinden gelen her şeyi yaptıklarınıama bir grup provokatörün budemokratik hamlelerini karartmayaçalıştıklarını söyledi. Bu şekildeİstanbul başta olmak üzere ülkenindört bir tarafında parasız eğitim hakkıiçin sokağa çıkan binleri, provokatörilan etti ki Ulusal Öğrenci KonseyiBaşkanı Ağaoğlu, başbakanyardımcısını aratmayacakkonuşmalarda bulundu.

Ülkedeki tüm üniversiteleri temsileden Ulusal Öğrenci Konseyi, ikinciöğretim öğrencilerinden harç parasıalınmasına dair uygulamada bir sorungörmedi, bir eleştiride de bulunmadı.Hatta bu uygulamayı yaşamsal kılaniktidarla basın açıklaması bile yaptı.

Bugüne kadar defalarca söyledik, tekrar söylemeyi borç biliyoruz;YÖK’e bağlı Ulusal Öğrenci Konseyi ülkemizdeki üniversitegençliğini temsil etmek bir yana gençlik içerisindeki Truva atıdır.Varlıkları, düzenin kirli zehrinin gençlik içerisinde yayılmasına hizmetetmektedir. Düzen tarafından hayata geçirilen tüm süreçlere müdahilolduklarını dillendirmekte, yapılan uygulamaların her birini “devrim”olarak yansıtmaktadırlar. Bu temsilciler, düzen sözcülerinin önündetakım elbiseleriyle diz çöküp hak dilenciliği yaparak bir şeylerindeğiştirilebileceğini meşrulaştıracak ve militan-kitlesel bir gençlikhareketinin gereksizliğinin öğrenci gençlik içerisinde tartışılmasınısağlayacaklardır.

Ama tüm bu çabaları boşunadır. Onyıllardır, Deniz’in, Mahir’in,İbo’nun, Che’nin devrimci kişiliklerinden, militan-savaşçıkarakterlerinden feyz alan öğrenci gençliğin, temsilci seçimlerinisahiplenmemesi de çok doğaldır. Siz, üniversiteleri hapishaneleredönüştüren, anti-demokratik uygulamalar ile binlerce akademisyen veöğrenciyi fişleyerek üniversitelerden uzaklaştıran, yüksek öğreniminticarileşmesi için devamlı projeler üreten, işsizlik-geleceksizlikolgusunun varlığına rağmen plansız bir öğrenim sürecini var edendüzen kurumu YÖK’e bağlı bir öğrenci konseyi kuracaksınız veüniversite gençliğine bu konsey sizin iradenizdir diyeceksiniz.Üniversite gençliği YÖK’ün ne olduğunu, ne amaçla kurulduğunu,bugüne kadar hangi işlemleri yerine getirdiğini çok iyi bildiği içinYÖK’e ve YÖK’ün tüm alt kurumlarına karşıdır.

Ulusal Öğrenci Konseyi düzenin, gençlik içerisindeki temsilcisidir,bizlerin temsilcisi değildir. Öğrenci gençliğin gerçek temsilcileri, eşit-parasız-bilimsel-anadilde eğitim ve özerk-demokratik üniversite içinsokaklara çıkan, düzeni karşısına alan, gözaltına alınan, tutuklanan,okullarından uzaklaştırılan ama mücadele etmeyi bırakmayanlardır.Gençlik bunun farkındadır bu yüzden Berna ile Ferhat ülkegündemindedir, bu yüzden tutuklu öğrenciler için eylemler hala devametmektedir, bu yüzden devrimci gençlik hareketini hala kendisini varedebiliyordur, var olacaktır.

Sizler istediğiniz kadar Truva atları yaratın, gençliğin dinmekbilmeyen devrimci dinamizmi o atları etkisiz kılmayı başaracaktır veyine aynı gençlik, özgürlük ve gelecek için mücadele bayrağınıyükseltmeye devam edecektir.

Gençlik içerisindeki Truva atlarıiş başında

Ankara’da har(a)ç protestosu

31 Ağustos günü, Ankara’da “İkinci öğretimde harçalar kaldırılsın: Harçlara hayır!” pankartıyla

Yüksel Caddesi’nden Başbakanlık önüne yüründü. 150 kişinin katıldığı eylemde “Öğrenciler aç,

mezunlar işsiz, işte sizin YÖK düzeniniz!”, “Hak verilmez alınır, zafer sokakta kazanılır!”, “Eğitim

haktır satılamaz!”, “Üvey evlat değiliz ikinci öğretimiz”, “Üniversiteler bizimdir!”, “Direne direne

kazanacağız!” ve “AKP harcını al başına çal!” sloganları atıldı.

Öğrenci hareketinin militanlaşmasından korkan sermaye devleti eylemin ‘sorunsuz’ geçmesi için

normalde yürüyüşe izin vermedikleri Başbakanlık güzergahını bile açtı. Başbakanlık önünde okunan

basın açıklamasında harçların birinci öğretim ve açık öğretimde kaldırılmasının açık bir aldatmaca

olduğu vurgulandı.

Harçların kaldırılması aldatmacasının eğitimin ticarileşmesinin bir ayağı olduğu açıklandı. Ayrıca

en yüksek harcı ödeyen ikinci öğretim öğrencileri için harçların kaldırılmamasının büyük bir eşitsizlik

olduğu, kaldırılan harçların da bugüne kadar ‘parasız eğitim’ talebini yükselten ve bunun için

tutuklanan öğrencilerin mücadelesi olduğu açıklandı. Harçların tamamen kaldırılması ve eğitimin

tamamen parasız hale getirilmesi talebiyle açıklama son buldu.

Ardından birinci öğretim ve ikinci öğretimden birer öğrenci konuşma yaptı. Konuşmalarda

mücadeleyi birleştirme vurgusu öne çıktı.

Ekim Gençliği’nin de destek verdiği eyleme birçok ilerici kurum katıldı.

Ekim Gençliği / Ankara 9

Üniversiteye adım attın! Dört bir taraftan yalan ve kandırmaaraçlarıyla uyutulmaya çalışılıyorsun. Ya boş bireysel kurtuluşyalanlarına kanacaksın, ya da toplumsal kurtuluşun bir parçasıolacaksın! Düzen, bireysel kurtuluşu reklamlaştırıp insana dair herşeyi birer metaya çevirirken, ikincisini tercih edenler tarihin öznesiolacaklar…

Büyük umutlarla geldin üniversiteye. Yıllarını verdin, emekharcadın, kucak dolusu para döktün. Sonuçta şimdiye kadarkihayatında bel bağladığın üniversiteye geldin. Farklı bir hayat, sınıfatlama hayalleri, mezuniyetle beraber tüm kapıların açılacağıumutları... Ancak, hayalle gerçek aynı olamaz. Sana vaad edilenlegerçeklik arasında büyük bir fark var.

Beşikten mezara her şeyi metalaştıran, attığımız heradımdan, geçirdiğimiz her saniyeden çıkarı olan birdüzende yaşıyoruz. Birileri çalışıp açlık ve yoksulluklacebelleşirken, çalışmayan azınlığın zevk-i sefa sürdüğübir toplumda yaşıyoruz. Çünkü üretim araçlarını elindebulunduran azınlık, milyonları ücretli köleleri yaparaktüm zenginliğe el koyuyor. Tüm bunlar olurken senzincirlerinin halen farkında değil misin?

Eğitim sistemi de bizleri metalaştıran, birer köleolarak gören kapitalist sistemin bir parçasıdır. Dahayakın zamanda, gerici - ezberci eğitimin tezgahındangeçerek, kameralarla, güvenliklerle, baskıyla, tehditle,notla korkutularak çıktık liselerden ve dershaneyegitmek zorunda bırakılarak geldik üniversiteye. Peki,böylesi koşullarla geldiğimiz üniversitenin neden farklıolmasını bekliyoruz?

Rüya bitti!

Baştan aşağıya anti-bilimsel, toplumun değil sermayeçevrelerinin hizmetinde, teknokentlerle tüm olanaklarınsermayeye açıldığı bir üniversite tablosu…

Diplomanı al eline, açılsın iş kapıları; bu artık birhayal! Bugün yetkin mühendislik, stajyeröğretmenlik/avukatlık uygulamalarıyla, sözleşmeliçalıştırılıyor, asgari ücrete mahkum ediliyoruz.Üniversiteden mezun olduktan sonrageçmişin ayrıcalıklı mesleklerine sahipolmak, bizlerin ancak diplomalı ücretliköle olmamızı sağlıyor.

Artık üniversitede özgürlük ortamıyok, mücadeleyle kazanırsak olacak.Düşünmeyen sorgulamayan, boyun eğenbir gençlik yetiştirmeye çalışıyorlar.Başkaldıranı, düşüneni disiplinyönetmelikleriyle ezmeye, kendihayatımızın öznesi olmamıza, geleceğimizesahip çıkmamıza engel olmaya çalışıyorlar.Yaşantımızı baştan çizip, bizleri buna ayakuydurmaya zorluyorlar.

Har(a)çların kalktığı demagojileriylebizlerin gözleri boyanmayaçalışılıyor. Baştan sona paralıeğitim politikaları

uygulanırken, yurt, yemek, ulaşım, kitap, laboratuvar gibi her türlümasraf bizlerin üzerindeyken, harçlar paralı eğitimin maddi olaraktali bir kısmını oluşturuyor. Harçların kaldırılması tartışması bizleringözlerini boyamaktan öte bir anlam taşımıyor. Zaten kucak dolusupara dökmeden üniversiteye hazırlanmak mümkün değilken,har(a)çların kalkması ticari eğitimin son bulacağı anlamına hiçbirşekilde gelmiyor. Parasız eğitim bu düzende bir hayal olarakkalmaya devam ediyor.

Emperyalizme karşı Deniz olunmalı!

Ortadoğu kan gölüne dönerken ve ABD emperyalizmininçıkarları doğrultusunda dünya şekillendirilmeye çalışılırken, Türksermaye devleti de bu kanlı ve kirli emperyalist müdahalelerdenkendine çıkar sağlama peşinde koşuyor. Bir taraftan emekçiçocuklarını emperyalist savaşlara asker olarak gönderen, Türkiye’ninher tarafını ABD üsleriyle donatan sermaye devleti, öte taraftanüniversitelerdeki teknokentleri silah sanayisinin hizmetine sunuyor.

Savaş uçakları ve helikopterlerinin yazılımları,insansız hava uçaklarının projeleri buralarda

geliştiriyor. Üniversiteler, Ortadoğu halklarınınen ileri teknoloji ürünü silahlarlakatledilmesinden üzerlerine “özgürlük”bombaları yağdırılmasına kadar emperyalistpolitikaların birer parçası haline getiriliyor.

Bugünlerde Suriye’ye müdahaletartışmaları sürerken, Ortadoğu emperyalist bir

savaşın eşiğindeyken, bu savaştanhalkların ve biz gençliğin hiçbirçıkarının olmadığı açık. Emperyalist

savaş ve saldırganlığa karşı Amerikan6. Filosu’nu Dolmabahçe’de denizedöken Denizler’in ruhunukuşanmak gerekiyor!

Ekim Gençliği

Şimdi geldiğin yerinfarkına varma zamanı!

10

11

12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin ardından kurulan YüksekÖğretim Kurumu (YÖK), üniversitelerde piyasalaştırmanın,ticarileştirmenin, baskı ve anti demokratik uygulamaların baş mimarıolmuştur. ’80 öncesi gençliğin dinamizmini üniversitelerden silmekiçin bizzat darbeciler tarafından inşa edilen bu kurum, geçtiğimizyıllara bakıldığında görevini layıkıyla yerine getirmiştir. Kurulduğugünden bugüne üniversitelerde paralı eğitimin parolası olmuş,üniversiteleri toplum için değil; piyasa için bilim üreten mekanizmalarhaline getirmiştir. Diğer bir yandan ise, 85’te yayınladığı disiplinyönetmeliğiyle birlikte üniversitelerde devrimci-demokrat öğrenci-akademisyen avına başlamıştır.

1985’te ortaya çıkan, YÖK’ün misyonuna uygun ve içerisinde çokkomik gerekçelerle birlikte birçok örgenciyi üniversiteden atmayakadar götürecek maddelerin bulunduğu, bununla birlikteüniversitelerde her türlü siyasi ve ideolojik eylem ve etkinliği kesinkesyasaklayan yönetmeliğin, geçtiğimiz günlerde sözde burjuva medyadayer alan ‘radikal değişiklik’ ‘devrim niteliğinde değişiklik’,‘özgürlükçü değişiklik’ başlıklı haberler eşliğinde güncellendiğiduyuruldu. Yeni YÖK Başkanı’nın ‘demokratik, günün koşullarınauygun’ başlığıyla gündeme sürdüğü yeni yönetmelik aslında eskisiniaratmayacak durumdadır. Her fırsatta, gerçekleştirilen referandumvesilesiyle 12 Eylül darbesiyle hesaplaşıldığını aymazca iddia edenAKP, nedense darbenin öz be öz ürünü olan YÖK’ü kaldırmaprojesinden vazgeçmiş, onu kendi ihtiyaçlarına uygun bir biçimdeşekillendirmek istemiştir. Zaten kendisinden başka bir şey beklemekham hayalcilik olurdu. Yeni yönetmelikle ‘85’te yayınlananyönetmelik arasında özü bakımından hiçbir farklılık yoktur, olamazda.

Eskisi de yenisi de bir, öz aynı öz

Eski yönetmelikte bir haftadan bir aya kadar uzaklaştırma cezasıiçeren ve açık bir şekilde belirtilen, “üniversite içerisinde siyasifaaliyette bulunma” cezası kaldırılırken, yerini yeni yönetmelikte

‘Yükseköğretim kurumuna ait kapalı ve açık mahallerde yetkililerdenizin almadan toplantılar düzenlemek.’, ‘Yükseköğretim kurumundakişilerin şeref ve haysiyetini zedeleyen sözlü veya yazılı eylemlerdebulunmak’, ‘Öğrenme ve öğretme hürriyetini engelleyici eylemlerdebulunmak’ gibi muğlâk ve kapsamı çok geniş olan tanımlamalarla birhaftadan bir aya varan cezalar öngörülmektedir. Diğer yandan ise izinalınmadan yapılan afiş ve bildiri kınama gerektirecek davranışlariçerisinde ele alınıyor, tekrarı durumunda ise bir üst ceza verileceğibelirtiliyor.

Bir önceki yönetmelikte işgal-boykot eylemlerinin cezaları siyasal-ideolojik içeriğine göre belirlenirken, yeni yönetmelikte‘Yükseköğretim kurumlarında işgal ve benzeri fiillerle yükseköğretimkurumunun hizmetlerini engelleyici eylemlerde bulunmak,’ şeklindetek başlık altında toplanıyor ve bir dönemlik uzaklaştırma cezasıkapsamına alınıyor. Daha vahimi ise bugün Adalet Bakanlığı’nınaçıkladığı verilere göre 2 bin 824 öğrencinin cezaevinde olması vebunların 884’ünün ‘silahlı terör örgütüne’ üye olmak suçlamasıylatutuklanmasıdır. Bu çerçevede puşi takmanın, en temel hak olan basınaçıklamalarına katılmanın, parasız eğitim talebinde bulunmanın dahi‘terör örgütüne’ üyelik kapsamına sokulması sonucu yüzlerce öğrencicezaevlerine konulmuştur. Buna binayen ‘Mahkeme kararıylakesinleşmiş olmak kaydıyla, suç işlemek amacıyla örgüt kurmak,böyle bir örgütü yönetmek veya bu amaçla kurulan örgüte üye olmak,üye olmamakla birlikte örgüt adına faaliyette bulunmak veya yardımetmek’ kapsamında öğrencilere verilen ceza yüksek öğretimkurumundan çıkarılmak olmuştur.

İşte tazelenen makyaj ve makyajın altındaki yüz. Yukarıdabelirttiğimiz gibi her ne kadar siyasi faaliyet başlığı ceza kapsamındançıkarılsa da, cezaların kapsamı ve niteliği açısından üniversitedegerçekleştirdiğimiz hemen hemen her faaliyet ceza olarak bize geridönebilecek raddeye getirilmiştir. Bir taraftan yeni düzenlemeyleüniversitede sorgulayan, düşünen her öğrencinin pratiği cezakapsamına alınırken diğer bir taraftan her ne kadar kağıt üstünde deolsa bir önceki yönetmelikte ceza kapsamında olan din, dil, ırk,mezhep ayrımcılığı ve üniversitede kumar oynamak oynatmak vb.maddeler ceza kapsamından çıkartılmıştır.

Özgürlük örgütlülükte

Disiplin yönetmeliğinin temel işlevi üniversitelerde düzenisorgulayan, bunun neticesinde değişimi üreten ve değiştirme iradesigösteren ilerici, devrimci, demokrat, yurtsever öğrencileri çeşitlicezalarla ‘rehabilite’ etmek, sindirmek, marjinalize etmek, bununlabirlikte genel öğrenci kitlesinin hak arama mücadelesine katılması veörgütlenmesinin önüne geçmektir. Sistem gençliğin dinamizminden veyaratıcılığından oldukça korkmaktadır. Korkmakta da hakkı vardır.Gençlik hareketinin mücadele tarihi bu korkuyu yaratan gerçek birsomutluktur. Bu noktada yasaklar ve kuralların 85’te amacı neysebugün de bu gerçeklik devam etmektedir. Gençlik her gündemegeldiğinde 68’e mi dönüyoruz tartışmaları bu sebeptendir.

Tüm bunların ışığında YÖK’ün böylesi bir düzenlemeye ihtiyaçduymasının sebebi yıllardır üniversitelerde gençliğin soruşturma, cezave tutuklamalara rağmen vermiş olduğu mücadele tarihidir. Bugününiversitelerde verilen mücadele ve ödenen bedeller neticesinde YÖKmeşruluğunu yitirmiş, makyaj tazeleme bir zorunluluk olmuştur.Kavranılması gereken nokta ise özgürlüğün örgütlülüklekazanılabileceği gerçeğidir.

Yersen!

YÖK makyaj tazeleme operasyonu yaptı...

“Üniversitede siyaset serbest(!)”

Yaz döneminin sona ermesiyle,liseyi bitiren gençler büyük birheyecanla üniversiteleri dolduruyor.Bu heyecan üniversitelerin de öğrencikapabilme rekabetine girmesine veonun heyecanına dönüşüyor.

Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ne(ODTÜ) yeni gelen öğrencilere yönelikhazırlanan tanıtım filminde şu vurgularöne çıkıyor: Filmde bilim yüceltiliyor,araştırma ve eleştirel analiz etmeyöntemleri öğrencilere ezberletilmeyeçalışılıyor. Üniversiteler bilim yapılanyerler olarak biz öğrencilerekanıksatılmaya çalışılıyor. Bunauygun olarak ODTÜ’lü ruhu bizöğrencilere özendirilmeye çalışılıyor.ODTÜ’lülük idealize ediliyor. ODTÜ’lü“Hiçbir sınırı kabul etmez” deniliyor. “Özgürdüşünür”, “var olan bilgiyle yetinmez”, “yeni bilgi üretmek, hayatageçirmek, paylaşmak” için çalışır, “dünyanın sorunlarıyla ilgilenir,çözüm arar” deniliyor. Bütün bunlar “ODTÜ’lü ruhu” olarakgösteriliyor, buna “idealizm” ya da “devrimcilik” denilebileceğibelirtiliyor. Bunlar ODTÜ’nün tanıtım filminde geçen tanımlamalar.Peki bütün bunlar ODTÜ’de nasıl gerçekleşiyor, ODTÜ’yü geçelimTürkiye’de nasıl gerçekleşiyor? Daha da genel düşünelim, dünyanıniçinde bulunduğu durumda nasıl somutlaşıyor?

Öncelikle, araştırma ve bilimden başlayalım. Hani üniversitelerbilim yapılan yerler ya… Bugünlerde daha da yoğunlaşmış bir şekilde,uzun bir süredir “üniversitelerin özerkleşmesi” tartışmalarıyürütülüyor. İktidar, üniversiteleri “özgürleştirmekten” bahsediyor.YÖK’ün kaldırılacağına dair açıklamalar yapılıyor. Sermayesahiplerinin, ilçe yöneticilerinin, “öğrenci temsilcileri”nin içinde yeralacağı “mütevelli heyetleri”nin özerk üniversiteleri yönetmesindenbahsediliyor.

Bu sistemin uygulandığı özel üniversitelere bakalım, acabagerçekten “özgür” bir ortam var mı? Öğrenciler istedikleri gibi tartışıp,istedikleri gibi düşünebiliyorlar mı? Asla! Sözde bütün budüzenlemeleri yaparken amacın üniversitelerin daha “özgür” ve bilimyapılan yerler olmasını sağlamak olduğu söyleniyor. Nedir bütün bu“özgürleşme” gerçekten? Bu “özgürleşme”, sermaye sahiplerininçıkarları doğrultusunda bilim yapmaktır. Eğitimin sermayeninçıkarlarına göre dizayn edilmesidir.

Biz öğrenciler sanıyoruz ki, özgürce tartışıp, özgürce eleştirip,özgürce değiştireceğiz. Bütün bunları yapabiliriz, ancak “sınırlarımız”yönetenlerce belirlendiği koşullarda. ODTÜ Teknokent’te bulunanASELSAN, HAVELSAN gibi büyük savunma sanayi şirketleri,Ortadoğu’da ve Kürdistan’da süren savaş için üretim yaparken…İktidar karşıtı eyleme geçen, mücadele eden öğrencilertutuklanırken… “Özgür” basın yargılanırken… ODTÜ senatosu bilekamuoyuna bu demokratik hakların gasp edilmemesi gerektiğine dairaçıklama yaparken, biz öğrencilerin özgür olması, bilimselçalışmalarını “toplum” için yapması mümkün mü?

Yönetenler, sermaye sahiplerinin çıkarları doğrultusundayönetmektedir ve onların çıkarları doğrultusunda bilimyapılmasını istemektedir. Yönetenler, üniversiteleri

özerkleştirmeyi değil,üniversitelerişirketleştirmeyihedeflemektedir. Yönetenler,bu sınırların dışınataşmamıza tahammüledememekte; buna karşı, bu

sınırları aşmak için mücadeleeden öğrencileri hapse

atmaktadır. ODTÜ senatosukamuoyuna duyurusunda “hakve özgürlükler alanının evrenseldeğerlere uygun biçimdedüzenlenmesini” talepetmektedir. ODTÜ rektörü, 2sene önce Tayyip Erdoğan’ın

TÜBİTAK toplantısı için okulagirmesine izin vermiş, buna karşıolan öğrencileri de okula polis

sokarak durdurmaya çalışmıştı. Peki ozaman, ODTÜ senatosu kimin için özgürlük istiyor, hangi yüzleODTÜ’lü ruhundan bahsediyor? ODTÜ rektörü, senatosu/yönetenleri,düzen sınırlarını aşmaya yönelik mücadelelere tahammül edemiyor.Şirketlerin çıkarlarına karşı mücadele edenleri bastırıyor. ODTÜ’yüdevletle, iktidarla aynı doğrultuda, sermayenin çıkarları adınayönetiyor. O bahsedilen, “gerektiğinde sınırları aşan ODTÜ’lüruhu”nu bastırmaya çalışıyor.

Dünyada açlık, yoksulluk, işsizlik ve savaş emperyalistlerce,büyük şirket sahiplerinin çıkarları doğrultusunda, daha daderinleştirilmektedir. Türkiye’de ekonomi büyürken sermaye sahiplerizengin olmakta, Ortadoğu halklarına ve Kürtlerin hak aramamücadelesine karşı savaş kışkırtılmaktadır. Bütün bu sorunlar devamederken, bilim ve teknoloji sermayenin çıkarlarına hizmet ederken, bizODTÜ öğrencileri “bilim yapma”yı düşünemeyiz. Bizler bu kapitalistdüzen sınırları içinde kaldığımız koşullarda dünyadaki sorunların dahada büyüyeceğini, büyük şirket sahiplerinin dünyayı talan etmesininsonunun gelmeyeceğini gözardı edemeyiz. Bu koşullarda gelişenbilimin, emperyalistlerarası rekabet sonucu ortaya çıkan savaşlardabüyük yıkımlara yol açtığını ve daha da açacağını unutamayız.

“2. Dünya Savaşı, dünyadaki nüfusun %3,5ini mezara yollamıştı,bugün bilimin gelişmişlik düzeyi, nükleer silah, roket, uçak, tank, gemive denizaltı kapasitesi eskisine oranla katlanmış durumda.”*

Bilim ve teknolojinin gelişmesi kaçınılmazdır. Fakat bu gelişme,içinde bulunduğumuz toplumsal koşullardan ve sınıflararasıilişkilerden/çelişkilerden bağımsız değil, tam tersine bunlarınbelirlediği şekilde gerçekleşmektedir. Kapitalistler teknolojiyi,fabrikaları mülk edinmekte, kapitalistler yönetimi kontrol etmekte,kapitalistler zengin olmakta, kapitalistler savaşlara sebep olmakta vesınırları kapitalistler belirlemektedir.

ODTÜ’lülük bu düzen sınırlarını aşmaktır. ODTÜ’lülükdevrimcilikse, biz ODTÜ’lüler kapitalist düzenin kökünü kurutmakiçin mücadele etmeli, araştırmalı, okumalı ve en önemlisi deörgütlenmeliyiz.

ODTÜ’den bir Ekim Gençliği okuru*“Son Gelişmeler Işığında Bilimin Toplumdaki Rolü”

(Ekim Gençliği, sayı: 136)12

ODTÜ’de yeni dönem başlarken…

Hacettepe Üniversitesi’nde geçtiğimiz dönem rektör değişikliğiyaşandı. Üniversitemizdeki ilerici/devrimci tüm güçlere azgıncasaldıran Uğur Erdener, iktidar ömrünü tamamlayıp görevini Prof. Dr.Murat Tuncer’e devretti.

Tuncer’in göreve gelir gelmez ilk yaptığı icraat da Uğur Erdener’inüniversite öğrencilerine karşı kullanılmak üzere altına imza attığı bibergazı ihalelerini açıklamak, böylece eskiye dair ne varsa herşeyideğiştireceğini iddia etmek oldu. Bu hamlesiyle gündeme “demokratrektör” olarak oturdu. Burjuva medya günlerce “böyle rektörgörülmedi”nin propagandasını yaptı. Öyle ki, bazı sol çevrelerce bileMurat Tuncer’in demokratlığı teslim edildi.

Ancak çok geçmeden Tuncer’in maskesi düştü. Her ay öğrencilerletoplantı yapıp, onların sorunlarını dinleyen rektörün gerçek niyeti çokgeçmeden ortaya çıktı. “Herkes görüşünü rahatça ifade etsin” kisvesialtında Beytepe’de faşist/gerici örgütlenmelere alan açmaya çalışanrektör, ilerici ve devrimci öğrencilerden de yıl boyu soruşturmayıesirgemedi! Eli sopalı 200 kişilik faşist güruhu kampüse alıp ilerici vedevrimci öğrencilere saldırtan rektör ne kadar demokrat olduğunucümle aleme bir kez daha gösterdi.

Bu durum bizler açısından çok da şaşırtıcı değildi. Zira MuratTuncer’in ikiyüzlü bir sermaye temsilcisi olduğunu daha en başındasöylemiştik. Hatta bu konu ile ilgili Ekim Gençliği’nde arka arkayayazılar kaleme almış ve yaratılan sahte özgürlük rüzgarınakapılmamak gerektiğini belirtmiştik. Göreve geldiği günlerde burjuvamedyanın “demokrat rektör” olarak göklere yükselttiği ve “iyi niyetli”açıklamalar yapan bu zatın kimin ve neyin temsilcisi olduğunu dahailk günden itibaren ortaya koymuştuk. Murat Tuncer’in sinsipolitikalarının aleti olan bazı gençlik örgütlerinin aksine, öğrencigençliğe Murat Tuncer’in yaptıklarının ne anlama geldiğini veyapabileceklerinin sınırlarını anlatmıştık. *

İkiyüzlülüğün bu kadarı!

Göreve gelmesinin üzerinden daha 1yıl bile geçmeden gerçek kişiliğiortaya çıkan rektör Murat Tuncer sonaçıklamalarıyla bir kez daha gündemegeldi. Hacettepe Üniversitesi’ninrektörü Tuncer Amerika’da boğularakyaşamını yitiren iki öğrenciarkadaşımızın cenazesindegazetecilerin sorularını yanıtladı.Başta PKK olmak üzere “yasadışıörgütlerin” üniversitelerde oldukçaetkin olduğunu belirten Tuncer,devrimci ve yurtsever öğrencileresaldırdı. Yasadışı örgütlerinsempatizan kazanmak için birçokyöntem kullandığını söyleyen rektör,mücadele eden öğrencileri kandırılmışkişiler olarak tanımladı. Bu dayetmezmiş gibi “terör örgütlerinin

öğrencilere sevgili bulduğunu” söyleyecek kadar aklaksızlaşlaştı.Bu açıklamalarıyla Hacettepe Üniversitesi’ni yeni kazanan

öğrencilere mesaj veren rektörün devrimci ve yurtsever öğrencilerimarjinalleştirmeye çalıştığı ortadadır. Ancak çabası nafiledir!Devrimci öğrencilerin kitlelerle bağ kurmasını engelleyemeyecektir!

Hacettepe Üniversitesi’nde yeni bir dönemin başladığını söyleyenrektörümüz, aralarında Ekim Gençliği okurlarının da bulunduğudevrimci ve yurtsever öğrencilere uzaklaştırma cezası vererekaçıklamasında bahsettiği “çözüm” yöntemlerini uyguladığınıdüşünüyorsa yanılıyor. Üniversitemizde devrim ve sosyalizmin kızılbayrağı tüm engellemelere rağmen dalgalanmaya devam edecek.

Biz Ekim Gençliği olarak yeni dönemde de Tuncer’in korkulurüyası, devrimin ve sosyalizmin üniversitelerdeki temsilcisi olmayısürdüreceğiz. Genç komünistler olarak düzenin tüm kaleleriniyıkmaya devam edeceğiz!

Hacettepe Üniversitesi Ekim Gençliği

* Murat Tuncer’in “demokratlığının” sınırı - Beytepe EkimGençliği

(Ekim Gençliği, sayı:137, Nisan 2012 )Hacettepe Üniversitesi’nde rektör değişti... Peki değişen ne?

( Ekim Gençliği, sayı:136, Mart 2012)

Rektörün korkulurüyası olmayadevam edeceğiz!

Eğitimde ticari dönüşüm sürüyor...

Sermaye devleti bir taraftan harçaları kaldırdığını iddia ederken diğer taraftan da sermaye-

üniversite işbirliğini her alanda uygulamaya çalışıyor. Bunun bir ayağı da üniversitelere atanan

CEO’lar iken şimdi de 23 üniversitede başlatılan öğrenci kimliklerinin banka kartına çevirerek devam

ediyor.

Öğrencilerin kişisel bilgilerinin kendilerinin haberi olmadan bankalara verilmesinden öğrenciler

rahatsızlık duydu. Bu nedenle öğrencilerden gelen basınç sonrası kimi üniversite yönetimleri geri

adım atmak zorunda kaldı. Kimi üniversite rektörleri de bunu işleri çok kolaylaştırdığını iddia ederek

uygulamayı savundu. Öğrencilerin kimlik bilgilerinin kendilerinden habersiz bankalara verilmesinin

yasak olmasına rağmen hukuktaki boşluktan yararlanarak uygulamaya geçirildi.

Böylece hukukun sadece sermaye sınıfının yararları için var olduğu bir kez daha görüldü. Tüm bu

yaşananlar Bologna süreci ve eğitimin ticarileşmesinin bir ayağı olarak gözlenmekte.

13

“Üniversiteler, toplumun tüm çelişkilerini yansıtanküçük birer aynadır.”

V. İ. Lenin

Günümüzde, kapitalist ülkelerin neredeyse hepsi, kalkınma veekonomik büyüme açısından çözüm olarak gördükleri neo-liberalpolitikaların bir sonucu olarak, temel bir insan hakkı olan eğitimibaştan aşağı “yenilemektedirler” veya hâlihazırda yenilemişbulunmaktadırlar. Eğitimin “parası olanın yararlanabildiği ticari birhizmete dönüştürülmesi” olarak özetlenebilecek olan bu yenilenmelerbütünü, neo-liberal politikalarla ayyuka çıkarılmış olsa da, temeldeyeni bir politika değildir.

Bir artı-değer sömürü aracı olarak eğitim

Kapitalist ülkelerde eğitimin amaçları şu ya da bu biçimiyle hepaynı özden beslenir. Genç kuşakları maddi anlamda olduğu gibidüşünsel anlamda da cendere altına alarak itaatkâr bireyler yaratmak;resmi/egemen ideolojinin yaygınlaştırılmasını ve sürekliliğinisağlamak; sınıflar arasındaki eşitsizlikleri meşrulaştırarak, sermayeninçıkarlarına göre bunları yeniden üretmek ve derinleşmesini mümkünkılmak, son olarak kapitalizmin ihtiyaçlarına yanıt olabilecek türdenkalifiye iş gücünü yetiştirmek... İşte kapitalist toplumlarda eğitimin“işlevleri” temelde hep bunlar olagelmiştir. Neo-liberal politikalarlaeğitime yeni bir “işlev” daha kazandırılmıştır ki bu, eğitimin birmetaya dönüştürülerek eğitimin bizzat kendisinin bir “artı-değersömürüsünün aracı” ve “sermayenin değerlenme aracı” halinegelmesidir.

Kapitalist sistemin 70’lerde yaşadığı krizden çıkmak üzere,kendisini yeniden yapılandırma ihtiyacının sonuçları olan bu neo-liberal politikaların; yerli ve yabancı sermaye grupları, IMF, DB gibiuluslararası kuruluşların talepleri doğrultusunda, hükümetlertarafından 1980’lerden bu yana adım adım hayata geçirildiğiniunutmamak gerekir. Kapitalist sistemin yaşadığı neo-liberal

dönüşümle birlikte sadece eğitim değil, bir bütün olaraktoplumun en temel ihtiyaçları bütünüyle piyasanın insafınabırakılmıştır.

Üniversite seçim rüzgârı

Eğer eğitime ve özellikle eğitimin yüksek öğrenim kademesinegüncel bir bakış sunmak gerekirse, geride kalan süreçteyükseköğrenim cephesinden bir seçim rüzgârı esmekte olduğunusöyleyebiliriz. “Üniversite seçim rüzgârı” olarak betimlenebilecek burüzgâr, temelde ticarileşen ve bir meta haline dönüştürülen eğitiminçok saf kanıtlarını bize sunuyor.

ÖSYM’nin 2011 yılında LYS’de başarılı olan ilk 5 bin öğrencininkimlik bilgilerini saklı tutması üzerine ODTÜ, LYS’de başarılıgençleri bünyesine çağırmak amacıyla bir reklam filmi hazırlamış vebunun televizyonlarda yayınlanmasını sağlamıştı. Gelen tepkilerüzerine YÖK, ODTÜ’nün eski mezunlarının yer aldığı reklam filmiyleilgili olarak, “devlet üniversitelerinin vakıf üniversiteleri gibi reklamyapabileceğini, mevzuata aykırı bir durum olmadığını” bildirmişti. Ozamandan bugüne özel üniversiteler ve hatta devlet üniversiteleri türlüyöntemlerle “pazarlanmakta”, çeşitli tüketim araçlarına konuolmaktadırlar.

Bugün gelinen noktada Konya’nın Zafer Meydanı’nda İstanbulÜniversitesi, ODTÜ ve Hacettepe Üniversitesi’nin stantları kuruluyor.ODTÜ’nün “tanıtım” reklamları TV’lerde boy gösteriyor. Son ikiyazdır Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nin reklam afişleri “Biliminışığında” sloganı ile Ankara metrosunu süslüyor. İstanbul’un hersemtindeki billboardlarda da bir dizi devlet üniversitesinin boy boy“tanıtımları” var…

Şirketler ve müşteriler

En basit tanımı ile “bir şeyi duyurmak veya tanıtmak içinhazırlanmış, kalabalığın görebileceği yere asılmış, genellikle resimliduvar ilanı” olan billboardlar, zamanlarının büyük bir bölümünü evdışında geçiren hedef tüketici kitlesine farklı ve daha etkili bir erişimimkânı olarak görülmekte. Kent yaşamında insanları yönlendirmegücüne sahip olan bu araçlar, günlük yaşamda sayısız bilgiyi insanlaraadeta empoze ediyor. Okuma yazması olan her bireyi etkileyen veyapılan araştırmalara göre satışları arttırmak, işletme, kurum ya damarka imajı yaratmak açısından belirgin “başarıları!” olan bir satış vepazarlama tekniği. İşte böylesine bir amacı ve hedef kitlesi olanbillboardlar artık özel üniversitelerin ve hatta devlet üniversitelerinin“pazarlanması” açısından etkin bir görev görüyor!

Başımızı nereye çevirsek şirkete dönüşmüş yüksek öğrenimkurumlarının bizler, yani “müşteriler” için hazırlamış olduğupazarlama taktiklerini görüyoruz. Eğitimin ticarileşmesi olgusuüniversiteye ilk adım attığımızdan itibaren yakıcı bir biçimde bizlerindeneyimlerine konu oluyor. Alabildiğimiz eğitimin niteliği de ancakanti-bilimsel temelde ve alabildiğine eksikliklerle donatılmış oluyor.Yani kısacası en doğal hakkımız olan eğitim hakkımızın önünde bileonlarca engel var.

Tüm bu engelleri aşabilmenin yolu ise engelleri oluşturan kapitalistsistemin temellerini hedef alan bir mücadele ortaya koymaktangeçiyor. Düzenin dayattığı neo-liberal saldırılara karşı birleşik, kitleselve devrimci bir gençlik hareketi yaratma hedefini güncel tutan gençkomünistlerin açtığı yolu büyütmek için Ekim Gençliği saflarındaörgütlenmeye!

Sermaye için değil

14

toplum için eğitim!

toplum için eğitim!

Geçtiğimiz haftalarda, AKP hükümeti bin bir demagoji eşliğindeharçların kaldırıldığını ilan etti. Üniversitelerin sermaye denetimindeyeniden şekillendirilmesinin bir parçası olan harçların kaldırılmasıkararı, aynı zamanda göz boyamaya hizmet etmektedir. Çok açık ki,harçlar öğrencilerin masraflarının çok küçük bir bölümünüoluşturmaktadır.

En temel masraflardan birini ise barınma sorunu oluşturmaktadır.Üniversitelerde barınma sorunu öyle bir hal aldı ki artık öğrencilertercih yaparken okulun kalitesinden önce, barınma olanakları nasıldiye bakmaya başladılar. Rehberlik öğretmenleri “Şu okulakayıt yaptırın, o okulun yurdu var, barınma sorunuçekmezsiniz” şeklinde yönlendirmelerdebulunuyorlar. Tabii sadece okulun yurduolması yetmiyor, üniversiteler her oda içinayrı bir fiyat tarifesi koyuyorlar.Bologna sürecini başlatmış olanokullar bu işte daha deneyimliler.Hemen yurt adı altında üniversiteninbir yerine bina dikip, fahiş fiyatlarlakendi öğrencilerine uzun zamandıroda kiralıyorlar. Hatta HacettepeÜniversitesi’nde öğrencilerdenhava parası diye 1500 dolaralıyorlar. Tabi herkes bu parayıveremediği için buralar daha çokzengin çocuklarının konaklama yerlerioluyor.

AKP hükümeti, her ile bir üniversiteaçmakla övünüyor. Oysa, bunların birçoğutabela üniversitesi olmaktan öteye gitmiyor. Buokulların bazıları bırakın yurt açmayı, yolu bileolmayan, laboratuarı olmayan, şehirden bir iki saat uzaklıktaolan okullar. Buradaki amaç, okul açıp eğitim vermek değil, aynızamanda, öğrencileri bir müşteri gibi görerek, onlar üzerinden yurtsahiplerine, okulun kurulduğu bölgedeki büyük arsa sahiplerine,dükkan sahiplerine rant alanı açmak.

Bugün iyimser bir hesaplama ile bir üniversite öğrencisinin aylıkharcadığı para 600 lira. Bunu 1 milyon 700 binle çarptığımızda ortayakocaman bir pasta çıkıyor. Bu da sermaye sahiplerinin iştahınıkabartmaya yetiyor. O yüzden her sene üniversite kontenjanlarınıarttırmak için çaba gösteriyorlar. 1 milyon 700 bin öğrencinin olduğuokullarda Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun (KYK) sadece 230 bin yatakkapasitesi var ve arttırmak için çaba bile göstermiyorlar. Öğrencileriaçıkça özel yurtlara ve cemaat yurtlarına yönlendiriyorlar. İnsanlar daeğer paraları yoksa, çocukları açıkta kalmasın diye borç alarak ya özelyurtlara ya da cemaat yurtlarına yazdırıyorlar.

Özel yurtlar ve cemaat yurtları mantar gibi türüyor!

Özel ve cemaat yurtlarını her yerde görmek mümkün. Öyle ki, herokulun kayıt dönemlerinde şehirlerin otobüs terminallerinde dahikarşımıza çıkıyorlar. Üniversitelerde kendi okul topluluklarına bilestant açtırmazken, bu yurtlar çok rahat şekilde her okulda stant açıpinsanların çaresizliklerinden faydalanmaya çalışıyorlar.

Özellikle cemaat yurtlarına bu konuda büyük ayrıcalık sağlanıyor.Eğer çocuğunuz bir üniversiteyi kazandı ise bu adamlar sizden dahaönce haber alıp, kapınızı çalmayı ihmal etmedikleri gibi, yurtlarınınçok güzel olduğundan, odalarının kişi sayısının az olduğundanbahsedip sizin kaydınızı daha evde iken alıyorlar.

KYK yurtları: Yarı açık cezaevi…

230 binden biri olup eğer KYK’dan yurt çıkarsa size asıl zorgünler o zaman başlamış oluyor. 8 kişilik daracık odada

kalmak zorundasınız. Bu odaların çoğunda priz bileyoktur. Ders çalışamazsınız, arkadaşlarınızla vakit

geçiremezsiniz. Çünkü keyfi belirlenmiş yurtgiriş-çıkış saatlerine uymak zorundasınızdır.

KYK yurtlarında tadilat, bakım yapılmasıyerine, her yurdun kapısına parmakokuma cihazları koyulması tercihediliyor. Öğrencilerin özgürlüklerineher adımda müdahale ediliyor. SonraKYK başkanı çıkıp “Artık velilerçocuklarının ne zaman yurda girişyaptığını bilecek” diyerek nasıl birbakış açısına sahip olduğunu gösteriyor.

Ek olarak belirtmeliyiz ki, bu yurtlardakadın öğrenci olmak daha da zor. Eğer

geç kaldıysanız erkek öğrencileregösterilen tolerans size gösterilmez, bu

durumdan anne babanız haberdar edilir, siz debir daha geç kalırsanız yurttan atılmakla tehdit

edilirsiniz.Aynı zamanda bu yurtlarda milliyetçilik o kadar

kışkırtılır ki, bu yüzden birçok Kürt öğrenci saldırıya maruzkalmaktadır. Öyle ki, politik oldukları, hatta sadece Kürt oldukları içindahi bu saldırılar yaşanabilmektedir.

Bu yurtlarda düşünmek/sorgulamak da yasak. Devlet eli ileyerleştirilmiş faşist çeteler ve dinciler bu yurtlarda öğrencilere hertürlü baskıyı yapmakta, zorla dergi satıp, zorla sabah namazınakaldırmakta, bunları yapmayanları tehdit edip dövmektedir. Şikayetettiğiniz takdirde yurt yönetimi “onlardan” olduğu için suçludurumuna düşen de zarar gören de sizler olursunuz. Öğrencilere baskıyapanlara sesini bile çıkarmayan yönetim, sırf sol bir dergiokuduğunuz ya da öğrencileri ilgilendiren bir eyleme katıldığınız içinsizi yurtlardan atabilmektedir.

Sistem, her zaman öğrenci yurtlarından korkmuştur. Bu yurtlardagençlerin bir araya gelip tartışması, bu tartışmalarını sadece üniversiteiçinde bırakmayıp sokaklara inerek işçi ve emekçilerle buluşuptoplumsal bir muhalefetin parçası olmasından endişe etmiştir.

Bugün barınma sorunu bu kadar yakıcı, devletin işçi ve emekçiçocuklarına sunduğu barınma imkanları ise bu kadar sorunlu iken,bizlere düşen görev ise eşit, bilimsel, parasız, anadilde eğitimmücadelesinin bir parçası olarak, insanca yaşanacak, nitelikli, ücretsizyurtlar talebini yükseltmektir.

Halil Can

Barınma sorunu parasız eğitim talebinin parçasıdır!

Barınma hakkı için mücadelemiziyükseltelim!

15

Eğitimin gericileştirilmesi doğrultusunda gündemegetirilen ve yasalaştırılan 4+4+4 yasalaşmıştıuygulaması ile 66 ayı doldurmuş çocukların okulabaşlamasının önü açıldı. Öte yandan ailelerinuygulamaya yönelik tepkileri artarak devam ediyor.Aileler ilköğretim okullarının İmam Hatipleredönüştürülmesine ve binlerce öğrencinin okuldeğiştirmeye mecbur bırakılmasına karşı tepkileriniortaya koymaya başladılar. Velilerin rahatsızlıklarınarağmen birçok ilköğretim okulu kapatıldı. İmam Hatiportaokullarının açılmasına hız verildi. İmam Hatiportaokullarına kayıtlar camilerde yapılmaya başlandı.Bu durum bile gerici saldırganlığın ne denli arttığınıkanıtlamak için yeter de artar bile.

Çocukların eğitime 5 yaşında başlamasıuygulaması tepkiler üzerine 66 aya, yani 5,5 yaşayükseltildi. Buna rağmen velilerin tepkileri sürdü.Tepkiler üzerine bakanlık yeni bir manevra yaptı.Çocuğun okula başlamasının fiziksel ve zihinselgelişimine uygun olmadığının doktor raporu ilesaptanması durumunda, rapor alan çocukların okulabaşlamayabileceklerine dair bir açıklama yaptı. AKPiktidarı bu manevrayla kendisine yönelme ihtimaliolan tepkilerin önünü kesmeyi, bireysel arayışlarınönünü açmayı hedefliyor.

Veliler, bireysel çözüm tuzağına

itilmek isteniyor

4+4+4 uygulaması ile 66 ayı dolduran çocuklarınilköğretime başlamasının gündeme geldiği andanitibaren aileler yasaya karşı seslerini yükselttiler.Ülkenin dört bir yanında tepkiler ortaya çıkmayabaşlayınca Milli Eğitim Bakanlığı konuya çözümbulmak yerine aileleri çocuk psikiyatristlerineyönlendirerek zaman kazanmak istedi. Bu manevradada başarılı oldu.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın psikiyatristmanevrasının ardından çocuğunun okula başlamasınıistemeyen binlerce aile doktor kapısına dayandı. Buyıl yeni yasaya göre okula başlayacak olan öğrencisayısının 600 bin olacağı düşünüldüğünde bu durumunhastanelerde karmaşa, veliler ve doktorlar arasında

devasa sorunlar ortaya çıkarması kaçınılmaz olacaktır. Bir çocuğun çocuk psikiyatri kliniğinde

değerlendirilmesinin en az 35-40 dakika sürdüğüsermaye medyası tarafından yapılan haberlerde yeraldı. Bu durumda 600 bin ailenin randevu alması,çocuğunu muayene ettirip ardından da rapor almasıaylarca sürebilir. Okulların açılmasına bir aydan dahaaz zamanın kaldığı düşünüldüğünde, ailesi istemediğihalde birçok çocuk okula başlamak zorunda kalacaktır.

Çocuk psikiyatrları yaptıkları açıklamalarlaçocuğun zihinsel, fiziksel, sosyal ve psikolojik olarakokula hazır hale gelmesi için en az 72 ay gerektiğiniraporlarla ortaya koymuşlardır. Bu bilimselaraştırmalar dışında kalacak çok az çocuk vardır. Yineçocuk psikiyatrları çocukların gelişimlerinitamamlanmadan ilkokul 1. sınıfa başlamalarıdurumunda ruh sağlıklarının bozulacağına dair pekçok açıklamada bulunmuşlardır. Küçük yaşta okulabaşlayanlarda ayrılık kaygısı rahatsızlığıgörülme riski, altı yaşında ilkokula başlayan çocuklaragöre daha fazla olduğu da uzmanlar tarafındanbelirtilmektedir. Özellikle bu çocuklar okul öncesieğitim almadılarsa risk daha da artmaktadır.

Uzmanlar beş yaşından önce el-gözkoordinasyonunun, ince motor becerilerin, işlemseldüşüncenin tam gelişmemiş olması, soyut düşünceninyetersizliği ve dikkati sürdürmedeki güçlüklernedeniyle bu yaştaki çocukların öğrenme becerilerindezorlanacaklarını belirtiyorlar. Bu yaştaki çocuklarınokulda belli seviyede başarı elde etmekte zorlanmalarıgelişimsel açıdan normal olmasına karşın okulprogramları kapsamında beklenen kazanımlarıkarşılamamaları nedeniyle, başarısızlık damgasıyiyecekleri ve gereksiz olarak ‘zeka geriliği’,

‘öğrenme güçlüğü’ veya ‘dikkat eksikliği’ olduğugibi tanımlara maruz kalacakları da aynı uzmanlartarafından ortaya konulmaktadır.

4+4+4 ile gerici-dinsel eğitim

egemen kılınmak isteniyor

Milli Eğitim Bakanlığı eğitimde dinsel gericiliğiegemen kılma anlayışını perdelemeye çalışmaktadır.

4+4+4 gerici eğitim sistemi...

Yalanlar ve gerçekler!

16

Bu doğrultuda imam hatip ortaokulları ile diğerokullar arasında zorunlu dersler anlamında birfarklılık olmayacağı, farklılığın seçmeli derslerdeolacağı yalanına sarılmaktadır. Oysa imamhatiplerin orta bölümlerinin açılması “bilimsel ve

pedagojik gerekçeler” ile değil; tamamen dincipartinin kendi gerici yaklaşımının ürünüdür.

AKP iktidarı seçmeli dersler üzerinden dindargençlik, dindar nesil hedefine ulaşmayıamaçlamaktadır. Din dersi üzerinden bugüne kadarbirçok ayrımcı uygulama yaşandı. 4+4+4 yasası ileçok daha fazla ayrımcı yaklaşımın önü açılmışoldu. Eğitim sistemi, tam da dinci parti şefininsöylediği gibi “dindar nesil yetiştirmek” anlayışıylayeniden dizayn edilmesinin önündeki yasalengeller kalktı. Milli Eğitim Bakanlığı, her nekadar Kuran-ı Kerim ve Hz Muhammed’in Hayatıderslerinin seçmeli olduğunu iddia etse de özellikletaşrada söz konusu derslerin “zorunlu seçmeli”

hale gelmesi kaçınılmaz hale geldi.4+4+4 yasası ile seçmeli dersler üzerinden

“Bireylerin demokratik hak ve taleplerine sınırlamadeğil, seçme hakkı sağlayarak bireylere ilgi, istekve yeteneklerine uygun bir eğitim alma imkanıtanıdığı” iddia edilse de yasa ile öğrencinin ilgi veyeteneklerine sınırlama getirilmiştir. Zorunluseçmeli din dersleriyle, eğitimin her kademesininimam hatipleştirilmesi hedeflenmektedir.

4+4+4 zorunlu eğitim

yeni sorunların önünü açıyor

Milli Eğitim Bakanlığı, 4+4+4 düzenlemesi ilezorunlu eğitimin 12 yıla çıkarıldığını iddia etse deilk dört yılın ardından kesintili eğitimin başlaması,zorunlu eğitimin 4 yıla indirilmek istendiğinin açıkkanıtıdır. Bir taraftan örgün eğitimin 12 yıl zorunluolacağı iddia edilirken, diğer taraftan liseeğitiminin örgün eğitim dışına çıkarılması büyükbir çelişkinin daha doğrusu yalanın göstergesidir.Çoçukların son dört yıllık eğitimde örgün eğitimindışına çıkarılarak diploma almasının önününaçılması, kız çocukları ve yoksul halk çocuklarıiçin kader olarak dayatılmaktadır. Bu sistemdeörgün eğitimle ilişkisi ilk kesilecekler yoksul halkçocukları olacaktır.

Meslek ortaokullarının açılması ile birlikteçocuk emeği sömürüsü artacaktır. Kamuoyunda“torba yasa” olarak bilinen yasa ile çıraklık yaşının11’e indirilmesi, işyerlerinde çalıştırılacakstajyerlere getirilen sınırlamanın kaldırılması, ağırve tehlikeli işlerde çalışma yaşına getirilensınırlamanın İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası ilekaldırılması bu sömürüyü yaygınlaştıracaktır.

Erken yaşta örgün eğitimden koparılan kızçocukları hızla cinsiyetçi işbölümünün gereği olanişlere yönelecektir (Ev işleri, yaşlı bakımı, çocukbakımı vb.). Ve tabi ki bacasız fabrikalarda (Eveksenli işler, merdiven altı atölyeler) çocuk kadınemeği her zaman yer bulacaktır. AKP iktidarı4+4+4’ün yaratacağı mağduriyetlere yönelik tümeleştirilere ve itirazlara kulağını tıkamıştır.

AKP iktidarı 4+4+4 yasasının öğrencilerin,öğretmenlerin ve velilerin mağduriyetine yolaçmayacağı üzerinden açıklamalarda bulunmuştu.Ancak yasa daha şimdiden binlerce öğretmenimağdur etmiştir. İlkokul-ortaokul ayrımının birsonucu olarak çok sayıda sınıf ve bazı branşöğretmenleri norm fazlası durumuna düşmüş, ekders alma hakkından mahrum edilmişlerdir.

İlkokullarda 5. sınıfı okutacak öğretmenler fazlalıkhaline gelmiş, öğretmenlerin haftalık ders yüküartmıştır.

Çocuk işçiliğin önünü açan, çocuk gelinliğedavetiye çıkaran, her düzeyde eğitimin tamamengericileştirilmesi saldırısının ifadesi olan, eğitiminpiyasalaştırılmasının önündeki tüm engellerikaldıran 4+4+4 yasasının boşa çıkarılması işçi veemekçilerin birleşik devrimci, politikmücadelesiyle mümkün olabilir. Çözüm tümsorunların olduğu gibi 4+4+4 yasasının da kaynağıolan kapitalizme, burjuva sınıf devletine karşımücadelenin yükseltilmesindedir.

Çocuklarımızın zekası değil,

sizin sisteminiz geridir/gericidir!

Yeni eğitim-öğretim döneminin başlamasına çok az bir zaman kala 4+4+4 sistemi

de sıkça konuşulmaya başlandı. Çocuklarını erken yaşta okula gönderecek olan

aileler bu sisteme yönelik tepkilerini rapor alarak gösteriyorlar ve çocuklarını okula

göndermeyeceklerini ifade ediyorlar. Eğitim Sen’in konu ile ilgili çalışmaları ise

devam ediyor. Bu kapsamda eylemli bir süreç de örgütleniyor. 15 Eylül’de

Türkiye’nin dört bir yanından Ankara’ya akacak olan eğitimciler ve elbette veliler

4+4+4 gerici eğitim sistemine yönelik tepkilerini bir kez daha ortaya koyacaklar.

Sisteme yönelik tepkiler hızla büyürken bu durum sermaye devleti cephesinden

de rahatsızlıkla karşılanıyor. Sermaye devletinin başbakanı ve bu sistemin ateşli

savunucularından olan Tayyip Erdoğan bir televizyon programında bu rahatsızlığını

gizlemeden soruları yanıtlıyor. Çocuklarını erken yaşta okula göndermemek için

rapor alan aileleri eleştiriyor ve onları çocuklarına ihanet etmekle suçluyor. Öyle ki,

bunu yapan ailelerin çocuklarına “gerizekalı” demek istediğini söyleyecek kadar da

arsızlaşıyor.

Bu sistemin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda hazırlandığı ve devreye

sokulduğu aşikardır. Bu yüzden tartışmaları yalnızca çocukların erken yaşta okula

gitmesine ya da imam hatip sayılarının arttırılmasına indirgemek doğru olmaz.

Sermaye devleti eğitim sistemi içerisinde saplandığı bataklığı aşmaya çalışıyor. Bunu

yaparken aynı zamanda mevcut kapitalist düzenin bekasını sağlamaya hizmet

ediyor.

Bizler de çocuklarımız, kardeşlerimiz ve dolayısıyla geleceğimiz üzerinden yapılan

kirli planlara aynı uyanıklıkla yaklaşmalıyız. Bunun için bu sistemi kilitleyecek bir

pratik izleyebilmeliyiz. Çocuklara rapor alınarak okula göndermemek anlamlı bir

tepkidir. Ancak daha sonuç alıcı eylemler bu sistemi bloke edecektir. Bu noktada

öğretmenlerin, öğrencilerin, velilerin birlikte hareket etmesi çok önemlidir.

Toplumun en dinamik kesimlerinden olan üniversite gençliğinin bu mesele

noktasında söz söylemesi ve yapılan eylemlere güçlü bir şekilde katılması

ise belirleyicidir. 17

Öğretmenlerin, velilerin ve öğrencilerin bütün itirazlarına rağmen4+4+4 eğitim modeli yasalaştı. 4+4+4 yasası toplumun tüm kesimleritarafından oldukça uzun bir süre tartışıldı. Eğitim uzmanlarıpedagojik açıdan ne kadar zararlı olduğunu her fırsatta anlattılar.Ancak tüm bu itirazlar, dinci-gerici sermaye iktidarının tam birzorbalıkla 4+4+4’ü meclisten geçirmesini engelleyemedi. Üstüneüstlük yasa tasarısının meclisten geçmemesi için eylem yapan ve gazbombardımana tutulan kamu emekçilerine soruşturmalar açıldı.

4+4+4 yasa tasarısının görüşüldüğü günlerde, sermaye iktidarıeliyle burjuva medya tarafından Kuran kursunun seçmeli ders olmasıözel olarak ön planda çıkartıldı. Oysa ki “yeni” eğitim modelininyaşamımıza yansımaları çok daha kapsamlı olacak. Zira Türkiyeİşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) tarafından da süreklidillendirildiği gibi, 4+4+4 olarak tanımlanan yeni eğitim modeliemekçi çocuklarının ‘piyasa ve iş-gücü’ ihtiyacına göreşekillendirilmesi hedefine yönelik hazırlanmıştır.

4+4+4’te asıl hedef sermayenin çıkarlarıdır

“Yeni istihdam koşulları ve yeni ekonomi-politik ‘neoliberal’,(özelleştirme, taşeronlaştırma, güvencesiz ve esnek çalışma biçimleri,reel ücret kayıpları, özel sigorta şirketleri vb.) uygulamalar eğitimpolitikalarının da bu politikalara entegrasyonunu gerektirmektedir.Pazarın daralması ve devasa miktarda sermayenin değersizleşmesibu sermayenin bir değerlenme alanı olarak kamusal varlıklarınözelleştirilmesini gündeme getirdi. Zaten bu varlıklar, sermayeyeucuz girdi sağlamak ve altyapı oluşturmak amacıyla onun (bir dönemiçin) gerçekleştiremeyeceği büyüklükte yatırımları içeriyordu. Ancakbu durum tekelleşme mantığıyla uyuşmuyordu ve sırası gelinceortadan kaldırılmalıydı. Ulaşım, iletişim, eğitimi, sağlık vb. hem riskiaz hem de devasa büyüklükte kar sağlama kapasitesine sahip bakiralanlar sermayeye açıldı. Sermaye devletinin ‘4+4+4 KesintiliZorunlu Eğitim Sistemi’ de bu bütünlük içinde ele alındığı süreceanlam kazanmaktadır.” (Sosyalist Kamu Emekçileri /www.kizilbayrak.net)

Burjuvazinin meclisinden çıkan her yasanınsermayenin ihtiyaçları için çıktığı zaten biliniyor. Peki,bu yasanın gündeme geldiği günlerde Türkiye’nin en

büyük sermaye örgütü TÜSİAD neden bu eğitim sistemine karşıydı?Madem bu yasa sermayenin ihtiyaçları için çıkarılıyor, TÜSİADneden memnun olmuyordu? İşin esasında TÜSİAD’ın birmemnunsuzluğu yok. Tam aksine bütün sermaye gruplarının eteklerizil çalıyor bu yasadan kaynaklı. Çünkü yasa öncelikli olarak sermeyeiçin kalifiye elemanların erken bir yaşta üretime katılmasınıöngörürken, aynı zamanda, eğitimde özelleştirmenin ve esnekistihdamın önünü açıyor, staj sömürüsünü daha da katmerleştiriyor.

TÜSİAD, yasa tartışmalarının çıktığı ilk günlerde, sadeceyasadaki din sosunun abartılı olduğunu, “ayarın” kaçırılmamasıgerektiğini düşünüyordu. Onların yasayla ilgili tek dertleri de bu idi.Sonrasında zaten bu durum onların da hoşuna gitmeye başlayıncaortada sorun kalmadı. Çünkü yasanın dindar nesil yetiştirme projesiiçin hazırlanan kısmının gündeme oturması, çocuk işçilik yaşının14’ten 11’e düşmesini örtmüş oldu.

Kapitalizm bir vampir gibi gözünü küçücük

bedenlerin kanına dikmiş bulunuyor!

Elbette yasanın eğitimde dinci-gerici ideolojinin etkisini artırmakgibi bir yönü var. Bunu atlamak hata olur. Ancak yasanın çıkarılmaamacını buna kilitlemek de körlük olur. Sermaye devleti çalışmayaşamını topyekun yeniden şekillendiriyor. Bugüne kadar sayısızbedellerle kazanılmış olan grev hakkı, kıdem tazminatı hakkıelimizden alınıyor. Ulusal İstihdam Stratejisi (UİS) ile modern kölelikdayatılıyor. Bu kapsamda eğitime de el atan iktidar, kesintili eğitimidayatarak eğitimi devlet için bir yük(!) olmaktan çıkarıyor, çocuklarıküçük yaşta sermayenin kanlı ellerine teslim ediyor. Kız çocuklarıiçin de “ya erkeklerden daha az ücretle çalışırsınız ya da evlenir, üççocuk yaparsınız” diyor. Kesintili eğitimi yaşamımızdan çıkarıpçocuklara küçük yaşta meslek tercihi(!) yaptırmayı amaçlıyorlar.Geleceğimiz daha ilkokul sıralarındayken elimizden alınıyor.Kapitalizm bir vampir gibi gözünü küçücük bedenlerin kanına dikmişbulunuyor. Üniversite harcını ödemek için inşaatta çalışırken düşüpölen gence, çocuğunun dersane parasını ödeyemediği için hapse girenanneye alışan Türkiye, artık sık sık makinelere kaptırılmış minikparmaklara, iş cinayetine kurban gitmiş küçük bedenlere alışmayabaşlayacaktır yakın zamanda.

Geleceğimize sahip çıkalım!

Tabi meselenin bir de sayısı her geçen gün artan özel okullarboyutu var. 4+4+4 ile birlikte yaşları birbirinden farlı çocuklar aynısınıfta karma bir şekilde eğitim görecek. Bu durum da özel okullardevreye giriyor. Özel okullar, müşterilerine ayrı sınıf imkanı sunarak,çocuklarının bu şekilde mağdur olmasını istemeyen velileri bekliyor.Fatih Projesi ile kamu ihalelerini yandaş sermayesine peşkeş çekeniktidar, bunu yaparken her icraatında olduğu gibi süsleyerek sunmayıihmal etmiyor.

Okulların açılmasıyla birlikte bu sorun daha da yakıcı ve somutbir şekilde karşımıza çıkacaktır. Dolayısıyla, vakit kaybetmeksizinsesimizi geleceğimizi temsil eden kardeşlerimiz için daha da güçlüçıkarmalı, meydanlara onlar için inmeliyiz. Sermayenin her alandayürüttüğü saldırılara karşı bizler de her alanda birleşik, kitlesel vemilitan eylemlerle karşı koymalıyız. Karşımızda örgütlü ve her geçengün saldırılarını pervasızlaştıran burjuvazi var. Bizler de burjuvazininkarşısına işçi sınıfı ile birlikte, omuz omuza çıkmalı, mücadeleyibüyütmeli, sermayenin geleceğimizi karatmasına izin vermemeliyiz.

sermayenin çıkarlarına

hizmet ediyor!

18

4+4+4

Genç Sen ve

tutumumuz üzerine…

Öğrenci gençliğin örgütlenmesi ve bağlantılı olarak örgüt sorunu, siyasal gençlik örgütlerinin uzun yıllardır temel gündemlerinden biri

oldu. Ancak, “hareket-örgüt” ilişkisini doğru temelde ele almayan, gençlik hareketinin ihtiyaçlarından yola çıkarak örgütü

tanımlamayanlar, çoğu kez “model” tartışmalarına sıkışıp kaldılar. Dolayısıyla, ortaya sürülen her “model” bir süre sonra ya kendiliğinden

sönümlendi ya da bir grubun tekkesi olmaktan öteye bir işlev taşımadı.

Genç komünistler, yıllardır, gençlik içinde örgüt tartışmalarında, gençlik kitlelerini örgütlemeyi ve taban inisiyatifini açığa çıkarmayı

esas alan, hareketin ihtiyaçlarına yanıt verecek, gençliğin birleşik, kitlesel, devrimci hareketini yaratmayı hedefleyecek bir örgütün

ihtiyacına vurgu yaptılar. Gençlik örgütlenmesinin kalıcı sonuçlar yaratması, kitleselleşmesi ve birleşik bir karakter kazanmasının ancak bu

yaklaşımın ürünü olarak hayata geçirileceğini her fırsatta dile getirdiler. Hareketin ihtiyaçlarına göre oluşmayan, onun nitel ve nicel

gelişimini ve politikleşmesini hedef olarak önüne koymayan her örgütlenmenin, ancak gençlik hareketine dışarıdan dayatılan “ölü” bir

şablon olacağını ifade ettiler.

Genç komünistler, 2006 yılında girişim olarak adımlarını atan, 2007 yılında gerçekleştirdiği kurucu genel kurul ile kuruluşunu ilan eden

Genç Sen’e de başından itibaren bu bakışla yaklaştılar. Geride kalan 6 yıl boyunca, bulundukları tüm alanlarda Genç Sen içinde yer alarak

bu bakışa uygun hareket ettiler. Gençliğin birleşik, kitlesel, devrimci hareketinin yaratılmasında bir imkan olarak gördükleri Genç Sen’i

önemsedikleri gibi, gerçek taban demokrasisinin işletilmesi, kitlelerle buluşmak, kitleleri harekete geçirmek, gençlik kitlelerinin güncel

sorunları işleyerek politikleştirmek ve örgütü tüm bu çalışma üzerinden inşa etmek bakışına uygun bir pratik sergilediler.

Ancak daha girişim aşamasından itibaren, liberal-reformist çevrelerin eliyle şekillendirilen Genç Sen’in yapısal sorun ve zaaflarını her

fırsatta eleştirmekten de geri durmadılar. Genç Sen’e hakim reformist ve liberal anlayışlara karşı bilinçli bir tercihle “Devrimci Genç

Senliler” adıyla çalışma yürüttüler.

Kurulduğu andan itibaren geçmişten bugüne dönük ele aldığımızda, Genç Sen’in içinde bulunduğu tabloyu kısaca özetleyecek olursak;

DİSK’in çatısı altında kurulan Genç Sen, bizzat, reformist liberal anlayışlar tarafından fiili- meşru mücadele ve örgütlenme çizgisi

reddedilerek, en başından itibaren “yasal-icazetçi” sınırlarda hareket etmiştir. Bu anlayış ekseninde hazırlanan tüzük ise bürokratik

normlar yığını olarak, taban inisiyatifini açığa çıkarmanın ve taban demokrasisini işletmenin önünde bir engel olarak çıkartılmıştır. MYK’yı

elinde tutan liberal reformist çevrelerin, bürokratik dayatmacı tutumlarının bizzat uzantısı olan bu yaklaşımlar, başından itibaren dar

grupçu çizgi ve davranışların arenasına dönüştürülmüştür. Bu anlayışlar tüm süreç boyunca, gençlik hareketinin çıkarlarını savunmak

değil, “koltuk kapma” derdine düşmüşlerdir.

Böylesi bir işleyişin doğal sonucu olarak, Genç Sen, gençlik hareketinin gündemlerine kayıtsız kalmış, gençliğin talep ve istemlerinden

uzaklaşmış, bu talepler ekseninde hareket etmekten uzak bakışın doğal sonucu olarak kendi içine daralmış, gençlik mücadelesinin dışına

düşmüştür. Gençlik hareketinin gündemleri ve taleplerinden kopuk bir şekilde kendinden menkul üye kayıt ve örgütlenme süreçleri ise

bir karşılık üretmemiştir.

Geride kalan yılın, Genç Sen’in ölüm sancıları yaşadığı bir yıl olduğunu söyleyebiliriz. Kapatılmasını bile sessizlikle karşılayan, temel

organlarını dahi toplayamayan, gençliğin gündemlerinin dışına düşen, tabanı iyiden iyiye eriyen, buna rağmen gerçekleşen 5. Olağan

Genel Kurul’da koltuk pazarlıklarından “ödün” vermeyen bir tablo, Genç Sen’in sonunu hazırlamıştır. Gelinen aşamada Genç Sen, tek bir

grubun tekkesine dönüşmüştür.

Bu sonucun yaşanmasının asli sorumluları, bugüne kadar gençlik hareketinin çıkarlarını düşünmeyen, birleşik, kitlesel, devrimci

gençlik hareketi yaratmak için imkan olan bir örgütlülüğü değerlendirmeyen, dar grupçu hesaplarla davranan, “küçük olsun, benim

olsun” mantığıyla hareket eden siyasal çevrelerin hepsidir. Bu tablo, birleşik kitlesel bir örgüt girişimi/ deneyimi olan Genç Sen’in değil,

asıl olarak gençlik içindeki reformist-liberal anlayışların iflasının somut göstergesidir.

Bugün genç komünistler, bulundukları yerellerde bu tablonun değişmesi için azami bir çaba sergilemelerine rağmen, birleşik bir örgüt

deneyimi açısından Genç Sen’in oynayabileceği misyonu tümüyle tükettiğine inanmaktadırlar.

Genç komünistler, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da gençlik kitlelerini politikleştirmek, aynı zamanda gençliğin birleşik,

kitlesel, devrimci mücadelesini yükseltmek için her türlü çabayı sergilemeye devam edeceklerdir.

Ekim Gençliği19

Lenin, “Emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşamasıdır” derkenemperyalizmi ve ona karşı mücadeleyi kapitalist sistemin gelişiminden ayrı

düşünemeyeceğimizi en özlü bir şekilde ortaya koymaktadır. BugünOrtadoğu’da ve Arap dünyasında yaşananları, Suriye’ye müdahale

hazırlıklarını, dizginlerinden boşalmış emperyalist saldırganlığı anlamak vedoğru müdahaleyi yapabilmek bu gelişim seyrini algılamayı gerektirmektedir.

20. yüzyıl: Emperyalizm ve proleter devrimler çağı

Emperyalizm çağıyla beraber üretim araçlarının gelişmişlik düzeyinin mevcutkapitalist üretim ilişkilerine başkaldırması nesnel bir olgudur. Üretim araçlarının

gelişmişlik düzeyi, 20. yüzyılın başında öyle bir noktaya gelmiştir ki, kapitalistülkelerin hammadde ve artık ürünlerini satabilecekleri pazar arayışı bunalımlara, bu

bunalımları aşma çabası önce ülkeler arası, sonra bölgesel ve en sonunda da 1.Emperyalist Paylaşım Savaşı’na neden olmuştur. Kapitalist gelişimini önceden belli bir

aşamaya getiren ulusların dünyanın geri kalanı üzerinde hegemonya kurma çabası vepazar arayışı savaşları doğururken, bu savaşların neden olduğu açlık, yoksulluk ve

sosyal-iktisadi yıkımlar sınıf hareketlerinin, halk isyanlarının önünü açmış, derinleşensınıfsal çelişkiler emekçilerin öfkesini büyütmüş ve dünyanın dört bir yanında devrimci

çalkantıları doğurmuştur.1917 Ekim’inde ise dünya çapında derinleşen çelişkiler Rusya’da Bolşevik Parti’nin

öncülüğünde Rus proletaryasının iktidarı almasıyla sonuçlanmıştır. Tüm bu tarihsel süreçkapitalizmin yaşadığı krizler ve bunalımları aşmak için savaşları doğurduğunu, bunalım ve

savaşların ise sosyal devrimi mayaladığını net bir şekilde göstermektedir. Lenin’in, “buz kırılmış, yol açılmıştır” ifadesi ile müjdelediği Ekim Devrimi ile girilen yeni

tarihsel çağı “emperyalizm ve proleter devrimler çağı” olarak nitelendirirken, bunun hiç de günüdeğerlendiren bir tespit olmadığı, tarihsel bir bakış açısının ürünü olduğu geçtiğimiz yüzyılda

yaşanan olaylarla kanıtlanmıştır. O zamandan beri emperyalist kapitalist sistemin dönemsel olarakiçine girdiği krizler, doğurduğu yerel-bölgesel ve dünya çapında gündeme gelen savaşlar ve yine

dünyanın dört bir yanında yaşanan devrimler, girilen bu tarihsel çağ tespitinin gerçekliğini ortayakoymaktadır.

Bu tespit, Marksistler açısından bir kâhinlik değil; tam da tarihsel materyalist bakış açısının birsonucudur. Bu tespit, hiç de anlık birtakım gelişmelerin ortaya çıkardığı anlık sonuçların, moral değerlerin

değil, kapitalizmin gelişimini ve çelişkilerini doğru değerlendirebilmenin bir sonucudur. Buna vurguyapmamızın temel nedeni, 21. yüzyılla beraber ortaya çıkan güncel gelişmelerin 20. yüzyılın başlarında büyük

Ekim Devrimi ile birlikte içerisine girdiğimiz emperyalizm ve proleter devrimler çağından ayrı düşünülemeyeceğigerçeğidir.

Sovyetlerin çöküşünün ilanı ile burjuva ideologlar “tarihin sonu” tespitleriyle, yakaladıkları moral üstünlüğü vedönemsel zaferi tarihsel bir kazanım ve bir “çağın sonu” olarak sunmayı tercih ettiler. Bu girişim kitlelerde devrime ve

sosyalizme olan inancı kırmak, kapitalizmin yenilmezliği algısını güçlendirmek için tüm dünyada ortaya konan bir ideolojiksaldırıydı esasında. Ancak tarihsel gelişmeler bu tespitin yanlışlığını hızlı bir şekilde ortaya çıkarttı. “Sonuç olarak; burjuva

ideologlarının büyük spekülasyonlara konu ettiği 1989, tarihin değil, yalnızca bir dönemin sonunu işaretliyor. İnsanlık yeni birdöneme girmiştir. Yeni dönem, yeni bir devrimler dönemi olarak tarihe geçecektir; nesnel olgular buna işaret ediyor, belirtiler bunugösteriyor.” (H. Fırat, Dünya Ortadoğu ve Türkiye, Eksen Yayıncılık, s.46)

11 Eylül sonrası emperyalist saldırganlıkta yeni dönem

Sovyet bloğunun çöküşü ve tek kutuplu dünyanın sona ermesi, emperyalistler arası çelişkilerin derinleşmesine, ABDemperyalizminin giderek çözülen hakimiyeti emperyalistler arası hegemonya krizinin giderek kızışmasına vesile oldu.Emperyalistler tarafından başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerine yönelik girişilen emperyalistlerin nüfuz ve

20

Güncel gelişmeler ışığındagençlik içinde anti-emperyalist mücadele...

Lenin’in, “buz kırılmış, yol açılmıştır” ifadesi ile müjdelediği Ekim

Devrimi ile girilen yeni tarihsel çağı “emperyalizm ve proleterdevrimler çağı” olarak nitelendirirken, bunun hiç de günü

değerlendiren bir tespit olmadığı, tarihsel bir bakış açısınınürünü olduğu geçtiğimiz yüzyılda yaşanan olaylarla

kanıtlanmıştır. O zamandan beri emperyalist kapitalistsistemin dönemsel olarak içine girdiği krizler,

doğurduğu yerel-bölgesel ve dünya çapındagündeme gelen savaşlar ve yine dünyanın dört

bir yanında yaşanan devrimler, girilen butarihsel çağ tespitinin gerçekliğini ortaya

koymaktadır.Bu tespit, Marksistler açısından bir kâhinlik

değil; tam da tarihsel materyalist bakışaçısının bir sonucudur. Bu tespit, hiç deanlık birtakım gelişmelerin ortaya

çıkardığı anlık sonuçların, moraldeğerlerin değil, kapitalizmin

gelişimini ve çelişkilerini doğrudeğerlendirebilmenin bir sonucudur.

Buna vurgu yapmamızın temelnedeni, 21. yüzyılla beraber ortaya

çıkan güncel gelişmelerin 20.yüzyılın başlarında büyük Ekim

Devrimi ile birlikte içerisinegirdiğimiz emperyalizm ve

proleter devrimler çağındanayrı düşünülemeyeceği

gerçeğidir.

egemenlik hamleleri, yanı sıra ABD emperyalizmininhegemonyasını koruma çabası savaşları doğurmakta gecikmedi.Öte taraftan kapitalizmin içine girdiği kriz ve bunalımlardançıkmak için yeni saldırı planları ve projeleri hızla hayata geçirildi.Bunun içinse bir kılıf şarttı. 11 Eylül saldırılarıyla bu kılıfbulunmuş, bulunmanın ötesinde yaratılmıştı. Savaşlarınyaşanacağı bölge ise, zengin petrol rezervlerine sahipOrtadoğu’ydu.

ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi olarak adlandırdığı proje,Ortadoğu’yu emperyalist çıkarlar doğrultusunda yenidenşekillendirme projesidir. Bu projeden bölge ve dünya halklarınınçıkarına bir şeyler beklemek saflık olacaktır. Bu proje kapsamındaAfganistan’la başlayan savaşlar, 2003’te emperyalistlerin Irakmüdahalesi ile devam etmiştir. Ancak beklediği başarıyı, beklediğisüre içerisinde alamayan ABD, planlarını devam ettirmekte birsüreliğine zorlanmış, 2007 kriziyle beraber tüm dünyada bunalımderinleşmiştir.

Emperyalist-kapitalist sistem sürekli olarak yinelenen krizlerve bunun ortaya çıkarttığı bunalımlarla yüz yüzedir. Bukapitalizmin doğası gereğidir. Sürekli olarak bölgesel ve dünyaçapında yaşanan krizler sosyal kutuplaşmayı her geçen günderinleştirmekte, dolayısıyla sosyal mücadelelerin zemini giderekgüçlenmektedir.

Yakın geçmişte Arap dünyasında yaşanan ve halen deyaşanmakta olan halk ayaklanmaları bunun en dolaysızgöstergesidir. Bu hareketliliklere tarihsel ölçülerle bakıldığında,kapitalizmin biriktirdiği ve derinleştirdiği çelişkilerin, krizler veneo-liberal saldırıların Arap halklarında yarattığı öfke birikimininortaya çıkarttığı sonuçlar olduğu görülecektir. Meseleye böyle

bakılmadığında olayları anlamak ve yorumlamak olanaksızdır.Mesele hiç de sadece diktatöre duyulan öfke değil, aynı zamandasistemin dayattığı yoksulluğun ve sömürünün yarattığı öfkedir. Buöfkenin doğru yönlendirilmesi ise en temel sorundur. Bu dadevrimci partinin önemine işaret etmektedir. Çelişkilerideğerlendirip, sınıf ve emekçi kitlelere önderlik edecek devrimcibir partinin olmadığı koşullarında, sistem yaşanan bunalımlarıgeçiştirecek ve ayakta kalmayı başarabilecektir. Arap dünyasındadiktatörlerin yerini yenilerinin alması gibi...

Dönüp Avrupa’ya baktığımızda da farklı bir tablo yoktur.Özellikle Yunanistan ve İspanya’da yaşanan proleterhareketlilikler, genel grevler, yaşanan krizin nelere gebe olduğunugöstermektedir. Bu olaylar kapitalizmin yaşadığı krizlerden ayrıele alınamaz. Yunanistan’da yaşanan kriz Almanya, Fransa,İngiltere’de yaşanan ekonomik krizden bağımsız değildir.Dolayısıyla AB içerisinde yaşanan her türlü ayaklanma, kriz vesonuçları bir bütün olarak tüm AB’yi hatta bütün olarak dünyayıetkilemekte bu yüzdendir ki tek tek ülkelerdeki hareketlilikleremüdahale de bir bütün olarak yapılmaktadır.

Tüm bu yaşananlar göstermektedir ki; “İnsanlık yeni birbunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemine girmiş bulunmaktadır.Bunalımlar ve savaşlar halen günümüz dünyasına damgasınıvuran yakıcı olgulardır. Birbirine sıkı sıkıyla bağlı bu iki olgusalgerçek yeni bir devrimler döneminin de dolaysız bir habercisidir.Dünya işçi sınıfı ve emekçilerinin kapitalist bunalımların veemperyalist savaşların büyük yıkım ve acılarına cevabı bir kezdaha devrimler olacaktır.” (TKİP III. Kongresi Bildirisi-2009).

Bu tespit ile ortaya konan tarihsel yaklaşım, son üç

Güncel gelişmeler ışığındagençlik içinde anti-emperyalist mücadele...

21

yılın gelişmeleriyle doğrulanmaktadır. Henüzdevrimler yaşanmamış olsa da, mesele girilen yenidönemin imkân ve olanaklarını görmek ve bunauygun müdahaleyi yapabilmektir.

Emperyalizmin Suriye’ye yönelik

saldırı hazırlıkları

Tüm bu süreç bugün, nedenleri ve sonuçlarıylabirlikte Suriye’ye yönelik saldırı planlarında vehazırlıklarında kendini göstermektedir. ABD’ninIrak’ın ardından Suriye ve İran’a yönelikemperyalist müdahaleyi sürekli olarak gündeminealdığı, yıllardır saldırı hazırlıklarını yaptığı, bununkoşullarını yaratmaya çalıştığı, bu yöndepropagandayı süreklileştirdiği açık bir olgu olarakönümüzde duruyor. Gelinen yerde, işçi-emekçilerve Ortadoğu halkları bu gidişata “DUR!”diyemediği koşullarda emperyalist savaş vesaldırganlık yeni boyutlar kazanacaktır.

BOP kapsamında Irak’ın ardından sıranınSuriye ve İran’da olduğu gizlen(e)meyen birgerçektir. ABD’nin Irak üzerinden belli bir yol katettiği, kendi yönlendiriciliğinde hükümetlerikurduğu noktada yüzünü diğer ülkelere çevirmesibeklenilmeyecek bir şey değildir. Ancak bunauygun koşulların yaratılması gerekmektedir.

Bugün emperyalizmin Suriye’ye müdahalesiaçık bir olgudur. ABD emperyalizmi dünyaçapında propagandasını bu olgu üzerindenyürütmekte, Ortadoğu’daki güç ilişkilerini vedengelerini buna göre tartıp, şekillendirmektedir.Bu müdahale bugün için Suriye içindeki işbirlikçigüçleri yönlendirme çabası olarak karşımızaçıkmaktadır. Türk sermaye devletinin budoğrultuda gayretkeş bir çaba içerisinde olduğunu,utanç verici bir şekilde ABD’nin hizmetinekoştuğunu biliyoruz. Hali hazırda Suriye’de devameden kanlı ve kirli savaşın dolaysız bir bileşeniolan sermaye devleti, ileride gündeme gelecekdoğrudan bir emperyalist müdahalenin detaşeronluğunu üslenmiş durumdadır.

Esasta, Suriye’de zorba BAAS rejimine karşıayağa kalkan Suriyeli emekçilerin öfkesi kapitalistsömürü ilişkilerine ve koşullarına karşıdır. Ancak,meseleyi buradan ele alıp mücadeleyi devrimci birtemelde yürütecek güçlerin zayıflığı veya yokluğuortadadır. Bunun kendisi böylesi bir önderliğinsüreç içerisinde ortaya çıkamayacağı anlamınagelmemektedir. Bu zaaf ve eksiklik emperyalistlertarafından kitle hareketlerini kırmanın, giderekkendi sefil çıkarlarının dayanağı haline getirmeninmaddi koşullarını oluşturmaktadır. “Suriye halkınızalim BAAS rejiminde korumalıyız” demagojisikitlelerin hoşnutsuzluğunu ve biriken öfkesiniistismar etme ve aynı zamanda Suriye’ye dönükemperyalist saldırganlığı meşrulaştırma amacınahizmet etmektedir. Ancak emperyalizminkorumacılığı, kendi himayesine ve sömürü çarkınıniçine almaktan öte bir anlam taşımamaktadır.Mısır-Tunus’un ardından Libya ve Suriye’deyaşanan halk isyanları ve ayaklanmaları devrimciönderliğin kritik önemini bir kez daha ortayakoymuştur. Zira bu zaaf, emperyalistler içinmüdahale zeminini de doğurmaktadır.

Başka bir nokta ise, ABD karşıtlığının, gericizorba BAAS rejimini desteklemeye dönüşmemesiçok önemlidir. Zira BAAS rejimi gerici bir burjuvaiktidarını temsil etmektedir ve arkasını başkaemperyalist merkezlere dayamaktadır. Öte taraftan

bugün için “Özgür” Suriye Ordusu adı altındaBAAS rejimine karşı savaşan dinci-gerici güçler,ABD emperyalizminin ve bölgedekiişbirlikçilerinin desteği ayakta durmaktadır.Amaçları BAAS rejimini yıkıp Suriye’deAmerikancı bir iktidar kurumaktır. Bu da gözdenkaçırılmamalıdır.

Suriye yönetimi, Rusya, Çin ve İran tarafındandesteklenmektedir. Bu ABD’nin müdahalesininsonuçlarının hiç de Suriye ve Ortadoğu ile sınırlıkalmayacağının göstergesidir. ABD kendihegemonyasını pekiştirmenin peşindeyken, diğeremperyalist güç odaklarının egemenlik sahasına dagirmiş bulunmaktadır. Bu olgu girişilecek birsavaşın bölge ve dünya açısından öneminiarttırmaktadır.

Emperyalist müdahalede

Türkiye’nin rolü

Sermaye devletinin sık sık gündeme getirdiği“Suriye hava sahası uçuşa kapatılsın ve tamponbölgeler oluşturulsun” talepleri ile Davutoğlu’nunClinton’la yaptığı görüşmenin ardından “Krizinbaşlangıcından bu yana yakın temas halindeyiz.Ancak bundan sonrası için bu operasyonel planınayrıntılarına girmemiz gerekiyor. Her iki tarafınDışişleri Bakanlıkları bu süreci koordine ediyor”ifadeleri birlikte ele alındığında, savaşın kapıdaolduğu, hazırlıkların hızlandığı ve Türkiye’nin deişin içinde olduğu görülecektir.

Suriye üzerinden estirilen savaş rüzgârıylaberaber başta Türkiye olmak üzere, SuudiArabistan ve Katar gibi işbirlikçi devletlerSuriye’de yaşananlar ışığında emperyalistmüdahalenin koşullarını yaratmak içinpropagandayı güçlendirmektedir. TayyipErdoğan’ın “NATO’nun Libya’da ne işi var”demecinden sadece saatler sonra “Libya’dakigelişmelere seyirci kalamayız” söylemine 180derece dönüş yapması halen hafızlarımızda olduğubir süreçte, bu kez Suriye üzerinden kolları sıvamışgörünüyorlar. Yürüttükleri kirli propagandaylaemperyalistlerin Suriye’ye müdahalesinigerekçelendirip, meşru kılmanın yollarını arıyorlar.

Bu kirli propaganda, karşımıza birçok farklıalandan çıkmaktadır. Suriye’deki gelişmelerin vebuna bağlı olarak Kürt halkının Batı Kürdistançıkışı, Türk sermaye devletinin milliyetçi-şovensöylemlere sarılarak emperyalist müdahaleyi meşrukılma çabasını arttırmıştır. Sermaye devleti Kürthalkının Suriye’deki gelişmelerden aldığı moral vemotivasyonla mücadeleyi yükselteceği kaygısı ileTürk-Kürt düşmanlığını körüklemektedir.

Ayrıca mezhep ayrılıkları üzerine oynayanABD emperyalizmi, Suriye’de içeriden bunukörüklerken, Türk medyasına yansıyan haberlerdeyaşananların mezhepsel kökleri olduğupropagandası yapılmaktadır.

Bu propagandayı boşa çıkartmak çok önemlidir.Hem Suriye’ye yönelik emperyalist müdahaleyiboşa düşürmek, hem de ülke içinde yaşanan Türk-Kürt, Alevi-Sünni taraflaşmasını boşa düşürmekanlamında önemlidir. Suriyeli emekçilereyapılabilecek en büyük destek, emperyalistmüdahaleyi zayıflatacak en büyük adım, bizleredayatılan bu suni çelişkileri boşa düşürüp gençliğidoğru bir zeminde harekete geçirmektir. İçindebulunduğumuz çağın emperyalizm ve proleterdevrimler çağı olduğunu döne döne vurguluyoruz.22

Bu propagandayı boşaçıkartmak çok önemlidir.Hem Suriye’ye yönelik

emperyalist müdahaleyiboşa düşürmek, hem de

ülke içinde yaşanan Türk-Kürt, Alevi-Sünni

taraflaşmasını boşadüşürmek anlamında

önemlidir. Suriyeliemekçilere yapılabilecek

en büyük destek,emperyalist müdahaleyi

zayıflatacak en büyükadım, bizlere dayatılan

bu suni çelişkileri boşadüşürüp gençliği doğru

bir zeminde hareketegeçirmektir.

Bu vurgu, olaylara ve gelişmelere tarihselmateryalizmin penceresinden bakabilmek, anlıkgelişmelerin yarattığı moral dalgalanmalarlahareket etmemek açısından önemlidir. Sınıflarmücadelesi, yarın devrim olacakmışcasına birmoral-motivasyonla, ruh haliyle mücadeleyekatılmayı, yine on yılları bulacak bir süreçolabileceğini bilerek sabırla hareket etmeyigerektirmektedir.

Gençliğin anti-emperyalistmücadeledeki önemi

Tüm bu olgular ve değerlendirmeler, gençkomünistlere ve gençliğe büyük bir sorumlulukyüklemektedir. Hem ‘68 gençlik hareketi hem deyakın dönemdeki 1 Mart tezkere eylemlerigençliğin anti-emperyalist mücadelede önemli biryer tuttuğunu göstermektedir. Güncel gelişmelerışığında gençliğin anti-emperyalist mücadelesinibüyütmek, bunu doğru kanallara akıtmak çokönemlidir.

Bu hem emperyalistlerin ve Türk burjuvazisininplanlarını boşa düşürmek hem de gençlikhareketinin içinde bulunduğu tıkanıklığı aşmakaçısından önemlidir.

Gençlik önüne emperyalist savaşı durdurmayı,Türk sermaye devletinin bu savaşa katılımınıengellemeyi koymalıdır. Bu hiç de hayal değildir. 1Mart tezkeresinin onaylanamamasının temelindeortaya çıkan toplumsal muhalefet bulunmaktadır.Ancak bunu gerçekleştirebilmek bugünden hazırlıkyapmayı ve doğru bir bakışa sahip olmayıgerektirir.

Bir taraftan yaklaşan emperyalist savaşa karşımücadeleyi gençliğin gündemine sokmalı, fakatfelaket tellallığı yapmak değil, felakete “DUR!”deme bilincini ve ruhunu ortaya çıkartmalıyız.Emperyalizmin gelişimi, emperyalist savaşlarınnedenselliği, Suriye başta olmak üzere Ortadoğuüzerinden yürütülen emperyalist planların vemüdahalelerin arka planı, bu olguların ışığındabunalımlar, savaşlar ve devrimler dönemindeolduğumuz gerçekliğini bilimsel temelleriylebirlikte gençliğin bilincine taşıma sorumluluğubizleri bekliyor.

Bu bakışı gençlikle buluşturmak ve hareketegeçirmek için, meseleleri soyutluğundan çıkartıpsomutlamak, gençliğin yaşamıyla ve günceltalepleriyle birleştirmek çok önemlidir. Özellikleemperyalist savaşlarda üniversitelerin emperyalistsilah tekellerinin hizmetinde projelere imzaatmasını teşhir etmek, tüm savaşlarda olduğu gibi

bu savaşta da emekçi çocuklarının hem canıylahem de kanıyla bedel ödediğini ortay koymak,sağlıktan-eğitime kadar hiçbir temel gereksinimebütçe ayrılmazken savaşa ayrılan muazzambütçelerin varlığını ortaya koymak çok önemlidir.Bu yapılmadığında, gündemler soyut elealındığında gençliğin harekete geçirilmesigüçleşecektir. Burada atılması gereken ilk adım,somut olgular üzerinden gençliğin anti-emperyalistduyarlılığının ortaya çıkartmaktır.

Tarihsel bir bakış açısına sahip olmak,meselenin ABD veya AKP karşıtlığının ötesindeolduğunu görmek anlamına gelmektedir. Gençkomünistler olarak böylesi bir bakışa sahipolmanın önemi ortadadır. Bunun gençliğinbilincine taşınması, gençliğin üzerindekireformizmin etkisinin kırılmasını kolaylaştıracaktır.

Bugünden bu sürece hazırlanmak, ideolojik birmücadelenin içine girmek anlamına gelmektedir.Oluşturulacak duyarlılık tarihsel bir bakışlabirleştirilmelidir. Geçmişte yaşanan birtakımpratikler bu duyarlılığın doğru yönlendirilemediğikoşullarda, süreçlerin bitmesiyle beraberdevamında sönümlenmesine yol açabilmiştir. Bunoktada, bizlerin müdahalesi çok önemlidir. Bununiçin açıktan kitlelerle tartışabilmek, tartışmazeminleri yaratmak gerekmektedir.

Sürece bugünden hazırlanmak sermayenin bukonuda atacağı adımlara karşı uyanık olmayı,kendi cephemizden müdahale etmeyi degerektirmektedir. Üniversitelerin, tekno-kentlerinemperyalist savaştaki rolü araştırılıp, teşhiredilmelidir. Gençlik, kendi bulunduğu alanlardanharekete geçirilebilmelidir. Gençlik cephesindenemperyalistlerin sözcülerinin Türkiye ziyaretlerine,burjuvazinin emperyalist müdahaleyigerekçelendirme propagandalarına yanıtoluşturulmalıdır. Bu hiç de birtakım öncülerin işiolarak algılanmamalı, gençliği harekete geçirmeninolanağına dönüştürülmelidir.

Bugün genç komünistlerin omuzlarında hiçolmadığı kadar büyük bir sorumluluk vardır. Bu biryanıyla içinde bulunduğumuz tarihsel döneminyüklediği toplam sorumluluklarken, bir yanıyla dasol hareketin devrim saflarından büyük bir orandaayrılmış olmasının, reformist cephenin büyümüşolmasının tersinden bizlere yüklediğisorumluluklardır.

Bu sorumlulukla hareket etmeli, buna uygun birideolojik donanım, devrimci kimlik ve ruh halinikuşanmalıyız. Bunun kendisi, tarihin bizlereyüklediği sorumluluk ne denli büyükse, o denlibüyük bir çabanın içinde olmak anlamınagelmektedir.

Bir taraftan yaklaşanemperyalist savaşa karşı

mücadeleyi gençliğingündemine sokmalı,

fakat felaket tellallığıyapmak değil, felakete

“DUR!” deme bilincini veruhunu ortaya

çıkartmalıyız.

23

Evinde uyurken, okula giderken, akşam eğlencedeyken bombalaryağıyor. Sokakta, çarşıda, pazarda patlayan bombalarda, çatışmalarda,ailemizden, arkadaşlarımızdan, dostlarımızdan yüzlercesininparçalanmış cesetleri televizyon ekranlarına yansıyor. Dünyamızaölüm indirenler, Ortadoğu’ya, Balkanlar’a, Afrika’ya üzerlerinde“özgürlük, demokrasi, barış” yazan bombalar yağdırıyor!

Ortadoğu kan gölüne dönerken, adeta bir vampir gibi kana susamışemperyalistler, irin kokan keskin dişleri ile bir bir halkların kanınıemerek gücüne güç katmaya çalışıyor. Yakın zamanda Irak’ta,Afganistan’da, Libya’da gerçekleştirdikleri katliamlardantelevizyonlara ve gazetelere yansıyanlara bile baksak emperyalizminvahşi yüzünü görebiliriz. Yüzbinlerce insanın ölümü, daha fazlasınınsakatlanması, çocukların yetim kalması, kadınların tecavüze uğraması,milyonlarca insanın açlıkla ve salgın hastalıklarla boğuşması...

Haritada biraz daha yakınımıza gelecek olursak, işkence ve katliamkadar adı direniş ve başkaldırı ile de anılan mazlum Kürt halkınayönelik uygulanan haksız ve kirli savaş...

Dünden bugüne 1 Eylül!

Bu yıl da 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde kapitalizmin krizleri vesavaşları gündemde. Emperyalistlerin dünya üzerinde daha fazla paykapma hırsıyla savaşlar kundaklanmakta, halklar birbirlerinekırdırılmakta, insanlık yok edilircesine barbarca yöntemleruygulanmakta.

Tıpkı 1939 1 Eylülü’nde Nazi Almanyası’nın Polonya’yı işgali ilebaşlattığı II. Emperyalist Paylaşım Savaşı gibi. O dönem Almanburjuvazisinin isteklerini yerine getirmek için faşist Hitler orduları,Avrupa halkları üzerinde terör estirmektedir. Sovyet SosyalistCumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) Kızıl Ordu’su, milyonlarca şehitpahasına faşizmin ordularını Berlin’e kadar sürer ve kızıl bayrağıdikerek görkemli bir zafer kazanır. Daha sonra SSCB önderliğinde,

sosyalist ülkeler ve bazı ülkelerin komünist partilerinintoplandığı Dünya Barış Konseyi’nde alınan kararla, savaşınbaşladığı 1 Eylül günü Dünya Barış Günü ilan edilir.

Emperyalistler ise, kapitalizmin sınırsız yıkımlarına karşı barışözleminin dile getirilmesi için ilan edilen Dünya Barış Günü’nün içiniboşaltmaya, kendi burjuva barış algısını kitlelere empoze etmeyeçalışır. Bu doğrultuda 1981 yılında Birleşmiş Milletler (BM)tarafından her Eylül’ün 3. Salı gününün “Uluslararası Barış Günü”olarak kutlanması kararı alındı. Karar, 2001 yılında 21 Eylül olarakdeğiştirildi. İkiyüzlüce alınan bu kararın, inandırıcı hiçbir yanıbulunmamaktadır. Zira emperyalist savaşlar kadar “emperyalistbarışlar” da kapitalistlerin çıkarlarını korumak içindir.

Dünya ölçeğinde dizginlerinden boşalırcasına tırmananmilitarizmin aldığı boyutlar, emperyalizmin barış söylemininaldatmacadan öte bir anlamı olmadığının kanıtıdır. Kârlı bir ekonomikfaaliyet alanı olan silah sanayiine yapılan harcamalar akıl almazboyutlara ulaşmıştır. Askeri harcamaların binde biri bile dünyadaki aççocukların doymasını sağlayabilirken, “demokrasi ve barıştan”bahseden emperyalistler, silaha para yatırmaya devam etmektedirler.

Kapitalizm oldukça savaşlar sürecektir!

Kapitalizmin krizleri derinleştikçe emperyalistler arasında artangerici rekabet yeni paylaşım savaşlarına sebep olmaktadır. Dünyaüzerinde siyasi ve iktisadi hâkimiyet alanlarını genişletmek içinkapitalist devletler sürekli olarak savaşmakta, savaşların askerleriolarak işçi ve emekçi çocukları “süngülerle” birbiriniboğazlamaktadır.

Burjuvazi işçi ve emekçilerin ürettiği toplumsal zenginliklere zorlael koymaktadır. Bunun için işçi ve emekçilere yönelik ideolojikşiddetin yanı sıra fiziki şiddet uygulamaktan geri durmayan burjuvazi,devlet aygıtını kullanarak şiddetini meşrulaştırmaya çalışmaktadır. İşçive emekçilerin en ufak hak taleplerini dahi şiddetle bastıran kapitalistsistemin kolluk güçlerine ihtiyacı vardır. Aksi takdirde yükselecek birişçi hareketini bastırma gücü bulamayacak, kapitalist düzenin bekasıtehlikeye girecektir.

Şiddet, burjuvazinin işçi sınıfına ve ezilen halklara karşıvazgeçilmez bir aracı iken, burjuvaziyi devirmek için işçi sınıfının24

Dünya barışı için

enternasyonal gençlik dayanışmasını

yükseltmeye!

devrimci şiddeti de vazgeçilmez, gerekli biraraçtır. Bu yüzden, burjuva düzen hâkimken hertürlü şiddete karşı gelmek, burjuvazinin ekmeğineyağ süreceği gibi, işçi sınıfını etkisiz bırakarakkapitalist düzenin devamını sağlayacaktır.Kapitalizm koşullarında genel olarak barıştanbahsetmek, devrimci bir barışı, halklar arasındagerçek barış mücadelesini engellemek anlamınagelecektir. Burjuvazi iktidarı kendi elleriylevermeyeceğine göre, işçi sınıfının iktidarı ancakzor yoluyla gerçekleşecektir. Dolayısıyla işçisınıfı, şiddetin ve sömürünün kaynağı olan burjuvadüzene karşı şiddet kullanmak zorunda kalacaktır.Ancak, işçi sınıfı şiddete taptığı için değil devrimigerçekleştirmek ve güvenceye almak içinkullanacaktır.

Emperyalistlerle değil, halklarla barış!

Emperyalist savaşlarla dünyanın zenginlikleriniyağmalayan tekeller, talan ettikleri bölgelerdebirçok halka ulusal baskı, kölelik ve teslimiyetdayatmaktadır. İşgal ettikleri bölgeleri sınırsızbiçimde sömürmek isteyen emperyalistlerburalarda baskı altına aldıkları uluslara karşı kirlisavaşlarla saldırmaktadır. Bu yolla ulusal baskıyamaruz kalan halkların eşitlik ve özgürlükmücadelesini boğmak istemektedirler.Emperyalist-kapitalist sistemin baskısına vesömürgeciliğine karşı halkların direnişi veözgürlük uğruna savaşmaları en meşru haktır.

Benzer bir durum bu coğrafyada dayaşanmaktadır. Kürt halkı on yıllardır ulusal olarakezilmekte, yok sayılmakta, dört ayrı devletin imhave inkar politikasıyla baskı altında tutulmaktadır.Dolayısıyla Türkiye ve Kürdistan’da yapılan 1Eylül etkinliklerinde ön plana çıkan temeltaleplerden biri Kürt halkının eşitlik, özgürlük,barış talepleridir.

Fakat sözü edilen “barış” talebi, düzen sınırlarıçerçevresinde kaldığı sürece Kürt halkı hiçbirzaman gerçek anlamda ulusal eşitlik ve özgürlüğekavuşamayacaktır. Zira Kürt halkının eşitlik veözgürlük talebi asla bu düzen sınırlarınasığmamaktadır, deyim yerindeyse sermaye devletiiçin savaş nedeni taleplerdir. Dolayısıyla Kürthalkı için düzen içerisinde barış arayışı temelsizbir yönelim ve çıkmaz bir yoldur. Son süreçteyaşanan gelişmeler bunun en somut kanıtıdır. Kürthalkının haklı ve meşru talepleri karşısında Türksermaye devleti bir taraftan inkar ve imhapolitikasını kesintisiz sürdürmekte, kirli savaşı günbe gün tırmandırmaktadır. Kürt köyleriboşaltılmakta, yakılmakta, dağları bombalanmaktave gerillaya karşı imha saldırılarıgerçekleştirmektedir. Öyle ki AKP şefi TayyipErdoğan “ortada Kürt sorunu yoktur, terör sorunuvardır. Milli birlik ve beraberli açılımıyla biz Kürtsorununu çözdük...” diyerek Kürt halkının bütünbir ulusal varlığını yok saymaktadır. Öte taraftan“açılım” aldatmacalarıyla Kürt halkını kırıntılararazı etme çabası içerisindedir. Bir başka ifadeyleTürk sermaye devleti, Kürt halkını ebedi olarakkendi egemenliği altında tutmayı hesapladığı bir“barış” dayatmaktadır.

Dolayısıyla tam hak eşitliği ve kendi kaderinitayin hakkı tanınmadan, bunun için dişe dişdevrimci bir mücadele örülmeden Kürt halkı içinadil ve onurlu bir barıştan bahsetmek mümkünolmayacaktır. Bu da ancak sosyalizmle mümkün

olabilir.

Gerçek barış için mücadeleye!

Başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın hertarafında yaygınlaşan emperyalist savaşlara karşıhalkların ortak mücadelesini örme sorumluluğuönümüzde durmaktadır. EmperyalistlerinSuriye’ye dönük müdahaleleri, Suriye halkını Baasesaretinden kurtarma çabası değil, tersineemperyalistler arası egemenlik kavgasının biryansımasıdır. Bu yüzden Suriye halkına yönelenemperyalistlerin ve işbirlikçilerin namlularıkarşısında gençlik mücadele barikatlarında yerinialmalı, emperyalist savaş ve saldırganığıdurdurmak için kardeş halklarla dayanışmayıyükseltmelidir. Yanısıra, coğrafyamızda katliam vekıyımlardan geçirilen Kürt halkı ve gençleri ileomuz omuza mücadeleyi yükseltmek günün birbaşka ertelenemeyecek görevidir.

Bunun için gençlik, emperyalizme vekapitalizme karşı işçi sınıfının arkasında saflarınıdaha da sıklaştırmalıdır. Zira dünya halklarınagerçek ve onurlu bir barışı ancak işçi sınıfınındevrim mücadelesi armağan edebilir. Bizler de bubilinçle kendi coğrafyamızdan dinci-Amerikancıiktidarın şoven-gerici kışkırtmalarına inatüniversitelerden kardeşliğin sesini yükseltelim.Haydi, tüm halklardan yaşıtlarımızla omuz omuzavererek, gençliğin enerjisini kuşanarak eşitliğin,özgürlüğün, sosyalizmin, barışın ve kardeşliğinmeşalesini yakalım.

A. Armanç

Şili’de öğrenciler

mücadelede kararlıŞili’de öğrenci gençliğin eylemleri devam ediyor. Binlerce Şilili genç parasız eğitim

talebi ve son dönemde artan polis baskısını protesto etmek için çok sayıda kentte

yürüyüşler düzenleniyor.

Santiago’daki Paseo Ahumada’da gerçekleştirilen gösterilerde eğitimin ücretli

olması protesto edildi. Eylem sırasında açıklama yapan Öğrenci Velileri Derneği

Başkanı Dapne Concha ise gösterilere karşı yapılan polis baskılarını eleştirdi.

Concha geçmiş dönemde polislerin öğrenci yurtlarına baskın yaptığını ve

öğrencilere işkenceye varan uygulamalar yapıldığını belirtti.

Öğrencilerin psikolojik olarak geri dönüşü olmayan şekilde yaralandığını belirten

Concha, uygulamaların sorumlularının adalete teslim edilmesi gereğini vurguladı.

Şili polisi ise eylem yapan öğrencilere saldırdı. Polis öğrencilere tazyikli su ve

plastik mermiyle müdahale etti. Öğrenciler ise polisin müdahalesine taş ve sopayla

karşılık verdi. Polis saldırısı sırasında çok sayıda öğrenci gözaltına alındı.

Şili’de işçi-öğrenci dayanışması

Şili’de ücretsiz kamusal eğitim talebiyle yürütülen mücadele işçileri ve öğrenci

gençliği birleştirdi.

Ücretsiz kamusal eğitim için ulusal grev çağrısı sonrası binlerce işçi ve öğrenci 28

Ağustos günü başkent Santiago’nun Alameda Bulvarı’nda yürüyüş düzenledi.

Santiago Üniversitesi civarında toplanmaya başlayan göstericiler, bulvarın

tümünü kaplayarak renkli ve bütünlüklü bir görüntü oluşturdular.

Şili lise öğrencileri sözcüsü Eloisa Gonzalez yürüyüşten önce basına yaptığı

açıklamada, diğer birçok sektörün de eylemlere katılacağı sözü verdiğini vurguladı.

Gonzales ayrıca, gösteriden sonra Eğitim Bakanı Harald Beyer’in daha önce de

defalarca gerçekleşen öğrenci eylemliliklerindeki talepleri göz önüne

alacağını umduğunu söyledi. 2525

26

Toplumsal hareketin genel eğilimi içerisindeüretici güçlerin gelişimi öyle bir aşamaya gelir kimevcut üretim ilişkileri ile çatışmaya başlarlar vetoplumsal devrimler çağı başlar…

Artık dünü yaşamıyorsunuz-yaşamıyoruz.Dünün yenilgileri, hataları ve yılgınlıkları ileuğraşmak, bunlarla boğuşmak zorunda da değiliz.Çünkü farklı bir tarihsel-toplumsal döneminiçerisindeyiz. Ortadoğu’daki “Arap Baharı”sürecinden Avrupa’da yaşanan hareketlenmelere,Amerika’da kendiliğinden gelişen Wall Street işgaleylemlerinden Şili’deki öğrenci eylemlerine kadarbirçok hareketlenme bize bunu gösteriyor. Mevcuttarihsel dönem içerisinde, muazzam gelişimyaşayan üretici güçler ile bu gelişimin önündeengel teşkil eden üretim ilişkilerinin çatışmasınınsomut örnekleri olan bu gelişmeler, tarihintoplumsal devrimler çağı olduğuna dair tümşüpheleri de beraberinde silikleştiriyor.

Marksizmin yıllar öncesinden öngördüğüsüreçlerden sadece bir tanesini yaşamaktayızaslında. Her yeni toplumun bir önceki toplumiçerisinde nüvelerini yaratarak var olduğunubilimsel olarak tayin eden Marx, nasıl ki ilkelkomünal toplum içerisinde köleci toplumun, kölecitoplum içerisinde feodal toplumun, feodal toplumiçerisinde kapitalizmin nüvelerini bilimsel olaraktayin ettiyse, kapitalizmin bilimsel eleştirisiniyaparak da kapitalizm içerisinde sosyalizminnüvelerini aramakta ve bu anlamda ufuk açıcıolmaktadır. Kapitalizmin bilimsel eleştirisiniyaparak, kapitalizmin genel eğilimlerinisaptamakta, kriz olgusunu bu bağlamda ele alarakaslında bugün tüm dünyada yaşanılan somutgelişmelerin kaçınılmazlığını ortaya koymaktadır.

Genel eğilimleriyle kapitalizm

Herhangi bir toplumun yaşayan bir varlık

olarak varlığını devam ettirebilmesi için o toplumaait temel yaşamsal ihtiyaçların, ihtiyaçlarınüretildiği üretim araçlarının ve soyun her daimyeniden üretilebilmesi gerekmektedir. Fakat feodaltoplumun kendisini yeniden üretme mekanizmalarıile kapitalizmin kendisini yeniden üretimmekanizmaları birbirinden farklıdır. Bu farklaradeğinmeksizin kapitalist toplumun yenidenüretimini ele alırsak eğer; kapitalist toplum, emek-sermaye çelişkisi temelinde sermayenin iktidarıelinde bulundurduğu bir toplum olarak üretimini,sermayenin yeniden üretilmesi ile sağlayantoplumdur. Yani herhangi bir şeyin üretilebilmesiiçin o üretim içerisinde sermayenin kendisiniyeniden üretebilmesi gerekir. Sermayenin yenidenüretiminin gerçekleşmediği hiçbir ürün ne kadaryaşamsal bir ihtiyaç olursa olsun üretilmez.

Sermayenin yeniden üretimi karın eldeedilmesine, o da son tahlilde artı-değer üretimineyani emek sömürüsüne dayanır. Artı-değersömürüsü olarak kavramsallaştırılan kapitalistsömürü, işçinin ürettiği değer ile emek-gücükarşılığı kapitalistten aldığı değer arasındakifarktan kaynaklanmaktadır. Yani işçilerinürettikleri değer ile ellerine geçen değer arasındakifazladan değer- artı-değer- sermayenin var olmakoşulu olan kar kitlesinin kaynağıdır.

Lakin sermaye kitlesinin varlığını devamettirebilmesinin tek koşulu artı-değer sömürüsünüdevam ettirebilmesi değildir. Aynı zamandakapitalizmin motoru olan rekabette de ayaktakalması, pazarın hâkimiyetini eline geçirmesigerekir. Dolayısıyla üretimin her adımında artı-değer kitlesini arttırma zorunluluğu ile karşıkarşıya kalan kapitalistler artı-değer kitlesiniarttırma zorunluluğuyla sömürüyü arttırırlar.Çünkü rekabette ayakta kalamayan sermaye kitlesivarlığını devam ettiremez.

Daha fazla değerin üretilmesi ise değerinkaynağı olan emek harcamasının artmasına yaniişçinin daha çok çalıştırılmasına bağlıdır. Burjuvazidaha fazla değere ulaşmak için işgünlerini uzatmasavaşımı verirken, işçi sınıfının insancayaşayabilmek için işgünlerini kısaltmak adınavermiş olduğu savaşımın ekonomi-politik temelibudur. Bir günde üretilen değer kitlesininarttırılmasının bir diğer yöntemi ise birim zamandaharcanılan emek kitlesinin arttırılmasıdır. Emeğinyoğunlaştırılması olarak kavramsallaştırılan busüreç, bir günde bir makine kullanan işçinin ikimakine ile üretime zorlanması olarakörneklendirilebilir.

İşgününün uzatılması ve emeğinyoğunlaştırılması yöntemleriyle sömürününarttırılması mutlak artı-değer sömürüsüdür. Özolarak mutlak artı-değer üretimi, bir günde üretilendeğer kitlesinin arttırılarak sömürününarttırılmasıdır. Fakat bu yöntem tüm kapitalistlerin

Mevcut tarihsel dönem

içerisinde, muazzamgelişim yaşayan üretici

güçler ile bu gelişiminönünde engel teşkil eden

üretim ilişkilerininçatışmasının somut

örnekleri olan bugelişmeler, tarihin

toplumsal devrimler çağıolduğuna dair tüm

şüpheleri de beraberindesilikleştiriyor.

Her gün daha güçlü bir şekilde

sosyalizme!

2727

çok rahat bir şekilde gerçekleştirebildiği biryöntem olmasından dolayı, toplumun hareketipazara hâkim olmak için bir ikinci yöntemiberaberinde dayatır. Bu yöntemin kendisi ise nispiartı-değer üretimidir.

Kapitalistler arasındaki rekabette ayaktakalabilmek için metaları daha düşük bir değerdeüreterek pazarın hâkimi olmak kendisini dayatanbir süreçtir. Kazak üreticileri arası rekabette ayaktakalmak için mutlak artı-değer üretiminin sınırlarınadayanan kapitalistler emek-üretkenliğini arttırarakrekabetin kazananı olmaya çalışırlar, çalışmakzorunda kalırlar. Tüm kazak üreticileri 8 saatte 4tane kazak üretirken kurnaz kapitalistin tekiüretimin teknolojisini geliştirmek ya da üretimyönteminde birtakım değişikliklere giderek 8 saatte8-16-24-… tane kazak üreterek herkes 1 kazağı 2saatlik emeğe üretirken kurnaz kapitalistimiz aynıkazağı 1- ½- ¼- saatlik emeğe üretmekte vepazarda hakimiyeti eline geçirerek, toplamtoplumsal değerden pay almaktadır. Bu süreç birkez başladıktan sonra diğer kapitalistlerde ayaktakalabilmek adına, emek üretkenliklerini arttırmakzorunda kalarak onlarda teknolojilerini arttırıyor vesonuç olarak üretim daha yüksek bir teknolojidenilerletiliyor. Bu sürecin tüm üretim alanlarındagerçekleştiği düşünüldüğünde teknolojik gelişiminsınırsız ilerlemesinin neden feodalizmde değil dekapitalizmde olduğu da çok iyi anlaşılmaktadır.

Bu soyut tartışmanın somut olarakhayatımızdaki karşılığı ise işçi sınıfının daha dünihtiyaç hissettiği halde ulaşamadığı tüketimmetalarına bugün ulaşabiliyor olmasıdır. İşçievlerinde birden fazla televizyonun olması, çamaşırmakinesi-buzdolabı gibi elektronik eşyalarınınolması hatta bozulduğunda tamir ettirmek yerineyenisini almaları rekabet dolayısıyla artanteknolojik gelişimdir. Bu gelişim öyle bir aşamayagelmiştir ki yapılan araştırmalara göre, tümdünyanın yeniden üretimi için 2-3 saatlik üretiminyeterli olduğu ortaya konulmuştur. Fakat bu süreçaynı zamanda kapitalizmin gelişimi içerisindeüretici güçlerdeki gelişimin üretim ilişkileri ileçatışmasından dolayı teknolojik gelişimin sınırsızgelişimini engellemekte, bunalımları beraberindegetirmekte, toplumsal kutuplaşmaları uzlaşamazbir şekilde açığa çıkarmakta yani devrimler çağınıbaşlatmaktadır.

Bunalımlar, savaşlar

ve devrimler çağı

Teknik gelişimin artması her gün 8 saatlikdeğerin daha büyük bir sermaye kitlesi ileüretilmesini beraberinde getirmekte dolayısıylakapitalizm hareketinin her aşamasının karoranlarını düşürmesini dayatmaktadır. Karoranlarının düşüşü sonucunda sermaye maliyetleridüşürmeye çalışmakta bu bağlamda işçi sınıfınasaldırmakta, işçi sınıfının sınıfsal kazanımlarınagöz dikmektedir. Fakat gelinen aşama üretilen yenideğerin, var olan sermaye kitlesinin yenidenüretimini engellediği ölçüde, sermaye üretimdençekilmekte, üretim daralmakta, işsizlik-geleceksizlik artmaktadır. Üretimden çekilensermayenin banka sermayesine akın etmesiylebanka sermayesi daralmakta, ilk çöküşler buyüzden de finans alanında yaşanmaktadır. Dünyadevi bankaların çöküşünün nedeni budur.

Sürecin tam anlamıyla kapitalizmin

hareketsizliğine doğru gittiği bu evrede hareketedebilmek için yeni alanlara yönelimlerişiddetlenir. İçeride işçi sınıfına yönelik amansızsavaşım dışarıda da yeni sömürge alanlarıyaratmak üzerinden kendisini var eder. Paylaşımilişkileri her adımda emperyalist savaşları hattadünya savaşlarını kaçınılmaz kılar.

1890 buhranının ardından gerçekleşen 1. DünyaSavaşı, 1929 buhranının ardından gerçekleşen 2.Dünya Savaşı, 2008 krizin ardından 3. Dünyasavaşı ihtimalini güçlendirse de umutları dayeşertiyor. 1. Dünya Savaşı’nın ardındangerçekleşen Şanlı Ekim Devrimi, 2. DünyaSavaşı’nın ardından gerçekleşen Çin Halk Devrimi,2008 buhranının savaşları gündeme getirdiği gibidevrimler çağının geldiğini de müjdelemektedir.Keza Ortadoğu’daki gelişmeler emperyalistsavaşları, toplumsal muhalefetin yükselişi dedevrimin olanaklarının kuvvetlendiğini kanıtlıyor.

Tarihsel bir gerçekliğin,sosyalizmin saflarına!

Yeni bir tarihsel aşamadayız ve insanlığıngerçekten insanca yaşayabileceği, gerçek barışınsağlanabileceği, “gündüzlerindesömürülmediğimiz, gecelerinde aç yatmadığımız”bir dünyayı kurma görevi sırtımızda. Doğanın yokedildiği, tüm yaşamsal ihtiyaçların metalaştırıldığı,katliamların-savaşların-taciz ve tecavüzlerinyaşamın bir parçası haline geldiği, insanların insanitüm özelliklerine yabancılaştığı bu dünyayıyıkmak, bizlerin sırtındaki tarihsel yüktür ve bizlerbu yükü omuzlamalıyız. Çünkü tüm bu sorunlarınkaynağı, emek sömürüsüne dayanan bu toplum,yani kapitalizmdir.

Kapitalizmin bizlere verebileceği hiçbir şeykalmamış hatta insanlığın gerçek özgürlüğe doğruilerleyişinde bir engel teşkil etmektedir. Kapitalistüretim ilişkileri, insanlığın bugüne kadarkimuazzam gelişiminin insanlığı özgürleştirmesidoğrultusunda kullanılmasını engellemektedir.Tüm dünyadaki insanların ihtiyaçhissettiği ürünlerin üretimi 2-3saat olduğu halde dünyanınyarısının açlıktan kırılmasıda bunu kanıtlamaktadır.

Yeni bir tarihselaşamadayız ve insanlığın

gerçekten insanca

yaşayabileceği, gerçekbarışın sağlanabileceği,

“gündüzlerindesömürülmediğimiz,

gecelerinde açyatmadığımız” bir

dünyayı kurma görevisırtımızda.

12 Eylül askeri faşist darbesinin üzerinden yıllar geçmiş olsa da 12Eylül, hukuku, mantığı ve bütün uygulamaları ile devam ediyor. Buuygulamaların neden devam ettiğini anlamak için meselenin sınıfsalözüne inmek gerekiyor.

Bir yandan gelişen öğrenci/gençlik ve sınıf hareketi ile iktidarısarsılan burjuvazinin, aynı zamanda yapılan grevlerle de üretim olarakkar oranı aşındı. Burjuvazi, telaşa düşüren bu tıkanıklığa çözüm yoluarıyordu. Küresel çapta ise emperyalist ABD, Doğu Bloğu’nungüçlenmesini engellemek için yeşil kuşak projesini geliştiriyordu. Buprojenin anlamı ise Ortadoğu’da İslami-gerici yönetimler kurdurarakDoğu Bloğu’nu bir nebze olsun güçsüz kılmaktı. Tabii ki Menderesdöneminden beri emperyalizmin aktif taşeronluğunu yapan Türksermaye devletine bu projede emperyalizmin Ortadoğu’daki üssüolma görevi düşüyordu.

Fakat Türkiye topraklarında devrimci bir mücadele vardı ve buABD emperyalizminin önündeki en büyük engeldi. İşçi veemekçilerin mücadelesi ve basıncı bu planları boşa çıkarabilirdi. Buyüzden ABD, Türkiye’de sınıf mücadelesinin bastırılması için Türkburjuvazisinden hiçbir yardımı esirgemiyordu. Türk burjuvazisi ileortak gerici planlar hazırlıyor ve darbeyle bu planları hayata geçirmişoluyordu. Burjuvazi ise hem grevlerle aşınan üretim ve kâr kaybınıgeri kazanıyor hem de iktidarını sarsan sınıf mücadelesini bastıraraksömürü demek olan iktidarını pekiştirmiş oluyordu.

Sermaye cephesinden süreç böyle işlerken, devrim cephesinde iseküçük burjuva halkçı akımlar çoktan teorik ve pratik alanda bütündenizleri tüketmişti. Birbirlerinden teoride ve pratikte farklı olduğunusavunan bu örgütler ne tesadüftür ki aynı teorik ve pratik iflasın içinedüştüler. Tam da bu süreçte burjuvazi faşist ordu eliyle darbeyigerçekleştirdi. Koca koca örgütlerin direneceği sanıldı fakat küçükburjuvazinin bağrında kurulan ve bu sınıfın tüm zaaflarını taşıyan buörgütler ilk önce pasif direnişe geçtiler, daha sonra da çözülüpdağılmaya başladılar. Birkaç halkçı akım dışında direnen kalmadı. Buakımlar da kendi sınırlılıklarına hapsolup zamanla yok olmanıneşiğine geldiler ya da yok oldular.

12 Eylül yargılamalarına bel bağlamak budalalıktır!

Burjuvazinin 12 Eylül sonrası propagandasını yaptığı bir söz vardı:“Asker yönetime geldikten sonra fabrikaların bacaları tekrardantütmeye başladı.” İşte bu nokta tam da üzerinde durulması gerekennoktadır. Bu söz aslında darbenin sınıfsal karakterini ele veriyordu.Burjuvazi kendi düzeninin bekası için insanları zindanlarda,sokaklarda, darağaçlarında katletti. Koca bir hareketliliği ezipgeçebildi.

Bugün darbenin sınıf karakterini göremeyen kimi reformistçevreler ise 12 Eylül yargılamalarından medet umuyor.Oysa 12 Eylül yargılamaları sermaye düzeninin kendisini

aklamak için oynadığı bir oyundan başka bir şey değildir. Düzeninhazırladığı iddianame bunu açıkça gösteriyor. İddianamede 16 Mart1978’de İstanbul Üniversitesi’nde atılan bombayla 7 öğrencininkatledilmesi, 1978 Sivas olayları, 19–26 Aralık 1978 KahramanmaraşKatliamı, 1 Şubat 1979’da gazeteci Abdi İpekçi’nin öldürülmesi,Çorum ve Fatsa olayları vb. birçok olay yer alıyor. İddianameyihazırlayan Savcı Kemal Çetin ise “Olayların, toplumda kaosoluşturarak askeri darbeye zemin hazırlamak ve yönetimi ele geçirmekisteyen güçler tarafından çıkarıldığı anlaşılmaktadır” gibi birdeğerlendirme yapıyor ve kendi sınıfının istediği biçimde biryargılama başlatıyor.

Tipik sağ-sol çatışmasına indirgemecilik, “tüm bu olayları askerdarbeye zemin hazırlamak için yaptı” söylemleri, hatta kontr-gerillanın düzenlediği kanlı 1 Mayıs’ın bile devrimcilerin üzerineyıkılmaya çalışılması... Böyle bir iddianame kabul edilebilir mi? Veyaböyle bir iddianame üzerinden Kenan Evren’in gelip hesap vermesiniistemek nereye denk düşer?

Bir de “eski” solcu gerçekliği var. Bu “eskimişler”, durumutamamen duygusal bağlamda ele alıp “Kenan Evren’in oraya çıkıpifade vermesi bile benim için yeter” indirgemeciliğine varıyorlar.Bunun üzerine denilebilecek pek bir şey yok. Eskimiş olanınsavrulacağı noktanın haddi hesabı yoktur.

12 Eylül düzenidinci-gerici sermaye partisi ile sürüyor!

12 Eylül, dinci-gericilerin yelkenlerine ciddi oranda rüzgâr üfledi.“İnsanlar devrimci olacağına İslamcı olsun” dendi. Toplum yenidentasarlanmaya başlandı ve cemaatlerin yolu açıldı. Devlet ve cemaatişbirliğiyle toplum buraya doğru itildi. Kenan Evren “benimyeğenimin dini bilgisi eksik, din dersi konulmalı” derken, bu jestibizzat Fetullah Gülen darbeyi destekleyen yazıları ile karşıladı. Bukarşılıklı yol açmalar eşliğinde darbeye yaranma gayreti öyle birnoktaya geldi ki, ona şu sözleri bile söyletti: “Tankının paleti olayımçiğne beni paşam!”. Cuntanın destekleri ile gelişen cemaat nihayetbugün darbenin çocuğu olan sermaye partisi AKP’yi doğurdu.

Sonuç olarak, kimse bu yargılamalardan bir şey beklemesin.Tarihin hangi evresinde görülmüş burjuvazinin kendi sınıf çıkarlarınahizmet edenleri yargıladığı. Dinci gerici sermaye partisi AKP de aynenbu kurala sadık kalıyor. Yargılamak yerine iddianameleri ile 12Eylül’ü aklıyor.

Şu an 700 küsür öğrenci tutuklu. İçlerinde belediye başkanlarınında bulunduğu 9 bin Kürt siyasetçi içerde. Darbeci zihniyeti sözdeeleştiren sermaye partisi 12 yılda 628 ton biber gazı kullanmış. İşçi veemekçi eylemlerine azgınca terörünü uygulamaktan hiç çekinmiyor.Aslında tüm bunlar 12 Eylül faşist cuntacıları ile AKP’nin hizmetettiği sınıfın aynı olduğunu gösteriyor. Burjuvazi!

12 Eylül’ün hesabını işçi ve emekçiler soracak!

Mesele dönüp dolaşıp sınıf mücadelesinde düğümleniyor. Tarihsahnesinde burjuvaziye meydan okuyabilecek ve onun hakkındangelecek tek sınıf işçi sınıfıdır. Burjuvazinin tüm bu göstermelikyargılamalarını, kirli oyunlarını bozacak olan ve onu tarihin çöplüğüneatacak olan işçi sınıfıdır. En nihayetinde bu pisliği işçi sınıfınınmuzaffer devrimi temizler. Biliyoruz ki burjuvazinin adaletsaraylarından adalet beklenemez. Bizler kulübelerdeki adaletigetireceğiz!

G. Barva

12 Eylül düzeninden hesap sormak içindevrimci sınıf kavgasına!

28

Büyük aşklar, yolcuklarla başlar...

Toprağın kokusu işlerken köylünün ellerine mevsimlik rüzgârlarsıcak bir ezgiyle esiyor ve Adana şehrinin Yenice ilçesinde YılmazPütün adında bir bebek yaşama merhaba diyor ağlamaklı bir sesle.Tarih 1 Nisan 1937.

Yılmaz Pütün, okuma yazma bilmeyen ve topraksız bir köylüolan ailenin iki çocuğundan birisi. Daha 6 yaşındayken ağa içinpamuk tarlalarında çalışmaya başlamıştı ve her sabah 6 km uzaktaolan köydeki bir okula yürüyerek gidip geldi. Daha sonra annesiyleAdana’ya gelip yerleştiklerinde bir gün rast geldiği sinema perdesi veona yansıyanlar dikkatini çekmişti. Dikkatini çeken bu durum onikiyaşındaki Yılmaz’ı çok etkilemişti. Sinema artık onun tekeğlencesiydi. Sinemaya duyduğu ilgi her geçen gün artmış ve sinemamakinistliği yapan komşusundan bir gün bir filme pursantaj memuruarandığını duyduğunda çok sevinmişti.

Yılmaz artık bu işle sinemanın içindeydi. Sinema afişlerinisırtlayıp mahalle mahalle köy köy dolaşıyor ve sinemaya daha çok ilgiduyup sinema ile ilgili düşünmeye ve yazmaya başlıyordu. 1957yılında İstanbul’a gelmiş ve sinemayla ilgili işler yapmaya devametmişti. Yılmaz Güney, 1959 yılında Atıf Yılmaz’ın asistanlığınıüstlenmişti ve Atıf Yılmaz’ın yönetmenliğini yaptığı “Bu vatanınçocukları” ve “Alageyik” isimli filmlerin hem senaryosunu yazdı hemde filmlerde rol aldı.

Bir gün film setini polisler basar ve Yılmaz Güney gözaltına alınır.Uzun süren mahkemenin ardından 1,5 yıl hapis ve 8 aylık bir sürgünemahkûm edilir. Bu olayın nedeni Yılmaz Pütün ismini filmde rolalmaya başladığında Yılmaz Güney olarak değiştirmesidir. YılmazGüney, lise yıllarında fabrika işçisi ile ilgili kaleme aldığı bir yazıda“buralar eşit olsa cennet olur” cümlesini kullandığından komünizmpropagandası yapmaktan aranmaktadır ve isim değişikliği de bu olayınsonucudur.

İsyanın yaratıcılığı

Yılmaz Güney yaşadığı yoksulluktan sıyrılıp zengin olabileceğiolanakları çektiği filmlerle yakalamaya başlamıştı ve istese sanatınıpopüler kültürle birleştirip burjuva sanatının paralı sanatçısı olabilirdi.Ama Yılmaz Güney yaşamında böyle bir sanata ve sanatçılıkanlayışına hep karşı çıktı. Çocukluktan beri yaşadığı yoksulluklarınbir çelişkinin ürünü olduğunu anlamış ve yeni dünyanın mümkünolduğunu yaşamında ve sinemada haykırmaya başlamıştı. YılmazGüney’in, emekçileri ve ezilenleri sinemaya taşıması aynı orandageniş kitlelerin de onu sahiplenmesine neden olmuştu. Yılmaz Güneyilk filmlerinde emekçilerden ve ezilenlerden bahsederken daha sonrakifilmlerinde emekçilerin ve ezilenlerin kurtuluşundan yani devrimdenve sosyalizmden bahsetmeye başlıyordu.

Yılmaz Güney devrimci kişiliğini sadece sanat anlayışıylabuluşturmasıyla değil, aynı zamanda yaşamında devrimci mücadeleyesunduğu katkılarıyla da kitlelerin sevgisini kazanmıştır. 12 Mart 1971faşist darbesinin ardından devrimcilere dönük saldırıların yoğunlaştığıbir dönemde Mahir Çayan ve yoldaşlarını evinde saklamasındandolayı 2 yıldan fazla bir süre hapse ve sürgüne mahkûm edildi. 1974yılında hapishaneden çıktıktan sonra “Arkadaş” filmini, yine aynı yılAdana’da “Endişe” filmini çekerken, karıştığı bir olay sırasında biryargıcı vurarak öldürmesi üzerine 19 yıl hapis cezasına mahkûm oldu.

Yılmaz Güney, düzenin üzerinde uyguladığı tüm baskılara rağmendevrimci sanat anlayışını içerde ve dışarıda sürdürmüştür. Devrimcisanat anlayışının getirdiği yaratıcılık, Yılmaz Güney’in filmlerindeki

karakterdehayatbulmuştur.

YılmazGüney’in cezaevinde yazdığı“Sürü”, Zeki Ökten tarafından1978’de çekilmiş bir filmdir.Dönemin baskı vezorbalıkları sürerken aynızamanda filmin çekimindeyaşanan yoksulluk daçabasıdır. Ancak her şeyerağmen film çekilmiştir.Filmin tüm bu olumsuzşartlara rağmençekilmesinde filmekibinin gittikleriyerlerde YılmazGüney’in filmi demesiyeterli olmuştur ve birçokolanak Yılmaz Güney’i sevenler tarafından sağlanmıştır. Bu durumYılmaz Güney isminin ve onda hayat bulan devrimci sanat anlayışınınyaşamdaki ifadesi ve karşılığıdır. Çünkü sanat anlayışının özellikle odönemlerden başlayarak giderek popülist söylemlerle yozlaştığı veherkese tepeden bakan sözüm ona aydın sanatçıların toplumunsorunlarına yüz çevirdiği yıllardır. Bu yıllarda kitlelere yüzçevirmeyen devrimci sanatçılar da birçok kez hapis ve sürgünle düzentarafından terbiye edilmek istenmiştir.

Yılmaz Güney için içerde ya da dışarıda olmak önemli değildi,önemli olan çektiği filmler ve onun selametiydi. Çünkü filmlerindedevrim seçeneğini ortaya koyan bir anlayış vardı ve filmlerini devrimegiden yolda kitleleri kazanma adına iyi bir araç olarak görüyordu.Yılmaz Güney “Sanat tek başına devrim yapmaz, fakat doğru birçizgiyle dünya hakkında doğru bir siyasi görüşe sahip olan bir sanatçı,eserleri yoluyla, halkla, kitlelerle çok güçlü geniş bağlar kurabilir”sözüyle zaten belirtmiştir bakışını.

Güneyin sıcaklığını taşıyanlar asla yılmazlar

Yılmaz Güney hapislere/sürgünlere aldırış etmediği gibitoplumdaki sömürüyü, zulmü ve baskıyı da filmlerine taşıyarakdevrimci sanat yaşamını hep sürdürdü. Cezaevinde yazdığı ve dahasonra tekrar kurguladığı “Yol” filmiyle Cannes Film Festivali’ndeödül aldı. Yurtdışına çıktıktan sonra “Duvar” filmini çekti. Fransa’daçektiği “Duvar”, onun son filmi olmuştur. Bir sonraki yıl, 9 Eylül1984’te yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamayarak, düşlerindekisayısız projesiyle birlikte aramızdan ayrıldı.

Yılmaz Güney’in 1 Mayıs 1984’te yaptığı konuşması ise onungüneyin sıcaklığını yüzünde taşıdığının ve asla yılmadığının açık birifadesidir.

“Dağlarımız, ovalarımız ve ırmaklarımız bizi bekliyor. Biz bütünömrümüzü gurbette geçirip gurbet türküleri söylemek istemiyoruz. Bizyiğitlikleri ile destanlar yazmış bir halkız. Ve önümüzde duran bütüngüçlükleri yenecek azme, kararlılığa ve koşullara sahibiz… Dost vedüşman herkes bilsin ki; kazanacağız, mutlaka kazanacağız!

Bir köle olarak yaşamaktansa bir özgürlük savaşçısıolarak ölmek daha iyidir…”

Yarın çok güzelolacak...

29

Ulucanlar Katliamı, sermaye devletinin hücretipi cezaevi saldırısının bir provası olarak 1999’un26 Eylül’ünde gerçekleştirdiği kanlı bir katliamdır.Devletin fiziki olarak ele geçirdiği, ancak hiçbirdönem ve koşulda bilinçlerini, iradelerini veinançlarını teslim alamadığı devrimci tutsakları,hücre tipi cezaevleriyle, tecritle teslim almayıamaçladığı o dönem “tünel kazıyorlardı” gibiyalanlarla gerçekleştirilen ve 10 devrimci tutsağınyiğitce çarpışarak şehit düştüğü bir operasyondur.

Katliamın ardından kan gölüne çevrilen, yıkıkdökük bir hale gelen cezaevindeki tutsakları yaralıhalde ülkenin farklı cezaevlerine sürgün edenkatillerin hiçbiri ceza almazken, bedenlerini vedüşüncelerini savunan devrimci tutsaklar hakkında“silahlı isyan” gibi gerekçelerle onlarca davaaçıldı. Yangın bombalarına, gaz bombalarına,otomatik ve ağır silahlara karşı ellerinde ne varsa(tencere, tava, bardak...) silah yapan tutsaklarındirenişi devrim tarihimize altın harflerle yazılırkenyitirdiğimiz 10 yiğit yoldaşımız, zaferin on yıldızıolarak gökyüzüne asıldı. Şimdilerde katil sermayedevletinin utanmazca “müze” haline getirdiği,katliamın ve direnişin tüm izlerini silmeye çalıştığıUlucanlar Merkez Kapalı Cezaevi’nin duvarlarındayazan ve katillerden hesabın er ya da geçsorulacağını haykıran sloganlar ya da katliamınyıldönümlerinde cezaevinin kapısında katillerekorku salanlar, bunun en büyük kanıtıdır.Ulucanlar’da söndürmek istedikleri ateşin, aksinekavgayı harladığını ve devrimci mücadelenin bir anolsun sekteye uğratılamadığını görenler bugün bileonların isimlerini duymaya tahammül edemiyorlar.

Ulucanlar Katliamı katil sermaye düzenininzindanlarda gerçekleştirdiği ne ilk ne de sonkatliamı oldu. 12 Eylül askeri faşist darbesininardından binlerce insanı cezaevlerine dolduran budevlet, böylelikle rahata kavuşabileceğinidüşünüyordu. Ancak devrimciler gördükleri ağırişkencelere, insanlık dışı koşullara rağmencezaevlerini birer okula dönüştürmesini bilerekburalardan daha yetkin çıkıyorlardı. Bunun önünegeçmek isteyen katil sürüsü zindanlarda kontrolüeline almak için bin bir yönteme başvurdu. Önce

devrimci tutsaklara tek tip elbise giymeyi dayatan,böylelikle onları onursuzlaştırmaya çalışanlar ‘82yılında Diyarbakır Cezaevi’nde 4 tutsağın bedeninitutuşturarak, ‘84 yılında da devrimci tutsaklarınMetris Cezaevi’nde 4 şehit vererek yarattığı şanlıdirenişinin ardından geri adım attı. ‘82 ve ‘84yıllarında gerçekleşen bu direnişlerin ardındanbirçok kez cezaevlerinde bu tür yöntemlerebaşvuruldu.

Ardından ‘96 yılında yine devletin aile veavukat görüşlerini sınırlandırmasına, görüşe gelenailelere baskı yapmasına, devrimci tutsaklarıyargılandıkları mahkemelerin olduğu illerdenbaşka illere sürgün etmesine ve hücre cezasıdayatmalarına karşı ölüm orucu iradesini kuşanandevrimci tutsaklar, bir kez daha 12 yoldaşlarınıölümsüzlüğe uğurlayarak zaferi kazandılar.

Ulucanlar’a uzanan süreçte cezaevlerinde iradesavaşı sürekli devam ediyordu. Ve her defasındakazanan devrimci irade oluyordu. Bu çelik iradeyikuşananlar asla yenilmiyordu.

Ulucanlar katliamı neyi amaçlıyordu?

O dönem krizde olan kapitalist sermaye düzenibu krizi atlatabilmek için çırpınıyordu. Döneminbaşbakanı Bülent Ecevit, ABD’nin kapısınıaşındırıyor ve ekonomik krizin herhangi birtoplumsal hareketliliğe yol açmaması için büyükbir çaba sarf ediyordu. Yine aynı dönemdeMarmara’yı vuran büyük 17 Ağustos Depremi’ninaltında kalan devlet ne yapacağını bilemezhaldeydi. Bununla birlikte “genel af” tartışmalarıyapılıyordu.

Böylesi bir süreçte Ulucanlar Merkez KapalıCezaevi’nde yaşanan sıkıntılar ve koğuş sorunukarşısında tutsakların şikayetleri görmezdengeliniyor, devrimci tutsakların direnişleriyletoplumsal hareketliliğe öncülük edebilecekleridüşüncesi devleti korkutuyordu. Bunun için dehem bu “dört duvar arasındaki asilere” hem de“dışarıdaki uzantılarına”, bunun yanında kriznedeniyle aç kalanlara, işsizlere, gecekondulularayani toplamında işçilere, emekçilere ve30

Katliamın 13. yıldönümünde...

Şan olsunUlucanlar direnişine!

Ulucanlar Katliamı katil

sermaye düzeninin

zindanlarda

gerçekleştirdiği ne ilk ne

de son katliamı oldu. 12

Eylül askeri faşist

darbesinin ardından

binlerce insanı

cezaevlerine dolduran bu

devlet, böylelikle rahata

kavuşabileceğini

düşünüyordu. Ancak

devrimciler gördükleri

ağır işkencelere, insanlık

dışı koşullara rağmen

cezaevlerini birer okula

dönüştürmesini bilerek

buralardan daha yetkin

çıkıyorlardı.

devrimcilere gözdağı vermek gerekiyordu. Devletin hem içerde hem dışarda kontrolü eline alması için böylesi

bir katliama ihtiyacı vardı. Çünkü hem içerden hem de dışardanürpertici bir slogan yükseliyordu: “İçerde, dışarda hücreleri parçala!”Bu çağrı düzenin efendilerini rahatsız ediyordu. Abdullah Öcalan’ınKenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirilişi ve İmralı’daki teslimiyet,tüm bunlarla birlikte toplumda estirilen şovenist dalga yine katliamınöncesindeki döneme denk geliyordu. Bu durum Ulucanlar MerkezKapalı Cezaevi’nde yapılacak olan operasyona uygun bir zeminhazırlıyordu. Aynı günlerde yapılan Milli Güvenlik Kurulu (MGK)toplantısından “siyasi suçlu” kavramı yerine “terörist” sözcüğününkullanılması direktifinin çıkması katliam planlarının bir bir devreyesokulduğunu gösteriyordu. Devlet F tiplerine geçişin provasınıyapmaya hazırlanıyordu. F tipi cezaevleri inşa edilirken bir yandan butür cezaevlerinin ne kadar modern ve rahat olduğunun propagandasıyapılıyor, bir yandan da “koğuş tipi cezaevlerinin terör yuvası halinegeldiği ve bu duruma müdahale edilmesi gerektiği” tekrarlanıyordu.

Katliamın öncesinde...

Toplamda 16 koğuşun bulunduğu Ulucanlar Merkez KapalıCezaevi’nde 800 civarında tutuklu ve hükümlü kalıyordu. Ortalamabir hesapla bir koğuşta 40-50 kişinin kalması gerekirken siyasitutsakların kaldığı 4. ve 5. koğuşta 200’e yakın tutsak kalıyordu. Hatta5. koğuşta 120 kişinin kaldığı da oluyordu. Bir ranzada ikişer kişininkaldığı, tutsakların koridorda, yerlerde yattığı cezaevinde bulaşıcıhastalıklar baş gösteriyordu.

Bir devrimci tutsak katliamdan haftalar önce kaleme aldığımektubunda bu durumu şöyle anlatıyordu: “Ankara’da MerkezKapalı’nın merkezinde 105 siyasi tutsak... 5. koğuşta kalıyoruz. 72ranzada, 30 metreye 6 metre bir koğuşta... 105 kişiyiz. 105’in biriyimben. Ranzam yok. Yere yatak atmış yatarım geceleri. Siyasiyim. 105’inbiriyim yani. İnsan, proleter devrimci. Kanla, inançla, yüzlercedevrimcinin ölümsüzlüğe uğurlanmasıyla kazanılmış mevzilerin gaspedilmesinin hedeflendiği, cezaevleri üzerinden gelecek umudununboğazlanmak istendiği bir dönemde ‘koğuş sorunundan’bahsediyorum. Deli miyim? Hayır. 105’in biriyim. Sizden biri. Duybeni...”

Devrimci tutsakların bu durumu cezaevi idaresine süreklibildirmelerine ve çözüm bulunmasını istemelerine rağmen yönetimkayıtsız kalıyordu. Yeni bir koğuş talebinde bulunan tutsakların buçabaları sonuçsuz kalıyordu. Hemen yanlarında bulunan ve adlilerinkaldığı 7. koğuşu adli tutsakların rızasıyla boşaltan ve buraya yerleşendevrimci tutsakların bu girişimi hapishane yönetimi tarafından aile-avukat görüşünü ve dışarıdan ilaç ve erzak alımını yasaklamasıbiçiminde karşılanırken, 2 Eylül’de gerçekleşen bu işgal, fiili olarakkabul edilmek zorunda kalınmıştı. Bu tarihten katliamıngerçekleşeceği tarih olan 26 Eylül’e kadar devrimci tutsaklar cezaeviyönetimi ve Adalet Bakanlığı yetkilileriyle görüşmelerisürdürmüşlerdi.

“Gecenin içinde, sabahın üçünde...”

“İncecik bir diken battı kalbimizeher ölüm haberindeİçimizde usul usul kanadı gülün kokusuKaldırıp başımızı gözlerimizdeki uçurumlardan baktık gökyüzüneOn yıldız yerinde yoktu.”

Ve takvimlerin 26 Eylül’ü, saatlerin ise gecenin üçünü gösterdiğibir zamanda Ankara’nın göbeğinde bulunan Ulucanlar Merkez KapalıCezaevi’nden dumanlar yükselmeye başladı. Katillerin “Teslim ol!”çağrılarına devrimci tutsakların başeğmez cevabı “Devrimci iradeteslim alınamaz!” oldu. Ardından bir bir patlayan bomba sesleri,otomatik silahlar, sirenler, telsizler... Cezaevinin çatısını delerek içerigaz bombaları atan katiller, çatıya yerleştirdikleri keskin nişancılarlada gaz bombasının etkisiyle havalandırmaya çıkan tutsaklara ateşediyorlardı. Operasyonun bu ilk anlarında havalandırmaya çıkandevrimci tutsaklardan Abuzer Çat (MLKP), Halil Türker(TKP/ML) ve Ümit Altıntaş (TKİP) vurulmuşlardı. Yaralı halde içeritaşınmalarının üzerinden kısa bir süre sonra da şehit düşmüşlerdi.

Daha sonra katillerin koğuşun içinde açtığı yaylım ateşi sırasındaAziz Dönmez (DHKP-C) vurularak şehit düştü.

Habip Gül (TKİP), Ahmet Savran (DHKP-C), Mahir Emsalsiz(TKP(ML) ), Önder Gençaslan (TKP(ML) ), Zafer Kırbıyık(TİKB) ve İsmet Kavaklıoğlu (DHKP-C) yaralı halde götürüldüklerihamamda sistematik işkenceyle katledildiler.

ON’lar kavgamızın 10 kızıl karanfili olup ölümsüzleştiler. Devletin“çok tehlikeli adamlar” olarak tanımladığı ve mutlaka öldürülmeleriemrini verdiği koğuş temsilcileri Habip Gül (Nevzat Çiftçi) ve İsmetKavaklıoğlu operasyon esnasında öldürücü bir yara almamalarınarağmen özel hedef seçilerek öldürüldüler. Bu durum gecenin üçündeotomatik silahlarla yapılan operasyonun bir “arama” değil katliamolduğunu kanıtlıyordu. Tüm bu insanlık dışı yöntemlere karşı ölümünedirenenler ise pürüzsüz bir direniş destanı daha yazıyorlardı. Erkek-kadın tüm devrimci tutsaklar gözlerini dahi kırpmadan yaşamısavunuyorlardı.

Bu katliamın karşısında saatlerce direnen devrimci tutsaklardevletin tüm katliam araçlarına karşı bedenlerini siper ettiler. Ancaksaatler sonra koğuşlara girebilen katiller neredeyse tamamı yaralı olantutsaklara işkence etmeyi sürdürdüler. Tekmelerle, dipçik darbeleriylehamama getirilen tutsaklar burada kesici ve delici aletlerle kesilerek,saçları-sakalları yolunarak, bedenleri yakılarak işkence gördüler.Katliamdan sağ kurtulan tutsaklar tedavileri engellenerek ülkenin dörtbir tarafında bulunan cezaevlerine sevk edildiler.

Devlet Ulucanlar’da kanlı bir katliam senaryosunu devreye soktu.Amaç devrimci tutsakları teslim almaktı. Ancak tüm planları bir kezdaha direniş duvarına çarptı. Ölümü yenenler tamamladı koşuyu.

Ulucanlar’da devrimci direniş geleneği kazandı. Ulucanlar’da siperyoldaşlığı kazandı. Bugün de inançla sürdürdüğümüz veUlucanlar’dan öğrendiğimiz, uğruna ölümü bile tereddütsüzce gözealabileceğimiz haklı davamız kazandı.

Biz kazandık ve bu bilinçle çarpışacağımız her barikattaBİZ KAZANACAĞIZ!

Z. Eylül

31

Kapitalist sermaye düzeni, kadına yönelikuyguladığı politikalarla şiddetin, tacizin,tecavüzün, çifte sömürünün baş sorumlusudur. Budüzenin bugünkü temsilcisi ve sürdürücüsü olandinci-gerici AKP hükümeti ise iktidar olduğugünden bu yana kadına bakışını net bir biçimdeortaya koymuş ve bu yönde politikaları devreyesokmuştur. Bu düzen tüm kurumlarıyla birlikteerkek egemen bir zihniyete sahiptir. Özellikle ailekurumunun kadın üzerindeki baskı ve şiddetioldukça üst boyutlardadır. Devletin de kadınayönelik ayrımcı-cinsiyetçi yaklaşımları üretim,eğitim, sağlık, hukuk gibi alanlarda kadınların dahaarka planda kalmalarına ve baskı görmelerineneden olmuştur-olmaktadır.

Kadın sorunu oldukça çetrefilli ve kapsamlı birsorundur. Tarihsel olarak ortaya çıkışından bugünekadar katmerleşerek devam etmiştir. Bugün ulaştığıboyutlarla korkunçlaşmış olan bu sorununkaynağında özel mülkiyet düzeni vardır. Biraz dahaayrıntılarıyla ele alacak olursak; kadın sorunununortaya çıkışı sınıflı toplumların oluştuğu dönemedenk gelir. Özel mülkiyet ilişkilerinin ortayaçıkması ile birlikte erkeğin üretim aletlerini elindebulundurması kadını ikinci cins insan konumunaiter. Erkek, yerleşik hayata geçilmesiyle tarımsalüretim aletlerinin mülkiyetini alır. Erkek cinsininbu üstünlüğü kadının anne-ev kadını konumununoluşmasına neden olur. Bu durum erkek egemen birdüzenin oluşmasına da zemin hazırlar.

Bununla birlikte monogami (tek eşlilik) dönemi

başlar. Erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünüarttıran bu dönemde erkek, kadını özel mülkiyetiolarak görür ve onu koruma-kollamanın yanı sırahakkında söz söyleme-karar alma yetkisini de elinealır. Ailenin oluşması ise özel mülkiyetin oluştuğubu aynı döneme tekabül eder.

Kadın sorunu elbette binlerce yıllık toplumsalilişkilerin, değişimlerin, hareketlenmelerin izlerinitaşır. Aynı zamanda köleci toplumdan, feodalizme,feodal sistemin tasfiye olmasıyla birlikte isekapitalizme uzanan geniş bir dönemde kadınınezilmişliği artarak devam eder.

Bugün de kadın cinayetleri, kadına yönelikşiddet, taciz-tecavüz, sınıfsal ve ulusal baskı-çiftesömürü biçimleriyle kadın cinsinin sömürüsü veezilmişliği devam etmektedir. Kadın sorunu özündesınıfsal bir nitelik taşır. Bu sorunun çözümü deancak sınıfsal bir bakış açısıyla hareket edildiğindemümkün olacaktır. Bunun için bugün “kadınayönelik şiddeti önleyeceğiz” diyen egemenlerinyaptığı bu tartışmaların hiçbir inandırıcılığı yoktur.Çünkü kadına yönelik şiddetin kaynağında bulunanözel mülkiyet düzeninin sadık bekçileri vekoruyucuları kadının gerçek özgürlüğünüisteyemezler.

“Kürtaj” tartışmaları

ve devletin kadına bakış açısı

Kürtajın yasaklanması tartışmaları yapılırkensermaye devleti temsilcilerinin ne kadariğrençleşebileceklerini bir kez daha gördük.Sermaye devletinin başbakanı ve dinci-gerici partiAKP’nin şefi Tayyip Erdoğan’ın “Her kürtaj birUludere’dir” söylemi ya da belediyebaşkanlarından meclis başkanlarına kadar devletbürokratlarının kadın düşmanı, gerici açıklamalarıhala hafızalarımızda. Bu söylemlerin kişiselolmadığı, bir devlet politikası olarak gündemegetirildiği düzen yargısının altına imza attığıkararlardan da açıkça görülüyor.

Zira bu düzenin temsilcilerinin ya da yargısınınkadına yönelik şiddet konusunda sicili haylikabarıktır. Tecavüzcüleri mahkeme kararlarıylaaklayanlar, kadınlara kürtajı yasaklayarak başka birölümü dayatıyorlar. Bizler onları 13 yaşında 26kişinin tecavüzüne uğrayan küçük kızın (N.Ç.), 26kişiyle rızasıyla birlikte olduğuna dair verdiklerikarardan; Fethiye’de bir kadına tecavüz eden 8kişinin delil yetersizliğinden beraat ettirilmesinden;Siirt’te 4 genç kadına tecavüz eden 36 kişiden10’una alt sınırdan ceza verilmesinden tanıyoruz.

“Kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve ailenin korunması”

yasası sahtedir!

Kadına yönelik şiddetin kaynağındaözel mülkiyet düzeni vardır!

32

Bunların yanında, Newroz eylemlerinde “kadın daolsa çocuk da olsa gereğini yaparız” diyen TayyipErdoğan’ın Hopa eyleminde polisler tarafındandövülerek kalçası kırılan Dilşat Aktaş’a yönelik“kadın mıdır, kız mıdır” söylemini de unutmadık.

AKP’nin iktidara geldiği günden bugüne kadıncinayetlerinin %1400 artması da tesadüf değildir.2005-2011 yılları arasında 4190 kadınınkatledilmesi, 3074’ünün tecavüze uğraması, 3320kadının tacize uğradığı gerekçesiyle mahkemelerebaşvurması ve 2011 yılının ilk 8 ayında 230kadının işkenceyle katledilmesi, 2012’nin ilk dörtayında toplam 71 kadının öldürülmesi, 109 kadınınşiddete, 41 kadının tacize, 76 kadının cinsel tacizemaruz kalması, temmuz ayında ise 20 kadınınkatledilerek 11 kadının tecavüze uğraması resmirakamlarla bile devletin kadına bakış açısını ortayakoyuyor.

Gün geçmiyor ki televizyonlarda kadınayönelik şiddetle ilgili bir haber görmeyelim.“Boşanmak isteyen karısını bıçaklayarak öldürdü”,“Eski sevgilisini öldürdü”, “Eski karısıyla sokaktakarşılaşınca çocuklarının gözleri önünde dövdü”,“Önce karısını sonra kendini vurdu”, “Bir törecinayeti daha” gibi haberler artık kulaklarımızınalıştığı ve toplumun kanıksadığı bir hal aldı.

Kadına yönelik şiddeti önleyeceklermiş!

Kadına yönelik şiddetin asıl failinin erkeklerolmadığını biliyoruz. Şiddetin, binlerce yıllıkataerkil ilişkilerin, sosyal-siyasal-sınıfsal konumun,ailenin, dinin, hukuk sisteminin, yani toplamda budüzenin yarattığı bir olgunun, bakış açısınınyansıması olduğunu kavramak gerekiyor. Böyleolduğu yerde kadını korumak ya da kadına yönelikşiddeti önlemek için kadını yalnızca erkekten“korumak” yetmiyor/yetmez.

Şimdilerde ise utanmazca kadına yönelikşiddetin engellenmesinden bahsediyorlar. Sonunada ekliyorlar: “Ailenin korunması!” Bu durumkocasından dayak yediği için karakola başvurankadının iyi niyetli komiser tarafından kocasıylabarıştırılmasını akla getiriyor. Kürtajın hamileliğin4. haftasına indirilmesi dayatmasında kadınların buyasağa yönelik eylemli tepkisinin ardından geriadım atan devlet daha sonra yasa teklifiyle“kadınların ev yaşamına özendirilmesi” hamlesiniyapmıştı. Böylece aile yapısının kuvvetleneceğiniiddia etmişlerdi. “Evde oturan kadının kürtajaihtiyacı olmaz!” diye düşünmüş olacaklar ki bukadar ahlaksızlaşabilmişlerdi.

Kadına yönelik şiddet konusuna dönecekolursak, biraz önceki verdiğimiz örnekte olduğugibi tıpkı bu düzen gibi çürümüş olan aile yapısınıgüçlendirmeyi planlayan devlet boşanmaların daönüne geçmeye çalışıyor. Peki bunu nasılsağlamayı planlıyor? Kadınların şiddet yüzündenevden ayrılmaları gibi durumların önüne geçerek!Sözde erkeği rehabilite ederek, karı-kocaarasındaki ilişkilerin düzeltilmesini sağlayarak...

Kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve aileninkorunmasına dair hazırlanan kanunun amacışiddete uğrayan ya da uğrama tehlikesi olanbireylerin (kadınların, çocukların..) korunmasıolarak tanımlanıyor ve 25 maddelikönlemler/yaptırımlar sıralanıyor. Şiddete uğrayankadının karakollara ya da mahkemelere başvurmasıhalinde korumaya alınacağı söyleniyor. Şiddetuygulayan bireyin (çoğu durumlarda erkeğin) itiraz

hakkının da bulunacağı bir “tedbir kararı”nınkoşulları sıralanıyor. İlk bakışta iyi niyetli bir çabagibi görünen bu kanun ikiyüzlülükten başka bir şeyifade etmiyor.

Kadın gerçek özgürlüğüne

bu düzen temellerinden sarsıldığı vakitkavuşacaktır!

Kadına yönelik şiddetin son bulması, kadınıngerçek anlamıyla özgürleşmesi ve zincirlerindenkurtulması ancak ve ancak insanın insan tarafındansömürüsüne son verilen bir düzende mümkünolabilir. Yazımızın en başında açıklamayaçalıştığımız gibi kadın sorununun ortayaçıkışındaki tarihsel koşullara son verilerek ancakkadının köleliliğine son verilebilir. Maddi hiçbirçıkar gözetmeksizin, sevgi temelinde kurulanilişkiler, gelecek kaygısı olmayan ve Nazım’ın dadediği gibi “kırmızı elmalar gibi gülen çocuklar”sadece böyle bir düzende, sosyalizmde filizverebilir. Düşlerimizdeki bu dünyanın gerçeğedönüşmesi ise kadın-erkek tüm işçilerin,emekçilerin ve gençlerin mücadelesi ile olanaklıolacaktır.

Utanç davasında

tecavüzcüler serbestSakarya'da Haziran ayında ortaya çıkan, aralarında 2 emniyet müdürü ve 18

yaşından küçük öğrencilerin de olduğu 35 kişinin tecavüzüne uğrayan 14 yaşındaki

Ö.Ç.’nin davasının ilk duruşmasında tutuklu yargılanan 19 öğrenci tahliye edildi.

Bu kararla dava kapsamında tutuklu sanık kalmazken düzen yargısı, bir toplu

tevavüz davasında daha tecavüzü ve tecavüzcüleri akladı.

30 Ağustos günü, Sakarya 2’nci Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ve emniyet

müdürü N.Ş.’nin firari olduğu davada, mahkeme tutuklu yargılanan 19 kişinin

tahliyesine karar verdi. Mahkeme, tahliyeye gerekçe olarak sanıkların yaşlarının

küçük olmasını, cezaevinde tutuklu kaldıkları süreyi ve delillerin toplanmasını

gerekçe gösterdi.

Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) İstanbul Şubesi adına Gülvin Aydın, Naciye

Demir ve Müşir Deliduman duruşmayı takip ederken, ÇHD İstanbul Şubesi, Ö.Ç.’nin

davasına müdahillik talebinde bulundu.

ÇHD’li avukatlar ayrıca, Sakarya Valisi ve Ö.Ç. davasının sorgu hakimi hakkında

suç duyurusunda bulundu.

Sanıklardan birinin babası "Oğlum sporcu idi. Bugün futbol oynaması gerekirken

cezaevinde. Olaya tek taraflı bakılmaması gerek. Bu kız okulda, sınıfta herkesle

beraber olmuş. Bu kız mağdur oluyor, bizim çocuklar tecavüzcü oluyor. Onun anne

babasının da sorumluluğu var" diye konuşarak saldırgan açıklamalarda bulundu.

Davaya yayın yasağı getirilirken, Sakarya Baro Başkanı Nihat Nalbantoğlu'nun

sanık avukatları arasında yer aldığı öğrenildi.

“Bari kırmızı halı serselermiş”

Ö.C.’nin avukatı Harika Günay Karataş, müvekkilinin kendisine “Serbest

kalanların ayaklarına bari kırmızı halı da serselermiş” dediğini söyledi.

Duruşmaya katılmak istediğini ifade eden Ö.Ç., “O kişiler yüzüme bakarak yalan

söyleyemezler. Söyleseler dahi benim söyleyecek çok şeyim var” dedi.

33

Emperyalizmin bölgedekigelişmelerden

faydalanma isteği, dünyagenelinde yaşanan

kapitalist krizdenbağımsız değil. Krizden

çıkış yolu -en azındannefes alma yolu-

bölgedeki çatışmalardanne oranda

faydalanabileceği ileilgilidir.

Suriye’deki gelişmeler, gelinen yeritibariyle 42 yıllık Esad rejimininkaderini aşan bir karakterkazanmıştır. Artık orada en berrak

haliyle emperyalist nüfuzmücadeleleri ön plandadır.Emperyalist hegemonyakavgasının yoğunlaştığı biralan da diyebiliriz.

1.5 yıl önce Dera kentindepatlak veren isyan, kısa

sayılabilecek bir zamandiliminde ülkenin değişikkentlerine doğru yaygınlıkgösterdi. Kamuoyunda direnişinnedenlerine ilişkin yapılankomplo teorilerinin aksine,direnişin son derece anlaşılırnedenleri vardı. Bunun içindirenişin patlak verdiği ilkdöneme ilişkin olarak işçi veemekçilerin öne sürdüğütaleplere dahi bakmak yeterli.Birinci ve en temel neden“demir ökçe” altındayönetilen işçi ve emekçilerinderin boyutlarda yaşadığıyoksullaşmadır. Gün geçtikçeartan işsizlik, açlık veyoksulluk direnişin ananedenidir. Nitekim Dera sonderece yoksul bir emekçisemtidir ve direnişin buradapatlak vermesi hiç de tesadüf

değildir.İkinci temel neden ise

Tunus’ta başlayıp Mısır, Libya,Bahreyn, Ürdün gibi ülkelerehızla yayılan kitlesel ve militanhalk isyanlarıdır. Geniş bircoğrafi alanı saran halkisyanının Suriye’yi girdabınaalmaması düşünülemezdi. Zira22 parçaya bölünmüş Arap

coğrafyasını oluşturan tümbileşenlerin, tüm halklarınbirbiri ile köklü tarihsel,kültürel ve sosyal bağı var. Bubağ dolaysız bir etkileşimisağlamıştır. Lenin

“Komünizmin ÇocuklukHastalığı ve Sol Komünizm” adlı

eserinde “Proleter yığınlarınuyandırılmasını, alevlendirilmesinive savaşa itilmesini hangi nedenin

sağlayacağını bilemeyiz” diyor. Bir“parlamenter bunalım”, “buzu kırabilir”diyor. Emperyalizmin çelişkilerinin içindençıkılmaz karmaşıklığından, her gün artançelişkilerin şiddetlenmesinden, son evreyevarışından bir bunalım doğabilir; belki debaşka bir şey olabilir… “Bunu kimseönceden bilemez” diyor Lenin. MeselaFransız burjuva cumhuriyetinde “DreyfusDavası” gibi “umulmadık ve önemsiz birbahane yetmişti” diyor Lenin.

Suriye’deki isyanın başlangıç nedenleriüzerine Lübnan El- Mustaqbal gazetesiyazarı Hayrullah Hayrullah, 2 Temmuz2012 tarihli köşe yazısında şöyle birdeğerlendirmede bulunuyor:

“Suriye’de kişi başına düşen milli gelirHafız Esad’ın 1970’te iktidara gelmesindenitibaren sürekli geriledi. Suriye’de kişibaşına düşen milli gelir Lübnan veÜrdün’ün altında yer aldı. Oysa Lübnanbütün kriterlerde fakir bir ülke. Ürdün deadı insan olan serveti dışında doğal kaynakfakiri olmasından ötürü en fakir dünyaülkeleri arasında yer alıyor.”

İşte Suriye’deki isyanın kökleri... Servetile sefalet arasındaki çelişkilerinalabildiğine derinleşmesi…

“Suriye Baharı”nın ilk üç ayı bu içeriklesürdü. Tabandan gelen ve Esad rejiminebaşkaldıran bir içerikle kendiliğinde de olsaemekçi halkın sosyal hak mücadelesimuhtevasını koruyarak. Ancak üç ayınsonunda direniş emperyalist merkezler vebölgedeki işbirlikçilerinin çıkarlarıdoğrultusunda yönlendirildi. Tunus veMısır’daki toplumsal kalkışmalardan dersçıkaran emperyalistler Suriye’dekigelişmelere müdahale etmektegecikmediler. Öncelikle dağınık pozisyondaolan “muhalifler”i örgütlü bir çatı altındatopladı. Onları besledi, eğitti, silahlandırdıve güçlendirdi. Bu güçlerin toparlanmasınoktasında Türkiye sermaye sınıfı hevesleişe girişti. Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)isimli çete Hatay’da kuruldu ve kadrolarıneğitimi burada gerçekleştirildi. SuriyeUlusal Konseyi (SUK) ise İstanbul’dakuruldu. SUK üyesi Fawaz Tello ile birbasın kuruluşunun yaptığı röportajda şusöylemleri dikkat çekiyordu: “İlk baştaSuriye’de bir asker liderdenbahsedemiyorduk. Neredeyse yüzlerce lidersöz konusuydu. Her lider ve grup kendibölgelerini kontrol ediyordu. Hatta bazen

“Barometre fırtınayı gösteriyor!”

34

bir bölge içerisinde birden fazla askeri grup yer alıyordu. Askeriliderlerin yanı sıra birçok siyasi lider de vardı.”

İşte bu örgütsüzlük tablosuna müdahale edildi. Silahlandırıldı veEsad rejiminin yanı sıra oradaki işçi ve emekçilerin üzerine sürüldü.Kısa bir zaman dilimi içerisinde “ÖSO” isimli çete aracılığıylamezhep çatışmaları körüklendi. Alevi-Sünni çatışması yaratılaraksosyal çelişki üzerinden ortaya çıkan direnişin üzerine toprak atıldı.Aynı içerikli mezhepsel çatışma Lübnan’ın Trablusşam kentineyayılmış ve ciddi sonuçlar doğurmuştu. Sonuçta Esad ordusu Şebihagüçleri ile Özgür Suriye Ordusu arasındaki çatışma Suriye’de tam biryıkım yaratmıştır. Onbinlerce işçi ve emekçi, bu katillerinmezbahalarında katledilmiştir. Birbuçuk milyon yoksul göç etmekzorunda kalmıştır. Emperyalizmin bölgedeki çıkarları geride kan, acı,gözyaşı ve yıkılmış bir ülke bırakmıştır.

Emperyalizmin bölgedeki gelişmelerden faydalanma isteği, dünyagenelinde yaşanan kapitalist krizden bağımsız değil. Krizden çıkışyolu -en azından nefes alma yolu- bölgedeki çatışmalardan ne orandafaydalanabileceği ile ilgilidir. Oysa onlar dünyanın gözü önündeSuriye halkını düşündüklerini, Suriye’ye insan hakları ve demokrasiyigötürmeye çalıştıklarını arsızca vurguluyorlar. 1982’de Hama’da babaEsad’ın gerçekleştirdiği katliam hafızalardadır. O dönem, bugün budenli yaygara koparan emperyalistler ve bölgedeki işbirlikçiler sesçıkarmamıştır. Şimdi Suriye’de büyük bir yıkım vardır ve bu yıkımınsorumlusu emperyalistler ve onların bölgesel işbirlikçileridir. Birçokülke kendi içinde kamplaşarak Suriye’deki yıkımdan beslenmeyeçalışmaktadır. Kamplaşmanın bir ucunda Suriye, İran, Rusya, Çindiğer ucunda ise ABD, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan… Bukamplaşmanın yanı sıra her bir ülkenin kendine dönük hesaplarıbulunuyor. Bölgedeki temel çatışma alanı petrol ve doğalgazkaynaklarıdır.

Onun dışında, başta Lübnan olmak üzere çok sayıda anti-amerikancı, radikal-islamcı grupların direnişlerinin ezilmek istenmesi,öte yandan Filistin direnişinin kıskaca alınması ve elbette İran’ıngerçek anlamda çembere alınması ABD emperyalizminin hesabıdır.

Fakat bu durum ikinci kampın başını çeken Rusya’yı da doğrudanilgilendirmektedir. Rusya, Suriye’ye müdahaleyi uygungörmemektedir. Bunun nedenleri arasında Rusya’nın dayanabileceği“liman ülkesi olarak” bir Suriye kalmıştır ve o, bu kaleyi kaybetmekistememektedir. Tartus Limanı’na Rus donanmasının karargahkurmasının nedeni budur. Suriye’ye doğrudan müdahaleyi engelleyenuluslararası bu dengeler varlığını korumaktadır. Bu nedenle kılıçlarrahatından çekilememektedir. Bu nedenle “Cenevre Konferansı” gibibirçok diplomatik görüşmeden sonuç çıkmamaktadır. BaştaSuriye’deki “muhalif” güçleri bir araya getirmeye çalışanemperyalistler son kertede Esad rejimiyle muhaliflerden oluşan birgeçiş hükümeti noktasında uzlaşma girişimlerini sürdürüyorlar. Ancakbu da yakın bir ihtimal olarak gözükmemektedir.

Suriye’de sınıflar ve “sol” muhalefet

Baas Partisi, kelime anlamı itibariyle Sosyalist Diriliş Partisi’dir.Sovyetler Birliği’nin varlığı koşullarında, uluslararası güç dengeleriSuriye gibi ülkelerin sırtını Sovyetler’e yaslamasını sağladı. SosyalistDiriliş Partisi Baas’ın nasyonal sosyalistlerden (Nazi) zerre kadar farkıyoktur. Biz bunu Irak üzerinden de gözlemleyebiliyoruz.

Suriye’de küçük ve orta ölçekli sanayi yaygındır. Gelişmiş sanayisi

zayıftır. Felce uğratılmış bir işçi sınıfı vardır. Zira her başkaldırdığındazorbaca ezilmiştir.

Suriye’de 1.5 yıllık kaos ortamında “devrimci”, “sol” güçlerdenbahseden yoktur. Bu çok doğaldır. Çünkü Suriye solu gerçekanlamıyla yalpalamıştır. Suriye Komünist Partisi (SKP), uzun yıllarBaas ile omuz omuza yürümüştür. Uzun yıllar Suriye parlamentosuiçinde varlık göstermektedirler. SKP, son dönemde Beşar Esad’ınoluşturduğu komitede aktif görevler üstlenmiştir.

Suriye’deki ilerici muhalefetin temel ikinci gücü BirleşikKomünist Partisi’dir (BKP). BKP, Suriye’deki birtakım ilerici solmuhalefetle platformlar ve cepheler oluşturmuştur. Şu an Suriye’de solgüçlerin yer aldığı iki ayrı platform vardır. Biri “Halkın Kurtuluşu”,diğeri ise “Yenilenme İçin Değişim Cephesi”dir. Ancak bu oluşumlarSuriye’de “barışçıl” bir mücadele yürütmektedir. Esad rejiminibirtakım iyileştirmelere zorlamak gibi reformist renk öne çıkmaktadır.Oysa Suriye emekçi halkı, sosyal yapı itibariyle “sol” potansiyeligüçlü bir ülkedir. Birleşik Komünist Partisi’nin güç olduğu kimibölgeler bulunuyordu. Bu partinin militanları yakalandıklarında“isimleri değiştirildi” ve zindanlara atıldı. Bir daha onları kimsebulamadı. Birçok militanı katledildi. Oysa bu parti gelinen yerdereformcu bir çizgiye evrilmiştir. Suriye’deki işçi ve emekçilerin enbüyük eksikliği devrimci bir sınıf partisinin olmamasıdır. Böyle birparti olsaydı Suriye de güçlü olan sol gelenekle birleşebilirdi.

Bundan birkaç yıl önce Venezuella lideri Chavez, Suriye veLübnan’ı ziyaret ettiğinde Chavez ve Che posterleriyle karşılanmıştı.O topraklarda heyecan yaratmıştı. Venezuella ya da LatinAmerika’daki güçlü sol etki Suriye’de sempatiyle karşılanmıştı. BuSuriyeli işçi ve emekçilerin sosyal yapısının sola yakın olmasıyla ilgilibir durumdur. Aslında bir bütün olarak Arap coğrafyasında sınıf partisieksikliği vardır.

İran’ı bir parça dışta tutabiliriz. İran’da şu veya bu şekilde sınıfıniçerisinde olan İran Komünist İşçi Partisi (İKİP) var. İKİP’in İran işçisınıfı içerisinde tanınırlığı, belirgin bir gücü var. Yakın tarihsel kesitiçinde İsfahan’da demir çelik grevinde önemli etkileri var. Tahran’daCoca Cola grevi içerisinde aktif bir rol oynuyorlar.

Lübnan’da da bu açıdan durum iç açıcı değildir. Lübnan KomünistPartisi (LKP), Hariri rejimiyle iç içedir. Lübnan parlamentosundahatırı sayılır sayıda vekili vardır ve Lübnan burjuvazisini, küçükburjuvaziyi temsil eden bir parti olarak “sol”dan desteklemektedir.

Bölge açısından bu boşluk doldurulmadıkça ve sınıfın partisisınıfla birleşmedikçe bölge direnişleri farklı bir muhtevaya bürünmeyedevam edecektir.

Bugün sadece Ortadoğu coğrafyasında değil, yerkürenin önemli birkısmında işçi sınıfı ve emekçiler sermayeye ve onun yıkımına karşıayağa kalkışı örgütlemiş durumdadır. Bu, gelecek güzel günleriişaretlemektedir. Dünya sosyal altüst oluşlara gebedir. Lenin 18 Ekim1905’te “Proletari” de “Barometre fırtınayı gösteriyor!” diyeyazıyordu. Sonu devrim oldu.

21. yüzyılda da barometre fırtınayı gösteriyor ve sonu yine devrimolacak.

Bütün mesele devrime hazırlanmaktadır.Yarın bizimdir yoldaşlar!

Zeynel NihadioğluEdirne F Tipi Hapishanesi

A-6 / 17

35

Genç komünistler olarak bilgiye ve okumaya açlık duymalıyız…

Yoğun bir çalışma dönemini geride bıraktık. Önümüzdeki dönemde daha planlı ve hedefe yönelik bir çalışma yürütebilmek açısından,geride bıraktığımız dönemdeki çalışmanın sorunlarını ve olumlu yanlarını değerlendirmek biz komünistlerin zorunlu görevidir. Bu çerçevede,eksikliklerle daha yoğun karşılaştığımız durumlar özel bir önem taşımaktadır. Bu eksikliklerin nasıl ortaya çıktığını, bu süreçlerin nasılgerçekleştiğini anlamak, bunları ortadan kaldıracak adımlar atmak, önümüzdeki dönem çalışmasına daha güçlü bir şekilde devam edebilmekaçısından olmazsa olmazdır. Bu hedefle, bu yazıda, en çok eksiklik yaşadığımız, eğitim çalışmaları ve direnişlere müdahaleler üzerindedurulacak.

İlk olarak eğitim çalışmalarını ele alalım. Türkiye tarihi üzerine yoğun bir eğitim çalışması yürütüldü. Bu çerçevede birbiriyle bağlantılı olsada birçok ayrı başlık altında sunumlar yapıldı. Sunumlarda en çok göze batan birkaç sıkıntı vardı. Birincisi, sunumu yapanla sunumakatılanların büyük çoğunluğu arasında ciddi bir uçurum vardı. Sunum yapanın diğerlerine göre daha çok söz aldığı ve bu ölçüde de daha aztartışmanın olduğu sunumlar gerçekleştirildi. Bunun arkasında yatan neden, sunum başlıklarına dair okumaların planlı bir şekildeyapılamamış olması ve eğitim konusundaki eksikliklerimizdi. Bu iki neden de aslında birbiriyle ilişkili bir şekilde sunumlara etkide bulundu.Okuma alışkanlığı kazanamamış olmamız, bilgiye olan açlığımızın yeterince olmaması, eğitim çalışmalarına öncelik veremememize sebepoldu.

İkinci karşılaştığımız sıkıntı ise, sunumların daha çok başkalarının yorumlarının aktarılmasıyla gerçekleşmiş olmasıydı. Okuduğumuzyazarların kendi yorumlarının aktarılması, bu “ezberci” yöntem, Marksist tahlil etme yöntemini dışlayan, tartışmaları azaltan, eğitimçalışmalarını geri çeken bir yöntem olarak karşımıza çıktı.

Bunun yanında, tartışmaların yazarların yorumlarının ötesine geçmeyen bir tarzda yürütülmesi, nesnel verilerin kendileriniaraştırmadığının, arasındaki ilişkileri anlamaya çalışılmadığının diğer bir göstergedir. Bu örnek, kapitalist üretim biçiminin dinamiklerininanlatıldığı Marx’ın Kapital’ini okumaya, tartışmaya, özümsemeye ne kadar ihtiyacımız olduğunu göstermektedir. Burada amaç kapitalistüretim biçimini anlamanın da ötesinde, Marksist yöntemi anlamak olmalıdır. Biz genç komünistler, eğitim çalışmalarında belli süreçleritartışırken, esas olarak nesnel gerçekleri araştırmak, ortaya koymak ve onlar arasındaki ilişkileri anlamaya çalışmak zorundayız. Başkalarınınyorumlarını esas almamaya, onlara eleştirel bakmaya özen göstermeliyiz. Fakat bunları yapabilmek için öncelikle bilgiye, okumaya açolmamız gerekir. Buna uygun olarak zamanımızı planlamamız gerekir.

Direnişlere müdahale konusunda yaşadığımız sıkıntılar daha çok genel bir sıkıntının parçası olarak karşımıza çıktı. Bizler, sınıfdevrimciliğini sınıfın ihtiyaçlarını, yaşam koşullarını, düşünce biçimini, kültürünü anlamadan gerçekleştiremeyiz. Sınıfı bir adım ileri taşıyacakmüdahalede bulunamayız. Bu dönemde geri işçilerin daha da ağırlıkta olduğu direnişlerde, işçilere sınıf bilinci taşırken, ajitasyon-propagandayaparken çok daha da dikkatli olmalıyız. İşçilerle ilgili gözlemlerimizden hemen bir yargıya varmaya çalışmadan, titizlikle ve sabırla onlarıbütünlüklü bir şekilde anlamaya çalışmalıyız. İşçileri anlamamak, onlara doğru müdahale etmenin de önünde engeldir. Yönlendirmelerimiz,eleştirilerimiz ne kadar haklı ve doğru olsa da, bunları yaparken işçilerin anlayacağı bir üslup takınmazsak işçilerin gözünde haksız durumadüşebiliriz. Bütün bu sıkıntılar çok ciddi sorunlara sebep olmamıştır. Fakat bu sıkıntılar, görevi direnişçi işçilere önderlik etmek olan, işçilerindilinden anlayan, onların eksikliklerini erkenden görüp onlara bunu gösterebilen, direnişlerin büyük çoğunluğunu takip edebilen, farklıdirenişlerdeki işçiler arasında “işçilerin birliğini” somutlaştıracak bağlar kurabilen kadrolara ne kadar ihtiyacımız olduğunu daha açık bir

şekilde göstermiştir.

B. Baran36

Genç komünistlerin

yaz çalışması deneyimlerinden...Genç komünistlerin

yaz çalışması deneyimlerinden...

Zamanın devrime aktığı bilinci ile

hareket etmeliyiz…

Bir yaz dönemini daha geride bırakmış olduk. Yıllardır olduğu gibi bu sene de

genç komünistler fabrikalarda, emekçi mahallelerinde ve bulundukları alanlarda

sınıf devrimciliğinin bayrağını yükseltmiş oldular. Ben de kendi adıma bu sene

yaşadığım deneyimi paylaşmak istiyorum, çünkü biliyoruz ki bizler geçmişten

aldığımız deneyim ve derslerle önümüze ışık tutuyoruz.

Ankara direnişlerin çok yoğun yaşandığı bir alan değil. Ankara, Tekel’den sonra

TOGO direnişi gibi kendi içinde anlamlı bir direnişi yaşamakta. Bizler de genç

komünistler olarak bu direnişte başından itibaren TOGO işçilerinin yanında yer

almaya devam ediyoruz. Ezen ile ezilen arasındaki farkı, direnişin meşruluğunu

direniş alanlarında çok iyi anlıyorsunuz. Bugün direnişte olan işçiler, şimdi

direndikleri yerde çalıştıkları süre zarfında “keşke öğle arasında şurada uzansak”

diye hayal kuruyorlarmış. Hayallerini kurdukları alan, şimdi bir direnişe ev

sahipliği yapıyor. Bizler de bu direnişin bir parçası olarak düzenli bir şekilde

direnişin yanında olmaya devam ediyoruz. Çıkarttığımız bültenlerle, yapılan

sohbetlerle direnişin artılarına ve eksilerine çubuk büküyor, direnişin kazanımla

sonuçlanması için azami çaba harcıyoruz. Ancak direniş içerisinde işçilerle

kurduğumuz diyalogdan, yaptığımız davranışlara kadar her şeyin çok önemli

olduğunu görüyorsunuz. Direniş boyunca yapılan bütün olumlulukları, yaptığın

küçük bir olumsuz hareket silip atabiliyor veya yaptığın anlamlı bir eleştiri işçiler

tarafından yanlış yorumlanıp sana karşı cephe alınabiliyor. Direniş alanında

sendikanın tutumundan, reformist hareketlerin tutumuna, kimi hareketlerin sınıfa

olan yabancılığına kadar birçok şeyi çıplak gözle görebiliyorsunuz. Diğer taraftan

ne kadar geri bir bilince sahip olurlarsa olsunlar, işçi sınıfının iradesini

görüyorsunuz.

TOGO direnişinin yanı sıra bu yaz dönemini emekçi semtlerinden birisi olan

Mamak’ta çalışma yaparak geçirdim. Her ne kadar mahalleye alışkın olsam da

emekçilerle yüz yüze gelmenin zorluğunu yaşamadım değil. Bir çok siyasi

hareketin hiçbir şey yapmadığı yaz döneminde bizler örgütlediğimiz festivalle yaz

dönemini yoğun bir tempo ile geçirmiş olduk. Sabah erken kalkıp afiş yapmanın,

işçi servislerine bülten dağıtmanın yanı sıra, akşam işçi ve emekçilerin kapılarını

tek tek çalarak örgütlü mücadelenin önemini anlattık. Emekçilere dönük hak

gaspları ve kardeş halklara yönelik savaş çığırtkanlıkları üzerine sohbetler

gerçekleştirdik.

Bu sene yaz dönemindeki pratik yoğunluk bir yana, bir diğer taraftan yoldaşlık

ilişkilerinin, kolektif yaşamın da geliştiği bir dönem oldu. Birlikte yapılan

kahvaltılar, akşam birlikte yenen yemekler, kültür evinin birlikte temizlenmesi ve

paylaşılan bir çok şey kolektif yaşamın içerimizde geliştiğini de bir nebze

göstermiş oldu.

Tüm bunların yanı sıra ideolojik gelişim açısından da konulan seminerlerin

oldukça yararlı ve anlamlı olduğunu düşünüyorum. Bugün devrimcileşen birçok

insan sadece insani yönden veya bir devrimciden etkilenerek bu mücadelenin

içerisinde yer alıyor ve böyle de devam ediyor. Biz yıllardır çubuk büktüğümüz

ideolojik eğitim meselesine bu yaz yapılan tartışmalar ve seminerlerle bu boşluğu

belirli ölçüde de olsa doldurduğumuzu düşünüyorum.

Festival alanında ise yine oluşturulan komiteler, emekçilerle yapılan sohbetler

bizler açısından oldukça geliştirici ve verimli oldu.

Bizler genç komünistler olarak zamanın devrime aktığı bilinci ile hareket etmeli

ve her anımızla mücadeleyi örgütlemeliyiz.

Komünist bir kadro

olabilme yolunda

bir adım daha...

Oldukça sıcak, yoğun ve hareketli bir yaz döneminigeride bıraktık. Genel kitle hareketi açısındanbakıldığında ya da sol hareketin tablosu göz önünealındığında yukarıdaki tasvir abartılı ya da ilginç gelebilir.Ama bizler için, yani tüm bir yaşamını devrim vesosyalizm davası uğruna nefes alarak geçirenler içindurum her zaman için böyledir.

Üniversitelerin tatil olmasıyla birlikte kimileri tatilköylerinde alırken soluğu, biz genç komünistler olarakfabrikalara, emekçi semtlerine yöneldik. Çünkü tüm birdönem boyunca öğrenci gençliğe anlattıklarımızın; işçisınıfının, emeğin, artı-değer sömürüsünün, direnişiniçinde olmadan hiçbir söylemimizin altınıdolduramayacağımızın bilincindeydik. Böyle de oldu.Bizler tüm bir yaz dönemi boyunca direnen işçilerdenöğrendik. Bunun yanında kitle çalışması açısından pahabiçilmez bir deneyim olan festival hazırlıklarının tümaşamasında yer alarak emekçilerle yüz yüze geldik.Değişik toplumsal tabakalardan insanlara (emekçikadınlara, işçilere, emeklilere, memurlara, gençliğe)devrimci kültür-sanatın yanı sıra “işçilerin birliği,halkların kardeşliği” şiarını taşıdık. Onlara öğretirkenonlardan öğrendik. Kimi zaman kapı önünde oturanteyzelerle yaptığımız sohbetlerden kimi zaman da evinekonuk olup sıcak çayını içtiğimiz emekçilerden dersalarak, teoirisini yaptığımız kavramların yaşamla bağınıkurduk. İçi boş, kuru propaganda yapmanın ötesinegeçerek pratikte yaşanan sorunlar üzerinden mücadeleedilmesi gerekliliğini ortaya koyduk.

Elbette bir çok sorunla da yüz yüze kaldık. Çokyorulduk. Ama 45 dereceleri bulan sıcaklıklarda bile birgenç komünist sorumluluğuyla davranmaya çalıştık. Aynızamanda yeni insanı yaratma mücadelemizin bir parçasıolarak kendimizi geliştirdik. Deyim yerindeyse bilincimiziteori ve pratiğin bütünlüğüyle yoğurduk. Eğitimçalışmalarının bir ayağı olan seminerlerle ideolojikgelişim açısından da dolu dolu bir yaz dönemi geçirdik.Herşeyden önemlisi öğrendiklerimizi birebir pratiğiniçinde test etme fırsatı bulduk.

Bunun yanında onlarca insanın nasıl biraradayaşayabileceğini, kolektif bir yaşamı örgütleyereköğrendik. Hep beraber afişe çıktık, bildiri dağıttık, eylemyaptık, seminerler gerçekleştirdik, temizlik-yemekyaptık, bulaşık yıkadık.... Kısacası zor olan herşeyinpaylaşıldığında nasıl kolaylaşabileceğini kavradık. Yinehep beraber ağladık ve hep beraber güldük. Yoldaşolmanın, aynı dava uğruna savaşmanın nelere kadirolabileceğini gördük aslında.

Yeni bir döneme başlarken daha donanımlıolduğumuzu rahatlıkla söyleyebiliriz. Komünist birmilitan-kadro olabilme yolunda bir adım daha attığımızıve kendimizi daha zor-daha çetin dönemlerehazırladığımızı da... Şimdi üniversite kampüsleri bizleribekliyor. Yaşamlarının her alanında bir cendereyesokulan, karanlık bir ablukanın içinde olan, ilişkileriyozlaştırılan, yalnızlaştırılan, yabancılaştırılanarkadaşlarımıza örgütlü mücadele seçeneğini anlatmave onları devrimin, sosyalizmin ve partinin kızıl bayrağıaltına çağırma sorumluluğu ise omuzlarımızdabulunuyor.

Ankara’dan bir genç komünist

37A. Akın

Mevzi direnişlerinde yakılan ateşi

üniversitelere taşıyıp büyütmek için ileri…

Bir genç komünist olarak, günümün her anını devrimci bir temelde, faaliyetin ihtiyaçlarına göre yapılan planlamaüzerinden geçirdiğim bir yaz dönemini geride bırakmış bulunuyorum. Sanayi havzalarında patlak veren mevzidirenişlerinden ve sınıfın devrimci dinamizminden, mahallelerde işçi ve emekçilere yönelik yapılan çalışmalardan vegenel olarak İşçi Kültür Evleri’nde oluşturulmuş kolektif ve devrimci yaşamdan öğrendiklerimle, sınıf devrimcisi olmaiddiasında bir adım daha ilerlemiş oldum.

Genç komünistler olarak yaz dönemini sınıfın içinde, sınıftan öğrenmek ve deneyim kazanmak amacıyla sanayihavzalarının olduğu bölgelerde çalışma yürüterek geçirdik. Bu çalışmalarla eşzamanlı olarak, partiyle aramızdaki açıfarkını azaltmak amacıyla teorik eğitim çalışmaları yapmak üzerinden de planlama yapılmıştı. Ama olanaklarınyetersizliği ve pratik faaliyetin yoğun temposu nedeniyle bu konuda biraz eksik kalmış olduk.

Direnişlerden deneyimler…

Bulunduğum bölgede, yaz dönemi içerisinde üç tane direnişi gözlemleme olanağına sahip oldum. Birincisi;reformizmin tezgâhlarında türlü ihanetlere uğratılan, EMEP ve güdümündeki komite tarafından pasifleştirilerek kanlarıemilen HEY Tekstil işçilerinin direnişiydi.

İkincisi; genel olarak hizmet ve özelde havacılık sektörünün kapitalist ekonominin ayakta kalmasını sağlayan en temelsektörlerden biri olmasına ve bu iş kolunda yaşanan, en temel haklardan biri olan grev hakkı gaspının gerçekleşmesinerağmen, sendikal bürokrasinin hak alma mücadelesini sadece yasal kanallara boğarak direnişi “bekleyişe” döndürdüğünügördüm. İşçileri fiili mücadeleden uzak tutan, asgari ücretten 10 kat fazla maaş alan sendika ağalarının eleştirildiklerinde,sınıfsal konumlarını belli ederek işçileri sınıf devrimcilerine saldırtabileceğini gördüm.

Üçüncüsü; tek başına, mücadele azmiyle direniş bayrağını göndere çeken sınıf bilinçli bir kadın neferin direnişi olanKiğılı direnişiydi. “Kiğılı’da baskıya, tehdide, sömürüye, işten atmalara son! İşimi geri istiyorum!” talebi ile başlayan budirenişin anlamı benim için başkadır. Tek başına bir işçinin direnişi bile, içerde işçilere köle muamelesi yapanlarınpaçaları tutuştuğunda işçilere insan gibi davranmak zorunda kalmalarına sebep olabiliyor. Veya bir işçinin basıncı ile bile,bir günlük üretimi feda ederek, işçileri bir gün öncesinden izne çıkartabiliyor.

Mahallelerden deneyimler…

Mahalle çalışması üzerinden elde ettiğim deneyimlerin başında bizzat üretim alanlarında iletişim kurduğumuz insanlarayaşam alanında da yani mahallesinde de ulaşarak onlarla olan birebir diyalog kurma ve iletişim kurabilme yetimigüçlendirmek geliyor.

Ayrıca genel olarak tüm yaşananların deneyim olarak kazanılması gerektiğini de mahalle çalışması içinde öğrendim.Örneğin herhangi bir mahalledeki çalışmayı ısrarcı bir biçimde ve uzun soluklu olarak sürdüremediğimiz koşullarda nekadar etkili bir kitle çalışması örmeye çalışsak da ilişkilerin belli anlamlarda sonuç vermediğini gerçekleştirdiğimiz biretkinlik üzerinden deneyimledim. Ne var ki bu durum bana yılgınlık yerine, mücadelenin temel derslerinden birini, yanikararlı ve uzun soluklu bir çalışmanın gerekliliği dersini öğretti.

Kolektif yaşam, devrimci kimlik

Her ne kadar sınıf devrimcisi olma iddiası ve isteği taşısak da hepimiz kapitalist sistem içinde yetişmiş bireyler olarakbu çürümüş sistemin bize sunduğu iktisadi koşullar üzerinden şekilleniyoruz ve bir takım düşüncelerimiz somutlabuluşmadıkça sadece “kuramsal” olarak hafızamızda yer alıyor. Nitekim Marks’ın da belirttiği gibi “maddi yaşamınüretim tarzı, toplumsal, siyasi ve bir bütün olarak zihinsel yaşam sürecini koşullandırır.” Dolayısıyla bilincimin yeterinceaçık olmadığı noktalardan biri tüm yaşamımı faaliyetin gereklilikleri üzerinden, kolektif bir yaşamla ve devrimci birkimlikle bağdaştırmaktı. Kafamdaki bir takım sorular bu çalışma sonunda ciddi bir biçimde cevaplandırıldı. Yaşamımıkolektif kültürle, devrimci bir yaşantı içerisinde, örgütçü bir kimlikle geçirmemin yolu daha da belirgin olmuş durumda.

Sonuç yerine…

Kısacası; gençliği proleter kültürle bağdaştırmanın yolunun, sınıfın içinde sınıftan öğrenmekten geçtiğinigözlemleyerek deneyimledim. En başta söylenildiği gibi, işçi sınıfından aldığımız güçle gençlik mücadelesini kazanmakve büyütmek için, direnişlerde yakılan ateşi üniversitelere taşıyıp büyütmek için ileri yoldaşlar!

A. Zaim

38